“Marx’a göre, devlet sınıf egemenliğinin bir organı, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesinin organıdır; sınıfların çatışmasına gem vurmak suretiyle bu baskıyı yasa mertebesine yükseltip pekiştiren bir “düzen”in yaratılmasıdır.” (Lenin, Seçme Eserler, c. 7, s. 19, İnter Yayınları, Haziran 1996, İstanbul)
Lenin bu satırları yazdığında 1917 yılında devrimini gerçekleştirerek özgürleşmiş ve yeni bir düzeni, sınıfsız-sömürüsüz bir dünyanın ilk adımlarını atan, “buzun kırılıp yolun açıldığı”, ‘emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nın ilk sosyalist devleti, Sovyet cumhuriyeti kurulmuştu.
Lenin’in bu satırları yazmasının üzerinden yaklaşık altı yıl sonra, 29 Ekim 1923’te, işçilerin-emekçilerin Sovyet ülkesinin yanı başında, onun komşusu olarak Anadolu ve Rumeli topraklarında bir devlet kuruldu. Kurulan devletin adı “Türkiye Devleti”, yönetim biçimi cumhuriyetti. Kurulan Türkiye Cumhuriyeti Sovyet cumhuriyetinden temelden farklı bir cumhuriyetti. Türkiye devleti, emperyalist güçlerin Türkiye’yi bütünüyle sömürgeleştirilmesine karşı mücadele etmiş, kapitalist sömürüye, emperyalizme karşı olmayan, yarı-sömürge yapıyı kabul eden bir devlet olarak kuruldu.
2023 yılının 29 Ekim’inde Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılını kutlayacak. Hâkim sınıflar, burjuvalar, sermaye sahipleri, onların siyasi plandaki temsilcileri, medyası… Evet, öncelikle bu kesimler kutlayacaklar 100. yılında Türkiye Cumhuriyeti’ni. Çünkü bu devlet onların devleti, cumhuriyet onların, burjuvaların/sermayenin cumhuriyeti… Egemen sınıf olarak devletlerini işçi ve emekçi sınıflar üzerinde bir baskı aracı olarak kullananlar kutlayacaklar.
Onlar 100. yıl kutlamalarında cumhuriyetin “erdemlerinden” bahsedecek, devletlerinin nasıl “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğundan dem vuracaklar… Onlar, “millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğundan”; “her “Türk”(!!!) vatandaşının anayasalarında yer alan “temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu” vb. vb. yalanlarını tekrarlayacaklar…
Girişte tarif edilen “sınıf egemenliğinin bir organı; bir sınıfın bir başka sınıf (burjuvazi) tarafından ezilmesinin organı” olan devletlerden birisi olarak 100 yıl önce kurulan Türk devleti başta işçi sınıfı olmak üzere yoksul köylülüğü ve diğer yoksul emekçi katmanlarını ezen, sömüren kapitalist sınıfın/burjuva sınıfının sömürü ve baskı aracı olarak “çalışmaya” devam edecek; 100. yılında devletlerinin ne denli güçlü olduğunun da propagandasını (şüphesiz her yıl yaptıklarından daha fazla!!!) yapacak ve ama işçileri, emekçileri “devlete sahip çıkmaya”, “cumhuriyeti andaki düşmanlarına karşı korumaya”, onu “ilelebet yaşatmaya” çağıracaklar!!!
Burada sorulması gereken temel sorulardan birisi şudur: 100 yıl önce niteliği “cumhuriyet” olarak belirlenen devlet, gerçekte işçilerin, emekçilerin sahiplenip korumaları gereken bir devlet mi? Eğer böyle değilse, bu devlet “ilelebet yaşamalı” mı, yaşayabilir mi?
Bu temel sorulardan hareketle; bizim “devleti koruma ve yaşatma” çağrısı yapılan işçilere, emekçilere kapitalist devletin 100 yıldır söylediklerinin yalan olduğunu, bu devletin, bu cumhuriyetin kendi devletleri olmadığını, tersine bu devletin kendileri üzerinde sermaye sınıfının bir baskı aracı olduğunu anlatma görevimiz vardır. “Son Türk devleti”nin kuruluşunun üzerinden geçen 100 yıllık süreçte yaşananlarla söylenenlerin farklı olduğunu kavratma görevimiz vardır. Dahası hiçbir zorba devletin, sermayenin çıkarlarının savunucusu bir devletin “ilelebet yaşayamayacağını”, yaşamaması gerektiğini; işçilerin, emekçilerin kendilerine karşı sermaye sınıfının bir baskı aracı olan bu mekanizmayı yıkma görevlerinin olduğunu, bunun için birleşmiş, örgütlenmiş işçi sınıfının ve yoksul emekçi sınıf ve katmanların mücadelesi karşısında burjuvazinin ve onun devletinin “ilelebet” yaşama şansının olmadığı düşüncelerini işçi sınıfına ve emekçilere taşıma görevimiz vardır.
100 yıllık bazı yalanlar
Her burjuva devletin olduğu gibi Türk devletinin de yalanlarını ortaya koymak için, onların kendi düzenlerini sahte bir demokrasi ile kamufle etmek, kitleler nezdinde meşru göstermek, onların onayını da almak ve kendi bayrakları altında toplamak için ortaya koydukları temel belgelere –mesela devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini, egemenlik haklarının nasıl şekilleneceğini, bireylerin haklarının, özgürlüklerin sınırlarının nasıl belirleneceğini vb. yazdıkları anayasalarına– bakmak; orada yazanlarla gerçek durumun karşılaştırmasını yapmak uygun bir yöntem olabilir.
Biz de bu yöntemi izleyerek kimi alanlardan birkaç örnek üzerinden yazılanlarla yapılanlara bakabiliriz.
Egemenlik milletin mi?
“I. Devletin şekli
Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.”
TDK’ya göre cumhuriyet “milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi”dir. Yani anayasanın ilk maddesine göre millet Türkiye devletinin sahibidir, egemenidir. Yine Anayasanın 6. maddesinde de “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.” denilerek milletin egemenliğine vurgu yapılır.
Anayasanın daha ilk maddesi büyük bir yalanla başlamaktadır: Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık geçmişinde –ne kuruluşunda ne de sonraki dönemlerinde– hiçbir zaman egemenlik milletin olmamıştır.
“Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir”den anladıkları, 4-5 yılda seçimlerin yapılmasıdır. Oysa seçimler, “dönem dönem halkı yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına” (Lenin) karar vermesi için yapıldı. T.C. devlet sisteminde, yapılan bütün seçimler egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine (daha doğrusu ezeceğine) karar vermek için yapıldı. Eğer “egemenlik, kayıtsız şartsız milletin” ise, seçilen belediye başkanları neden görevden alınıyor, seçilen kimi milletvekillerinin dokunulmazlıkları neden kaldırılıyor?! 100 yıllık T.C. tarihinin uygulamaları egemenliğin “kayıtsız şartsız milletin” olmadığını göstermiştir.
“T.C. demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” mi?
“II. Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
“Türk”(!!!) devletinin Anayasasının “Cumhuriyetin nitelikler” başlığı altındaki ikinci maddesinde “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” cumhuriyetin nitelikleri olarak sayılır.
T.C.’nin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” söylemi burjuva devletinin sıklıkla başvurduğu yalanlardan birisidir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti devletinin 100 yıllık tarihi boyunca burjuva anlamda bile demokrasi gerçek anlamda işlememiştir. 100 yıllık tarihi boyunca Türkiye Cumhuriyeti devletinde siyasi iktidar parlamenter maskeli faşist bir karaktere sahiptir. Kimi dönemlerde (örneğin 1946 sonrası kısa bir dönem, 1950 Demokrat Parti’nin ilk iktidar döneminin ilk ayları, 1961 Anayasası ertesi kısa bir dönem, 1970’li yılların son dönemi) demokrasinin kırıntılarından yararlanılması bu gerçeği ortadan kaldırmaz.
T.C. devleti kurulduğundan beri hiçbir zaman gerçek anlamda laik bir devlet olmadı. Kemalistler, dinciler, dini her dönem kendi amaçları için kullandılar. 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. İslam dininin Sünni mezhebi devletin dini hâline getirildi ve ülkelerimizin toplumuna dayatıldı. T.C. devletinin laik bir devlet olduğu da en çok söylenen yalanlardan birisidir. Evet, kâğıt üzerinde devlet laik olarak nitelenir ve ama gerçekte durum böyle değildir. Laikliğin onlar için “dinin siyasetten ayrılması”nın ötesinde başka bir anlamı vardır. Onların laiklikten anladığı şey, dini kendi denetimleri altında tutmak ve kendi siyasi iktidarlarının devamı için kullanmak olmuştur.
Onların “laikliği” İslamiyet’in Sünnilik mezhebinin diğer din ve mezheplere üstünlüğünün sürmesi yönünde desteklenmesidir. Devlet eliyle çok güçlü bir şekilde destekledikleri din kurumları aracılığı ile dinin kitleler içerisinde uyuşturucu etkisini sürdürmesi “laik”(!!!) devletin garantisi altındadır.
T.C. devletinin sosyal bir devlet olduğu iddiası da göstermeliktir. Gerçekte hiçbir kapitalist devlet, kapitalist sınıfın çıkarlarını savunmayı temel edindiği için, gerçek anlamda “sosyal devlet” olmaz, olamaz.
“Kişilere asgari bir gelir düzeyinin garanti edilmesi”, “adil gelir dağılımı”, “belirli ihtiyaçların karşılanmasında minimum standartların sağlanması”, “yoksullukla mücadele”, “sosyal güvenliğin sağlanması/yaygınlaştırılması”, “tüm vatandaşların yaşam koşullarının iyileştirilmesi”, “sosyal adaletin sağlanması”, “vergide adalet”, “sosyal koruma”… vs. vb. gibi görevler “sosyal devlet”in çözmesi gereken görevleri arasında sayılır.
Kapitalist devlet gerçekte işçi, emekçi kitleleri düşündüğünden değil, bir zorunluluk olarak “sosyal devlet” anlayışını geliştirmiştir. Her burjuva devlet gibi T.C. devleti de genel eğilim olarak, burjuvazinin daha fazla kâr hırsından dolayı işçilerin, emekçilerin mücadeleler sonucu elde ettiği hakları geri almak ister. Onların “sosyal devlet”inin sınırları vardır; zorunlulukların ortadan kalktığına kanaat getirdiklerinde ya da kazanımları geri aldıklarında işçi ve emekçi kitlelerden tehdit edici boyutlarda bir direnişle karşılaşmayacaklarını düşündüklerinde kazanılmış hakları geri alma yönünde adım atarlar.
Buna karşın işçiler, emekçiler kazanımlarını savunmak ve genişletmek için –gerçek kurtuluşun kapitalist devletin yıkılması, yerine işçilerin-emekçilerin iktidarının kurulması ile sağlama mücadelesini ihmal etmeksizin– sürekli bir savaşım içinde olmalıdır.
Onların hukukunun temelinde “mülk” (devlet; sermaye sınıfının devleti) vardır; “mülkün temelini korumak” vardır. Sermayenin devletini koruma üzerinde yükselen burjuva hukukunda emekçilerin en temel hakları en iyi ihtimalle ayaklar altına alınmıştır. Onların hukuku işçilere, emekçilere karşı düşmanlık hukukudur. Onların hukukunda adaleti temsil eden Tanrıça Themis, kapitalist burjuva devletlerin/iktidarların her istediğini yapan, adına da “adalet” denilen “metres” durumundadır.
Onların hukukunda çifte standart neredeyse olağan bir uygulamadır. Hukuk ve kanunlar işlerine geldiği gibi eğilip bükülür; kendi yandaşları/maşaları insanlık suçu dahi işleseler bir yolu bulunup “kitabına uydurularak” suçlunun kaşla göz arasında “suçsuzluğu anlaşılır” ve serbest bırakılır (Sivas-Madımak davası örneğin); kendi isteklerine uygun olmadığında ya da herhangi bir tehdit gördüklerinde kanunlar kendi yasalarına, anayasalarına, Anayasa Mahkemeleri kararlarına ya da imza attıkları uluslararası belgelerdeki kararlara… karşı olsa bile açık açık çiğnemekten çekinilmez! (Örneğin Erdal Eren davası ya da yakın tarihlerdeki davalardan Demirtaş ve Kavala davaları… Can Dündar davası hakkında RTE’nin ünlü “Anayasa Mahkemesi kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum!” tavrı hatırlansın!!!)
“Yurtta sulh, cihanda sulh” mu?
“III. Devletin bütünlüğü, Resmî dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti
Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır”
Faşist Anayasanın “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilk dört maddesinin 3. maddesi böyledir.
Bu maddeyi incelemeye geçmeden bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor: T.C. devleti Anayasası diğer şeylerin yanında dil olarak ırkçı ve şoven bir anayasadır. Faşist anlayış anayasada da çok açık bir şekilde görülmektedir. Bu Anayasaya göre (ve bu devlete göre) bu ülkede “Türk”ten başka bir millet yoktur! (Tek millet!!!) Varsa bile o milletin dili yoktur! (Bunun için tek dil, Türkçe!!!) Eğer varsa (!) başka uluslar, milletler, milliyetler… mutlaka “Türk’e karşıdır, mutlaka Türkiye’yi bölecektir!”
Hastalıklı gibi görünüyor değil mi?
Evet, hastalıklı!
Çünkü devletin kuruluşu “hastalıklı”: Yüz yıl önce kurulan bu devlet çok uluslu bir devlettir. Bu uluslar arasında Türk ulusu (hâkim sınıflarının) egemendir ve fakat Türk olmayan Kürt ulusu, Arap ulusu ve bir dizi değişik milliyetin de yaşadığı bir devlettir. Ancak bu çok uluslu devlette egemen olan Türk burjuvazisi, Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk ulusu dışında bir ulusun varlığını kabul etmemektedir. O Anayasasına değişmez bir madde olarak “Ülkenin vatanı ve milleti ile bölünmez bütünlüğü”nü yazmış, bütün T.C. vatandaşlarının da Türk olduğunu yazmıştır. Türk burjuvazisi ve onun devleti Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kendi değişik ulusal kimliğine sahip çıkanlara karşı soykırım ve asimilasyon siyaseti izlemiştir. Bu politika bugün de devam etmektedir. Bu noktada yine belirtmek gerekir ki; T.C.’nin egemen sınıfları Osmanlı’nın son döneminde Ermenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımın tarih çarpıtıcısı, inkârcı mirasçıları ve sürdürücüleridir.
Kürt ulusunun kendi kaderinin tayin hakkının gaspı, T.C.’nin kuruluşundaki yapı harcıdır. T.C. Türk olmayan milliyetler için tam bir halklar hapishanesidir.
Bugün uyanan Kürt ulusal mücadelesi bu devletin korkularından birisidir. Ve devlet bu uyanışı kanla, katliamlarla bastırmaya devam etmektedir.
Yüz yıl önce kurulan bu devlet sadece T.C. sınırları içinde değil, dışında da saldırgan ve yayılmacıdır. 1939’da Antakya’yı (Arabistan), 1974’te ise Kıbrıs’ın kuzeyini işgal eden T.C. Suriye’nin kuzeyinde de işgalcidir.
Türk burjuvazisinin devleti bugün bölgesel bir güç olmasının yanında Afrika’dan Ortadoğu’ya, Kafkaslardan Balkanlara… bir dizi bölgede emperyal emperyalist emeller peşinde koşan bir devlettir.
Bu işgalci-yayılmacı pratiğiyle T.C. devletinin Anayasasında giriş bölümünde yazan “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganı da sadece kâğıt üzerinde kalan bir slogandan başka bir anlam ifade etmiyor.
Onların dilinde Kürt ulusunun temel hak ve istemlerinin kanla bastırılması “yurtta sulh”un; Kuzey Kıbrıs’ın işgal edilmesi başta olmak üzere sınır ötesi harekâtlar, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar bir dizi bölgeye, Kore’ye, Balkanlar’a, Afganistan’a, Somali’ye… en son Lübnan’a asker gönderme tezkeresinin uzatılması “cihanda sulh”un karşılığıdır. Onların “cihanda sulh” dedikleri şeyin gerçek yaşamdaki karşılığı savaş kışkırtıcılığıdır, işgalciliktir, saldırganlıktır, komşularla didişmedir, bölgede halkları birbirine düşman etmektir vs. vb.
Eşitlik mi? Ne eşitliği?!
T.C. devletinin Anayasasının giriş (“Başlangıç”) bölümünde eşitlik (“… Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu; …”) ve ortaklığa (“Topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu,…”) vurgular vardır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi T.C. devleti sınıflı bir toplumun devleti olarak kurulmuş bir devlettir. Sınıflı bir devlette “eşitlik”ten, “ortaklık”tan söz etmek abesle iştigaldir.
Yüz yıllık Cumhuriyet rejimi altında, hiçbir dönemde, Cumhuriyet sınırları içinde yaşayanlar arasında eşitlik, ortaklık gibi kavramlar hayat bulmamıştır. Bulamazdı da çünkü cumhuriyet yönetimi sınıflı bir toplumu yönetmenin adıdır. Bu toplumda bir tarafta çalışan, toplumun tüm zenginliğini üreten ve ama bunun karşılığında “akşamları aç yatan” yoksul yığınlar vardır, diğer tarafta ise, bu yığınların ürettiği zenginliğe el koyan, sömüren, gücünü bu sömürüden alan sınıflar vardır. Böyle bir toplumda cumhuriyetin ve onun savunucularının “eşitlikten”, “ortaklıktan” anladığı, belirli bir sömürücü azınlık dışındakilerin yoksullukta eşitliğidir; açlıkta, işsizlikte, sömürülmede ortaklığıdır. Onların “eşitliği” halklar arasındaki var olan eşitsizliğin devamı istemini örten incir yaprağından başka bir şey değildir.
Halklar arasındaki eşitsizlik öyle bir durum arz etmektedir ki, kâğıt üzerinde bile, örneğin Anayasada; onlara göre tek bir “Türk Milleti” vardır. Bu yüzdendir ki onlar, tüm cumhuriyet tarihi boyunca “Türk Milleti” dışında ezdikleri ve baskı altında tuttukları diğer ulus ve milliyetlerin varlığını, haklarını inkâr etmişlerdir. Onların her türlü varlıklarının ve haklarının tanınması istemlerini zor ve baskı yoluyla ezmişlerdir. Bunun için Ağrı’yı, Dersim’i, 6- 7 Eylül olaylarını, Çorum’u, Sivas’ı, Diyarbakır’ı… hatırlamak yeterlidir.
Sadece bu kadar mı?
Buraya kadar sömürücü devletin temel belgesi Anayasasının ilk maddelerinde yazılanlarla yapılanları örnekler vererek devletin niteliğini biraz olsun anlatmaya çalıştık. Son bir örnek daha vererek bölümü kapatmak istiyoruz. Ancak biliyoruz ki burada değindiğimiz konular, verdiğimiz örnekler onların söyledikleri ve yaptıklarının, yalanlarının, manipülasyonlarının çok az bir bölümüdür.
Vereceğimiz son örnek yine bir Anayasa hükmü olan “kanun önünde eşitlik”le ilgili… Şöyle deniliyor maddede:
“X. Kanun önünde eşitlik
Madde 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
(Ek fıkra: 7/5/2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010-5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.
(Ek fıkra: 7/5/2010-5982/1 md.) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (…) kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
Bu maddede ileri sürülen görüş Cumhuriyet döneminin diğer Anayasalarında da olan bir görüştür. Ve burada yazılan ile gerçek yaşamdaki uygulamalar arasında temelden farklılık vardır. Her şeyden önce burada söylenen/yazılanların önemli bir bölümü bizzat faşist devletin/Cumhuriyet rejiminin temsilcileri tarafından açık bir şekilde çiğnenmektedir.
Örneğin herkes dil alanında eşit değildir. Cumhuriyet tarihinin önemli bir bölümünde yasaklı olan Türkçe dışındaki dillerin son yıllarda günlük yaşamda kullanılması ancak gerçekleşebilmiştir. T.C. sınırları içinde önemli bir nüfusun konuştuğu Kürtçenin ikinci resmi dil olması talebi güçlü bir karşı çıkışla reddedilmesi bir yana hâlâ resmi dairelerde “bilinmeyen bir dil” (!) muamelesi görmesi dil eşitliğinin durumunu gözler önüne sermeye yeter de artar! “Çingene!”, “Rum dölü!”, “Ermeni!” kelimelerinin hâlâ küfür olarak kullanılması (“Affedersin Ermeni diyen oldu!” – Bunu diyen bu faşist devletin son Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır!) ırk/milliyet konusunda devletin nerede durduğuna örneklerdir. “Cinsiyet” konusunda eşitlik ise içi boş bir cümledir, gerçek yaşamda bunun karşılığı homofobi, LGBT+ karşıtlığıdır. Anayasadaki bu maddede ifade edilen burjuva politikacılarının ilk elden kanunen de ortadan kaldırılması gereken bir hedef hâline getirilmiştir.
Denilecektir ki, bunlar günlük yaşamda toplumda ortaya çıkan sıradan şeylerdir. Doğrudur, bunların büyük bir bölümü toplumun önemli bir kesimine nüfuz etmiş bilincin yansımalarıdır. Ve ama buna karşı devletin görevi var olan bu düşmanlıkları ortadan kaldırmak, en temel belgesi Anayasasına yazdığı bir görüşünü toplumda hâkim kılmak için çaba göstermektir. Ama rejim bunu ya yapmıyor ya yeterince yapmıyor ya da gözlerini kapatarak görmezden geliyor! Görmezden geliyor, bilinçli bir çaba harcamıyor; çünkü onun genlerinde bu düşmanlıklar (Ermeni düşmanlığı, anti-semitizm, LGBT+ karşıtlığı, kadın düşmanlığı, Alevi düşmanlığı… vd.) zaten var! Onun genlerinde korkular, düşmanlıklar önemli bir rol oynuyor ve bu yüzden sırf topluma “demokrat” görünebilmek için kâğıt üzerinde kimi şeyleri yazmakta bir sıkıntı görmüyor.
Bu maddede bir de “herkesin siyasi düşünce, felsefi inanç” ayrımı gözetilmeksizin kanun önündeki eşitliğinden bahsedilmektedir ki, bu en büyük sahtekârlıklardan birisidir. Tüm Cumhuriyet tarihi boyunca hemen her dönem işçi sınıfının ve emekçilerin haklarını savunan, onların örgütlü gücü olarak ortaya çıkmış örgütlenmeler, devrimci, sosyalist, komünist partiler, devrimci sendikalar, dernekler, yapılar… devletin hedefleri olmuş, yasaklanmış, kapatılmış; “siyasi düşünce, felsefi inanç” sahipleri haklarında kovuşturmalar yürütülmüş, cezalara çarptırılmış; devrimci ve komünistler başta olmak üzere düzene muhalif olanlar bizzat devlet terörü ile katledilmişlerdir.
Türk hâkim sınıflarının burjuva devletinin ve Cumhuriyet rejiminin yüz yıllık tarihi binlerce kez göstermiştir ki, devletin kuruluş fobilerinden birisi devrim ve komünizm düşüncesidir. Onlar bu düşüncenin yoksul kitleler arasında yaygınlaşmasının, bu temelde örgütlenmeler yaratılmasının ve kendi burjuva düzenlerinin/devletlerini tehdit eden tehlikeyi ortadan kaldırmak için kanunlarıyla, “güvenlik güçleriyle” sivil ve resmi güçleriyle yoğun çaba harcamışlardır, bu çabaları bugün de sürmektedir.
T.C. Anayasası üzerinden giderek yaptığımız bu saptamalara eklenecek daha çok şey var. Ve fakat bu kadarı bile bu devletin, onun Cumhuriyet rejiminin işçilere, emekçilere düşman yüzünü göstermeye yeteceğini düşünüyoruz.
Bir kez daha vurgulamak gerekirse T.C. devleti yüz yıllık tarihi boyunca burjuva sınıfın ezilen, sömürülen kesimler üzerinde baskı aracı olma burjuva aparatlığının hakkını vermiş, bugüne dek “başarıyla” sürdürmüştür.
Burada en büyük sorun sömürülen, baskı altında tutulan işçi sınıfı ve emekçilerin her gün etinde kemiğinde hissettiği baskının, sömürü ve zulmün nereden kaynaklandığını doğru yerde aramaması, devlet/burjuva sınıfı ilişkisini çözememesi, burjuvazinin yoğun bir manipülasyonuna uğrayarak dostunu, sınıf kardeşini düşman görmesi; bilinç eksikliği nedeniyle var olan sömürüye, baskıya ve zulme karşı nasıl bir karşı çıkışta bulunacağını bilememesidir… vb. vb.
En büyük sorun kısaca bilinç eksikliğidir. Bu noktada görevi bu bilinci sınıfa götürme ve onları örgütleyerek sınıf mücadelesini yükseltme görevi olanların da güçsüzlüğü mevcut devletin “ilelebet” yaşaması için burjuvaziye güç vermektedir. Ancak sınıflar savaşımı tarihi göstermiştir ki, hiçbir burjuva devletin “ilelebet” yaşama şansı da birleşmiş örgütlü işçi sınıfı karşısında gücü de yoktur.
Bize halk cumhuriyeti gereklidir
Halk cumhuriyetine doğru giden ilk yol demokratik halk devriminin zafere ulaşmasıdır. Demokratik devrimin başarıya ulaşması sonrasında işçilerin-emekçilerin iktidarı, işçilerin-emekçilerin cumhuriyeti kurularak önüne koyduğu görevleri gerçekleştirecektir.
Yazımızın bundan sonraki bölümünde demokratik devrim, işçilerin-emekçilerin cumhuriyetinde nelerin gerçekleştirileceğini bazı başlıklar altında vereceğiz. Burada programımızın tümünü verme yerine seçtiğimiz belli alanlardaki program maddelerini (ara başlıklar koyarak) aktarmakla sınırlayacağız kendimizi.
100 yıl modern kölelik yeter!
– Demokratik halk iktidarında çalışma anayasa ile de garanti altına alınmış bir hak ve yükümlülüktür. Çalışabilir durumda olan her yetişkin çalışmakla yükümlüdür. Halk demokrasisi düzeninde asalaklık yoktur. “Çalışmayana yemek yok” ilkesi geçerlidir. Herkes katkısı ölçüsünde –fakat her durumda insanca yaşamaya yetecek– ücret alır. Ücretlendirmede “eşit işe eşit ücret” ilkesi uygulanır. Ücretler arasındaki farkın hiçbir şart altında 1’e 2’yi geçmemesi için tedbirler alınır. Halk demokrasisi devleti, her yurttaşının insanca yaşayabileceği bir ücret karşılığı çalışabileceği iş imkânını yaratma yükümlülüğüne sahiptir.
Bunun için bir yandan sürekli yeni iş imkânlarının/olanaklarının yaratılması yanında, var olan işin çalışma zamanının sürekli kısaltılması yoluyla bütün çalışabilir insanlar arasında paylaştırılması ilkedir.
Demokratik halk iktidarı kurulduğunun hemen ertesinde 6 saatlik işgünü, 5 günlük iş haftasını gerçekleştirecek, işgününün giderek kısaltılmasını hedef olarak önüne koyacaktır. Halk demokrasisi düzeninde 18 yaş altı insanların çalışması yasaktır. Yalnızca politeknik eğitimin bir parçası olarak çalışabilirler. Kadın emekçilerin aybaşı günleri izni, gebelik ve doğum izni, annelik izni, çocuk bakımı sorunları, kadın-çocuk sağlığının gerektirdiği şekilde çözülecektir.
Halk demokrasisi devleti, emekçilerin tatil ve belli bir yaştan sonra (normal çalışma şartlarında erkek işçilerde 55, maden işçiliği, yüksek fırın işçiliği gibi ağır işlerde ve kadınlarda 50) emeklilik hakkını garanti altına alır.
Halk demokrasisi devleti özel işletmelerde de bu ilkelerin uygulanmasını sağlar.
100 yıl ulusal boyunduruk altında yaşamak yeter!
Halklar hapishanesine son vermenin yolu demokratik halk devrimidir. Bizim istediğimiz demokratik cumhuriyette ulusal baskıya son verilecektir. Uluslar, özgür iradeleri ile kendi kaderlerini kendileri belirleyecektir. Ulusal sorunda temel ilke, ülkenin demokratikleştirilmesidir. Demokratikleşme, ulusal sorunda hukuki eşitsizliklerin ortadan kaldırılması, ulusların ayrılma haklarını özgürce kullanacakları şartların yaratılması için zorunludur.
Gerçek bir birlik, gönüllülük temelinde bir birliğin ön şartı zoraki birliğin parçalanması, milliyetler arasında tam hak eşitliğinin sağlanmasıdır. Ulusların birlikte yaşaması, eşitlerin özgür birliği temelinde olacaktır. Hiçbir ulusa özel imtiyaz tanınmayacaktır. Hiçbir dile hiçbir imtiyaz verilmeyecektir. Hiçbir ulusal azınlığa karşı hiçbir sınırlama, hiçbir haksızlık yapılmayacaktır. Yaratılan özgür koşullar sonucu uluslar ve tüm milliyetler nasıl yaşayacaklarına kendi özgür iradeleri ile karar verecektir.
Demokratik cumhuriyet, Kürt ve Arap ulusunun kendi kaderini tayin hakkını nasıl kullanacağını demokratik yoldan belirlenmesi için, Kuzey Kürdistan-Antakya (Arabistan) bölgesinde bir referandum yapılacağını ilan eder. Demokratik cumhuriyet, bütün uluslardan, milliyetlerden işçi ve emekçilerin gönüllü birliğinden yanadır. Öncelikle gönüllü birliğin sağlanması için zoraki birliğin ortadan kaldırılması temel şarttır. Demokratik cumhuriyette, Kürt ve Arap ulusunun emekçiler lehinde çözümünün ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ biçiminde, federatif bir çözüm olduğu propagandası yapılacaktır. Kuzey Kürdistan ve Antakya (Arabistan)’lı komünistler, yapılacak referandumda sonucun özgür birlik şeklinde olması için ideolojik mücadele yürütür. Hangi sonuç çıkarsa çıksın, demokratik cumhuriyet, sonucu saygıyla karşılayacak, Kürt ve Arap ulusunun kendi kaderini tayini yönündeki irade beyanı olarak kabul edecektir.
Ayrılma hakkının kayıtsız koşulsuz savunulması, ulusları birbirinden ayırma anlamına gelmemelidir. Biz tabii ki özgür ve eşit ulusların sıkı bir birlik içinde olduğu bir birlikten yanayız. Ama istediğimiz birlik zoraki birlik değil, eşit, özgür halkların özgür iradeleri temelinde gerçekleştirecekleri devrimci bir birliktir. Özgür birleşmenin ön şartı ise ayrılma özgürlüğünün tanınmasıdır. Ayrılma hakkının tanınmadığı bir birleşme özgür bir birleşme değildir. Özgür birlik, ancak özgürlüğe sahip ve eşit olan halklar arasında mümkündür. Bir ulus ayrılma hakkına sahip değilse, birliğin biçimlerinden birisini seçmek zorunda bırakılıyorsa, o ulusun kendi kaderini kendisinin özgürce belirleme hakkından söz edilemez.
Demokratik cumhuriyet, Ermeni ulusu üzerinde uygulanmış olan soykırımı lanetlediğini, diasporadaki Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme ve yerleşme ve ayrılma hakkını tanıdığını ilan edecektir. Demokratik cumhuriyet, ırkçı, şoven milliyetçi görüşlere karşı ideolojik mücadeleyi önemli görevlerinden biri olarak kavrayacaktır. Bütün milliyetlerin kendi “ulusal” kültürlerini geliştirmelerinin imkânları yaratılacaktır. Bütün milliyetlerin kendi anadillerinde eğitim hakkı garanti altına alınacaktır.
100 yıl erkek egemenliği altında yaşamak yeter!
Bizim, işçilerin, emekçilerin cumhuriyetinde kadın ile erkek arasındaki eşitsizlik kâğıt üzerinde kalmayacaktır. “Demokratik halk iktidarı devleti, ilk andan itibaren kadın-erkek eşitliğini sağlamak için gerekli tüm yasal düzenlemeleri yapacaktır. Yasalarda eşitliğin toplumsal eşitliğin sağlanması için yeterli olmadığının bilinciyle, toplumdaki yerleşik erkek egemen ideolojiye, tavırlara, geleneklere vb. karşı mücadeleyi de önemli görevlerinden biri olarak kavrar. Kadın erkek eşitliğinin pratikte sağlanması için uzun bir süre kadınlar lehine özel hak ve önlemler alır, bunun yapısal/kurumsal altyapısını sağlar.”
Bunun için öncelikle;
“– Halk demokrasisi devleti, kadınların özgürleşmesinin temelinin ekonomik bağımsızlık olduğu bilinciyle, kadın istihdamı ve kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesi için tedbirler alır. Kadın emeğinin toplumsal olarak görünür kılınması ve karşılığını bulması için gerekli (ücret, emeklilik hakkı ve sosyal sigorta) adımları atar. Kadın-erkek ücretlendirilmesindeki eşitsizliğin ortadan kaldırılması için tedbirler alır. Kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesi için tedbir/önlemler alır. Kadınların eğitim, öğretim ve meslek edinme imkânlarından en az erkekler kadar faydalanabilmesi için gerekli tedbirleri alır.
– Kadınların tüm (siyasal-hukuksal-ekonomik) toplumsal kurum ve örgütlenmelerde gerçek anlamda temsil, söz ve karar verme hakkına sahip olabilmesi için bütün seçim ve atamayla işbaşına gelinen alanlarda kadın kotası uygular.
– Halk demokrasisi devleti, erkek şiddetine karşı kadınları korumayı kendine görev bilir. Bu görevini yerine getirebilmek için cezai tedbirler alır ve kadınları koruyan (kadın sığınma evleri vb.) kurumsal alt yapıyı sağlar. “Namus/töre” cinayetleri, kan davası, başlık parası, berdel, kumalık, bekâret bekçiliği gibi feodal-erkek egemen zihniyet ve uygulamaların üzerine ağır cezai yaptırımlarla gider ve bu mücadelede en büyük kararlılığı gösterir.
– Halk demokrasisi devleti, ev işi ve çocuk bakımı/eğitiminin toplumsallaştırılmasının kadının özgürleşmesi, kadın erkek eşitliğinin sağlanması için mutlak gereklilik olduğunun bilinciyle, bunların sağlanması yönünde somut adımlar atar.
– Ev işinin toplumsallaştırılmasında toplumsal mutfakların kurulması; genel ev temizliği için bu işi profesyonelce yapan kurumlaşmalara gidilmesi; toplumsal büyük çamaşırhane ve ütüleme kurumlarının kurulması vb. gündeme alınır. İyi örnek yoluyla ikna çalışması yürütülür. Ev işlerinin adım adım toplumsallaştırılması hedefini güderken, bu hedefe yakınlaşmanın da aracı olarak, ilk adımda ev içi emeği görünür kılacak olan “ev işlerinin ücretlendirilmesi” talebinin hayat bulması için çalışır. Kadın-erkek arasındaki görev bölümünde eşitliğin gözetildiği, çocukların yaşlarına uygun söz ve karar hakkına sahip olduğu demokratik aile modellerinin propagandasına özel önem verir.
– Çocuk bakımının toplumsallaştırılmasında, çocuk bakıcılığı profesyonel meslek eğitimine özel önem ve ağırlık verilir. Bunun yanında devlet, 6 aylık her bebek için bedava kreş, 3 yaşından itibaren her çocuk için bedava çocuk yuvası imkânlarını en kısa zamanda yaratmayı önüne hedef olarak koyar.
100 yıl despot burjuva devlet yönetiminde yaşamak yeter!
Bizim alternatifimiz sosyalist bir toplumdur. Sosyalizm bir “asalaklar” toplumu değil; toplum refahı için çalışmanın görev sayıldığı bir toplumdur. Anayasasında “çalışmayana yemek de yok” ilkesinin yazıldığı bir toplumdur. Sosyalist sistemde geçerli olan; “herkese yeteneğine göre, herkesten katkısına göre” ilkesidir.
Sosyalizmde, toplumun bütün üyelerinin çalışma yükümlülüğü vardır. Bu aynı zamanda emeğe ve çalışmaya karşı yaklaşımın değişmesi anlamına gelir. Kapitalist toplumun insanları zengin olmak, çalışmadan yaşamak hayalleri peşinde koşarken, sosyalist toplumda çalışarak, topluma katkıda bulunarak yaşamak onurlu bir görev sayılır. Çalışmak angarya değil, toplumsal yaşamın bir gerekliliğidir.
Çalışmadan zengin olmanın özendirildiği, umutların milli piyangoya, totoya, “topçuluğa/popçulara” bağlandığı; bir avuç zenginin yaşamının çekici hâle getirilerek toplumun insanlarının buna özendirildiği, “havada bulup tavada yeme”nin, vurgunun, üçkâğıdın, kapkaçın, rantiyeciliğin, rüşvetin… vs. vb. geçer akçe olduğu Kuzey Kürdistan-Türkiye toplumunda bu çürümüşlüğün ve geleceksizliğin alternatifinin adıdır sosyalizm. Sosyalist bir Kuzey Kürdistan-Türkiye’de herkes toplumun daha zenginleşmesi için çalışacaktır. Çalıştığı oranda yaratılan zenginlikten payını alacaktır. Sosyalizmde her birey kapitalist toplumun aksine kendi geleceğini toplumun geleceğiyle özdeşleştirecek ve bireysel kurtuluşun yerini toplumsal kurtuluş alacaktır. Bunun için sosyalizm diyoruz…
Sosyalist toplum işçilerin kültürel seviyesinin sürekli yükselmesinin maddi koşullarını sağlar. Sosyalizmde üretimin verimliliğinin arttırılması doğrudan işçilerin kültürel seviyesinin artmasıyla ilişkilidir. Her toplum kendi iş disiplinini yaratır. Köleci toplumda köle sahipleri kırbaçla insanları çalışmaya zorluyorlardı. Kapitalist toplumda açlık ve işsizlik korkusu ücretli çalışma disiplinini zorla dayatmaktadır. Sosyalist toplumda ise çalışma disiplini insanların toplum için çalışma gerekliliğini kavraması, insan onuruna saygı ve kişisel çıkarların kolektif çıkarlara bağlı olarak ele alınması üzerinde yükselir.
Kültür ve bilinç seviyelerinin sürekli artışını temel alan sosyalist toplumda işçiler makinanın bir parçası olmaktan çıkar. Onlar artık üretimin gözetleyicisi ve denetleyicisidir. Kalifiyelileştirmenin sürekliliğinin sağlandığı koşullarda kapitalist toplumda egemen olan örneğin teknisyen ve basit bant işçisi arasındaki ayrım da ortadan kalkar, teknik bilgiye sahip işçiler, bizzat üretim tekniğinin yenileyicisi olurlar. Türkiyeli işçiler de sosyalizm koşullarında tüm bu olanaklara sahip olacaklardır. Tüm bu söylenenler olmayacak şeyler değildir; hayal değildir… Gerçekleşebilir olan, gerçekleşecek olan şeylerdir… Ve ücretli köleliğin ortadan kaldırılması için, insanca bir yaşam için mutlaka gerçekleştirilecektir! İşçiler için gelecek sosyalizmdedir!
– Demokratik halk devletinde bütün yurttaşlar cinsiyet, milliyet, din ve mezhep farkı gözetilmeksizin tam hak eşitliğine sahiptir. Yurttaşlık (kamu) haklarından men edilme, çok özel şartlarda, en yüksek yargının gerekçeli kararıyla mümkündür. Yurttaşlık haklarından yoksul bırakılanlar ve bu hakkı kullanacak durumda olmayanlar dışında 18 yaş ve üzeri her yurttaş seçme ve seçilme hakkına sahiptir. Yapılan tüm seçimler serbest, genel eşit ve gizli oy, açık sayım ilkelerine dayalı olarak yapılır. Seçilenler seçenlere hesap vermekle yükümlüdür. Seçmenler seçtiklerini her an görevden alma hakkına sahiptir.
Demokratik halk iktidarında yasama, yürütme, yargılamada çalışan tüm fonksiyonerler seçimle iş başına gelecekler ve bu fonksiyonerleri seçen seçmenler tarafından her an görevden alınabileceklerdir.
100 yıl anti laik düzende yaşamak yeter!
– Halk demokrasisi devleti gerçek anlamda laik bir devlet olacaktır: Devlet işleri ile din işleri bütünüyle birbirinden ayrılacak, “Diyanet İşleri Başkanlığı” vb. kurumlar dağıtılacak; devlet din işlerinden elini çekecek; dinin de devlet işlerine karışması ve karıştırılması engellenecektir. Halk demokrasisinde din bütünüyle kişinin özel işi olarak kavranacak, devlet her dine, mezhebe, dini örgütlenmeye eşit mesafede uzak duracak; hiçbir dine, mezhebe, dini örgütlenmeye hiçbir destek sunmayacak, imtiyaz tanımayacaktır. Din bu çerçevede bütünüyle serbest olacak, özel, sivil örgütlenmeler olarak din örgütlenmesine, bu örgütlenmeler devlete karşı ve devlet iktidarına yönelik örgütlenmeler olmadığı sürece müdahale edilmeyecektir.
Devlet dindar vatandaşlara dinin gereklerini yerine getirmeleri nedeniyle yönelecek baskılara karşı durduğu gibi, dinsiz vatandaşlara yönelen dinci baskılara da karşı duracaktır. Dini vakıflar tüm halkın denetimine açık, şeffaf olarak çalışacaktır.
100 yıl adalet beklemek yeter!
– Halkın demokratik devletinde hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanacak, hiçbir keyfiliğe izin verilmeyecektir. Yargı bağımsızlık ve tarafsızlık ilkesi temelinde çalışacaktır. Mümkün olduğunca merkeziyetçilikten uzak, yargı konusuna mümkün olduğunca yakın yargılama ilkesi izlenecektir. Yargı kararları gerekçeleriyle birlikte herkesin denetimine açık olacaktır. Her yargı kararına en yüksek yargı organlarına kadar itiraz hakkı olacak, itirazların en kısa zamanda ele alınıp karara bağlanması sağlanacaktır. Bütün yargı sisteminde meslekten yargıçların yanında gönüllülük temelinde müracaatlar içinden kura yöntemiyle seçilecek sivil yargıçlar da yer alacak, bunlar kararda meslekten yargıçlarla eşit oya sahip olacaktır.
100 yıl insanlık dışı yaşam yeter!
– Halk demokrasisi devleti, geniş çaplı bir yeniden yapılandırma planı çerçevesinde emekçiler için sağlıklı, insanca yaşanabilecek toplu konutlar yaratmak, var olan çarpık yapılaşmayı yıkmak yoluyla, çarpık şehirleşmenin önüne geçecektir.
Halk demokrasisi devleti, kırlık alanlarda sanayinin geliştirilmesi, bu alanlarda da insanca yaşanacak konut yapımı faaliyetleri ile kır kent arasındaki ayrımı giderek ortadan kaldırmaya yönelecektir.
– Sağlık hizmeti halk demokrasisi düzeninde en önemli kamusal görevlerden biri olarak kavranacak, devlet tarafından üzerlenilecek ve her yurttaşa eşit ve ücretsiz olarak sunulacaktır. “Özel sağlık hizmetleri” de süreç içinde bütünüyle kamulaştırılacak, sağlık emekçileri devlet çalışanları haline gelecektir.
– Halk demokrasisi devleti, engellilerin toplum içerisinde insani koşullarda yaşaması, çalışabilmesi için gereken tüm önlemleri alır.
– Demokratik halk iktidarı yetişkin bireylerin cinsel tercihleri konusunda hiçbir ayrım gözetmez. Tüm cinsiyetçi yaklaşım ve saldırılara karşı gerekli önlemleri alır.
– Ulaşım ve haberleşme, halk demokrasisi devletinde, devletin kontrolünde olacak, bu sektörlerde devlet ağırlıklı olarak yer alacaktır. Ulaşımda, bireysel trafik değil, toplu taşımacılık temel alınacak; burada raylı sisteme özel ağırlık verilecektir. Ekonomik açıdan olduğu kadar, ekolojik açıdan da felaket olan bireysel trafik sınırlandırılacak, toplu taşıma sistemleri geliştirilerek özel arabadan kaçış teşvik edilecektir.
Haberleşmede en ileri teknikle, en ucuz sunulacak verimli hizmetle, alanın özel kapitalistler için bir spekülasyon alanı olmaktan çıkmasına yönelik bir siyaset izlenecektir.
Haberleşmede bireysel özgürlükler güvence altına alınacaktır.
100 yıl doğanın talanı yeter!
– Demokratik halk iktidarı enerji siyasetinde yenilenebilir enerji kaynaklarını doğaya en az zarar verecek biçimde kullanmayı şiar edinir. Bugünkü şartlarda atom enerjisini kullanmayı reddeder.
– Demokratik halk iktidarı bilim ve teknolojinin doğa ile uyum içinde yaşamı kolaylaştırmaya yönelik olarak gelişmesinin önündeki tüm engelleri kaldırır.
– Demokratik halk iktidarı doğal afetlere karşı halkı topyekûn sivil savunmaya seferber eder, bu konuda sürekli eğitim yapar, gerekli önlemleri alır.
100 yıl gerici-faşist eğitim ve kültür yeter!
– Eğitim alanında:
Demokratik halk devleti bütün vatandaşlarına 12 yıllık zorunlu, ücretsiz, tüm masrafları devlet tarafından karşılanan, içerik olarak gerçek anlamda laik ve demokratik eğitim sunacaktır. Eğitimde her türden ataerkil ideoloji kalıntılarına karşı mücadele edilecek, eğitim kurum ve araçlarındaki (okul kitapları vb.) her türden cinsiyetçilik bertaraf edilecektir.
Kız çocuklarının eğitim ve öğretimini garanti altına almak için gerekli tedbirler alınacaktır.
Demokratik halk devleti, tüm vatandaşlarına ana dilde eğitim hakkını sağlayacaktır. Eğitimde, politeknik eğitim –üretim süreçleri ile birleştirilmiş, teori pratik bütünlüğü içinde eğitim– ilkesi temel alınacaktır.
Yükseköğrenim özerk olacak, bunun nasıl olacağı devlet tarafından belirlenecektir. Yükseköğrenim, yüksek meslek eğitimi ve akademik eğitim 12 yıl eğitim almış herkese açık ve parasız olacaktır.
– Kültür alanında:
Burjuvazinin bireyci, bencil, sömürücü, gerici kültürüne; feodalizmin Ortaçağa ait gerici, kaderci, ağaya tapan kültürüne, din kültürüne, gerici şoven milliyetçilik kültürüne karşı,
Her türlü gerici alışkanlık ve geleneklere karşı, içeriği haksızlığa, hukuksuzluğa ve sömürüye karşı isyancılıkla ve derin bir enternasyonal dayanışma ruhuyla doldurulan “halk kültürü”nün (onun içinde de özellikle proleter kültürün) savunulması ve geliştirilmesi; “halk kültürü” adına halkın gerici önyargılarıyla uzlaşılmaması, bunlara karşı da ideolojik mücadeleyle halkın çoğunluğunun kazanılması ile yürütülecek sürekli bir devrim, kültür alanında halk demokrasisi devletinin temel siyaseti olacaktır. Bu siyaseti hayata geçirmek için uygun kültür araçları geliştirilecektir.
Egemen kültür dışında gelişen kültürlere de yaşam hakkı tanınacak, baskı uygulanmayacaktır.
100 yıl daha bekleme!
Bizim, işçilerin-emekçilerin cumhuriyet projesi (kimi noktalarda) böyle bir proje. Ve bu, bir hayal değil; işçilerin-emekçilerin cumhuriyetini yaratmak mümkün. İşçiler, emekçiler böyle bir cumhuriyeti kurabilir, yaşatabilir. Bunun için önce faşist devletin devrimle yıkılması gerekir. Bunun için örgütlenmek ve mücadele etmek gerek. Yüz yıl daha bekleme, yüz yıl daha gerici, faşist cumhuriyette yaşama! Kendi cumhuriyetini, işçilerin-emekçilerin cumhuriyetini kur!
Çağrımız devrim mücadelesine!
Çağrımız işçilerin-emekçilerin cumhuriyetini kurmaya!
Çağrımız sosyalizme!
12 Ekim 2023