12 Eylül askeri faşist darbesinden bu yana 44 yıl geçti.
Darbenin 43.yıldönümünde Yeni Dünya İçin Çağrı sayı 213’te faşist darbe üzerine yayınlanan makaleyi yayınlıyoruz.
***
11 Eylül 2023, Şili’de askeri faşist cuntanın yönetime el koymasının 50. yıldönümü. 12 Eylül 2023, ülkelerimizde askeri faşist cuntanın yönetime el koymasının 43. yıldönümü. 12 Eylül askeri faşist darbesi, ceberrut devletin tehdit altında olduğunda neler yapabileceğinin bir kanıtı idi. 12 Eylül askeri faşist darbesi, devrimci durumu ortadan kaldırdı, devrimci hareketi bastırdı. Ve ardından faşist bir anayasal düzen yerleştirildi. Cuntacılar, sosyalizm-komünizm mücadelesini durduracaklarını sanıyorlardı. Yanıldılar. Devrimciler, komünistler ağır bir yara aldı. Fakat sosyalizm-komünizm davası için mücadele durdurulamadı.
Tarih faşist askeri darbecileri/cuntacıları lanetledi ama ardından gelen hiçbir hükümet darbecilerden hesap sormadı. Yüzlerce devrimci-komünist-demokrat insanın ölüm fermanlarını imzalayan, binlerce kadın, erkek, emekçiyi, memuru, öğrenciyi işkenceden geçiren darbecilerin başındakiler öldüler. Tarih sahnesini, lanetlenenler olarak terk ettiler. Cuntadan yönetme işini miras alanlar, mevcut faşist yapının temeli üzerinde halklarımıza çile ve zulüm çektirdiler, çektirmeye devam ediyorlar. 12 Eylül darbesinin 43. yıldönümünde, askeri faşist darbeyi ve günümüzdeki yansımalarını bir kez daha anlatmakta fayda var.
12 Eylül’e giden süreç
1970’lerin ikinci yarısından itibaren, kapitalist/emperyalist ülkelerde giderek derinleşen bir ekonomik kriz yaşanıyordu. Ekonomik kriz Kuzey Kürdistan-Türkiye’de de etkisini şiddetli bir şekilde göstermeye başladı. Emperyalizme bağımlılık sonucu enerji alanında bağımlılık durumu, petrol ürünleri fiyatlarını olağanüstü ölçüde arttırdı. Dış ticaret dengesi sürekli açık veriyordu. Hâkim sınıflar açısından tek çözüm, dışta daha fazla borçlanma, içte ise daha fazla sömürü idi. 1980’e gelindiğinde, hâkim sınıflar, bırakalım dış borçları ödemeyi bir yana, borçların faizlerini bile ödeyemez duruma gelmişlerdi. Ekonomik kriz tavan yapmıştı. Enflasyon, yüzde yüzü aşmıştı. Enflasyon sonucu işsizlik, sürekli artan fiyatlar işçiler-emekçiler için hayatı çekilmez bir hâle getirmişti. Hâkim sınıflar, krizin yükünü sömürüyü yoğunlaştırarak işçilerin ve tüm emekçilerin sırtına yıkmaya çalışıyorlardı. Ekonomik alanda tam bir iflas söz konusu idi. Demirel’in deyimiyle “Türkiye 70 sente muhtaç”tı. Hâkim sınıfların ekonomik krizin yükünü işçilerin ve tüm emekçi halkın üzerine yıkmasına karşı da direnişler vardı.
Ekonomik alanda, IMF tarafından hazırlanıp hükümet tarafından “24 Ocak Kararları” olarak kamuoyuna açıklanan tedbirler ile ilk girişim yapıldı. “24 Ocak Kararları”, işçi ücretlerinin sabitleştirilmesi, grevlerin kısıtlanması, ekonomik büyümenin faturasının halkın omuzlarına yüklenmesi vb. gibi bir dizi işçi ve emekçi düşmanı önlemleri öngörüyordu. İşçi sınıfının ve devrimci gençliğin mücadelesinin her geçen gün daha da ilerlediği bir ortamda, bu önlemlerin uygulanmasının pek de kolay olmayacağı kısa zamanda görüldü. 12 Eylül darbesi, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de IMF patentli reçetelerin hiçbir tepki görmeden rahatça uygulanabilmesi ve sömürücülerin azami kârlara huzur içinde ulaşacakları bir istikrar ortamının yaratılması için uygulamaya sokuldu.
12 Eylül öncesinde durum,“Ezilen sınıfların yoksulluk ve sefaletinin alışılmış ölçülerinin üzerine” varmıştı. Kitle eylemleri yanında, grevler, boykotlar ve direnişler yaşanıyordu. Bunun yanında faşistlerin silahlı saldırılarına karşı silahlı savunma eylemleri ve kitlelerden kopuk, kitleler adına yapılan çok sayıda silahlı eylemler de bu dönemde artan biçimde uygulanıyordu.
12 Eylül 1980 öncesinde Kuzey Kürdistan-Türkiye’de, “Egemen sınıflar için, egemenliklerini değişmemiş biçimde sürdürmenin olanaksızlığı” açıktı. Üst tabakaların “eskisi gibi yönetememeleri” bir olgu idi. Bunların sonucu olarak “‘barışçıl’ dönemlerde kendilerini sessizce sömürten, fakat fırtınalı bir dönemde, kriz koşulları sayesinde, fakat aynı zamanda bizzat ‘tepedekiler’ tarafindan bağımsız tarihsel eyleme zorlanan kitlelerin eylemliliğinde (…) önemli bir yükselme” vardı. (“Proleter Devrim ve Dönek Kautsky”, Lenin, s. 157-158, İnter Yayınları, Mart 1996, İstanbul)
Ülkelerimizde, 12 Eylül öncesinde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bilinç ve örgütlenmesi, varolan imkânları gerçek hâline dönüştürecek seviyede olsaydı, proletarya önderliğinde bir devrimle sonuçlanabilecek bir durum söz konusu olabilirdi. Hâkim sınıflar, esas olarak devrimci bir hareketi ortadan kaldırmak için yönetimsel olarak bir değişikliğe gittiler.
12 Eylül cuntasının amaçları
Cunta şefi faşist Kenan Evren, 13 Eylül ve 16 Eylül 1980’de yaptığı basın açıklamalarında, faşist darbenin amaçlarını açıkladı. O faşist darbeyi şöyle gerekçelendiriyordu:
“Ülkemizin hâlen içinde bulunduğu hayati öneme haiz siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlar devlet ve milletimizin bekasını tehdit eder boyutlara ulaşmış ve bu, devletimizi cumhuriyet tarihimizin en ağır buhranına sürüklemiştir.”
“… Türk demokrasisi rayından çıkmıştır. Ve böylece bu rejim buhranı doğmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır.” (13 Eylül konuşması)
Cunta şefi, hâkim sınıflar açısından içinde bulunan durumu açıklamak zorunda kalıyordu. Gerçekten de 12 Eylül öncesindeki T.C. devleti, cumhuriyet tarihinin en ağır buhranını yaşıyordu. Devlet otoritesi ortadan kalkmış ve devlet kurumları ikiye bölünmüştü. Devlet çarkı felç olmuş ve işlemez duruma gelmişti. Bu durum açıkça yasama organı olan meclise de yansımıştı. Meclis çalışmaları kilitlenmiş ve aylarca çoğunluk sağlanamaması sonucu cumhurbaşkanı seçilememişti. Yalnızca yasamada değil, yürütme-yargılamada da devlet kurumları ikiye bölünmüştü. Devletin şiddet tekelini korumakla yükümlü en önemli silahlı örgütlerinden biri olan polis teşkilatı ikiye bölünmüş durumda idi.
12 Eylül öncesinde gelişen olaylar emperyalistler açısından Türkiye’nin önemini arttırmıştı. 1979’da İran’da yapılan Molla Devrimi, İran’ı Batılı emperyalistlerin dayandığı bir ülke olmaktan çıkarmıştı. Molla Devrimi’nin ardından Rus sosyal emperyalistleri Afganistan’ı işgal etmişti. Batılı emperyalistler açısından Türkiye’de mutlaka istikrar sağlanmalıydı. 12 Eylül faşist darbesi, ülkelerimizdeki hâkim sınıflar kadar, başta ABD olmak üzere, Batılı emperyalist güçlerin de çıkarlarının korunması için yapılan bir darbe idi. Bu dönemde CIA’nın Türkiye şefi olan Paul Henze, 12 Eylül darbesini ABD Başkanı Jimmy Carter’e “bizim çocuklar başardı” diye haber verdi.
12 Eylül generalleri, hükümet işlerine el koyduklarında, ilk başta “sağ sol her türlü anarşiye karşı oldukları” ve benzeri açıklamalar ile ilk başta birkaç faşiste de ceza vererek, “tarafsız” oldukları hususunda kitleleri kandırmaya çalıştılar. Fakat kısa zamanda, sıradan insanlar tarafından da, 12 Eylül’ün esasta işçi sınıfına ve devrimci güçlere karşı bir sindirme ve yok etme harekâtı olduğu anlaşıldı. 12 Eylül generalleri işçi sınıfının ve devrimcilerin üzerine en barbar sindirme ve yok etme yöntemleri ile saldırırken, gericiliğin ve dinin etkisinin artması için ellerinden geleni yaptılar. Cunta şefi Evren, çeşitli illerde yaptığı konuşmalara artık besmele ile başlıyor, Kur’an’dan ayetler ile ülkenin hayırlı geleceği için dualar okuyordu.
12 Eylül askeri faşist cuntasının kimi uygulamaları
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ile birlikte Kuzey Kürdistan-Türkiye bir işkencehaneye çevrildi. Okullar, askeri birlikler, fabrika binaları, depolar, spor salonları, polis karakolları, emniyet müdürlükleri vb. işkence tezgâhları olarak kullanıldı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Faşist cuntanın mahkemelerinde 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi hakkında idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı. İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi. 71 bin kişi Türk Ceza Kanunu (TCK)’nun 141, 142 ve 163. Maddelerinden, 98 bin 404 kişi ise örgüt üyesi olma iddiasıyla yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi “sakıncalı” görülerek işten atıldı. 14 bin kişi T.C. vatandaşlığından çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitmek zorunda kaldı. 300 kişi kuşkulu bir şekilde yaşamlarını yitirdi. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci hapsedildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Hapishanelerde 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişinin ölümü kuşkulu bir şekilde kayıtlara geçti. Hapishanelerde uygulanan işkence ve insanlık dışı muameleleri protesto etmek için bedenlerini ölüme yatıranlardan 14 kişi yaşamını yitirdi. 16 kişi kaçarken vuruldu. 95 kişi çatışmada öldü. 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi. 43 kişinin intihar ettiği açıklandı! Burada verdiğimiz rakamlar 12 Eylül askeri faşist cuntasının sadece kısa bir özetidir.
Faşist darbe ile birlikte hükümetin faaliyetlerine son verildi. Kuzey Kürdistan-Türkiye’de sıkıyönetim ilan edildi. Yurt dışına çıkışlar yasaklandı. Cuntanın şefi Kenan Evren devlet başkanı oldu. Cuntacılar Milli Güvenlik Konseyi’ni kurdu. Meclis ve kitle örgütleri ile sendikalar kapatıldı. Partiler yasaklandı. 16 burjuva siyasetçi Zincirbozan’a zorunlu ikamete götürüldü. Demokratik kırıntıları içinde barındıran burjuva 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı. Faşist bir anayasa hazırlandı. 7 Kasım 1982’de faşist T.C. Anayasa’sı için halk oylaması yapıldı. %92’lik “evet” oyu ile faşist Anayasa kabul edildi. Anayasa oylamasında, mavi renk hayır, beyaz renk evet demekti! Zarflar ince olduğu için mavi oy kullananlar belli oluyordu. Halkı baskı altında tutmak için rengi dışardan görünen oy pusulaları kullanılmıştı. Halk oylaması ile birlikte Kenan Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı seçildi. Anayasaya geçici 15. madde eklendi. Böylece darbecilere dokunulmazlık zırhı sağlandı.
Cuntacılar 6 Kasım 1983’te bir seçim sahtekârlığını yürürlüğe koydular. Genel seçimlerin yapılmasını demokrasiye geçiş olarak lanse ettiler. Cuntacılar, Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin desteklenmesi yönünde çağrılar yaptı. Kasım 1983 genel seçimlerini cuntacıların partisine alternatif olarak kurulan Anavatan Partisi kazandı. Halkçı Parti ikinci, Milliyetçi Demokrasi Parti üçüncü oldu. Seçimlerden sonra milletvekillerinin parti değiştirmeleri sonucunda Doğru Yol Partisi ve Sosyal Demokrasi Partisi de meclise girdi. Daha sonra alınan başarısız seçim sonuçları nedeniyle Milliyetçi Demokrasi Partisi kendisini feshetti, Halkçı Parti ise Sosyal Demokrasi Partisi ile birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti’yi kurdu.
12 Eylül askeri faşist cuntası, Kasım 1983’te halkoyuna sundukları ve “demokrasiye geçiş” adını verdikleri anayasaya geçici bir 4. Madde eklemişlerdi. 4. Madde, Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş’e 10 yıl siyaset yapma yasağı getirilmişti. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının kendi öncesindeki birtakım “sivil” hâkim sınıf politikacılarına koyduğu ve uygulamada 1985’ten itibaren işlerliğini yitirmiş olan 10 yıllık siyaset yasağının kaldırılıp, kaldırılmaması sorunu için 6 Eylül 1987’de referandum yapıldı. Referandumla %49,84 oy oranı ile siyasi yasakların kaldırılması sonucu çıktı.
Yamalı bohça hâline gelen 1982 Anayasası
Bugün Kuzey Kürdistan-Türkiye’de egemen olan Anayasa faşist 1982 Anayasa’sıdır. Bu Anayasa’da yapılmış olan birçok değişiklik, Anayasa’nın faşist özünü değiştirmemiştir. 12 Eylül 2010’da gerçekleştirilen referandumla darbecilere dokunulmazlık zırhı veren madde Anayasa’nın geçici 15. maddesi kaldırıldı. Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla birlikte, 12 Eylül faşişt darbesi mağdurları değişik illerde cumhuriyet savcılıklarına suç duyurularında bulundular. Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 03.01.2012’de, Ali Tahsin Şahinkaya ve Ahmet Kenan Evren hakkında iddianame hazırladı. 12.09.1980 – 06.12.1983 tarihleri arasında T.C. Anayasasının tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya ve anayasa ile teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs etmek suçu ile dava açıldı. Hazırlanan iddianamede, mağdurların işkence ve kötü muamele şikâyetlerine ayrıntılı olarak yer verildi. Darbecilerin insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisi içerisinde ele alınıp yargılanmaları gerekiyordu.
6 Nisan 2012’de ilk duruşma yapıldı. Bu duruşmada, suçtan zarar görme durumlarına göre müdahillik talepleri değerlendirildi. Mahkemenin ara kararında, insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisine giren işkence ve kötü muamele iddiaları ile ilgili belge ve bilgilerin gereğinin yapılması için CMK 250. madde ile görevli ve yetkili cumhuriyet savcılıklarına gönderilmesine karar verildi. Sanıklar Ahmet Kenan Evren ile Ali Tahsin Şahinkaya haklarında sistematik işkenceye ve kötü muameleye neden olma yönünde suçlamalarda bulunulduğundan gerekli soruşturmanın yürütülebilmesi için cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunulmasına karar verildi.
Davanın ilk üç duruşmasına darbeci generaller katılmadı. Darbecilerin ilk ifadeleri, 20 Kasım 2012 tarihli duruşmada telekonferans yoluyla hastanedeki yataklarında yarı oturur vaziyette alındı. Darbeciler, mahkeme heyetinin ve müdahil avukatların sorularını dinlemekle yetindiler. Darbeciler, suçlu olduklarını düşünmediklerini ve pişmanlık hissetmediklerini söylediler. Aylık gelirleri, adresleri vb. sorular dışında kendilerine sorulan soruların hiçbirine cevap vermediler.
18 Haziran 2014’te 22. duruşmada, 12 Eylül darbe davası sonuçlandırıldı. İki darbeci general müebbet hapis cezasına çaptırıldı. Darbeciler, tüm duruşmalarda, müdahil avukatların tüm itirazlarına rağmen tutuksuz olarak yargılandılar. Darbeciler, duruşma salonuna getirilmeyerek SEGBİS sistemiyle ve telekonferans yöntemiyle mahkemeye bağlandılar.
Darbeci iki general, yaptıklarından hiçbir şekilde pişmanlık duymadıklarını anlattılar. Darbeciler, mahkeme ve avukatların ülkelerimizin tamamını ilgilendiren pek çok konuyu aydınlatabilecek ayrıntılı sorularını yanıtsız bırakarak âdeta suç ortaklıklarını devam ettirdiler. Yargılama aşaması boyunca belgelere ulaşılamadı. Burjuva hukuku çerçevesinde hukuki analizler yapılamadı. Yeterince bilgilendirilmeyen kamuoyunun bu davaya dair beklentileri sembolik olmaktan öteye geçemedi. Kenan Evren, yaptıklarının hesabını vermeden 9 Mayıs 2015’te, Tahsin Şahinkaya ise 9 Temmuz 2015’te öldü.
Darbe öncesinde, darbe sırasında ve darbe sonrasında gerçekleştirilen sistematik insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı işlenen suçların araştırılması gerekiyordu. Darbelerin gerçekleştirilmesinde yer alan asker ve sivil tüm unsurların, cezai, hukuki ve mali açıdan yargılanmaları, medya, iş dünyası ve diğer sivil itici güçlerin askeri darbeler üzerindeki etkileri de her yönüyle araştırılması gerekiyordu. AKP hükümeti, iki cunta liderinin yargılanmasını gerçek anlamda istemedi. Eğer isteseydi, tüm sonuçları ile yargılama sonuna kadar yapılırdı.
Sonuç
Ülkelerimizde hâlâ 12 Eylül Anayasası’nın faşist özünün korunduğu; faşist asker-sivil bürokrat vesayet gerilemiş olsa da hâlâ koyulaştırılmış faşizmin hüküm sürdüğü bir dönemi yaşıyoruz. Gündem hâlâ egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar mücadelesi tarafından belirleniyor. Ülkelerimiz her ikisi de birbirinden berbat yeminli AKP yandaşları ve yeminli AKP karşıtları biçiminde iki ana kampa bölünmüş durumdadır. Dönem, kendine “sol” diyenlerin esas bölümünün bu iki kampın bir yanında o kampın siyasetinin uzantısı hâline geldiği bir dönemdir.
12 Eylül’den 43 yıl sonra da grevlerin yasaklandığı; işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin her türlü hak arama mücadelesinin hâlâ faşist şiddetle bastırıldığı, hem de bunun “ileri demokrasi” adı altında yapıldığı bir dönemi yaşıyoruz. Dönem, Türk şovenizminin egemenliğini sürdürdüğü, Kürt düşmanlığının, Ermeni düşmanlığının vb. hâlâ prim yapabildiği bir ortamdır.
12 Eylül faşizmi “sol” hareketi bastırmada epey başarılı oldu. Bu yanı ile IMF reçetelerinin huzur içinde uygulanabilmesi için belli bir istikrar ortamı yaratıldı. Bu istikrar ortamını en fazla rahatsız eden, 1984 yılında “bağımsız Kürdistan” talebi ile silahlı mücadeleye başlayan, ilk başlarda birkaç eşkıya diye geçiştirilen, PKK’nın verdiği silahlı mücadele oldu. Türk hâkim sınıflarının başlarındaki en büyük sorun hâlâ budur! İşçi sınıfının ve devrimcilerin görece susturulduğu bu istikrar ortamına rağmen, Türk hâkim sınıfları, 12 Eylül faşist harekâtından 43 yıl sonra “ekonomiyi düzlüğe” hâlâ çıkaramadılar.
Faşist Anayasada yapılan birçok değişikliklere rağmen anayasa faşist özünü koruyor. Askeri faşist cunta döneminde birçok yasa çıkarıldı. 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Yasası, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası veya 1475 sayılı yasada değişiklik yapan Yasa, Grev ve Lokavt Yasası, Sendikalar Yasası. Cunta döneminde 650 yasa ve kanun hükmünde kararname çıkarıldı. 12 Eylül döneminde yürürlüğe girmiş olan yasaların önemli bir bölümü hâlâ yürürlüktedir. 12 Eylül döneminde kabul edilmiş olan “hukukî düzen” bugün de sürüyor. 1983’ten itibaren iktidara gelen siyasi partiler, kendi lehlerine olan cuntanın yasalarına dokunmadılar. AKP hükümeti, 12 Eylül yasaları işine geldiği için bu yasaları kaldırma gereğini duymadı.
Egemen sınıflar arasındaki iktidar dalaşında şimdi yeni bir kapışma, Anayasa tartışması gündeme gelmiş durumda. 1982 Anayasası kemalist kesimin elindeki son kalelerden biridir. Bu Anayasada 1982’den bu yana onlarca değişiklik yapılmış olmasına rağmen, Anayasa’nın ırkçı/Türkçü/militarist/faşist özü hep aynı kaldı. Kemalist kesim bu Anayasanın özüne/ruhuna dokunulmaması için her şeyi yaptı, yapıyor. Kemalistlere, MHP’ye ve Büyük Birlik Partisi’ne göre Anayasanın ilk üç maddesi değiştirilemez. Değiştirilmesi dahi teklif edilemez.
Yeni bir anayasanın yapılması zor görünüyor. Meclisteki güç dengelerine göre yapılacak anayasanın referanduma götürülmesi için 365 milletvekilinin onayı gerekiyor. Referanduma götürülmeden 400 milletvekilinin onayı ile yeni anayasa mecliste kabul edilebilir. Yeni bir anayasa hazırlansa bile, bu anayasa ırkçı/Türkçü bir anayasa olacaktır.
AKP tarafından gündeme getirilen bugünkü Anayasa tartışması, LGBTİ+ düşmanlığı üzerinden ve “ailenin güçlendirilmesi” adı altında muhafazakâr-dinci değerlerin yükseltilmesi ve bunun üzerinden oy tabanını kendine bağlaması ve genişletmesi çabasıdır.
Sömürücülerin en demokratik anayasası bile sömürü sisteminin sürdürülmesinin bir aracıdır. Sömürü sistemi içinde kalan bir anayasa, bu anayasa ne kadar demokratik bir anayasa olursa olsun, sonuçta burjuvazinin işçi sınıfı ve tüm emekçiler üzerindeki diktatörlüğünün hukuk sisteminin temeli, en temel yasası olacaktır. Biz tabii ki, sömürü sistemi içinde de reformlar için mücadele ederiz. Şu veya bu yasal hak eğer bizim bu düzeni yıkmak için mücadelemizin şartlarını iyileştirecekse, ya da bu sistem içinde sömürü yoğunluğunu vb. geriletecek, bizim yaşam şartlarımızın iyileştirilmesi için daha uygun şartlar yaratacaksa, biz böyle haklar için de mücadele ederiz. Fakat bunu yaparken, sistemin özü hakkında hiçbir hayal yaymayız. Esas sorunun sömürü sisteminin kendisi, ücretli emek sömürüsünün kendisidir. Anayasa denen şey, bütün yasaların dayandığı, ilke olarak hiçbir yasanın onunla çelişme içinde bulunamayacağı temel yasa, sömürü düzeninin en önemli hukuki metnidir. 1982 Anayasası açık faşist bir askeri darbenin dayattığı militarist faşist bir anayasadır. Bu anayasanın değiştirilmesini burjuvazinin bir bölümü de istemektedir.
12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının siyasi iktidara bütünüyle el koymasının üzerinden bu yana 43 yıl geçti. Bu 43 yıl öğrenmesini bilene ve öğrenmek isteyene birçok doğruyu görmek için zengin bir malzeme sağladı. Kuşkusuz 12 Eylül askeri faşist darbesinin ve onun ardından gelişen olayların pratikte sağladığı malzeme işçi sınıfı, emekçiler, başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen milliyetler ve devrimci örgütler açısından çok acılı, bedeli çok ağır ödenen bir malzeme oldu.
Sorun, 12 Eylül askeri faşist darbesinin sağladığı zengin malzemeden doğru dersler çıkarıp çıkarmama, doğru sonuçlara varıp varmama sorunudur. Devrimci hareket bedel ödedi, ödemeye devam ediyor. Askeri faşist cunta ve bugünkü faşist diktatörlük sınıf mücadelesini bastıramadı. Sömürü ve zulmün olduğu yerde sınıf mücadelesinin bastırılması konusunda elde edilen başarılar “geçici” olmak zorundadır. Sömürü var olduğu sürece, ona karşı direniş de kaçınılmazdır.
Hâkim sınıflar, devrimci bir durumun yeniden yükselmesini, devrimci bir krizin olgunlaşmasını sonsuza dek engelleyemezler. Devrim olmadığı sürece egemenler ihtiyaç duyduklarında darbelere başvurmaktan geri durmayacaklardır. Ülkelerimiz, 12 Martları, 12 Eylülleri, 28 Şubatları, 27 Nisanları ve 15 Temmuz askeri darbe girişimlerini yaşadı. Tüm yapılan bu darbeler gerçek anlamda dikensiz bir gül bahçesini yaratmadı, yaratamaz da. Olası yeni darbe girişimleri de uzun süreçte başarısızlığa mahkûm olacaktır.
23 Eylül 2023