“Montrö Boğazlar Sözleşmesi”, 1923’te, Lozan Antlaşması ile birlikte imzalanan “Boğazlar Sözleşmesi”nin yerine geçmiştir.
Lozan öncesinde, Birinci Dünya Savaşı ertesinde Osmanlı devleti ile galip ülkeler arasında yapılan Sevr Antlaşması’nda boğazların yönetimi İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’nın başı çektiği bir komisyona bırakılmıştı.
Kendi bayrağı ve bütçesi bulunan bu komisyon anlaşmaya göre boğazların güvenliğini de sağlayacaktı.
Yani Birinci Dünya Savaşı ertesinde, Lozan Antlaşması’na kadar boğazlar üzerinde ne Osmanlı devletinin, ne de TBMM hükümetinin hiçbir denetimi, hakkı yoktu.
Sevr bilindiği gibi “Kurtuluş Savaşı”ıyla geçersiz kılındı. Kurulan yeni Türk devletinin sınırları uluslararası alanda Lozan Antlaşması’yla çizildi. Lozan Anlaşması’nda tabii boğazlar konusu da en önemli tartışma noktalarından biri idi. Bir dizi pazarlık sonucu Çanakkale ve İstanbul boğazlarının kontrolü 1923’te, Lozan’ın ekinde yer alan “Boğazlar Sözleşmesi”yle Milletler Cemiyeti’ne bağlı Türkiye başkanlığındaki “Uluslararası Boğazlar Komisyonu”na devredildi. Bu tabii Sevr Antlaşması’na göre, boğazların kontrolü konusunda Türkiye’yi de başkan olarak “Uluslararası Komisyon”un içine dâhil etmesi nedeniyle ileri bir adımdı. Fakat aynı zamanda T.C.’nin boğazlar üzerinde egemen olmadığının da kabulü idi. Sözleşme uluslararası güç dengesinin bir ifadesi, doğal sonucu idi.
Lozan Antlaşması’nın 23. maddesinde boğazlar konusunda şu genel hüküm yer alır:
“Madde 23 — Bağıtlı Yüksek Taraflar, Boğazlar Rejimine ilişkin bugün yapılmış Sözleşmede açıklandığı üzere, Çanakkale Boğazında, Marmara Denizinde ve Karadeniz Boğazında denizden ve havadan, gerek barış, gerek savaş zamanlarında özgürce geçiş ve gidiş – geliş ilkesini kabul ve açıklama konusunda anlaşmışlardır. Bu Sözleşme, buradaki Yüksek Bağıtlı Taraflar için, iş bu Antlaşmada yazılmış olsa idi onun sahip olacağı güç ve değerin tıpkısına sahip olacaktır.”
Lozan Antlaşması’nın ekinde yer alan “Boğazlar Sözleşmesi”nde bu “ilke”nin nasıl uygulanacağı konusunda oldukça detaylı maddeler vardır.
Fakat öz şudur: Hem savaşta, hem barışta belli tonaj sınırlaması ile bütün gemiler serbest geçiş hakkına sahiptir. Denetleyen ise uluslararası bir komisyondur.
Sözleşmenin önemli maddelerinden biri boğazların bütünüyle silahtan arındırılması, boğazlarda asker bulunmamasıdır. Bunu “Cemiyet-i Akvam” (BM’nin muadili) adına Uluslararası Komisyon sağlayacaktır.
Bu aslında yeni kurulan T.C.’nin kendi topraklarının bir bölümünde, boğazlarda ve Marmara Denizi çevresinde –bu arada T.C.’ye bırakılan az sayıda ada da da– asker bulunduramayacağı anlamına, buralarda T.C.’nin egemen olmadığı anlamına geliyordu.
T.C. açısından bu o günkü güç dengesinde kabullenilmek zorunda kalınan bir tavizdi. Emperyalistler açısından boğazların kontrolünün T.C.’ye bırakılmaması, aynı zamanda Sovyet Rusya’ya karşı da olası bir savaşta Karadeniz’e savaş gemilerini “uluslararası hukuka uygun” bir biçimde! sevk etmeyi garanti altına alma anlamına geliyordu. O günkü güç dengesine uygun bir “çözüm”dü bu. Eğer T.C. egemen devlet olmak istiyorsa, şartlar değişip, uygun hâle geldiğinde bu sözleşmenin değiştirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktu.
Nitekim oldukça kısa bir zaman içinde şartlar değişti. 1929 büyük ekonomik krizinde emperyalist sistem derin bir şekilde sarsıldı. Buna karşı sosyalizmi inşada büyük başarılar elde eden Sovyetler Birliği’nin gücü arttı, uluslararası alanda siyasetin belirlenmesinde baş aktörlerden biri hâline geldi. T.C. ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler güçlendi. Bu arada İtalya’da faşizm 1923’ten beri iktidarda idi. Almanya da Nazizm biçiminde faşizm 1933’de iktidarı bütünüyle ele geçirmişti. Japonya, İtalya, Almanya arasında bir pakt kurulmuştu. Bütün dünyada gerici burjuva demokrasileri de faşizm tehlikesi altında idi.
Bu ortamda T.C. 1936 yılında boğazların statüsünün gözden geçirilmesi gerekliliğini gündeme getirdi. Gelmekte olan İkinci Dünya Savaşı’nın öngünlerinde T.C.’yi Sovyetler Birliği’ne daha fazla yanaşmak zorunda bırakmamak için İngiltere, Türkiye’nin bu talebine olumlu yaklaştı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı, “Türkiye’nin “Boğazlar Sözleşmesi”nin değiştirilmesi ile ilgili isteği haklı kabul edilmektedir” açıklamasını yaptı.
İngiltere ve öncelikle Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya’nın yayılmacı siyasetine karşı kurulan Balkan Antantı ülkelerinin (Türkiye/Yunanistan/Yugoslavya/Romanya) desteğiyle, 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö kentinde boğazların statüsünü değiştirecek konferans toplandı. Konferansa çağrıcılar dışında Fransa, Japonya, Bulgaristan ve sınırlı olarak Sovyetler Birliği katıldı.
Sovyetler Birliği’nin Boğazlar Konusundaki Tavrı
Emperyalist güçler, Sovyetler Birliği’ni, boğazlar meselesi Sovyetler Birliği’ni çok yakından etkilemesine rağmen, Lozan Konferansı’na bilinçli olarak davet etmediler. Sovyet Birliği, sadece İstanbul boğazı ve Çanakkale boğazı meselesinin görüşüldüğü komisyona gözlemci olarak çağrıldı. Stalin, Lozan Konferansı hakkında şunları söyler:
“Lozan Konferansı (20 Kasım 1922-24 Temmuz 1923), Fransa, İngiltere ve İtalya’nın inisiyatifinde Yakın-Doğu sorununun görüşülmesi için çağrıldı (Yunanistan) ve Türkiye arasında bir barış anlaşmasının imzalanması, Türk sınırlarının belirlenmesi, Boğazlar üzerine bir konvansiyonun kabul edilmesi vb.) Adı geçen ülkelerden başka Konferansa Japonya, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye katıldı (ABD temsilcileri gözlemci olarak hazır bulundu). Sovyet Rusya Konferansa sadece Boğazlar Sorununun (İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı) görüşülmesi için davet edildi. Konferansta Sovyet delegasyonu, Boğazlar sorununa ilişkin komisyonda, Boğazları barış zamanında olduğu gibi savaş zamanında da savaş gemileri için açık tutma projesine karşı çıktı ve Boğazların, Türkiye dışında hangi ülkeye ait olursa olsun, savaş gemilerine tamamen kapalı tutulması şeklindeki kendi projesini getirdi. Sovyet delegasyonunun projesi komisyon tarafından reddedildi.” (“Eserler”, Stalin, cilt V, s.338, 48 nolu dipnot, İnter Yayınları, Nisan 1990, İstanbul)
Sovyetler Birliği, aslında başından itibaren Türkiye’nin boğazlar üzerinde tam hak egemenliğini savunuyordu. Lenin, 27 Ekim 1922’de İngiliz “Observer” ve “Manchester Guardian gazetelerinin Muhabiri Michael Farbman ile yaptığı görüşmede, Michael Farbman’ın “Rusya’nın boğazlar sorununun çözümüne ilişkin programı nedir?” şeklindeki sorusuna şu cevabı verir:
“İkinci olarak, programımız, Boğazların barış zamanında olsun, savaş zamanında olsun bütün savaş gemilerine kapatılmasını öngörmektedir. Bu, bütün devletlerin, sadece toprakları Boğazlara bitişik olanların değil, bütün ötekilerin de dolaysız ticari çıkarınadır. Unutmamak gerekir ki dünyanın dört bir yanında pasifist gevezeliklerin, tekliflerin ve güvencelerin, hatta savaşa karşı ve barışa karşı yeminlerin son derece yaygın olmasına rağmen, barışı güvence altına almaya yönelik en basit somut önlemleri bile almak isteğine, birçok devlette ve özellikle çağdaş uygar devletlerde, pek az rastlanmaktadır. Bize gelince, diğer konularda olduğu gibi, bu konuda da, olabildiği kadar az genel demeç, gösterişli vaat ve şatafatlı formül dinlemek, öte yandan savaş tehlikesini toptan yok etmeye değilse bile gerçekten barışa yol açacak en basit ve en açık karar ve önlemlerin mümkün olduğu kadar çok alındığını görmek isterdik.
Üçüncü olarak, Boğazlara ilişkin programımız denizlerde ticari ulaşımın mutlak özgürlüğünün sağlanmasını içermektedir. Yukarıda söylediklerimden sonra, bu noktayı daha da açmayı veya somutlaştırmayı tamamen gereksiz görüyorum.” (Lenin, Toplu Eserler, cilt 33, Almanca, “Lenin, Stalin, Mao’nun Türkiye Yazıları”, s.177, Kaynak Yayınları, Mart 1977, İstanbul)
Görüldüğü gibi Sovyetler Birliği’nin başından itibaren boğazlar konusunda izlediği siyaset açık ve nettir. Sovyetler Birliği, boğazlar bölgesinin Türkiye’nin egemenliği altındaki toprakların ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğine uygun hareket etti. Sovyetler Birliği’nin izlediği barış siyaseti ve Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında kurulan dostça ilişkilerin bir sonucu olarak Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. “Boğazlar Konferansının Yeniden Toplanması Konusunda Sovyetler Birliği’nin Tutumu” şöyledir:
“30 Haziran 1936
1923 Lozan Antlaşması’nı imzalayan devletlerin boğazlar rejimi konusunda Montrö’de yaptıkları konferans, çalışmalarını esas olarak bitirdi. Türk hükümeti tarafından hazırlanan yeni anlaşma tasarısı üzerindeki genel tartışma sonuçlandı. Konferans artık, tek tek maddelerin tartışmasına geçiyor. Meseleleri mevcut sözleşmelerin düzeltilmesiyle ilgili olarak gözden geçiren sayısız uluslararası konferanstan farklı bir şekilde Montrö Konferansı, pratik çalışma havası içinde devam ediyor. Konferansta, bütün taraflar için kabul edilebilecek bir çözüm bulma genel isteğinin hâkim olduğu hissediliyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin istekleri esas olarak iki meselede toplanıyor: Boğazlar bölgesinin askerden arınmış durumuna son verilmesi ve boğazlardan savaş gemilerinin geçişi konusunda yeni bir hukuki düzenleme yapılması.
Sovyetler Birliği’nin bu iki mesele karşısındaki tutumu kesin olarak açıktır ve bu meseleler uluslararası ilişkiler gündemine geldiği ilk andan beri Sovyet hükümeti tarafından şaşmaz bir şekilde savunulmuştur. Daha önce Lozan Konferansı sırasında olduğu gibi şimdi de, Sovyetler Birliği temsilcisi Dışişleri Halk Komiseri Litvinov, Sovyet hükümeti adına, Türkiye Cumhuriyeti’nin, kendi topraklarını savunmaya ilişkin sınırsız hakkının yeniden tanınması konusundaki isteklerini tereddütsüz desteklediğini açıkladı.
Türkiye Cumhuriyeti’ni en az diğer ülkeler kadar zarara sokabilecek, artan savaş tehlikesinin inkâr edilemeyecek kadar belirginleştiğini son yıllardaki olaylar kanıtlamaktadır. Bu gerçek, Türkiye’nin isteğini daha da haklı kılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün topraklarını savunma hakkı meselesinin somut olarak incelenmesi sırasında, Litvinov’un doğru olarak açıkladığı gibi, yeni Türkiye’nin değişmez barış yanlısı siyasetine hak vermek kaçınılmazdır.
Aynı şekilde Sovyet hükümetinin, Montrö Konferansı’nda sunulan diğer meselenin incelenmesinde ve karara bağlanmasındaki tutumu da berraktır. Konferansta, boğazlar rejimi meselesi, boğazların, Karadeniz’e kıyısı olan devletler ve dünyadaki diğer devletler arasında bir bağlantı yolu olarak rolü, Litvinov tarafından en açık bir şekilde ortaya kondu. Sovyetler Birliği, kendisi için Türkiye’nin herhangi bir şekilde egemenlik haklarını sınırlayabilecek veya topraklarının güvenliğini tehdit edebilecek hiç bir imtiyaz istemiyor. Ancak Sovyetler Birliği, uygulanacak çözümde Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin özel durumunun göz önünde bulundurulmasını öneriyor. Boğazlar, bu devletler için Karadeniz’den uluslararası açık denize tek çıkış yoludur.
Türk hükümeti tarafından konferansa sunulan ilk tasarıda, kıyı devletlerinin özel durumu kısmen dikkate alınmıştı. Türk hükümeti, konferansta tasarının ele alınmasının da gösterdiği gibi, bu konuda daha da ilerlemenin Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarıyla bağdaştığını anlıyor. Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin haklarının bu şekilde genişlemesine itirazlar diğer devletlerden geliyor. Fakat bu itirazların görüşmeler sırasında Sovyet heyetinin hem haklı temellere dayanan tezleri hem de ikna gücü sayesinde geri alınacağı ümit edilebilir.
Böyle elverişli bir havada başlayan Montrö Konferansı’nın olumlu bir sonuç vermesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün toprakları üzerinde sınırsız egemenliğini yeniden kurarak tatmin edilmesini ümit etmemek için hiç bir neden yoktur. Fakat aynı zamanda Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin Türkiye’nin egemenliğine aykırı olmayan hayati önemdeki çıkarları da güvence altına alınmalıdır.”
Rundschau, 9 Temmuz 1936, Sayı 31, s.1233 (Rundschau Komintern’in yayın organıdır.) (“Boğazlar Meselesi Lozan ve Montrö”, s.105-107, Aydınlık Yayınları, Birinci Baskı, Mart 1977, İstanbul)
Montrö Boğazlar Sözleşmesi
Konferans, 20 Temmuz 1936’da “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin imzalanması ile sonuçlandı.
Sözleşme 9 Kasım 1936’da yürürlüğe girdi. “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” ile Lozan’daki sözleşmenin bir geçerliliği kalmadı.
Konferansa katılan Japonya’nın sözleşmeyi kabul biçimi değişik oldu. Japonya sözleşmenin imzacıları içinde olmasına rağmen, o dönemde Milletler Cemiyeti üyesi değildi. O nedenle, sözleşmenin 19. ve 25. maddeleri uyarınca, Milletler Cemiyeti (Cemiyeti-i Akvam) çerçevesinde Japonya’nın bir yükümlülük ile karşılaşmaması için, kendisini serbest tutacak bir çekinceyi sözleşme metninin altına koydurtmuştu. Japonya 19 Nisan 1937’de, sözleşmeyi onayladığını bildirdi. İtalya da sözleşmeyi 2 Mayıs 1938’de onayladı.
“Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin, öncülü olan Lozan’dan en önemli farkı, boğazlar üzerinde T.C.’nin egemenliğinin kabulü ve tescillenmesidir. Boğazların ve boğaz rejiminin denetlenmesi uluslararası komisyonun elinden alınmış, T.C. devletine verilmiş, T.C.’nin boğazlarda asker bulundurma hakkı kabul edilmiştir.
Bu Lozan’daki “Boğazlar Sözleşmesi”ne göre belirleyici önemde bir farktır. “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” Lozan’a göre çok önemli bir ileri adımdır T.C. açısından.
Ancak bunun yanında boğazlar üzerinde T.C. egemenliğine de belirli sınırlamalar konmuştur bu sözleşmede.
Sözleşmenin 1. maddesinde, “Boğazlardan ve denizden (Marmara denizi –BN) geçiş ve gidiş-gelişte serbestlik ilkesinin “Kabul edildiği ve onaylandığı” açıklanır.
Yani ilke değişmemiştir, “serbest geçiş.” Bunun sınırlamaları vardır yalnızca. Bunlar sözleşmede belirtilir.
Sözleşmeye göre kısaca:
Ticaret gemilerinin kılavuz alması isteğe bağlıdır.
Savaş hâlinde, Türkiye savaşan durumda değilse, geçiş serbestliği tüm gemiler için geçerlidir. Türkiye, savaşan durumunda veya yakın bir savaş tehlikesi içinde ise, ancak düşman olmayan ülkelerin gemileri boğazlardan geçebilecektir.
Savaş gemilerinin barışta ve savaşta boğazlardan geçişi, Karadeniz’de kıyısı bulunan devletler ile kıyısı bulanmayan devletlere göre değişik düzenlenmiştir.
Kıyısı olan devletlerin gemileri 15 bin tonluktan çok da olsa, önceden haber vermesi koşulu ile geçebilecektir.
Denizaltıların da su üstünden olmak koşulu ile serbest geçişi gidip-gelmesi öngörülmektedir. Genel olarak boğazlarda transit durumdaki yabancı gemilere ilişkin tonaj sınırlamaları ve başka koşullar belirlenmiştir.
Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin, barışta bu denizde en çok toplam 30 bin ton savaş gemisi bulundurabileceği; bunun belirli durumlarda 45 bin tona çıkabileceği, ayrıca insancıl amaçlarla en çok 8 bin ton daha arttırılabileceği ve ne amaçla olursa olsun, bu gemilerin Karadeniz’de 21 günden fazla kalamayacağı açıklanmaktadır.
Savaş gemilerinin boğazlardan ve Marmara denizinden geçebilmesi için –kıyısı olmayan devletler açısından– 15 gün öncesinden bildirme şartı vardır.
Türkiye’nin katılmadığı bir savaşta da, savaşanların savaş gemilerinin boğazlardan geçişi ise yasaklanmıştır.
Naziler Sovyetler Birliği’ne saldırdığında, savaş gemilerini boğazlardan geçirmek istedi. Ancak Türkiye buna izin vermedi.
Bir savaş zamanında, Türkiye de savaşta ise ya da Türkiye kendisini yakın bir savaş tehdidi altında görüyorsa, yabancı savaş gemilerinin geçişini Türkiye istediği gibi düzenleme yetkisine sahiptir.
Uçakların geçişine ilişkin olarak tek bir madde düzenlenmiştir. Buna göre; sivil uçakların gerek Akdeniz ile Karadeniz arasında, gerek Avrupa ile Asya arasında yasak bölgeler dışındaki yollarını ve geçiş koşullarının düzenlenmesini Türkiye yapacaktır.
“Son Hükümler” ile sözleşmenin onaylanması, yürürlüğe girişi, ona katılma ve ortadan kaldırma koşulları, süresi, değişiklik getirme biçim ve koşuları düzenlenmiştir.
Buna göre:
“Sözleşmenin süresi, yürürlüğe giriş tarihinden başlayarak, yirmi yıl olacaktır. Bununla birlikte Sözleşmenin 1. maddesinde doğrulanan geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) özgürlüğü ilkesinin sonsuz bir süresi olacaktır. Sözü edilen yirmi yıllık sürenin bitiminden iki yıl önce, hiçbir Bağıtlı Yüksek Taraf, Fransız Hükümetine Sözleşmeyi sona erdirme ön-bildirimi vermemişse, iş bu Sözleşme, bir sona erdirme ön-bildirimin gönderilmesinden başlayarak, iki yıl geçinceye kadar yürürlükte kalacaktır. Bu ön-bildirim, Fransız Hükümetince, Bağıtlı Yüksek Taraflara iletilecektir. Sözleşme, iş bu madde hükümlerine uygun olarak sona erdirilmiş olursa, Bağıtlı Yüksek Taraflar, yeni bir Sözleşmenin hükümlerini saptamak üzere kendilerini bir konferansça temsil ettirmeği kabul etmektedirler.”
Yani sözleşmeyi imzalayan devletlerden herhangi biri 1956 yılından bu yana bir ön bildirimle bu sözleşmeden çıkma, sözleşmenin yenilenmesini talep etme hakkına sahiptir. Hiçbir imzalayıcı bugüne kadar böyle bir talepte bulunmamıştır. Sözleşme geçerlidir. Fakat bu sözleşmenin yerine yeni bir sözleşme yapılsa bile “serbest geçiş ilkesi”nin sonsuza dek süreceği bu sözleşmede garanti altına alınmıştır!
Serbest geçişin sınırlı olduğu tek durum savaş durumudur.
Orda da savaşın tarafı olmayan devletlerin gemilerinin, savaş gemilerinin de, serbest geçişi sürmektedir.
Sonuç
Boğazlar eskiden beri emperyalistler arasındaki hegemonya mücadelesinde önemli bir yer tuttu. Boğazlar, Karadeniz’i Akdeniz’e, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan su yoludur. İngiliz, Alman, Fransız ve Çarlık Rusya’sı emperyalistleri, boğazlara hâkim olmak için Birinci Dünya Savaşı’na kadar birbirleriyle mücadele ettiler. Sonuçta bugün de geçerli olan “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”yle boğazlarda T.C.’nin belli ölçülerde sınırlandırılmış egemenliği tescillendi.
Diğer yandan “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” bir savaş sırasında, savaşın tarafı olan ülkelerin savaş gemilerinin boğazlardan geçerek Karadeniz’e girmesini engelleyen bir sözleşme olarak bütün kıyıdaş ülkelerin güvenliğini arttırdı. Aynı şekilde yine savaş hâlinde savaşan tarafların gemilerinin boğazlardan Marmara’dan geçip Ege’ye, Akdeniz’e inmesini yasaklayarak (tabii bir savaş hâlinde T.C.’nin bunu ne kadar engelleyebileceği başka bir konu) barışa da katkıda bulunan bir konuma sahip.
Ülkelerimizde, RTE’nin Kanal İstanbul “çılgın” projesi bağlamında yürüyen tartışmalarda, Kanal İstanbul’a karşı çıkan kesimden, bu karşı çıkışın bir gerekçesi olarak da Kanal İstanbul’un “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin tartışılmasını, sorgulanmasını gündeme getireceği iddiasıyla, bu konuda bir tartışma başlatıldı. Aslında Kanal İstanbul projesi ile AKP’nin “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nden çıkmak istediği iddiaları getirildi. Bunun çok tehlikeli olduğu vb. gerekçeleri üzerinden tartışma yürütüldü, yürütülüyor.
Fakat yukarıda gösterdiğimiz gibi Kanal İstanbul ile “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” arasında, birinin yapılmasının ötekini ortadan kaldıracağı vb. biçiminde doğrudan bir bağ yoktur.
Kaldı ki, Türkiye “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”den çıkmaya, yeni bir sözleşme imzalamaya kalksa bile, boğazlardan ve Marmara denizinden serbest geçiş ilkesi yerinde kalacaktır.
Kanal İstanbul, eğer yapılırsa, T.C.’nin egemenliği altındaki topraklarda yapılmış bir iç kanal olur. Bunun uluslararası hukukta, uluslararası serbest bir geçiş yolu olarak tanınmış olan boğazlar ile bir benzerliği yoktur.
Şimdi bir savaş hâlinde ABD gemilerinin Kanal İstanbul’dan geçirilmesinin planlandığı, Kanal İstanbul’un bunun için yapıldığı, ABD’nin bir planı olduğu vb. gerekçeler de ileri sürülüyor tartışmalarda. Burada “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin yalnızca İstanbul boğazını değil, Çanakkale boğazını ve Marmara denizini de kapsadığı unutuluyor!
Kanal İstanbul, Kuzey Kürdistan-Türkiye halkları için bir yararı olmayan, çevre açısından vereceği zararlar para ile ölçülemez ve geri dönüşü olmayan boyutlarda olacak olan, bunun için ret edilmesi gerekir. Bir kesim için çok büyük rant yaratacak bir araçtır. Bunun için ret edilmelidir. Bu ret için AKP “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nden çıkmak istiyor, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” sorgulanıyor gibi uyduruk gerekçelere ihtiyaç yoktur!
Fakat bir kesim “muhalif” bir yılı aşkın süredir emekli yüksek bürokratlar üzerinden âdeta bir kampanya yürütüyor. Son olarak 104 amiral emeklisi “Yüce Türk Milletine” başlıklı bir açıklama yaparak, diğer şeylerin yanında, son dönemde “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” konusunda yürütülen tartışmalardan duydukları kaygıları belirttiler. “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin “Lozan ile birlikte Atatürk’ün kurduğu T.C.’nin çimentosu olduğunu, ona dokunulmaması gerektiğini” vs. vurguladılar. “Aksi hâlde” geçmişte de yaşanmış kötü şeyler olabileceğini yazdılar! Montrö tartışmasından rahatsızlıklarını dile getirenlerin kendisi idi bu tartışmayı yürütenler. Böyle bir tartışma RTE ve hükümetin gündeminde yoktu!
RTE, 104 emekli amiralin açıklamasından sonra sarayda yaptığı açıklamada şöyle dedi:
“Montrö’nün ülkemize sağladığı kazanımları önemli görüyor, daha iyisi için imkân bulana kadar bu sözleşmeye bağlılığımızı sürdürüyoruz. Amaç Montrö Sözleşmesiyle ilgili tartışmaya katkı sağlamaksa bunun mecrası bildiri yayımlamak değil, akademik dünyada görüş ifade etmektir. Montrö Sözleşmesi’nden çıkmayla ilgili hali hazırda ne bir çalışmamız ne de böyle bir niyetimiz vardır. Ama gelecekte bu ihtiyaç ortaya çıkarsa, ülkemizi daha iyisine kavuşturmak üzere her sözleşmeyi gözden geçirmekten de çekinmeyiz. Yayınlanan bildiriyi özellikle dikkate alıp gereken her tedbiri uygulama kararlılığımızı ortaya koyuyoruz.”
Burada, şimdi hükümetin gündeminde “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nden çıkmak gibi bir maddenin olmadığı nettir. Kısa ve en az 15-20 yıllık orta vadede Montrö’den “daha iyisine kavuşmak” için T.C.’nin gücünün yetmediği ve yetmeyeceği de açıktır. O halde “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” bağlamında yürütülen tartışmalar boş tartışmalardır.
İşçi ve emekçilerin ise kesinlikle gündemi/sorunu değildir. Bu tartışmayı gündeme getiren ve sürdüren burjuva siyasetçileri, bu temelde bir kere daha işçi ve emekçi kitlelerini milliyetçilik ile zehirlemektedirler. Sonuç olarak bir kaşık suda kopartılan fırtına, anda gündemi işgal etmenin ötesine geçmemektedir. Halklarımızın daha önemli sorunları varken dikkatler suni gündemlere çekilmektedir.
12 Nisan 2021