Rekorlar… Dalaşlar
33 gün süren son bütçe görüşmelerinde bir rekor kırıldı. O günlerden birinde, toplantıyı yöneten başkan vekilinin açıklamasına göre TBMM Genel Kurulunun birleşimi kesintisiz 9 saat 44 dakika sürdü. Bu, Aralık 2019’da 8 saat 13 dakika süren ve “Dünya Aralıksız En Uzun Süre Millet Meclisi Yönetme Rekoru” olarak tescil edilen birleşimden bir buçuk saat daha uzun bir süre ve yeni bir rekor demekti.
Burjuva düşünce tarzının etkisi altında bulunan insanlar bu duruma baktığında, “vekillerimiz vatan, millet uğruna ne denli canhıraş bir uğraş veriyorlar” diye düşünebilirler. Ancak işin özü ve içeriği, aşağıda değineceğimiz gibi bambaşkadır.
Günlerce ve saatlerce süren oturumlarda, eğer kırılmadılarsa, başka rekorlar da en azından egale edildi: Küfürlü atışmalar, elde taşınan dövizler, etsiz kemikler, domatesler ve bunların karşı tarafa ve konuşmacılara silah gibi fırlatılmasıyla başlayan ve yumruklaşmaya kadar giden dalaşmalar. Hükümet kanadının bu bütçenin “Türkiye Yüzyılı”nda ülkeyi nasıl zirvelere taşıyacağı “müjdeleri”; muhalefet kanadının bu bütçenin ülkenin nasıl batırıldığının belgesi olduğu ve zaten gitmekte ve gidecek olan bu hükümetin son bütçesi olacağı iddiaları temelinde yürüyen seviyesi çukur “tartışmalar”. Karşı tarafın ne dediğinin hiç önemli olmadığı bir kakafonik tiyatro.
Bütçenin bir kalemi ile ilgili tartışma yürütülürken konu hiç ilgisiz yerlere götürülüyor ve bu her oturum için böyle oluyor. Medyaya yansıyanlara bakıldığında üzerine tartışma yürütülmesi beklenen konu ile ilgili, ilgisiz bir biçimde tartışıldığı görülüyor ve tabir yerinde ise herkes eteğindeki taşları döküyor.
Bu denli küfürleşmeye, kafa göz birbirine girmeye değecek ne olabilir acaba?
Böylesi tartışmalar her ülke burjuva parlamentolarında olmaktadır. Bizdeki gibi bazılarında da aynı yol ve yöntemlerin geçerli olduğu görülüyor. Kendini uygar ulus görüp, bunu ilan edenlerde, en azından fiziki şiddet bağlamında, dalaşın böylesine görece daha az rastlanıyor. Bunlar diğerlerine, burnu bir karış havada olarak, gelişmemiş, uygarlaşamamış uluslar gözüyle bakıyor. Bu “uygar” olanlarda belki küfür köstek kavgalar bu sıklıkla olmuyor, ama bunlar da örneğin, değişik ülkelerden emekçilerin karşı karşıya getirilip, birbirlerini vahşice boğazlamalarına yol açan savaş ilanlarını gayet uygar(!) biçimde karar altına alabiliyorlar. Ülke içinde sistemi koruma amacına dönük ve onun sürmesini sağlayacak biçimde, sisteme karşı gelişebilecek gerçek bir muhalefeti anında vahşice boğmak için gerekli gördükleri önlemleri aldıkları gibi.
Bu kadar da “uygar”lar yani.
Burjuva parlamentolarında tartışmalar nasıl yürütülür?
Burjuva parlamentolarında –burada bütçe görüşmelerinde söz konusu olduğu gibi– tartışılan nedir ve tartışma hangi anlayışla yürütülmektedir?
Kapitalist sistemin özünden, onun karakterinden kaynaklanan sorunlar, sanki bunlar sistemden bağımsızmış, bunların sistemle ilgisi yokmuş gibi tartışılır. Burjuva parlamentolarında yer alan siyasi partilerin büyük çoğunluğu –eğer tümü değilse– özünde egemen sınıf burjuvazinin çıkarlarını savunur durumda oldukları için bu anlaşılır bir durumdur. Tartışmalar ve çeşitli konularda alınan tavır öz itibariyle “yoktur birbirimizden farkımız ama biz bilmem ne partisiyiz” sonucuna çıkar. Bugün muhalefette olan burjuva partilerinin söylediklerinin benzerini, şimdi iktidarda olanların yarın muhalefete düştüklerinde söylediğine ve iktidara gelenlerin ise önceki iktidar gibi davrandığına tanık oluruz hep.
Parlamentodaki tartışmalarda örneğin, ne olduğu, nasıl ulaşılacağı belli olmayan bir sosyal adaletten dem vurulur. Ama gelir dağılımı nasıl olursa bu sağlanabilir sorusunun net bir yanıtı yoktur. Bunun kıstasının ne olduğu da belli değildir. Genel bir insanca yaşam sürebilecek gelir düzeyinin sağlanmasından söz edilir. “İnsanca yaşam”… Bu her kişi, sosyal grup vb.ne göre değişen, göreceli bir kavramdır. Her sosyal sınıfa ait olan kişi, grup vb. bunu kendi sınıfsal konumuna göre yorumlar ve belirler. Nitekim şimdi örneğin asgari ücret tartışmasında gördüğümüz gibi, “sırtında küfe olan” iktidar, “halkımızı enflasyon karşısında ezdirmeyeceğiz” deyip asgari ücretin 8-9 bin civarında olmasını savunup, sonuçta bu yönde varılan sonucu “müjde” olarak sunarken , “sırtında küfenin yükünü hissetmeyen” muhalefet sonucu halkın yoksulluğa mahkûm edilmesi olarak değerlendirdi. Asgari ücret konusunda en yüksek talep DİSK’ten geldi, ama talep edilen tutar, 4 kişilik ailenin açlık sınırı ile yoksulluk sınırı arasında bir yerdeydi. En sosyal adalet yanlısı olduğu iddiasında olan bile, görüldüğü üzere, işçinin yoksul olabileceğini ama aç kalmaması gerektiğini kabullenmiş durumda idi.
Kapitalist sistemde, genel anlamda bakıldığında, işçinin işgücünün ücret olarak karşılığı, “işçinin ve ailesinin ayakta kalabilmesi için gerekli olan geçim araçlarının değerine denk” düşer. (“Politik Ekonomi Ders Kitabı”, c.1, İnter Yayınları, İkinci Basım, Nisan 1996, İstanbul) Geçim araçlarının ne anlama geldiği, bunun açlık sınırı ile mi yoksa yoksulluk sınırı ile mi belirlenmesi gerektiği, burjuvazinin farklı kanatları arasında süregelen ve konjonktüre göre değişebilen bir tartışma konusudur.
Oysa “ücretli işçinin ödenmeyen emeğinin yarattığı artı-değer, tüm burjuva sınıfının emekle elde edilmeyen gelirinin genel kaynağıdır” (Age., s. 241). Ücretli işçiye, onun ödenmeyen emeğinin karşılığı, devlet tarafından karşılanan toplumsal hizmetler için gerekli bölüm dışında, verilmedikçe gerçek anlamda bir sosyal adaletten söz edilemez.
Resmî sayılara, istatistiklere baktığımızda, kişi başı ortalama ulusal gelirin 8-10 bin dolar bandında dolandığını görüyoruz. Neden ücretli çalışanların büyük çoğunluğunu oluşturan asgari ücretli işçi bu ortalama kişi başı ulusal gelirin onda biri, birçok hâlde daha azı kadar gelire sahipken, toplumun üst kesiminde yer alan yüzde üç-beş gibi bir azınlık bu ortalama gelirin katbekat üzerinde gelire sahiptir? Neden bütün burjuva toplumlarda toplumun yüzde birlik bir kesimi, toplumsal zenginliğin yarısından fazlasına sahiptir. Bu hiçbir şekilde sorgulanmaz burjuva parlamentolarında. Burjuva partilerin en sosyal adalet yanlısı olanı bile toplumun üst kesimlerinden biraz kırparak alt kesimlere aktarılmasını sağlayan mekanizmalar savunmaktan öte gidemez.
Muhalefet, siyasi iktidarın doğrudan nemalandığı, buram buram yolsuzluk kokan kimi uygulamalarını açıkça eleştirir. KÖİ (eski uygulaması ile yap-işlet-devret modelinin devamı niteliğindeki “Kamu-Özel İşbirliği”) uygulaması ile AKP yanlısı müteahhitler devlet bütçesi kullanılarak zenginliklerine zenginlik katmış, bu hizmeti sunan parti kadroları ve yandaşları payına düşeni almışlardır. Muhalefet, iktidarın bu yolla güçlenmesine karşıdır. Ama karşı olunan kapitalist işleyiş tarzı değildir, karşı olunan işleyişin hoşlarına gitmeyen uygulama biçimidir. Sonuçta yapılan işleri müteahhitlerin / sermayenin yapmasına kimsenin ses çıkardığı yoktur. Soru devletin “deniz” olan malının hangi “domuzlar” tarafından yeneceği sorusu, dalaş bunun dalaşıdır.
Dolayısıyla tüm bu olup bitenin, tartışmaların vb. işçi sınıfı başta emekçi yığınların asıl sınıfsal çıkarı ile ilgisi yoktur. Bunların halkın gerçek çıkarlarını düşündükleri falan yok, böyle bir şey kendi sınıfsal çıkarları ile çelişiyor zaten.
Siyasi partiler arasında, bunlar özünde genel olarak burjuvazinin çıkarlarının temsilcisi olsalar da, siyasal açıdan farklılıklar bulunabilir; bu anlaşılır bir durumdur, adı üzerinde siyasi partidir bunlar. Bunlar siyasal, toplumsal vb. açıdan bir ve aynı görüşü paylaşsalar ayrı partiler olmalarına gerek olmazdı. Bunlar kendilerini merkez sağ veya sol ve bunun türevleri, muhafazakâr, dindar, milliyetçi, ilerici, laik, sosyal demokrat vb. tanımlamalarla kendi anlayışlarına göre konumlandırırlar. Bu konumlandırmalara göre örgütlenmiş partilerin kadroları ve üyeleri genellikle kendini bu tanımlamaya uygun gören kişilerden oluşur. Burjuva toplumunda kendini siyasi-ideolojik açıdan bu partilerden birine yakın gören, farklı sınıfsal konumdan milyonlarca insan, kendilerini o partinin taraftarı olarak görüp, o partiyi destekler. Kitlelerin burjuva partilere taraftar olmalarının sınıfsal konumlarına uygun düştüğü söylenemez. Bilinç düzeyinin belirlediği bu davranışın ardında burjuva görüşlerin toplum içinde egemen duruma gelmesi yanında, uzun geçmişe sahip psiko-sosyal ve sosyo-kültürel nedenler alışkanlıklar vardır.
Parlamentoda hemen her konuda yürütülen tartışmada, partilerin yaklaşımı, yorumları kendi siyasi-ideolojik anlayışları temelinde olur. Siyasi-ideolojik konularda farklı yaklaşımlar hararetli tartışmalara neden olur sıklıkla. Bu siyasi-ideolojik yaklaşım farkı, iç ve dış siyasetle ilgili farklı tavırlara da yol açabilir, ancak nihayetinde, burjuvazinin toplum içindeki egemenliğine bağlı olarak, bu farkların minimuma indiği görülür. Son kertede sınıf olarak burjuvazinin çıkarları belirleyici olur.
Kapitalist ekonomide işler, bir dizi nedene ve kendi çelişkilerine bağlı olarak iyi gitmiyor mu? Bunun sorumlusu muhalefete göre iktidardır ve muhalefetin iddiasına göre kendi iktidarında her şey, bu arada ekonomide de işler güllük gülistanlık olacaktır.
Tüm bunlar işin görünür yanıdır. Dalaşın ardında ise bu partilerin kendi özsel, bizzat kendi çıkarlarını ve tabii öncelikle temsil ettikleri burjuva kesimlerin çıkarlarını ilgilendiren yanı yatmaktadır.
Burjuva siyasi partiler arasındaki dalaşın temel nedeni
Lenin’in “Devlet ve Devrim” adlı yapıtında soruna değindiği yerdeki anlayışı şöyledir (“Seçme Eserler cilt VII, s. 42-43, İnter Yayınları, Haziran 1996, İstanbul): Burjuva parlamentolarında “burjuva düzenin değişmeyen temelleri üzerinde memuriyet görevleri ‘ganimeti’ni paylaşan ve yeniden paylaşan çeşitli burjuva, küçük burjuva partiler arasında iktidar mücadelesi… yaşandığını görürüz”.
İşin özü budur. Dalaşın “burjuva düzenin değişmeyen temelleri üzerinde” yürütüldüğü özellikle vurgulanmalıdır. Çünkü gerçek durum budur. Hiçbir burjuva partinin düzenle alıp veremediği yoktur. Halkın çıkarlarını savunur görünmelerinin nedeni oy kaygısından başka bir şey değildir.
Bir yandan, sistemin sürekliliğinin sağlanması konusunda her biri kendinin daha iyi, daha uygun olduğunu savunan partiler, burjuvazinin önemli bölümünü bu konuda ikna ederek desteği arkasına alma uğraşındadırlar. Öte yandan tabii öncelikle sistemin ekonomik, siyasi, sosyal baskıları altında ezilmekten bunalan ve ama nedenin ne olduğu konusunda sistemle olan bağı kuramayan, bunu sanki sadece siyasi iktidarların yönetimsel tercihi imiş gibi kavrayan geniş emekçi kitleler oy konusunda ikna edilmek zorundadır.
Siyasi iktidara sahip olup yönetiminde belirleyici biçimde söz sahibi olunacak kaynakların boyutu hatırı sayılır büyüklüktedir. Trilyon dolarlık bir ekonomi ve birkaç yüz milyar dolarlık –merkezi ve mahalli yönetimler olmak üzere– yıllık bütçeler söz konusudur. Burada, siyasi iktidarı ele geçiren parti açısından, kadrolarının ve yandaşlarının nemalanması için büyük bir kaynak söz konusudur. Ve nema kaynağı ne denli büyükse kavga da ona uygun boyutta olmaktadır.
Devlet erkinin yönetimi için gerekli olan siyasi iktidarın yitirilmesi çok şeyin yitirilmesini beraberinde getireceği için o gün iktidarda olan kesim aynı konumda kalmak için işe tüm gücüyle asılırken, muhalefet de iktidarın sunacağı olanakların bilincinde olarak bir an önce bunlara kavuşma hırsı ile davranır.
Burjuvazinin egemen olduğu düzende seçimler, burjuvazinin hangi kesiminin devlet iktidarının olanaklarından azami yararlanacağının tayini için yapılır. Seçimi kazanan kesimin temsilcisi olan parti(ler), bürokratik devlet aygıtını kendi kadroları ile doldurur. Siyasi iktidar değişikliğine bağlı olarak bürokrat aygıttaki bu değişim bir yandan iktidar olan partinin kadrolarının, devletin olanaklarından azami yararlanması, halkın üstüne çıkıp, görece rahat ve saygın yaşam sürmesini sağlar iken, öte yandan iktidar partisi temsil ettiği sınıfın işlerini en iyi şekilde yürütebilmek için zaten kadrolarda değişiklik yapılmasına gerek duyar. Örneğin bugün burjuva muhalefetin iktidara gelmesi halinde ilk iş olarak 9000 yüksek bürokratı görevden alıp, yerine yeni, bu kez tabii kendilerine yandaş kişileri atayacağı açıkça konuşulmakta, ilan edilmektedir. Tabii devlet bürokrasisinde atamalarda kıstasın “uzmanlık”, “ehliyet” vb. olacağı palavrasının eşliğinde yapılıyor bu.
Parlamentoda çoğunluğu, anda ülkelerimizde geçerli olan “Alaturka Başkanlık Sistemi”nde “cumhurbaşkanlığı” makamını ele geçiren parti(ler), yürütme gücünü bütünüyle, yasama gücünü duruma göre tümüyle ya da kısmen ele geçirmiş demektir. Yargıyı da hem seçilmiş cumhurbaşkanının olağanüstü yetkileri, hem de yasama gücüne dayanarak etki altına alabilir. Hatta süreç içinde tümüyle belirleyebilir.
Egemenler arasındaki iktidar dalaşının ardında yatan neden bundan ibarettir.
Küçük burjuva zihniyetin soruna yaklaşımı ve bu yaklaşımın anlamı
Küçük burjuva düşün yapısına uygun hareket eden, bu yapıya uygun görüşler savunan unsurlarca sıklıkla, Batının gelişmiş ülkelerinden tekil örnekler gösterilerek, “neden bizde de böyle olmasın?” gibi sorular sorulup, bunlar medyada paylaşılır. İşte bilmem ne ülkede bir bakan işe bisikletle gidip geliyordur, ya da ülke yönetiminin tepesindeki kişi, davranışlarında gösterişten ve gösterişin getireceği harcamalardan kaçınır bir görünüm çiziyordur. Bu davranış yüceltilip, övülür; bizdekilerin de böyle davranması gerektiği vurgulanır. Sanki meselenin özü burada düğümleniyormuş gibi, böyle davranılırsa hiçbir sorun kalmayacakmış gibi bir bilinç yayılmaya çalışılır.
Bu unsurlar soruna şöyle yaklaşırlar: Eğer siyasetçiler Batı’dan verilen örneklerde olduğu gibi davranırlar ise kaynaklar heba edilmemiş olur.
Burada, tartışmada odak noktasında olması gereken kaynakların çarçur edilip edilmediği değildir. Evet, çarçur vardır. Ancak bisikletli siyasetçinin başka türlü çarçurlar yapmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Aynı kişi örneğin türlü bahaneler altında silahlanma ek bütçesinin on milyarlarca avro arttırılmasına evet diyebilir (Almanya’da “Yeşiller” örneği). Şimdi bu, halk açısından kaynakların çarçur edilmesi değil midir? Öyledir! Böyle bir dizi örnek verilebilir. Geniş yığınların çarçurun gerekliliği konusunda ikna edilmiş olması, özünde bu harcamanın gerekli olduğunu ve bunun heba etmek olmadığını göstermez. Bizde de örneğin “itibarda tasarruf olmaz” anlayışına hâlâ geniş yığınlar oy vermektedir.
İşin diğer bir yanı başka bir yanılgıdır. Zannedilmektedir ve buna göre propagandası yapılmaktadır ki, çarçur edilmek istenmeyen kaynaklar bir biçimde emekçi kesimlerin cebine girecek. Bunun kapitalist düzende gerçekleşebilmesi olasılığı sıfır gibidir. Konjonktüre göre emekçi kesimler adına bazı iyileştirmeler yapılabilir, ama tüm kapitalizm tarihi bize bunların geçici olduğunu, sürekli olarak toplumun alt kesimlerinden üst kesimlere gelir / varlık aktarımı olduğunu gösterir. Kapitalizm koşullarında başka türlüsü de olmaz; alt kesimlerle üst kesimler arasındaki gelir / varlık uçurumunun büyümesinin nedeni sistemseldir.
Bu sorun, yani sistem içinde yönetici / bürokrat kesime ayrılan payın boyutları sorunu, aslında burjuvazi içinde bir paylaşım sorunudur. Burjuva düzenin sürdürülmesinde yönetim vb. için ayrılan kaynaklar ne denli azalırsa, burjuvaziye dolaysız olarak giden kaynak o denli artar. Dolayısıyla bu mesele, sınıf olarak burjuvazi ile onun adına sistemin doğrudan yönetim kademelerinde bulunan kesim arasında bir paylaşım sorunudur.
Burjuvazinin sınıfsal çıkarı, burjuva devlet erkinin yönetilmesi için gerekli olan kaynakların, kendi sınıfsal çıkarının dikte ettiği biçimde, yerinde ve gerektiği kadar kullanılmasına uygun düşer. Yönetici takım için kişisel abartılı harcamalar yapılması ona göre de gereksiz harcamadır. Bu vb. kaynakların kendi doğrudan çıkarına kanalize edilmesi onun sınıfsal çıkarına uygundur.
Bu bağlamda küçük burjuva kesimler tarafından örneğin cumhurbaşkanı nezdinde dile getirilen bir düzine kadar uçağa, iki yüz küsur kara taşıtına, yüzlerce korumaya, yazlık-kışlık saraylara gereksinim olmadığı, bunların israf olduğu gibi söylemler genel olarak burjuvazinin çıkarına ters değildir. Tersine.
Peki, neden bizdeki uygulama ile örnek gösterilen bazı gelişmiş Batı ülkelerinde bu konudaki uygulamalar bu denli farklıdır?
Bunun söz konusu ülkelerin gelişim sürecinde oluşan tarihsel, sosyal, toplumsal farklılıklarla doğrudan bağı vardır. Dikkat edilirse örnek gösterilen gelişmiş ülkelerin geçmişlerinde burjuva türden devrimler gerçekleşmiş, sonraki dönemlerde proleter devrim savaşımları yaşanmıştır. Tüm bunlar toplumsal gelişimde siyasi demokrasi alanını etkilemiştir. Şimdi artık çoktandır gericileşmiş olsa da burjuva demokrasisinin kimi görüngüleri verilen örnekler bağlamında kısmen geçerliliğini korumaktadır. Sonuçta verili örneklerdeki edimler hiçbir biçimde burjuvazinin çıkarlarına ters düşmemektedir. Tersine…
Bu yönetici / bürokrat takımının gelişmiş kimi ülkeler nezdinde örnek gösterilen tavırlarının –bunların görece çok daha az rüşvet almaları, yaşantılarının devlet bütçesinden karşılanma durumunda olan bölümünün görece çok daha az görkemli olması, yasalar karşısında daha eşitlikçi görünüme sahip durumda olmaları vb.nin– nedenini Lenin şöyle açıklar: “‘Zenginlik’in mutlak gücünün demokratik cumhuriyette daha güvenli olmasının bir başka nedeni, bu mutlak gücün (dipnotta şöyle deniyor: ‘Elyazmasında şöyle devam ediyor: politik mekanizmanın çeşitli eksikliklerine. –Alm. Red.’) kapitalizmin kötü bir politik kılıfına bağımlı olmamasıdır” (Age., s. 25). Mesele burada düğümleniyor; “demokratik” ülkelerle, bizim gibi burjuva demokratik devrimini tamamlayamamış ülkeler arasında böyle bir temel fark bulunuyor. Bizdeki burjuva iktidarı “kapitalizmin kötü bir politik kılıfına bağımlı” durumdadır. Burada, günbegün yaşayarak gördüğümüz gibi, siyasi iktidar kendi çıkarına uygun her tür edimi özgürce uygulamaktadır. Yerel yönetimlerde de yaşananlar farklı değildir. Yönetici / bürokrat takım burjuvazinin kârına belli bir oranda ortak durumundadır.
Örnek gösterilen gelişmiş ülkelerde burjuvazi iktidarını dolaylı da olsa, o denli güvenli icra eder. İktidarı, burjuvazinin çeşitli kanatları arasında varılan uzlaşma ile oluşturulan anayasaya dayalı olarak garanti altına alınmıştır ve burjuvazi iktidarını öyle güvenli ve sağlam kurmuştur ki, sistemin “ne kişilerinde, ne kurumlarında, ne de partilerinde hiçbir değişiklik bu iktidarı sarsamaz”(Age., s. 26).
“Burjuva anayasaları, mülk sahibi sınıfların işine gelen ve onlar için yararlı toplumsal koşulları pekiştirme amacına sahiptir. Burjuva devlet, kapitalist toplumun temelini –üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti- kutsal ve dokunulmaz ilan eder” (“Politik Ekonomi Ders Kitabı”, c.1, s. 168, İnter Yayınları, İkinci Basım, Nisan 1996, İstanbul)
Bu koşullarda sermayenin / üretim aracı sahiplerinin iktidarı zaten sağlanmış demektir.
Burjuva parlamentolarında çeşitli burjuva kliklerin siyasi temsilcileri arasındaki tartışmalar, bu değişmez temel üzerinde yürür ve esas sorun bu siyasi temsilciler arasındaki paylaşım savaşımıdır.
Devletin seçilmiş veya atanmış bürokrat burjuva takımı, elindeki yetkilere dayanarak temsil ettiği sermaye gruplarının çıkarlarına uygun biçimde devlet işlerini yürütürken kendi de bir miktar nemalanır. Bu nemalanmanın derecesi ülkedeki iktidar biçimine göre farklılık gösterir; bunun “‘Zenginlik’in mutlak gücünün… kapitalizmin kötü bir politik kılıfına bağımlı…” olup olmaması ile bir bağıntısı vardır.
Bizde var olan “kötü bir politik kılıf”tır!
Bizde geçerli olanın “kötü bir politik kılıf” olduğu kuşku götürmez. Bu “kötü kılıf”, devlet erki yönetimine şu veya bu burjuva partisinin gelmesi ile değişmez. Yüz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca da değişmemiştir. Her biri ufak farklarla aynı şeyin peşindedir: Nemalanmak. “Kötü politik kılıf” işlerine geldiği ve daha iyi nemalanma işine yaradığı için bunlar tarafından tepe tepe kullanılır.
Emekçi halkın çıkarlarını savunduğu iddiasında olan ve doğrudan şu veya bu büyük burjuva kanadın temsilciliğini üstlenmiş konumda olmayan HDP, TİP gibi parti temsilcileri, parlamentodaki tartışmalara kendi anlayışlarına uygun biçimde katılıyor. Bunların “muhalif” siyasetinin, proletaryanın öncüsünün, legal olanaklardan yararlanma siyasetinin bir parçası olan ve proletaryanın savaşımı açısından yararlanma amacıyla koşullar uygun olduğunda parlamento içinde de yürütmesi gereken siyasetle hiçbir biçimde ilgisi, benzerliği yoktur. Proletaryanın gerçek temsilcilerinin, komünistlerin yürüttüğü siyaset bir bütün olarak kapitalist sisteme, bu sistemin egemeni olan burjuvaziye karşı yönelir. Emekçi yığınların çıkarlarını savunma bu anlayışla yapılır. Söz konusu “muhalif” unsurlar ise savaşımlarında esas olarak iktidarda bulunan siyasi partiyi / partileri ve bunların açıkça ardında duran büyük burjuva unsurları hedef alır. Karşı oldukları bir sistemden söz ettiklerinde anlaşılması gereken kapitalizm değil, siyasi iktidarı elinde bulunduran kesimin uyguladığı sistemdir. Bunlar yürüttükleri politika ile yığınlara böyle bir siyasetle kurtuluş olabileceği gibi bir bilinç vermiş olurlar; yığınları bu siyaseti desteklemeye çağırırlar. Ve ama böylesi bir siyasetle burjuvazinin muhalefette olan temsilcilerinin yedeğine düşmekten kurtulamazlar.
Diğerlerinde olduğu gibi Bütçe konusundaki tartışmalar da bu anlayışların ışığında olup bitiyor.
Somut olarak Merkezi Devlet Bütçesine döndüğümüzde…
2022 Ek Bütçesi ve üzerinde tartışmalar
Her yıl yapılan bütçeler arasında öz açısından fark yoktur. İşin özü aynı kaldığı durumda, salt sayıların boyutlarında, değişik kalemlere ayrılan kaynakların konjonktüre göre dağılımındaki değişimler vb. söz konusudur. Ve bizim bu konularda getireceğimiz yorumlar da öz olarak aynı kalır.
Önce geçen yıl haziran ayında kabul edilen ek bütçeye değinelim. 1.751 milyar TL olarak açıklanan 2022 yılı bütçesinin yaşanan enflasyonist ortamda yeterli olamayacağı görüldüğünde, buna 1.080,5 milyarlık bir ek bütçe eklendi. Bu yüzde 61,7’lik artışa karşılık geliyor. 2.831,5 milyarlık boyuta ulaşan bütçede “faiz dışı giderler” yüzde 65,6 oranında artmışken, faiz giderlerindeki artış yüzde 37,2 oranında tutulmuş, böylece bütçe içindeki faiz oranı görece azaltılmıştır. “Personel giderleri” için yüzde 4 gibi düşük bir artış yapılmıştır. Ama “Devlet SGK prim giderleri” yüzde 289,4 oranında arttırılmıştır. Bunun dışında en yüksek oranda artışlar “Borç verme” (%227,3), “Yedek ödenekler” (%142,5) ve “Sermaye transferleri” (%136) kalemlerinde yapılmıştır.
Ek bütçe gelirleri, tümü vergi gelirlerinden olmak üzere 1.080,5 milyar olarak öngörülmüş, böylece ek bütçe aynı zamanda denk bütçe olmuştur. Bu durum bütçenin tümündeki açık oranını başlangıçtakine göre (%15,9’dan) düşürmüştür (%9,8’e). Para açısından en büyük gelir kalemlerinde durum şöyledir: “Gelir vergisi”nde yüzde 21,4’lük artış öngörülmüş iken “Kurumlar vergisi”ndeki artışın yüzde 183 olacağı varsayılmıştır. Gelir vergisinin bir bölümü ücretlilerden, diğer bölümü bu vergi türüne tabi irili, ufaklı burjuva kesimden gelmektedir ve bu ortalama artıştır. Buradaki artışın düşük olması, yukarıda personel giderlerindeki artışın ancak yüzde 4 ile sınırlı tutulması gibi, gelir vergisi kaynağında kesilen ücretlilerin gelirlerinin pek yükselmeyeceği anlamına gelir. Öte yandan burjuvazide işlerin tıkırında gittiğinin önemli bir göstergesi, finans sektörünün ve diğer büyük şirketlerin ödediği “Kurumlar vergisi” kaleminde öngörülen artıştır. “Dâhilde” ve “İthalde” ödenen KDV, ÖTV, Gümrük vergisi gibi kalemlerde yüzde 90 ile 111 arasında artış öngörülmüştür. Bu dolaylı vergiler tüketici kesimin ve büyük oranda kitlesel tüketim nesnelerine ödenen bölümü ile yoksulların sırtına yüklenmiştir.
Son olarak bütçe gelirlerinin öngörüldüğünden 119 milyar TL daha fazla olacağı açıklandı. 51,4 milyar olarak öngörülen “faiz dışı fazla”nın bu durumda daha arttığı görülüyor.
Doğal olarak bu ek bütçe görüşmelerinde de bir dizi tartışma yürütüldü. Bunlar yukarıda anlattığımız gibi düzen içi tartışmalardı, muhalefet halkın daha da yoksullaşacağından dem vurdu ama onun muhalif olup eleştirdiği ve buna bağlı kendi ortaya koyduğu görüşlerle, halkın gelir durumunun düzeltilmesinin bir bağı yoktu. Ek bütçe kanun teklifi meclise gelmeden 10 gün önce hükümet bütçe harcamalarının 124 milyar kadar fazla verdiğini açıklamıştı. Bundan yola çıkarak “Madem bu denli fazla veriliyor, bu ek bütçeye neden gerek görülüyor, demek ki fazla verildiği yalan, olumlu algı yaratılmaya çalışılıyor” diyorlardı muhalefet sözcüleri. Peki, ama 124 milyar TL fazla var diye 1.080 milyarlık bütçeye gerek duyulmayacağı nereden çıktı ve bunun halkın gelir düzeyi ile ilgisi ne?
Ya da örneğin KKM (Kur Korumalı Mevduat) için ek bütçede 40 milyar TL’lik bir kaynak ayrılmıştı ve bu muhalefet sözcülerine göre çok kötü bir şeydi, zaten 2022 bütçesinde 21 milyar ayrılmış durumdaydı. KKM ne için uygulanmaya kondu? TL’den dövize kaçışı önlemek için. Aynı amaca yönelik muhalefetin önerdiği ne idi? Faizlerin arttırılarak TL’nin cazip kılınması ve bu yolla dövize kaçışın önlenmesi. Peki, muhalefetin önerisinin sistem üzerinde daha az yük olacağının garantisi nerede? Her iki uygulama da sonuçta para sermaye sahiplerinin çıkarını ilgilendiren bir şey; varlıklı kesimlerin varlıklarını nasıl koruyacakları ve nasıl arttıracakları ile ilgili bir mesele. Bunun öyle veya böyle olmasının halkın çıkarı açısından ne gibi bir önemi var? Durum bu olmasına karşın her iki kesim; iktidar ve muhalefet, halkın çıkarına uygun davrandıkları iddialarını yinelemekten geri durmuyorlar.
Bir takım muhalif sesler, hükümetin bu denli büyük bir ek bütçeye gerek duymasının nedeni olarak “baskın seçim hazırlığı” iddialarını öne sürdüler. İlgisi olmadığı görüldü. Bazıları bunun bir ek bütçeden çok ikinci bir bütçe olduğu, artık bütçenin de 6 aylık yapılır olduğu gibi eleştiriler getirdi. Kimi de bütçenin de bir kanun teklifi olduğu ve ama bununla çelişen başka yasalar çıkartıldığı gibi teknik eleştiriler getirdi. Bunlarda da halkın çıkarı ile ilgili bir yan olmadığı açık.
HDP’nin, bütçe komisyonu görüşmelerinde tasarıya, bunun bir OHAL bütçesi olduğu şerhi düştüğü biçiminde bilgi yansıdı medyaya. Bu bağlantıyı nasıl kurduğunun bizim açımızdan merak konusu olduğunu belirtelim.
KESK’e bağlı Büro Emekçileri Sendikası’nın internet sitesinde 25 Haziran 2022 tarihinde ek bütçe konusunda Mustafa Durmuş imzalı bir yazı yayınlandı (Seçim Yolunda Ukrayna Savaşı Bahane Ek Bütçe Şahane). KESK, kamu emekçilerinin örgütlendikleri sendikalar arasında “en ilerici” olarak konumlanan ve bu yanıyla hükümetin çeşitli baskılarına maruz kalan bir sendika. Buna karşın yazının içeriği, böyle bir sendikanın, benzerleri gibi, küçük burjuva düşünme ve davranış tarzıyla ne denli zedelendiğine örnek oluşturuyor. Bu tabii egemen sınıfın şu veya bu kanadının yedeğine düşmekten başka bir işe yaramıyor.
Yazıda örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerden verilen örneklerle böyle ek bütçelerin çıkarılabildiği, ama bunların bütçeye oranlarının yüzde 5 ile 10 arasında olduğu, bu ek bütçelerle emekçiler lehine işler yapıldığı gösterilmeye çalışılarak bunlar görece olumlanıyor. Ek bütçe hazırlanması ama bunun düşük oranda olmasının ya da tersinin bir emekçi federasyonu açısından ne önemi olabilir. Hiç ek bütçe olmasaydı emekçilerin durumu daha iyi mi olurdu? Hiç ilgisi yok tabii.
Şöyle bir anlayışla bakılıyor: Ek bütçenin maliyeti vergilerle emekçi halkın sırtına yüklenecektir. Doğru da, bundan çıkarılan sonuç doğru değil. Tüm kapitalist ülkelerde bütçelerin yükü –dolaylı, dolaysız– işçi sınıfının, emekçi halkın sırtındadır. Bu sanki sadece bizde ya da bazı ülkelerde böyle, başkalarında başka türlü gibi bir anlayışa meydan vermeyecek açıklıkla ortaya konmalıdır. Aynı şekilde kapitalist sistemde devlet bütçelerinin burjuvazinin bir sınıf bütçesi olduğu ve başka türlüsü olamayacağı aynı açıklıkla vurgulanmalıdır.
“Batıda” “Demokratik Ülkelerde” emekçiler lehine yapıldığı savlanan uygulamaların benzerleri ülkelerimizde de uygulanıyor. Bunları da siyasi iktidar öne çıkararak övünüyor. Meseleye nereden bakıldığı önemlidir ve önyargılı olmamak gerekir. Yazıda bütçe ve ek bütçe kalemlerinden örnekler verilip, yorum yapılıyor. Örneğin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 83,9 milyarlık bütçesine, ek bütçe ile yüzde 124,3 oranında artışla 104,3 milyar TL eklenmiş olmaktadır. Yazı bunun 13,8 milyarının işverenlere sigorta prim desteği olarak gittiğini vurguluyor. Bunun ortaya konmasında bir sakınca yok, tersine bu yapılmalıdır. Ama sonuçta söz konusu olan işçinin ödenmesi gereken primidir ve geri kalan 90,5 milyarla yapılanın, yazıda olumlu örnek gibi gösterilen ülkelerde emekçi yığınlar için yapılanlara benzer işler olmadığı söylenebilir mi?
Şimdi bir biçimde muhalefet ile aynı cephede buluşan yazıdaki anlayışın, desteklediği kesim iktidar olunca aynı olayı, bu defa 90,5 milyarlık bölümü öne çıkararak anlatmayacağının hiçbir garantisi yoktur.
Ücretli işçinin, kamu emekçisinin çıkarını temsil ettiği iddiasında olan sendikaların, “tüm değerleri üreten biziz, tüm bu bütçelerin kaynağı bizim ödenmemiş emeğimizdir” anlayışı ile yola çıkıp, bunu tüm sınıfa anlatmadıkları ve “üreten biziz, yöneten de biz olmalıyız” anlayışı ile davranmadıkları sürece, bu vb. tartışmalara yazıdaki anlayışla katılmalarının sınıfsal çıkar açısından hiçbir anlamı olamaz.
2023 Bütçesi
2023 yılı bütçesi ile ilgili bilgi ve verileri cumhurbaşkanlığına bağlı Strateji ve Bütçe Başkanlığının “2023 Yılı Bütçe Gerekçesi” adlı dokümandan aldık (sbb.gov.tr). Burada bütçe dışında olan ve ama onunla bağlantılı olduğu görülen başka diğer konulara yer veriliyor. Önemli gördüklerimizi aktarıyoruz.
Bütçenin boyutunu gösteren bütçe giderlerinde durum şöyle:
“2023 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifinde merkezi yönetim bütçe giderleri hazine yardımı ve gelirden ayrılan paylar hariç 4 trilyon 469,6 milyar TL olarak belirlenmiştir. Buna göre toplam bütçe giderlerinin GSYH’ye oranının yüzde 24,0 olarak gerçekleşmesi hedeflenmektedir”.
Geçen yılki –ek bütçede dâhil– bütçeye göre yüzde 58 oranında bir artışa denk geliyor bu. Harcama kalemlerine bakıldığında bu artış oranının, siyasi erkin gerekli gördüğü biçimde, her kaleme farklı oranlarda yansıtıldığı görülüyor.
Buna karşın “2023 yılında genel bütçe gelirleri (brüt) 4 trilyon 248,7 milyar TL, özel bütçe öz gelirleri (brüt) 37,1 milyar TL, düzenleyici ve denetleyici kurum gelirleri (brüt) ise 19,1 milyar TL olarak tahmin edilmiştir. Böylece 2023 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifinde merkezi yönetim bütçe gelirleri (brüt) 4 trilyon 304,9 milyar TL olarak öngörülmüştür”. Bu tutardan “Ret ve İadeler” kalemi olarak 486,2 milyar ve “gelirden alınan paylar” 8,5 milyar düşünce, geriye net bütçe geliri olarak 3 trilyon 810,1 milyar TL kalıyor.
Bu durumda bütçe açığının 659,4 milyar TL, faiz dışı açığın ise 93,8 milyar TL olarak gerçekleşmesi öngörülmektedir. 2022’deki faiz dışı fazla, 2023 bütçesinde açığa dönüşmüştür. Bu borçlanma oranının artacağı anlamına gelir. “Faiz dışı fazla” verildiğinde borç yükünün bu fazla kadar azaltılma olanağı var iken, şimdi bu olanak kalkmıştır.
Nasıl kapatılacak bu bütçe açığı? Tüm kapitalist ülkelerin bütçe açıklarında yapıldığı gibi borçlanılarak. Geçenlerde bankalarda ve diğer finans kuruluşlarında kredi olarak kullanılabilecek kaynağın 7,6 trilyon TL’ye ulaştığı açıklandı. İşte bu kaynağın ufak bir bölümü devlet tahvillerine yatırılacak ve burjuvazi buradan nemalanacak. Her tür burjuva, küçük burjuva muhalif odak, iktidarı eleştirmek ve sanki kendileri bu sistemde başka türlüsünü yapabilirmiş gibi, bütçenin bir borç bütçesi olduğunu savunuyor. Tüm kapitalist ülkelerde, bu arada muhalif kesimin örnek gösterdiklerinde de bu işler böyle yürüyor; geçmişte böyle idi, gelecekte de böyle olacak. Sistem kapitalizm oldukça bu böyle kalacak, bu gayet açık. Gelişmiş kapitalist ülkelerin daha borçlu olmasının nedeni bu. Başka türlü olabilirmiş, yani devlet borçları yoluyla burjuvaziye kaynak aktarımının önüne geçilebilirmiş gibi hava yaratmak boşa uğraştır.
Burjuvazinin sınıf bütçesi gelirinin ana kalemini vergiler oluşturur; yük dolaylı ve dolaysız olarak ücretli işçinin ve yoksul emekçilerin sırtındadır. 2023 yılında da bilinen, beklenen şey olmuştur.
“Vergi gelirlerinin (ret ve iadeler hariç) 3 trilyon 199,5 milyar TL olarak gerçekleşmesi beklenmektedir. Vergi türleri itibarıyla gelir tahminleri ise; gelir vergisinde 495,0 milyar TL, kurumlar vergisinde 619,1 milyar TL, dâhilde alınan KDV’de 203,6 milyar TL, ithalde alınan KDV’de 931,4 milyar TL, özel tüketim vergisinde 510,6 milyar TL, motorlu taşıtlar vergisinde 38,7 milyar TL, BSMV’de 75,1 milyar TL, harçlarda 105,2 milyar TL ve damga vergisinde 55,5 milyar TL’dir”.
Böylece bütçenin yaklaşık dörtte üçü (%75’i) vergilerden karşılanmış oluyor. Bir bölümü (yaklaşık %15’i) borçlanma ile kapatılıyor. Böylece klasikleşmiş biçimde yüzde 90 vergilerden ve borçlanma yoluyla kapatılmış oluyor. Geri kalan yüzde onluk bölüm ise özelleştirmeler, kira gelirleri, gayrimenkul satışları, KİT’lerden gelen kâr payları, maden işletmelerinden gelen devlet payları vb. gelirlerle karşılanıyor.
Yukarıda dökümü yapılan vergi kalemleri tüm vergilerin yüzde 95’ini oluşturan en önemli kalemlerdir. Bunun yaklaşık yüzde 35’ini (gelir vergisi, kurumlar vergisi gibi) dolaysız vergilerin oluşturduğu görülüyor. Geri kalan yüzde 65’lik bölüm dolaylı vergilerdir. Ve bu dolaylı vergilerin önemli bölümü, tüketim harcamaları yapmak durumunda olan ücretli işçiler ve yoksul emekçiler tarafından ödenmiş olur.
Dolaysız vergilerden olan gelir vergisi kaleminde, ücretli işçiden kaynağında kesilen gelir vergisi de yer alır. Bu son bütçede bu verginin oransal olarak azaltıldığı görülüyor. Hazine ve Maliye Bakanı Nebati’nin açıklamasına göre, “tüm ücretli çalışanlar, yıllık 120 bin 96 liraya isabet eden ücretlerinden gelir ve damga vergisinden muaf olacaktır” (31.12.2022 Dünya Gazetesi). Yıllık 17 bin 827 TL’ye denk geliyormuş bu. Net asgari ücretin 8.500 TL olması bu yolla sağlanıyor. Ücretliye ödenecek aylık 2.860 TL yemek parası ile 1.456 TL yol parasının da vergiden istisna olması öngörülüyor.
Burjuvazinin siyasi iktidarı elinde bulunduran bölümü, böylece asgari ücretli işçinin durumunun görece düzeltilmiş olduğunu söylüyor. Bu yapılanlar aslında muhalefetin de dile getirdiği ve şimdi iktidarın uygulamaya koyduğu bir politika. Bununla siyasi iktidarın önümüzdeki seçimlerde oy oranını yükseltme gayreti içinde olduğu, bu anlamda bunun seçim bütçesinin bir parçası olduğu söylenebilir.
Böyle vb. seçim politikalarının uygulanmaya konmuş olması muhalefetin hoşuna gitmez doğal olarak. Çünkü siyasi iktidarın, iktidarda kalma konumunu koruma olasılığı ortaya çıkar. Muhalefet, yığınların oyunu alabilmek amacıyla önerdiği siyasetin iktidar tarafından elinden alındığını görünce çılgına döner. Tartışmalarda konunun özünden sapıp, yolsuzluk, laiklik, din bezirgânlığı, vatan hainliği, Amerika’nın çocuğu olma vb. tartışmalara dönüşmesinin nedenlerinden biri budur.
Gelir vergisi ve kurumlar vergisi olarak burjuvazinin ödeyeceği verginin trilyon TL’nin üzerinde olması ve ücretlilerin önemli bölümünden kesilecek verginin oransal olarak çok düşük olması neyi gösterir? Kapitalist devletin sosyalleştiğini mi?
Hem evet hem hayır! Kapitalizmde sosyalleşme denilen olay zaten, şimdi seçimlerde olduğu gibi, o günün konjonktürüne bağlı olarak devreye sokulan ve sonrasında oluşan bedelin yine alt sınıflara ödetildiği bir uygulamadır. Siyasi erke göre o gün için yapılan oldukça sosyal işlerdir, muhalefet ise daha fazlasını gündeme getirir ama onun da iktidar olduğunda bunları yerine getirme olasılığı zayıftır. Muhalefet iktidar olursa yaşayarak göreceğimiz olay daha çok “enkaz devraldık” edebiyatı ve “acı reçete” uygulanması zorunluluğu olacaktır; şu anda siyasi iktidarda olan kesimin seçimi kazanması hâlinde yapacağı da budur. Tabii “enkaz devraldık” yerine, dıştan kaynaklı ekonomik kriz, “Hepimiz fedakârlık yapmalıyız” söylemi kullanılarak yapılacaktır bu.
Peki, işin özü nedir ya da dolaysız vergilerin büyük çoğunluğunun burjuvazi tarafından ödenmesinin planlanmış olması neyi gösterir?
Burjuvazi bu vergiyi, elde edeceği kâr üzerinden ödeyecektir. Buna kaynaklık eden şey ise, ücretli işçinin ödenmemiş emeğinin oluşturduğu artı-değerdir. Burjuvazinin ödeyeceği dolaysız vergi oranları yüzde 25-40 arasında değişmektedir ve bir bölümü bir yıl önce elde edilen kâr üzerinden, bir bölümü ise önceki yıl elde edilmiş olan kâra bağlı hesaplanan geçici vergi biçiminde tahsil edilir. Trilyon üzerinde bir vergi geliri beklendiğinde, oluşan artı-değerin büyüklüğünün 3-4 trilyon civarında olduğu varsayılmış demektir. 2022 için 14 trilyon civarında olan (GSYİH) ekonominin 2023 yılı için 22 trilyon TL’lik büyüklüğe ulaşacağı öngörüldüğü için bu gelir vergisi tutarı gerçekleşebilecek büyüklüktedir.
Öte yandan bu büyüklükte kârlar edilmiş olması, burjuvazinin geneli açısından işlerin hiç de kötü gitmediğinin göstergelerinden biridir.
Üzerinde durulması gereken diğer bir konu, özellikle muhalefet çevrelerince dile getirilen, dolaylı vergilerin tüm vergiler içindeki oranının yüksek olduğu ve bunun değişmesi gerektiği söylemidir. Bizde, gelişmiş ülkelerle kıyas içinde, verginin dolaylı bölümünün yüksek olduğu bir olgudur. Şimdi muhalefet ve kendini solcu, ilerici, sosyal-demokrat vb. nitelendiren kesim, gelişmiş ülkeleri örnek göstererek bizde de böyle olması gerektiğini savunuyor. Böylece kapitalist devlet daha sosyal duruma getirilecek.
Peki, gelişmiş ülkelerde dolaylı verginin tüm vergiler içindeki oranının bizdekine göre düşük olması, ücretli işçilerden ve diğer yoksullardan alınan verginin daha az olduğu anlamına mı gelir? Hayır, hiçbir biçimde bu anlama gelmez. Somut olarak bakıldığında gelmediği görülmektedir zaten. Örneğin 2022’de Türkiye sınırları içinde akaryakıt fiyatları, en yüksek olduğu dönemde, 1,5 avro civarında iken, genel olarak dolaylı vergilerin oranının Türkiye’dekinin yarısı kadar olduğu Almanya’da 2 avro civarında idi. Petrol alım fiyatları açısından iki ülke arasında belirleyici fark olmadığı durumda yüzde 30’luk fark nereden kaynaklanmaktadır? Önemli oranda içindeki verginin daha yüksek olmasından. Burada bir kalem üzerinden örnekliyoruz ama akaryakıt bir dizi sektörü etkileyen ve son tüketiciye bununla bağlantılı olarak yük getiren bir metadır.
O hâlde nasıl oluyor da dolaylı vergi oranı Türkiye’dekinin altında oluyor? Yanıtı basit: Dolaysız vergilerin toplam tutarı katbekat yüksek de ondan. Bu ama hiçbir şekilde burjuvazinin kazancı üzerinden alınan vergi oranının yüksek olmasından kaynaklanmıyor. Tersine burjuvazinin kazancı üzerinden alınan verginin düşürülmesi konusunda, farklı kapitalist ülkelerdeki burjuva hükümetler birbirleriyle yarış hâlinde. Bu, büyümenin yegâne yolu olarak görülen, yerli ve yabancı sermayenin yatırım hevesini kamçılamanın bir önlemi olarak kabul ediliyor.
Türkiye ile kıyas içinde Almanya’nın daha büyük bir ekonomiye sahip olduğu açıktır. Dolaysız vergilerin yüksek olmasının bir bölümü buradan, diğer bölümü kârlılığın daha yüksek olmasından kaynaklanıyor.
Bu ekonomide teknik düzeyin daha yüksek olması ve üretilen ürünlerin görece yüksek teknolojili ürünler olması gibi unsurlar, işgücü verimliliğinin görece daha arttırılmış olduğunu gösteriyor. İşgücü verimliliğinin artması ise sömürü oranının artmasından başka anlama gelmiyor.
Ekonomi politik konusunda fazla bilgisi olmayan insanlarda bir kafa karışıklığı söz konusu ve bunlar küçük burjuva önyargılarla hareket ediyorlar. Sanıyorlar ki, işçiye görece daha çok ücret verilen yerde sömürü oranı daha düşüktür. Burada işçi emeğinin yarattığı değerin büyüklüğünün ne olduğu belirleyicidir. Diyelim ki ortalama olarak Almanya’da işçi emeği kullanılmasıyla üretim sürecindeki ürüne, pazardaki son değeri ile bakıldığında ortalama olarak Türkiye’de üretilen ürünlere kıyasla on kat daha çok değer katılmıştır. Alman kapitalisti işçiye Türkiye’deki işçinin aldığı ücretin üç katını verse ne olur? Almanya’daki işçi, emeğiyle yarattığı 10 birim değerin üçünü almaktadır ve 7 birim kapitaliste kalmaktadır. Burada sömürü oranının daha az olduğu söylenebilir mi? Hayır. Tersi geçerlidir.
Toplam olarak bakıldığında Almanya’nın kapitalist sisteminde oluşan artı-değer / kâr, Türkiye’dekinden çok daha fazla olduğu için, bütçe için kaynak oluşturan dolaysız gelir vergisi tutarı da yüksek olmaktadır.
Gerçeklerin böyle olduğu bilindiğinde, bizde, dolaylı ve dolaysız vergi oranlarının değişerek Almanya örneğindeki duruma gelmesi, getirilmesi orta vadede olanaksızdır. Çünkü kısa sürede ülke kapitalist sisteminde böylesi artı-değer yaratma olasılığı söz konusu değildir.
Bütçe giderleri tarafına bakalım.
“2023 Yılı Bütçe Gerekçesi” dokümanında bütçe giderleri, ekonomik açıdan ve işlevlerine göre sınıflandırılmış olarak veriliyor. Böylece bütçenin gider bölümündeki resim biraz daha ayrıntılı görülebiliyor.
Ekonomik sınıflandırmaya göre bütçe giderlerinin görünümü şöyle:
“Ekonomik sınıflandırmaya göre 2023 yılı merkezi yönetim bütçe ödenekleri içinde en büyük payı sırasıyla cari transferler ile personel giderleri (sosyal güvenlik kurumlarına devlet primi giderleri ile personel giderlerini karşılama ödeneği dâhil) almakta olup bu gider kalemlerinin GSYH’ye oranları cari transferlerde yüzde 9,0, personel giderlerinde yüzde 5,9’dur.
2023 yılında personel giderleri için 952,3 milyar TL ve sosyal güvenlik kurumlarına devlet primi giderleri için 150,4 milyar TL ödenek öngörülmüştür. Mal ve hizmet alım giderlerinde ise 2023 yılı ödeneği 318,7 milyar TL olarak belirlenmiştir.
2023 yılı merkezi yönetim bütçesinde faiz ödemeleri için ulusal ve uluslararası para piyasalarındaki gelişmeler de dikkate alınarak 565,6 milyar TL ödenek öngörülmüştür.
2023 yılında cari transferler için toplam 1 trilyon 682,0 milyar TL ödenek öngörülmüş olup cari transferler içinde en önemli kalem sosyal güvenlik sistemine yapılacak transferlerdir. Anılan yılda bu amaçla öngörülen ödenek tutarı 604,4 milyar TL’dir”.
Yukarıda ödeneklerden en büyük payı alan kalemlerin GSYİH’ya oranları da verilmiştir. Ama bu, bütçeden ne oranda pay alındığını gösterir bir veri değildir. Bu ödeneklerin bütçe içindeki payını hesapladığımızda, cari transferlerin bütçenin yüzde 37,6’sını götürdüğü görülüyor. Bu ödeneğin üçte birinden fazlası, sosyal güvenlik sistemine yapılacak aktarımlardan oluşuyor.
Personel giderleri için yapılacak ödenek, prim giderleri dâhil, bütçenin yaklaşık dörtte biri ile karşılanacaktır.
Faiz ödemeleri için bütçenin yüzde 12,7’sine denk düşen bir pay ayrılmıştır.
Bütçenin yüzde 7,1’lik pay mal ve hizmet alımları için ayrılmıştır.
Bu dört kalem için ayrılan ödenek bütçenin yüzde 82’sine denk geliyor.
Bütçe ödeneklerinin fonksiyonel dağılımına göre görünümü şöyle:
Bütçe ödeneklerinin yüzde 80 kadar oranını oluşturan en önemli kalemler gruplandırıldığında ortaya çıkan tablo aşağıda yer alıyor.
Genel Kamu Hizmetlerine 1.601 milyar TL (%35,8);
Sosyal Güvenlik ve Sosyal Yardım Hizmetlerine 764,2 milyar TL (%17,1);
Eğitim Hizmetlerine 583,4 milyar TL (%13);
Savunma Hizmetlerine 268,6 milyar TL (%6) (Bu tutarın 254,5 milyarı Askeri Savunma Hizmetlerine, 4,3 milyarı Savunmaya İlişkin Araştırma ve Geliştirme Hizmetlerine, 597 milyonu Dış Askeri Yardım Hizmetlerine) ayrılmıştır.
“Ulusal Savunma ve Güvenlik” başlığı altında ayrı bir bölümde, savunma harcamalarının GSYH’ye oranı veriliyor. 2022’de yüzde 1,86 olması düşünülen oran yüzde 1,74 olarak gerçekleşmiş ve 2023’te yüzde 1,63 olacağı ve sonraki yıl yüzde 2’ye çıkacağı öngörülmüştür.
Savunma sanayiinde yerlilik oranı olarak 2022 için yüzde 73 (tahmin) ve yüzde 76 (gerçekleşme) olarak verilmiştir. Sonraki takip eden yıllar için sırasıyla yüzde olarak 77,79 ve 81oranları verilmiştir.
Genel Güvenlik Hizmetlerine 175,5 milyar TL (%3,9);
Demiryolu İnşaatı ve İşletme İşleri ve Hizmetlerine 96 milyar (%2,1) ve Karayolları için 62,5 milyar (%1,4) ayrılmıştır.
Bir de bütçe ödeneklerinin programlara göre dağılımı verilmiş:
Burada 67 program ile program dışı giderler yer alıyor. Yukarıda yapılan sınıflandırma ile benzer kalemler burada da yer alıyor. Bazılarında çelişkili gibi duran sayılar olmakla birlikte sonuç, giderlerin toplamına aşağı yukarı denk geliyor.
Yukarıda sıralanan Sosyal Güvenlik ve Sosyal Yardım Hizmetleri, Savunma Hizmetleri, Genel Güvenlik Hizmetleri vb. kalemler burada da yer alıyor; bunları geçiyoruz.
Biz aşağıda, bütçe ödeneklerinin fonksiyonel dağılımıyla ilgili yukarıda yer verdiğimiz sınıflandırmada ayrı programlar olarak veri sunulmayan önemli kalemlere değinelim.
– Ar-Ge ve Yenilik programları için 18,6 milyar TL ayrılmış (sayılar burada ve daha önceki bölümlerde tarafımızdan yuvarlatılmıştır). Burada bu tutarın sadece bütçeden ayrılan kısım olduğu açık olmalıdır. Türkiye’de yapılması öngörülen Ar-Ge harcamalarının tümü değildir. Daha aşağıda başka bir bölümde Ar-Ge harcamasının GSYH’ye oranının 2022 yılında yüzde 1,51 olarak planlanmasına karşın gerçekleşme tahmini yüzde 1,32 olarak belirtiliyor. 2023 hedefinin yüzde 1,5 ve 2025 hedefinin yüzde 1,88 olacağı öngörülmüştür. 2023 yılı için 22 trilyonluk GSYH’de bu 330 milyar TL’lik bir harcama anlamına geliyor.
Gelişmiş ve görece daha hızlı gelişen ülkelerle kıyaslandığında bu tutar hem mutlak olarak hem de GSYH’lerle oranına bakıldığında düşük gözüküyor. Buna karşın yine dokümanda yer verilen veriler, son yıllarda bu açıdan önemli yol kat edildiğini de gösteriyor.
TÜBİTAK’tan alınan verilere göre tam zamanlı eşdeğer (TZE) cinsinden Ar-Ge personeli sayısı 261.800’ü (2022 gerçekleşme tahmini) bulmuştur. Sonraki yıllar için hedef sırasıyla şöyle verilmiştir: 300.000 (2023), 343.800 (2024), 394.000 (2025).
(Gelişmenin yönünün görülmesi açısından; Bloomberg’in 28 Kasım 2019’da yaptığı derlemeye göre TZE cinsinden personel sayısı 2009’da 73.521 kişi, 2016’da 136.953 kişi idi. Aynı yerde toplam Ar-Ge personeli sayısının TZE personel sayısından yüzde 70-80 kadar fazla olduğu görülüyor. Ar-Ge harcama tutarı 2009 için 8,1 milyar, 2016 yılı için 24,6 milyar TL olarak verilmiştir).
Türkiye kaynaklı bilimsel yayın sayısı 53.000’dir (2022 gerçekleşme tahmini). Devam eden yıllar için hedef şöyle: 58.000 (2023), 63.000 (2024), 69.000 (2025) (Uluslararası kabul görmüş WoS-InCites veri tabanlarında yer alan ve makale ve derleme türündeki Türkiye adresleri yayın sayısıdır). (Yine gelişmenin yönünün görülmesi açısından, ISI Web of Science veri tabanına göre SCI kapsamındaki dergilerde bir yılda yayımlanan makale sayısına göre Türkiye’nin 2005 yılında 17.188 yayınla dünyada 19. sırada yer aldığını belirtelim).
Burada tüm bu araştırma geliştirme çalışmalarının, bunlar için yapılan harcamaların, bu sistemde, sistemin efendisi burjuvazinin sınıf çıkarı tarafından dikte edildiğini vurgulamadan geçmeyelim.
Aşağıda ve daha yukarıda sıralanan tüm kalemler için aynı şey geçerlidir.
Ar-Ge vb. alanda yapılan gayretlerin, daha sonraki bölümlerde yer verilen, “Sınai Mülkiyet Hakları” konusuna yansıması ile somutlaştığı görülüyor. Yerli patent başvurularında Türkiye’nin dünya sıralamasındaki yeri 2022 yılı için 11.’lik olarak programlanmış ve öngörülmüş iken 13.’lükte kalmış ve bunun 2023 yılı için 10. sıra olması öngörülmüştür.
Yerli patent başvurularının ise toplam patent başvuruları içerisindeki payı yüzde 50’dir ve bunun 2023’te yüzde 53’e yükseltilmesi öngörülmüştür.
Yine burada “Sanayinin Geliştirilmesi, Üretim Ve Yatırımların Desteklenmesi” başlığı altındaki verilere bakmak, Ar-Ge’nin bu alana nasıl yansıdığı açısından fikir verebilir:
İmalat sanayii ihracatı (milyar dolar) 2022 için 218 milyar dolar olarak öngörülmesine karşın 239,5 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir ve 2023 yılında bunun 250 milyar dolara yükselmesi beklenmektedir.
İmalat sanayinin gayrisafi yurtiçi hâsıla içindeki payı ise 2022 yılında yüzde 21,5 olarak öngörülmüş, ama bu yüzde 24,84 olarak gerçekleşmiş, 2023’te yine yakın oranda (24,1) gerçekleşeceği öngörülmektedir.
Orta-yüksek teknolojili sanayilerin imalat sanayii ihracatındaki payı daha yüksek (yüzde 40,8) beklenmesine karşın, bu oran yüzde 33’te kalmıştır. 2023 yılında oranın yüzde 36’ya yükseltilmesi ön görülmektedir.
Yüksek teknolojili sanayilerin imalat sanayii ihracatındaki payı ise yüzde 4,7 olarak beklenmesine karşın yüzde 2,9’da kalmıştır ve 2023’te yüzde 3,5 olması öngörülmektedir.
– Enerji Arz Güvenliği, Verimliliği ve Enerji Piyasası için 406,5 milyar ayrılmıştır. Son yıllarda bu alanlarda bir atılımın söz konusu olduğu, bir enerji merkezi olma yolunda önemli adımların atıldığı bilindiğinde, bütçeden yüzde 9,1 oranında ve en yüksek paylardan birinin ayrılmış olduğu anlaşılır bir durumdur.
– 581,6 milyar TL ile en büyük kaynak, Hazine Varlıklarının ve Yükümlülüklerinin Yönetimi için ayrılmıştır.
– Göç yönetimi için 9,5 milyar TL ödenek ayrılmıştır. Bu ödenek ile son 10 yılda yapıldığı iddia edilen 100 milyar doların uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı görülüyor. Eğitim, sağlık, sosyal yardımlaşma programlarından ufak bir bölümün göçmenlere ayrıldığı söylenebilir. Bunlar hesaba katıldığında bile göç ve göçmenlerle ilgili harcamaların bütçeden çok, başka kaynaklardan karşılandığı görülüyor.
– Hukuk ve adalet için 79,4 milyar TL ayrılmış iken, insan hakları ile ilgili programlar için 212,1 milyon TL ödenek ayrılmıştır. Diğer program ödenekleri ile ilgili sayılar milyar düzeyinde iken, insan hakları söz konusu olduğunda, bu, dikkat çekici biçimde milyon düzeyine iniyor. İnsan haklarına verilen önemin göstergelerinden biridir bu. Yine de bu sayının geçen yıla göre yüzde 107 artış gösterdiği verilerden görülüyor.
Hukuk ve adaletin ne anlama geldiğini, işlevinin ne olduğunu bildiğimiz durumda bu rezil sistemin işlemesi için bu ödeneğe gereksinimi vardır.
– İstihdam ile ilgili programlara 100,4 milyar, Kayıt Dışı Ekonomiyle Mücadeleye 5,2 milyar TL ayrılmıştır. İstihdam ile ilgili programlar, işgücünün verimliliğini arttırmak için alınan önlemlerden tutun, kapitaliste verilen teşviklere kadar bir dizi önlemi kapsar.
– Kadının güçlenmesi programları için 2,1 milyar TL ödenek ayrılmıştır. Kadının güçlenmesinden ne anlaşıldığı ya da bu sistemde ne anlaşılması gerektiği, aşağıda başka bir bölümdeki verilerden anlaşılıyor.
“Kadının Güçlenmesi” başlığı altında şu veriler yer alıyor.
İşveren olarak çalışanlar içindeki kadın oranı (yüzde) 12,5 (2022 planlanan), 13,5 (gerçekleşen), 14,0 (2023 hedefi).
Kendi hesabına çalışanlar içindeki kadın oranı (yüzde) 17,5 (2022 planlanan), 18 (gerçekleşen), 19 (2023 hedefi).
Buradan, burjuvazinin kadının güçlenmesinden anladığı şeyin, onun kendi hesabına çalışacak biri hatta başkalarını sömürecek bir patron durumuna getirilmesi olduğu görülüyor. Kapitalizmde güçlenme başkalarını sömürerek oluyor; malumun ilanı.
Öte yandan işveren olarak çalışanlar içinde kadın oranının oldukça düşük olması, kadın sorununun başka bir yanını ortaya koyuyor.
– Karayolu taşımacılığı ile ilgili programlara 114,2 milyar TL ayrılmıştır. Yukarıda bütçenin fonksiyonel dağılımında belirtilen demiryolları ile ilgili kaynak burada da çok yakın tutarda yer alıyor. Karayolları ile ilgili sayılarda ise büyük sapma söz konusu. Buradaki sayı yüzde 84 oranında daha fazla. Bu veri bize, her ne kadar demiryollarına önem verileceği söylense ve geçmiş döneme göre verilse de, karayolları taşımacılığına daha fazla ağırlık verildiğini gösteriyor. Bilindiği gibi bizde demiryolları ve onunla ilgili üretim yapan işletmeler ağırlıklı olarak devlet işletmeleri niteliğindedir. Öte yandan karayolları için bunun tersi geçerlidir. Otomotiv alanında kişisel taşımacılık olsun toplu taşımacılık olsun tüm araçların üretimi özel sektörde olduğu gibi, karayolları yapımı içinde aynı şey geçerlidir. Kapitalizm açısından binek araçları, toplu taşıma araçları, nakliye araçları ve bunların yedek parça ve aksamları üretiminin artarak sürmesi önemlidir. Ayrıca toplu taşıma ve nakliye araçları işletmesi için sermaye yatıran esnaftan, büyük sermaye sahibine kadar olan kesimin çıkarları göz ardı edilemez.
– Tarımsal destek için bütçeden ayrılan kaynak (geçen yıla göre 37,8’lik artışla) 54 milyar TL oldu. Bu tutar 2023 yılında ulaşılması öngörülen 22 trilyon TL’lik GSYH’nin yüzde 0,24’ü kadar bir oran. Oysa aynı iktidarın 2016 yılında çıkardığı yasaya göre bunun yüzde 1’in altında olmaması gerekiyor. Bunun sağlanamamış olması muhalefetçe eleştiriliyor. Tarım ve Orman Bakanı ise savunmasında, diğer desteklerle bu tutarın ve desteğin çok daha fazla olduğunu, OECD raporunda bile 2022 için Türkiye’de oranın 1,15 olarak verildiğini, bunun OECD ortalamasının (yüzde 0,61) çok üzerinde olduğunu söylüyor.
Programların dağılımına göre yapılan ödenek paylarında ise, kırsal kalkınma için 16,9 milyar, tarım programları için 103,3 milyar, Ormanların ve Doğanın Korunması İle Sürdürülebilir Yönetimi 10,2 milyar (bu sonuncu açısından geçen yıla göre yüzde 76 artış anlamına geliyor) olmak üzere kırsal alana toplam 130,4 milyar TL ayrıldığı görülüyor.
– Sağlık alanındaki programlar için, koruyucu sağlık (84,3 milyar) ve tedavi edici sağlık (220,1 milyar) olarak toplamda 304,4 milyar TL ödenek ayrıldığı görülüyor. Tutar ve bütçeye oran açısından bakıldığında önemli kalemlerden biri budur.
– Eğitim alanındaki programlar için ayrılan ödenekler için de aynı şey geçerlidir. Temel eğitim ve ortaöğretim programları için toplam 375 milyar ayrılmıştır. Bunun 152,7 milyarı (geçen yıla göre yüzde 55 artış) temel eğitim, 79,9 milyarı ise (geçen yıla göre yüzde 73 artış) ortaöğretim programları için ayrılmış olmaktadır. Ayrı bir bölümde belirtildiği üzere ortaöğretimde “14-17 yaş kız çocuklarının okullaşma oranı” hâlâ yüzde 91 oranındadır ve bu oranın 2023’te 94’e ulaştırılması öngörülmektedir.
– Engellilerin toplumsal hayata katılımı ve özel eğitim için programları için ayrılan ödenek 59,4 milyar TL’dir. İstatistik verilere göre engelli sayısının 4,9 milyon olduğunu burada belirtelim.
– Yoksullukla mücadele ve sosyal yardımlaşma programlarına 136,6 milyar TL (geçen yıla göre yüzde 70 artış anlamına geliyor bu sayı) ayrılmıştır. Aşağıda ayrı bölümde “Yoksullukla Mücadele Ve Sosyal Yardımlaşma” başlığı altında “Sosyal yardım harcamalarının GSYH içindeki payı” olarak 2022 yılı için yüzde 1,36 ve 2023 için yüzde 1,37 oranı verilmiştir. Eğer bu geçerli olacak ise tutarın 300 milyarı aşması gerekir. Programlar dışında ayrı harcamaların olması gerekir.
– Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ile ilgili programlar için ayrılan tutar 400,4 milyar TL’dir.
Yine dokümanın daha sonraki bölümlerinde “Dış Politika” başlığı altında Türkiye’nin yaptığı kalkınma ve insani yardımların yıllık tutarının milyar dolar olarak 8,25 (2022 planlanan) 7,6 (gerçekleşme tahmini) 7,6 (2023) olarak verildiği görülüyor.
“Uluslararası Kalkınma İşbirliği” başlığı altında “Ekonomik ve sosyal altyapılar / hizmetler ve kültürel işbirliği alanlarındaki proje sayısı” olarak 2022 yılı için 1.541 ve 2023 için 1.670 sayısı veriliyor.
“Resmi kalkınma yardımlarının gayri safi milli hasılaya oranı (RKY/GSMH)” yüzde 0,7 olarak gerçekleştiği ve bu oranın sürdürüleceği görülüyor. Bu oran BM tarafından, resmi kalkınma yardımı yapan ülkelere hedef olarak konmuştur ve Türkiye bu oranı tutturarak en fazla resmi kalkınma yardımı yapan ülkeler arasında yer almıştır.
Yukarıda somut verilerini aktardığımız ve parlamentoda yürütülen ateşli tartışmalar ertesi yasalaşan 2023 bütçesinin ömrünün ne kadar olacağı tabii şimdi artık mayıs ayı içinde yapılacağı belli olan 2023 seçimlerinin sonucuna bağlı.
Bu bütçenin AKP’nin ve Cumhur İttifakı’nın ilan ettiği “Türkiye Yüzyılı”nın ilk bütçesi mi; yoksa 21 yıllık AKP/Erdoğan iktidarının son bütçesi mi olduğunu yapılacak seçimde göreceğiz.
Sonuç ne olursa olsun, burjuvazinin bu bütçesinin ve onun üzerine yürütülen tartışmaların da işçi sınıfı ve emekçi yığınlar açısından tek önemi burjuvazinin değişik kesimlerinin siyasi temsilcilerinin neyi nasıl yapmak istediklerini bilmek, sorgulamakla sınırlı.
İşçi sınıfına ve emekçilere burjuvazinin devlet bütçeleri değil, kendi iktidarları gerekli.
Yalnızca işçilerin emekçilerin kendi devletinin bütçeleri, onların yaşam şartlarını doğayı tahrip etmeksizin sürekli düzeltmeyi çıkış noktası alan bütçeler olabilir ve er geç olacaktır.
Ocak 2023