2025 yılı bütçe tasarısı hükümet tarafından hazırlandı ve usul gereği TBMM’nin onayına sunuldu. Öncekilerde olduğu gibi bu bütçe üzerinde de cansiperane ve bir o kadar da canhıraş tartışmalara hep birlikte tanık olduk. Siyasi iktidar ve muhalefet vatan ve millet uğruna elinden geleni ardına koymadı. Bu uğurda şimdiye kadarki bütün bütçe tartışmalarında olduğu gibi, şiddet uygulamalarına dek varacak bir dalaş sahnelendi.
İktidarların sunduğu bütçe tasarısıdır ve bu tasarı parlamentoda tartışılacaktır, demokrasicilik oyunu da bunu gerektirir. Ancak beklendiği üzere meclis çoğunluğu elinde olan iktidar bunu tasarladığı gibi yasalaştırır. Nitekim her zaman olduğu gibi bu kez de böyle oldu.
Taraflar arasındaki dalaşın nedeni, iddia ettikleri gibi, kimin halkın çıkarlarını en iyi biçimde savunduğu konusu değildir. Dalaşın ardında bir tarafın iktidarı yitirmemek, diğer tarafın siyasi iktidarı ele geçirmek için gerekli oy oranına ulaşabilme, sahip olma kaygısı yatmaktadır. Çünkü siyasi iktidar sonuçta, bunu ele geçiren taraflar açısından hem parti örgütüne hem de temsil ettiği burjuva kesimine büyük bir çıkar sağlama aracıdır.
Hükümetin bütçe sunumunda Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanlar kendi bütçeleriyle ilgili sunumlarda bulundular. Hemen her sunumda, ilgili bakan araya mutlaka muhalefet eleştirisi sıkıştırdı ve konu başka alanlara kaydı. Muhalif sözcüler ise hem bütçe üzerinde görüşlerini ortaya koydu, hem iktidar kanadından yapılan sataşmalara yanıt verdi, hem de konuyu birçok hâlde o bakanlığın bütçesi ile ilgisi olmayan konulara götürdü. Tartışmalar böylece büyüdü ve sertleşti.
Kayıkçı kavgaları
Tartışmaların geniş halk yığınlarının öz çıkarıyla hiçbir ilgisi yoktu. Halkın çıkarı ile ilgili gibi gözüken örneğin asgari ücret tartışmasının, işçinin emeği ile yarattığı değerden insanca yaşayacak bir pay almasını sağlayacak büyüklükte ücret ile bir ilgisi var mıdır? Vardır, ama bu, ancak şöyle bir ilgidir: Üzerinde tartışılan ve pazarlığı yapılan ücret, patronun işçinin emeğinin bir bölümüne artı-değer olarak el koyduktan sonra işgücünün karşılığı olarak kalan miktarın ne kadar olacağı ile ilgilidir. İktidarın 21-23 bin aralığında bir asgari ücreti yeterli görmesine karşın, ana muhalefet 30 bin TL’den söz etti. Yani tartışma tespit edilecek ücretin açlık sınırının neresinde, biraz altında mı yoksa biraz üstünde mi, yoksulluk sınırının ise ne kadar altında olması ile ilgilidir.
İktidar “halkımızı enflasyon altında ezdirmeyeceğiz” söylemi ile hareket ederken, ana muhalefetin iddiası “aslında biz ezdirmeyeceğiz” gibi bir söylemden öteye geçmiyor. Enflasyonu düşürme derdinde olan hükümet, “yüksek” zammın enflasyonu azdıracağını söylüyor.
Oysa kapitalist sistemde enflasyon mekanizmasının esas işlevi zaten başta işçi sınıfı olmak üzere geniş halk kesimlerinden çalıp, toplumun üst kesimlerine aktarım yapmaktan başkası değildir. Enflasyon olgusu doğrudan sistemle ilgilidir ve siyasi iktidarların uyguladığı ekonomi politikaları ile sıkı ilişki içindedir.
Egemen sınıf temsilcileri zaman zaman –özellikle seçim dönemlerinde– enflasyonun halkın sırtına büyük bir yük getirdiğini kabul edip buna uygun söylemlerde bulunur. Geçmişte enflasyonun halkın cebinden para çalmak olduğunu söyleyenler bile oldu. Ama enflasyon sanki olağan ve doğal bir şeymiş gibi ya da salt siyasi iktidarın yanlışlarına bağlı imiş gibi yürütülmektedir tartışma. Şimdi de hemen tüm tartışmalı konularda olduğu gibi enflasyon olgusunun kapitalist sistemle hiçbir ilgisi yokmuş gibi yürütülüyor tartışma. Ama bu sistem böyle kaldığı, var olmaya devam ettiği müddetçe enflasyon olgusu kaçınılmaz olarak sürecektir. Konjonktüre göre oranlar değişmektedir sadece.
Kapitalist sistemde enflasyonun esas yükü düşük ücretliler başta olmak üzere tüm dar gelirlilerin sırtına yüklenir. Son yıllarda yaşananlar da bu gerçeği onaylar. Sendikaların hesaplamalarında asgari ücretlinin son birkaç yıl içindeki kaybı açık seçik konuyor. Dört kişilik ailenin açlık sınırı zaten 21 bin TL. civarında olarak veriliyor. Bunun üzerinde bir asgari ücret açlık sınırı üzerine çıktıktan sonra birkaç ay içinde eriyip gidecek ve yine açlık sınırı altına düşecektir. Merkez Bankası 2025 yılı enflasyon tahminini ikide bir yukarı yönlü revize etmektedir. Yılsonu için enflasyon tahmini en son yüzde 14’ten 21’e revize edilmiş durumda ve bunun yukarı yönlü olarak devam etmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Üstelik bu enflasyon oranı resmi verilere göre açıklanan tüm ekonomi enflasyonu rakamıdır. Halkın, işçi sınıfının, emekçi kesimlerin, yoksulların enflasyonu her zaman bu genel enflasyonun çok üzerindedir.
Dolayısıyla bu ve buna benzer tüm tartışmalar, burjuva düzenin değişmeyen temelleri üzerinde yapılır ve iktidar ile burjuva muhalefetin kapışması bu temel üzerinde siyasi iktidarın ele geçirilip bunun nimetlerinden yararlanma uğraşından başka bir şey değildir.
Bütçe sorununa yaklaşımda mihenk taşı ne olmalıdır?
Yaklaşımda belirleyici olan bütçenin sınıf karakterini vurgulamak ve incelemeyi bu temele oturtmaktır. Bu, soruna proletaryanın çıkarları temelinde yaklaşanlarla, böyle yaklaştığını sanan, iddia eden her tür burjuva muhalefet ve küçük burjuva reformist unsurlar arasındaki farkı gösteren bir mihenk taşıdır.
Kapitalist sistemde yapılan bütçeler, egemen sınıf olan burjuvazinin sınıf bütçesidir. Bu böylece açık seçik konmalıdır.
Ne anlama geliyor bu sınıf bütçesi?
Bu, bütçenin gelir kaynaklarının dolaylı ve dolaysız olarak işçi sınıfı emeğinin yarattığı değerler tarafından karşılandığı anlamına, buna karşılık giderler tarafının ise öncelikle burjuva sisteminin sürmesi için yapılacak harcamalardan oluşması anlamına gelir. Bu yolla işçi sınıfı, onu sömüren burjuvazinin bütçesini, isteği olmadan hatta çoğu durumda farkında olmadan finanse etmiş olur.
Burjuvazinin sınıf bütçesinin gelir kalemleri esas olarak vergiler ve alınacak borçlardan oluşur. İşçi sınıfı ve tüm ücretliler gelir vergilerini, ücretlerinden kaynağında yapılan kesinti yoluyla ödemiş olurlar. Bu gelir vergileri, toplam gelir vergileri içinde önemli oranda bir yer tutar. Burjuvazinin değişik katmanları da farklı vergi kategorilerinde –gelir ve kurumlar vergisi olarak– vergilendirilir ve bunlar da bütçeye gelir kaydedilir. Ama bunların kazançlarına da işçi sınıfının emeğinin yarattığı artı-değer kaynaklık eder.
Bütçenin önemli gelir kaynağı olan dolaylı vergiler ve borçlar için de aynı şey geçerlidir. İşçi sınıfı tüketici olarak yaptığı harcamalar yoluyla, ürün fiyatları içine yansıtılmış olan –KDV, ÖTV gibi– vergileri zorunlu olarak ödemiş olur. Toplumun üst kesimleri de bu vergileri öder ama yukarıda dediğimiz gibi bunlar işçi sınıfının artı-değer olarak gasp edilmiş emeğinden yapmış olurlar bu ödemeleri.
Bütçenin gelir kaynakları nerelere harcanır? Esas olarak burjuvazinin devlet örgütlenmesinin gerektirdiği çeşitli yapı ve kurumların işlerliği için gider bu kaynaklar. Bunun dışında örneğin yatırım harcamaları, alınan borçlar için yapılacak faiz ödemeleri vb. giderler söz konusudur. Bu faiz giderleri de borç veren yerli ve yabancı burjuvazi, uluslararası finans kuruluşları vs. için iyi bir gelir kaynağı olmaktadır.
Halk için ayrılmış gibi gösterilen tüm harcama kalemleri aslında burjuva düzenin sürmesi için gerekli olan harcamalardır. Örneğin devlet yönetimi için kaçınılmaz olan bürokratik kurumların işlevlerini yerine getirmesi amacıyla geniş bir memurlar ordusu için harcamalar yapmak zorunluluğu vardır. İstihdamı arttırmak amacıyla bu memurlar ordusunun kadroları sürekli olarak şişirilir. Bu yapı, burjuvazinin düzeninin sürmesi için bir zorunluluktur ama burada oluşturulan istihdam, sanki burada çalışan milyonlarca insana bir kıyak yapılıyormuş algısı oluşturularak yapılır.
T.C. Anayasa’sında yazılana göre “sosyal bir devlet”tir ya, yaşam düzeyleri sürünme derekesine düşürülmüş yoksul yığınlara değişik mekanizmalarla yardımlar yapılır. Son yıllarda yardım alan aile sayısı artmıştır ve hükümet bunda övünülecek bir yan bile bulabilmektedir. Bütçenin belli bir bölümü bu iş için ayrılmıştır, ama bunun ardında yatan neden sosyallik değil, sistemi olabildiğince sorunsuz sürdürme kaygısıdır. Çünkü yaşamlarının çekilmez duruma getirildiği yığınların nasıl davranacağı, ne gibi tepki vereceği hiç belli olmaz.
Ya da örneğin burjuvazinin kendi çıkarları gereği güçlü bir orduya, askeri donanıma ihtiyacı vardır ve buna ciddi bir kaynak ayrılacaktır. Bu yapılırken, sanki ordu tüm sınıf ve tabakaların ordusuymuş gibi bir algı yaratılır. Buna göre ordu, her yurttaşın güvenliğini sağlayacak, çıkarlarını savunacaktır. Vatanı savunacaktır ordu, üzerinde yaşayan tüm insanların ortak vatanını. Oluşturulan böyle bir algı ile gerçeklerin üstü örtülür. Nedir bu gerçek? Bu vatan üzerinde yaşayan insanların görece az bölümü ülke kaynaklarının neredeyse tümüne sahipken, işçiler ve yoksul emekçilerden oluşan çoğunluk bir sömürü nesnesi olmaktan öteye geçmez. Vatanı savunmak demek mal, mülk sahibi sınıfların çıkarlarını savunmaktan başkası değildir. Buna karşın bu ordu için bütçelerde her yıl milyarlarca TL.’lik kaynak, işçi sınıfı ve yoksul emekçilerin sırtından sağlanır. Güvenlik güçleri ile koruması yapılan, güvenliği sağlanan esas olarak burjuvazinin malı-mülkü, çıkarları ve bununla ilintili olarak sömürü düzeninin sürmesi için ihtiyacı olan işgücüdür. İşçi sınıfı ve yoksul emekçiler, çoğunlukla farkında bile olmaksızın sınıf düşmanlarının güvenliğini de temin etmiş olur; sınıf bütçesi ile böyle bir mekanizma oluşturulmuştur.
Reformistler bütçe sorununa nasıl yaklaşıyor?
Bunların bu konudaki genel yaklaşımı, süregelen kapitalist sistemde bütçe gelir ve gider kalemlerinde yapılacak değişikliklerle toplumun alt sınıf ve katmanlarının durumunun iyileştirilebileceğini savlamak biçimindedir. İşçi ve yoksul emekçilerin durumu bir nebze –ki bunun sınırının ne olduğu da belli değildir– iyileştirilirse sanki sorun kalmayacaktır.
Bütçeye eleştiri getirirler ama onun sınıf karakterine değinmeden yaparlar bunu. Eleştirileri kapitalist düzene değil bütçeyi hazırlayan siyasi iktidara yöneliktir. Anlayışlarına göre halka bu denli düşman olan ve bütçeye de bunu yansıtmış olan siyasi iktidar gidip, yerine yine kendi anlayışlarına göre daha demokratik, “halkçı” bir iktidar gelirse her şey yoluna girecektir. Karşı oldukları bir sistemden söz ederler ama bu bir bütün olarak kapitalist sistem değil, siyasi iktidarın esas olarak kendisi ve yandaşları için oluşturduğu sömürü sistemidir.
Bu anlayışla yapılan siyaset, halkı, burjuvazinin başka bir kanadının kuyruğuna takmaktan başka bir işlev göremez. Yürüttükleri siyaset başka kapıya çıkmaz.
Bütçenin gider kalemlerinde borç faizi ödemesi artış mı gösteriyor, bunlar hemen bütçeyi “faiz bütçesi” olarak adlandırırlar. Ya da örneğin güvenlikle ilgili ya da askeri harcamalar artmışsa, bu durumda bütçe, savaş bütçesi oluverir. Sanki tersi olsa, faiz ödemeleri düşüş gösterse ya da askeri harcamalar azalsa, bunlara göre her şey yolundadır ya da yoluna girecektir. Oysa burjuvazinin sisteminde bunlar kaçınılmaz olgulardır ama bunu es geçerler.
Aslında bütçe açığı, daha bütçenin tasarı aşamasında planlanmıştır zaten. Bu, ardında kapitalist sistemin karakter özelliklerinin yattığı bilinçli bir politika tercihidir. Faizin yükselip düşmesi, kapitalizmin o an içinde bulunduğu konjonktüre bağlıdır ve askeri harcamalarda aşağı, yukarı oynamalar ise burjuvazinin gereksinimlerince belirlenir.
Küçük burjuva reformist siyasete iki örnek vermek istiyoruz burada.
Biri “Evrensel” gazetesinde 24 Ekim-7 Kasım tarihleri arasında yayımlanan Erkan Aydoğanoğlu imzalı 3 bölümlük yazı dizisidir. Diğeri TİP Milletvekili Sera Kadıgil’in sosyal medya aracılığıyla da kamuoyuna yansıtılan basın toplantısındaki açıklamalarıdır.
Her ikisinin de eleştiri oklarını başta Erdoğan olmak üzere onun hükümetine yönelttiğini görüyoruz. Hedef bu durumda olabildiğince daraltılmış durumdadır. Onlara göre her şey “tek adam rejimi”nden kaynaklanmaktadır. Bir kişi / Erdoğan her şeye karar verir durumdadır ve parlamento onayı gerektiğinde AKP milletvekilleri sadece el kaldırıp indirmek işlevini görmektedir. Onlara göre sanki tek kişi / Erdoğan / iktidarı olmazsa çok şey yoluna girecektir. Sanki 6 yıl ve daha öncesinde her şey yoksul yığınlar açısından daha iyi imiş gibi.
Geçmişi unutur durumda ve sanki bellek kaybına uğramış biçimde eleştirilerini işin özüne / kapitalist sisteme dokunmadan ve verileri tek kişi iktidarına karşı olmak adına kendi kafalarına göre tek yanlı yorumlayarak yaparlar ve sıklıkla gerçeklerden koparlar.
Örnek I
Aydoğanoğlu’na göre; “Türkiye ekonomisinin tamamen sıcak paraya ve borçlanmaya dayalı yapısının bugün geldiği nokta herkesin malumu. Şöyle ki, resmi olarak tek adam rejimine resmi olarak geçilen 2018’de 1 trilyon 180 milyar lira olan toplam kamu borcu, sadece son altı yıl içinde 7 kattan fazla artarak, 30 Eylül 2024 itibarıyla, 8 trilyon 650 milyar liraya çıkmış. Sadece son altı yıl içinde yaşananlar, ekonominin büyük bir çöküş içinde olduğunu gösteriyor”.
Gördünüz mü tek adam rejimini, kamu borcunu 6 yıl içinde 7 kattan fazla arttırmış; tek adam rejimi olmasaydı böyle olmayacaktı!? Kafa böyle çalışıyor işte. Artışın reel mi olduğu, artışta enflasyonun payının olup olmadığı es geçilmektedir. Kamu borcuna örneğin her iki dönemdeki dolar kuru üzerinden baktığınızda (TL.’nin ABD doları karşısındaki değer kaybı dönem içinde en az 7,5 kattır) pek bir şey değişmediğini görürsünüz. Kamu borcunun GSMH’ye oranına göre bakıldığında ise artma değil, azalma olduğu görülür. Ama “Evrensel” deki yazı meseleye böyle objektif bakmaz, bakamaz, çünkü kapitalist sistem bir bütün olarak karşıya alınıp savaşım ona karşı yönlendirilmediği, sistem sınırları içinde davranıldığı ve hedef olarak salt tek adam rejimi alındığı durumda ancak böylesi bir savaşım yürütülebilir. Aynı kafayla ama bu defa tersten bakarak aynı süre içinde örneğin asgari ücretin 10 kattan fazla (1.603 TL.’den 17.002 TL.’ye) arttığı, bunun güzel bir iş olduğu söylenebilir ki karşı oldukları tek adam rejiminin söylemleri de bu merkezdedir. Ve tartışma böyle bir temelde, yoksul yığınların gerçek çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan biçimde sürüyor.
“Ekonominin büyük bir çöküş içinde olduğu” teranesini burjuva muhalif çevrelerden yıllardan beri duyuyoruz; ha çöktü ha çökecek. Yazarın “ekonominin… çöküş içinde olduğu” biçiminde hayıflanmasından, onun derdinin aslında, kapitalist sistemin daha düzgün işlemesi olduğu görülüyor. Tek adam rejimi sona erip, muhalif burjuva kesim siyasi iktidarı ele geçirirse “çöküş” sona erecektir.
Gerçekte ne olduğunu yaşayarak görüyoruz. Veriler ekonominin çöküş içinde olmasından çok görece bir düzelme olduğunu gösteriyor: Ülke notu, kredi değerlendirme kuruluşları tarafından birkaç kez yükseltildi. CDS (ülke risk primi) düşüş gösteriyor. GSMH ve dış ticaret verilerinde yükselme olduğu görülüyor. Bunlara bakıldığında çöküşten çok, görece bunalımın arttığı bir dönemden çıkış olduğu görülüyor. Kapitalizmde işler zaten böyle yürür; düzenli ve sürekli bir yükselişin olduğu hangi kapitalist ülkede görülmüştür? İleri geri hareketlerin olması, devrevî ekonomik krizler yanında konjonktürel gel gitler vb. bu sistem için kaçınılmazdır. Ama muhalefet yapılacaktır ya, bu gerçekler istenildiği gibi eğilip bükülebilir. Bir de madem her şey yolunda o zaman halk neden sürünüyor diye sorarlar. Yanıt kolay: Çünkü sistem kapitalizm! Kapitalist sistemde “her şey yolunda” ise, bu, burjuvazi için her şey yolunda anlamına gelir.
Bu tarz bir muhalefet, bugünün iktidarı ile muhalefeti yer değiştirse yer değiştirmiş olarak, bu defa eskinin iktidarı tarafından devam ettirilir; her tür burjuvanın yürüttüğü siyaset tarzıdır bu. Oysa kapitalist sistemde ekonomi, bu sistemin kuralları çerçevesinde sürüp gitmektedir. Bunalımlar, ekonomide ileri geri oynamalar bu sistemde kaçınılmazdır ve bunun rejimin tek adam veya çok adam rejimi olmasıyla bir ilgisi yoktur.
Kamu borcunun artması, ekonominin çöküş içinde olması vb. doğrudan kapitalist sistemle ilgili olgulardır. Bu olgunun ülkenin güncel somut durumuna ne denli uygun düştüğü tartışmalıdır ama yazar ve aynı kafadaki insanların özlem duydukları sisteme, yani tek adam rejiminin olmadığı, bunlara göre çok daha demokratik olan gelişmiş kapitalist ülkelerdeki duruma bakın. Bunların çok daha iyi bir konumda olmadıklarını görürsünüz. Daha gelişmiş olan kapitalist ülkelerin birçoğunda kamu borç oranı çok daha yüksek seyretmektedir. Kapitalizm koşullarında konjonktüre göre bu oran aşağı-yukarı yönlü dalgalanmalar gösterir zaten.
Yazıya dönelim: “2025 bütçesi, alt sınıflardan üst sınıflara yapılan gelir transferinin somut örneklerini rakamsal verilerle net bir şekilde ortaya koyuyor”. Bu, doğru. Ama kapitalizm koşullarında ve buna bağlı burjuvazinin sınıf bütçesi söz konusu olduğunda başka türlüsü olabilir mi? Bu iş her yıl tüm kapitalist ülke bütçelerinde yapılan olağan bir uygulamadır! Sen ve senin anlayışında olanlar ne bekliyordu?
Yazının devamında bütçe gelir kalemlerinde en büyük payı oluşturan vergi gelirlerindeki paylar belirtilmektedir. Gelir vergisinde “ücretli emekçilerden alınan gelir vergisinin, vergi gelirleri içindeki payı yüzde 19 (2,13 trilyon lira).” Bu şirketlerin ödediği kurumlar vergisinin üzerinde bir orandır (yüzde 15 / 1,64 trilyon lira). “Tüketim üzerinden alınan ve halkın harcamaları üzerinde ciddi bir yük oluşturan katma değer vergisi (KDV) yüzde 32 (3,6 trilyon lira); özel tüketim vergisi (ÖTV) ise yüzde 19 (2,12 trilyon lira). Diğer vergi kalemlerinin oranı yüzde 15 (1,65 trilyon lira)”.
Devamında bütçe açığı nedeniyle “1 trilyon 930 milyar liralık” borçlanma gerekliliği ve “1 trilyon 950 milyar liralık faiz gideri… birlikte düşünüldüğünde, kamusal hizmetlerinde ciddi kaynak daralması anlamına geliyor” deniyor. “Bu durumun eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinden yeterince yararlanamayan emekçiler için ağır sonuçlar doğurması kaçınılmaz” olduğu söyleniyor. Daha ne gibi ağır sonuçlar doğuracak belli değil; hizmetlerden “yeterince yaralanamayanlar” hiç mi yararlanamayacak artık?
Yazının 2. bölümünde “Türkiye’de yıllardır vergi yükünün büyük bölümünü yoksul halk, emekçiler sırtlıyor. Kamu gelirleri içinde önemli bir yer tutan vergi gelirlerinin ana kaynağı 2025’te yine ücretli emekçiler olacak” gibi bir tespit yapılıyor. Doğru ama bir eklemeyle; “ana kaynak” gibi görülmeyen diğer vergi gelirlerinin de kaynağı işçi sınıfının ödenmeyen emeğidir.
Bu “yıllardır” sözcüğünün hangi anlamda kullanıldığı önemlidir. Kaç yıldır örneğin? Türk tipi başkanlık sistemine geçilmeden önceki “Parlamenter sistem” süresince böyle bir şey yok muydu? Son yıllarda mı oluyor bu iş? Yazarın anlayışına göre, AKP’nin iktidar olduğu son 20 küsur yılın kastedildiğinden emin olabilirsiniz! Zira sistem kapitalist kaldığı koşullarda başka türlüsünün de olabileceği anlayışının yazıda egemen olduğu açıkça görülüyor.
Bir bütün olarak kapitalizmin değil sadece AKP iktidarının hedeflendiği yazarın şu yazdıklarından da görülüyor: “2002 yılında, merkezi yönetim bütçesinden genel kamu hizmetlerine ayrılan pay yüzde 42 iken, aradan geçen zaman için merkezi bütçelerden kamu hizmetlerine ayrılan pay yıllar istikrarlı şekilde azaldı ve 2024 itibarıyla yüzde 25,7’ye kadar geriledi. Söz konusu gerilemede kamu hizmetlerinde (özellikle eğitim ve sağlıkta) yaşanan ticarileştirme ve özelleştirme uygulamalarının büyük payı var”. Burada 2002 sonrasının hedefe konduğu gayet açık.
Yazar kendi anlayışına göre gereksiz olan harcamalardan söz ederek, bu harcamalar nedeniyle geniş yoksul kesimlere hizmet götürülmediğini belirtiyor. Ona göre bu “gereksiz” harcamalar yapılmasa, yoksul kesimler için bütçede daha fazla pay ayrılacaktır. Bunun garantisi nerede peki? Bu ayrılan payın, yazıda söz konusu edilen burjuvazi kesiminden başka burjuva kesimine gitmeyeceğinin garantisi var mı? Yok tabii. Kapitalizm koşullarında, başka bir deyişle burjuvazinin egemen olduğu yapıda böyle bir garanti yoktur, tam tersinin gerçekleşeceği yani yine, ama bu defa farklı mekanizmalarla kaynakların burjuvaziye akacağı kesindir!
Yazıya göre “Millî Eğitim Bakanlığına (MEB) 1 trilyon 452 milyar lira ayrılırken, MEB bütçesinin yüzde 80’i personele yapılan zorunlu harcamalara gidecek. Eğitim bütçesinden eğitim yatırımlarına ayrılan pay ise yüzde 9,73 ile 23 yıl öncesinin neredeyse yarısına (yüzde 17,38) gerilemiş”. Sadece MEB’de değil, tüm bakanlıklar için benzer şey geçerlidir aslında, çünkü burjuvazinin sınıf bütçesi giderlerinde ana gider kalemini, zaten, sistemin işleyişi açısından gereksinim duyulan dev memurlar ordusuna ayrılan pay oluşturur. Bundan geri kalanlarla bakanlık işleri yürütülmeye çalışılır. Yazıda yine son 23 yıl içinde, yani AKP iktidarı hedef alınarak eğitim yatırımlarına ayrılan payın yarıya düştüğü konuyor. Yazının anlayışına göre tam tersi yani eğitim yatırımlarında azalma değil de artma olsa, bu, halkın çok yararına olacak. Oysa burjuvazinin sisteminde tüm alanlarda olduğu gibi eğitim alanındaki yatırımın oranı, tutarı vb. sistemin çıkarlarınca dikte edilir. Burjuvazinin gereksinimleri doğrultusunda bu oran azalır veya çoğalır. Tabii bu ayrılan bütçeden toplumun her kesiminin aynı koşullarda ve eşit olarak yararlandığı söylenemez. Sistemin süreğenliği için işgücüne gereksinim olduğu açıktır. Ve tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi ülkelerimizde de bu işgücünün ana gövdesini işçi çocukları oluşturacaktır. Bunların eğitimi ise kapitalistlerin üretimlerinin teknoloji düzeyine bağlı olarak gereksinim duydukları düzeyce belirlenir. Ayrıca eğitim sistemine daha çok pay ayrılmasında yoksul emekçilerin çocuklarının yararlanacağı nereden çıktı? Bakın bakalım gelişmiş kapitalist ülkelere, yükseköğrenime ulaşabilen işçi çocuklarının oranı ne? Bu oran yüzde 5’i geçmez. Burjuvazinin egemen olduğu sistemde, her alanda burjuvazinin çıkarları belirleyici olduğu gibi, eğitim alanında da amaç, burjuva sistemin geleceği için uygun insanlar yetiştirmekten ibarettir.
Yazıda eğitim sisteminde olduğu gibi sağlık sektöründe de özel sektör yatırımlarına ağırlık verilmiş olması eleştiriliyor: “MEB bütçesi, eğitimde yaşanan yoğun ticarileşme sürecinin 2025’te artarak devam edeceğini, velilerin cebinden yapacağı eğitim harcamalarının artacağının habercisi”. “2025 yılında sağlık alanında özel sektör yatırımları (572 milyar 391 milyon) kamu yatırımlarından (146 milyar 191 milyon) 3,91 kat daha fazla olacak. Tek başına bu veri bile sağlıkta yaşanan özelleştirmenin boyutlarını görmek için yeterli. 2025 sağlık bütçesine bakıldığında Sağlık Bakanlığı için 2025 yılında toplam 1 trilyon 20 milyar 317 milyon lira bütçe belirlenmiş”.
Velilerin cebinden harcamaların özelleştirme nedeniyle artmasının, aslında, işçi sınıfı ve yoksul emekçilerle bir ilgisi olduğu söylenemez. Onlar zaten paralı eğitim ve paralı sağlık hizmetlerinden yararlanmaktan oldukça uzaklar. Sorun daha çok burjuvazinin değişik katmanlarını ilgilendiriyor. Orta kesimin bir bölümünün zorlandığı görülüyor. Ama bu da beklenir bir gelişme; kapitalizmde toplumun her kesimi hoşnut edilecek diye bir kural yok.
Öte yandan burjuvazinin bütünü açısından bakıldığında hemen her alanda olduğu gibi eğitim ve sağlık alanındaki hizmetin özel sektör veya kamu sektörü tarafından verilmesinin belirleyici bir yanı bulunmuyor. Burjuvaziye göre kendi sınıf çıkarına uygun bir hizmet üretilsin yeter. Burjuvazinin bizzat bu sektörlerde faaliyet gösteren bölümü için ama yatırımların özel sektör eliyle yapılması ve özelleştirme önem arz ediyor. Ve burada burjuva hükümetlerin uyguladığı siyaset önem kazanıyor. Ama bu yazının anladığı gibi şöyle bir şey değil: Yazının anlayışı şöyle: Özel sektör yaparsa burada kapitalizmin yasaları geçerlidir, kamu sektöründe ise halkın çıkarları daha iyi korunur. Bu tamamıyla yanlış, gerçeklerle ilgisi olmayan, kamu sektörü deyince onda halkçı bir şeyler gören anlayıştır. Oysa sistem kapitalizm olduğunda sistemin kamu sektörü denilen bölümünde de kapitalizmin yasaları işler; arada yalnızca bazı farklar bulunur. Bu iki sektörde –eğitim ve sağlık– kamu işletmelerinde süregelen uygulamalara bakın örneğin. Tam bir “parayı veren düdüğü çalar!” sistemi egemendir. Her iki durumda, yani işletmenin özel veya kamu olmasına bağlı olarak nemalanan kesimler farklıdır sadece.
“2025 yılında savunma ve güvenlik harcamalarına ayrılan bütçe 1 trilyon 608 milyar lira ile tüm zamanların en yüksek rakamına ulaşıyor” diyor yazar. Alın size bir “savaş bütçesi”. Çünkü söz konusu olan, “tüm zamanların en yüksek rakamına” ulaşmış savunma ve güvenlik bütçesidir. Burada yine harcama tutarını “en yüksek” göstermek için enflasyon olgusu es geçiliyor. Sabit fiyatlarla ya da örneğin dolar kuruna endekslenerek bakıldığında, harcamanın 2024 yılındaki bütçe kaleminden daha yüksek olmadığı görülüyor. Abartı için olmadık yöntemlere başvurmaya gerek yok, çünkü bu da önemli yükseklikte bir bütçedir. Mesele böyle yüksek “savunma” harcamalarının ardında yatan gerçekleri ortaya koyup, buna karşı geniş halk yığınlarının dikkatini buna yöneltmek ve onları esas düşmanlarına karşı savaşıma hazırlamak olmalıdır. Nedir harcamaların ardında yatan gerçek? Bu gerçek, burjuvazinin kapitalizmin olgunlaşmasına bağlı olarak giderek daha yayılmacı bir çizgide hareket etme zorunluluğunda olması ve bunun için kaçınılmaz gereksinimlerden biri ve belki en önemlisi olan askeri yapının her açıdan güçlendirilmesidir. Bunu yaparken, burjuvazi, her alandaki gücünü kullanarak, geniş yığınları peşine takmayı da ihmal etmez.
Meselenin özü ve can alıcı noktası bu iken yazar işi “2025 bütçesinde kamu hizmetlerine ve kamu yatırımlara bütçeden ayrılan payın azalması, halkın sırtındaki vergi yükü ve cepten yapacağı özel harcamaların belirgin şekilde artacak olması 2025 bütçesinin gerçekte kimin için hazırlandığını açıkça gösteriyor” biçiminde bırakır. Yani diğer bütçe kalemlerinde olduğu gibi burada da tasarrufa gidilmeli, özel sektöre daha az kıyak yapılarak bu yolla elde edilen tasarruf ile toplumun alt kesimlerine daha çok hizmet götürülmeli, onların refah düzeyleri elden geldiğince düzeltilmelidir. Bunun yapılmadığı durumda bütçenin “kimin için hazırlandığı” bellidir.
Yazımızın önceki bölümünde ortaya koyduğumuz gibi, kapitalist toplumda yapılan bütçeler egemen sınıf burjuvazinin çıkarlarınca dikte edilir. Başka türlüsü de olmaz. Olur diyenler; yazar ve aynı anlayışla hareket edenler önce kendilerini kandırıyor ve devamında da işçi sınıfı ve yoksul emekçileri.
Yazarın sandığı gibi, kendinin de değindiği bütçedeki gerçekler son 20 küsur yılın –AKP iktidarı döneminin– işi değildir. Kapitalizm tarihi boyunca böyle olmuştur. Bütçeler arasında ülkelerin durumuna göre ve burjuvazinin o dönem için öne çıkan gereksinimlerine göre değişen ama işin özünü ilgilendirmeyen ufak tefek nüans farklılıkları söz konusudur o kadar. Ve bu gerçekler kapitalizm tarihi boyunca, ona karşı her açıdan savaşım yürüten işçi sınıfı önderleri tarafından ortaya konmuştur. Öğrenmek ve o doğrultuda çalışma yürütmek isteyenler için tabii.
Örnek II
TİP Milletvekili Sera Kadıgil’in (2021’e dek CHP’nin “sol” kanadında, sonrasında daha “sol”a kayarak TİP’li olmuş) de paylaşımları benzer doğrultuda aynı anlayışla yapılmıştır. O öncelikle TBMM’de ne denli haksız uygulama gördüğünü vurgulamak gereksinimi duymaktadır. Kendi ifadesiyle milyon üzerinde oy alan bir parti milletvekiline, dermanını anlatacak kadar söz verilmemektedir. TBMM bütçe komisyonunda AKP’ye 200, CHP’ye 170 dakika konuşma hakkı verilmişken, Kadıgil ancak 5 dakika konuşabilmiştir. Yine burası insaflıdır; grubu olan partiler genel kurulda 70’er dakika konuşurlarken, kendi, üç bakanlıkla ilgili bir dakika bile konuşamamıştır. Bu nedenle meramını basın toplantısı ile anlatmak zorunda kalmaktadır.
Dediğine göre, “hoş TBMM’de daha uzun konuşma hakkı olsa ne olacaktır, CHP konuşmaktadır da ne olmaktadır”. Çünkü emir saraydan, ağababalarından gelmekte, AKP milletvekilleri ise emir erleri gibi geleni onaylamaktadır. Böylece milletvekilleri bostan korkuluğu derekesine düşürülmektedir. Kadıgil’in haklı tarafı var kuşkusuz; söz hakkı konusundaki uygulama oldukça haksız gibi görünüyor. Ama o zaman sormadan edemiyoruz: Ne işiniz var böyle bir mecliste?
Sorunun yanıtı belli aslında: Reformist anlayışa sahip insanlar, mecliste temsil edilmeyi değişik alanlarda aynı anlayışla sürdürdükleri uğraşın bir zirve noktası olarak görüp değerlendirir ve seçime katılmayı hiç kaçırmazlar.
Reformizm, konuşması içinde ele aldığı her noktada açıkça görülmektedir. Ele aldığı konularda eleştirdikleriyle kapitalist sistem arasında bir bağ kurmaz ve sistem kapitalist kaldığı koşulda bu eleştirdiği noktaların düzeltilebileceğini savlar. Bunlar sanki tek adam rejimi uygulamaları imiş, kapitalist sistemle bunların bir ilintisi yokmuş gibi davranır. Böyle yapmak zorundadır, çünkü seçimlere katılma, seçilme, parlamentoda yer alma güdülerinin ardında kendi siyasi iktidarında bunların düzeltileceği iddiası yatar.
Kadıgil de yukarıda ele aldığımız yazar gibi aynı alanlarda benzer eleştiriler getirmektedir. Sosyal medyadaki paylaşımlara bakarsanız, değişik bakanlıkların bütçeleri ile ilgili konuşurken öyle eleştiriler getirmektedir ki, örneğin “Sağlık Bakanı Meclisten kaç”mıştır veya AKP’liler çıldırmıştır. Bunlar doğru olabilir ve Kadıgil, hükümetin uygulamaları ile kimlere kıyak yapıldığını kendi anlayışı doğrultusunda teşhir etmiş olabilir de. Bu teşhir yapılamaz, yapılmamalı demiyoruz; tersine, bunlar yapılmalıdır. Ama bu yapılırken, eleştiri okları asıl olması gereken yere yöneltilmelidir; kapitalist sisteme. Ve doğru çözümün nereden geçtiği açık biçimde ortaya konamıyorsa, buna imkân tanınmıyorsa, en azından bu sistemde öz itibariyle başka türlüsünün mümkün olmadığı konmalıdır. Hükümetin yaptığı ve bu denli eleştiri konusu yapılan işler, kapitalizmin bir uygulama biçimidir sadece. Bunun yerine kapitalizmin başka bir uygulama biçiminin konması gerektiği doğrultusunda bilerek veya bilmeden verilen her uğraş, işçi sınıfı ve yoksul emekçilerin sınıfsal çıkarına hizmet etmez. Sistem aynı kaldığı koşullarda, eleştiri konusu yapılan işlerde belli bir düzelme olursa, sanki sömürünün sonu gelecekmiş gibi davranış içinde bulunmak yoksul emekçilerin bilincini karartıp, asıl hedeften saptırılmalarına yol açmaktan başka işe yaramaz.
Kadıgil eleştirilerinin nasıl ve hangi anlayışla yapıyor ona bakalım: Genel olarak özelleştirmelerin karşısındadır. Anlayışına göre devlet / kamu işletmeleri söz konusu olduğunda her şey işçi sınıfı ve yoksul emekçiler açısından daha iyi olacaktır.
Özelleştirmelerle iş öyle bir duruma getirilmiştir ki, örneğin elektrik üretiminin yüzde 83’ü özel sektöre verilmiştir. Bununla kalınmayıp bir dizi teşvik uygulaması da gündemdedir. Parasal teşvikler yanında EPDK (Enerji Piyasası Denetleme Kurumu) aracılığıyla özel sektörün ürettiği elektrik daha önce tespit edilmiş yüksek fiyatlarla alınıp, kamunun ürettiği elektrik de bunun üzerine eklenip, tamamının dağıtımının özel sektörce yapılması sağlanmaktadır. Özel sektör bu yolla nemalandırılmakta iken kamu milyarlarca TL (164 milyardan söz ediyor) görev zararına uğratılmıştır.
Özel hastanelerde de benzer oyunlar oynanmaktadır. Bunların ne olduğunu açıkladıktan sonra Kadıgil çözümün ne olduğunu söylemektedir: Derhâl kamulaştırma. Bununla ilgili TİP olarak mecliste bir önerge de vermiş bulunmaktadırlar. Elektrik üretimi ve dağıtımı gibi diğer başka alanlarda da sunduğu çözüm farklı değildir.
Kamulaştırmanın, sistem kapitalizm olarak kaldığı müddetçe nasıl bir çözüm olacağını, ülkelerimizde örneğin sağlık hizmetleri alanında bu denli özel girişim olmadığı yıllardaki duruma bakın hatta bırakın onu günümüzde devlet hastanelerindeki duruma bakın görürsünüz. Buralarda tüm yurttaşlara eşit davranıldığı nereden çıkıyor. Buralarda “özel” “ayrıcalıklı” insanlara, onların bu durumuna uygun davranıldığını bilmeyen yoktur. Buralarda iyi ilişkilere sahip olan ya da bu ilişkileri sağlayacak düzeyde varlığa sahip olanlara ayrı muamele yapıldığını hemen herkes bilmektedir. Üst düzey doktorundan tutun müstahdemine kadar birçok çalışan, kapitalizmin onlarda oluşturduğu bilinç çerçevesinde hareket ederek hastalardan pay koparmaya bakar. Hatta böylesi uygulamalara özel sermayeli hastanelerde olduğundan daha fazla rastlanır. Bu, salt ülkelerimiz için geçerli bir olgu da değildir, hemen tüm kapitalist ülkelerde benzer uygulamalar, benzer davranış kalıpları mevcuttur.
Gerçekler bunlarla sınırlı değildir. Kamu sektörlü hastanelerde de kullanımı vazgeçilmez olan ve bir bölümü günbegün kullanılıp harcanan araç, gereç, donanım, ilaç vb. bir dizi unsur bulunmaktadır. Bunları sunan bir dizi şirketin büyük çoğunluğu ve belki tamamı özel sermaye şirketleridir. Bunların alımında, kullanımında bir dizi usulsüzlük söz konusudur ve bunların bir bölümü de açığa çıkıp kamuoyuna yansımaktadır. Doktorlar aynı işleve sahip ama ayrı şirketlerce üretilen ilaçları reçete ederken neye göre karar verir? Nereden çıkar elde edecekse ona göre. Bunlar nasıl önlenecektir daha doğrusu her bireyin kendi –olabilen en yüksek– çıkarı doğrultusunda davrandığı kapitalizm koşullarında bunları önlemek mümkün müdür?
Kadıgil ve onunla aynı anlayışta olanların çözümü hazırdır ya da şundan başka çözüm getiremezler: Hastanelerle iş ilişkisi içinde olan özel şirketleri de bu durumda kamulaştırmak gerekir.
Böylece ortaya bunların anlayışlarına göre bir tür “sosyalizm” çıkacaktır. Bu, ama henüz ancak, onların anlayışına göre bir yarı “sosyalizm”dir. Çünkü dikkat edilirse bunların karşı çıkarak eleştirdikleri bir bütün olarak kapitalizm olmamanın yanında, bu siyasi iktidarla doğrudan bağı yok gibi gözüken, bu siyasi iktidarın edimlerinden doğrudan nemalanmış gibi gözükmeyen özel sermayeye karşı pek bir lafları yoktur. Böyle bir siyaset yürütme, onların günlük çıkarlar doğrultusunda kendi kafalarına göre esas darbenin vurulması gerektiğini düşündükleri hedefi küçültme gibi “yüksek siyaset” yapma anlayışlarına uygundur: Tek adam rejiminin yıkılması.
Peki, birtakım kamulaştırmalarla ulaşılmak istenen yarı-“sosyalizm”de devlet iktidarı işin neresinde durmaktadır? Bunların anlayışına göre, o, boşlukta soyut bir kavram gibi durmaktadır. Bunların eleştirdikleri, karşı çıktıkları siyasi iktidarın edimleridir. Bu siyasi iktidarın devletin yönetim işlerini, devlette egemen olan gücün –kapitalizmde bu burjuva sınıfıdır– çıkarları doğrultusunda bir dönem için üstlenmiş olduğunu anlamaktan uzaktırlar. Sanırlar ki, kendileri gibi partiler siyasi iktidarı bir biçimde ele geçirirler ya da söz sahibi olurlarsa uygulamalarıyla istediklerini yapabilecektir ve böylece işçi sınıfı ve yoksul emekçiler için işler yoluna girecektir.
Dünya tarihi bu anlayıştakilerin akamete uğramış deneyimleriyle doludur. TİP ve benzerleri ya da onların destekledikleri vs. bir biçimde siyasi iktidarı ele geçirirse, yanıldıklarını kısa sürede görecek, düzenin gerçekleri doğrultusunda davranmak gerektiğini anlayacaklardır. Bunu anlamayanlar orada kalamayacaktır zaten. Dünya kapitalizm / emperyalizm tarihi bunun örnekleri ile doludur.
Reformistler devlet iktidarının nasıl bir şey olduğunu kavramaktan uzaktırlar. Siyasi iktidar ile devlet iktidarı sorununu birbiriyle karıştırmaktadırlar. Var olan sistemde siyasi iktidar değişiklikleri aynı sistemin sarsılmaz temelleri üzerinde yapılan bir değişiklikten öte bir şey değildir. Bu temel, burjuvazinin sınıf olarak devlet iktidarına sahip bulunduğu kapitalist sistemdir. Sömürünün, siyasi iktidarların anlayışlarına göre ufak tefek farklılık gösteren tüm görüngüleri ile yok edilmesinin biricik yolu, bu devlet iktidarının yok edilmesi, yerine işçi sınıfının devletinin kurulması ve onun aracılığı ve sayesinde kapitalizmin tarihin çöplüğüne gömülmesinden geçer.
2025 bütçesi somutunda biraz daha
Bütçe kapsamındaki kamu idarelerine verilen ödenek 14.605.800.967.000 TL. olarak belirlenmiştir. Kamu idareleri dışında “özel bütçeli idareler” ile “düzenleyici ve denetleyici” kurumlar bulunmaktadır ve bunların elde ettikleri gelirler söz konusudur. Bunlara ayrıca hazineden de destek verilmektedir. Hazine yardımları ve bu kurumların gelirlerinden ayrılan pay hariç tutulup kamu idarelerine verilen ödenekle birleştirildiğinde Merkezi Yönetim Bütçesi toplamı 14,74 trilyon TL.’yi bulmaktadır. Son OVP’de (Orta Vadeli Program) 2025 ortalama dolar kurunun 42 TL. olacağı varsayılmıştır. Dolar üzerinden bütçe yaklaşık 351 milyar dolara ya da yaklaşık (parite tahminlerine göre) 313 milyar avroya karşılık gelir. Bir kıyaslama yapacak olursak; Almanya’nın 2025 Federal Devlet bütçesi 481 milyar avro olarak kararlaştırılmıştır. Eyalet ve yerel idare bütçeleri de dâhil edilirse bu tutar tahminen 1,2 trilyon avroyu bulmaktadır. Türkiye’de de yerel idarelerin ayrı bütçe gelirleri söz konusudur. En büyük bütçeye sahip İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2025 yılı bütçesi, 415 milyar TL. olarak onaylandı. İETT ve İSKİ gibi bağlı kuruluşlarıyla bu tutar 564 milyarı buluyor. Büyükçe bütçelere sahip olanlardan Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin 151 milyar, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ise 91,3 milyar TL.’lik bütçeleri var. Diğer yerel yönetimlerle toplam tutarın 1 trilyon TL. olabileceği tahmin edilebilir. Bu da 2025 yılı ortalama avro kuruyla hesaplandığında yaklaşık 22 milyar avroya karşılık gelmektedir. Merkezi ve yerel yönetim bütçeleri toplamı 335 milyar avroyu; satın alma paritesi ile değerlendirildiğinde 525 milyar avroyu bulmaktadır. Bu, Almanya gibi büyük bir ekonominin bütçesinin yarısına yakın (yüzde 44’ü) tutara denk geliyor. Yani Türk burjuvazisinin yıllık merkezi yönetim bütçesi pek de azımsanacak tutarda değildir.
Bazı bütçe kalemlerine yukarıda alıntılarla değindik. Burada birkaç başka kalem üzerinde duralım. Üzerinde en çok tartışılan bütçe kalemlerinden biri cumhurbaşkanlığına ayrılan pay ile ilgilidir. Muhalefet işin bir tarafına ağırlık vererek, bu bütçenin kaynakları çarçur ettiğini iddia eder durumdadır. Bununla ilgili burjuva muhalif çevrelerden verilen örneklerin bir bölümünün gerçeklikle ilgisi yoktur. Bir ara sosyal medyada, sarayda verilen ziyafetler için yapıldığı iddia edilen dev gibi bir masa paylaşılmıştı; paylaşımı yapanlara göre böyle bir masa için büyük harcama yapıldığı ortada idi. Sonrasında ama bunun çok sayıda küçük masanın birleştirilmesiyle oluşturulduğu ortaya çıktı. Dev masa yapılmamıştı ama oluşturulan dev masa etrafında çok sayıda kişiye ziyafet sunulduğu açıktı.
Burjuva muhalif kesimlerin ve onun kuyruğuna takılan kimi” sol” muhaliflerin bazı eleştirilerinde haklı olduğu açık. Her fırsatta tasarruf önlemlerinin önemine değinen, böyle önlemlerin alınacağını söyleyen hükümet, iş cumhurbaşkanlığına gelince “itibardan tasarruf olmaz” anlayışında konaklıyordu. Örneğin cumhurbaşkanlığına ait araç sayısı, kiralık araçlar hariç Haziran 2018’de 15’i zırhlı olmak üzere 214 iken, 2024’te 37’si zırhlı olmak üzere 461’e çıkmıştı. 4 yıl öncesinde cumhurbaşkanlığına ait kaç kayıtlı uçak bulunduğu sorusuna aylar sonra “gerektiği kadar” yanıtı verilmiş, sonrasında 8 uçak olduğu kamuoyuna yansımıştı. Son paylaşımlara bakılırsa sayı 16’ya kadar çıkıyor. Genel olarak kamu hizmetinde bulunan ve sayısının azaltma yerine çoğaltıldığı araçlar da söz konusudur zaten. Bunlar diğer ülkelerle –çok daha zengin olanlarla– karşılaştırılıyor ve bunun dünya çapında bir rekor olduğu söyleniyor.
Yine sosyal medyaya orada burada, var olan ve inşaat hâlindeki yazlık kışlık konutların (muhalefet bunları da saray olarak nitelendiriyor) yansıdığını görüyoruz.
Muhalif çevreler cumhurbaşkanının kendine ayrılan bütçeyi istediği gibi keyfince harcadığı algısı yaratır biçimde bir politika izlemektedir. 2025 yılı için ayrılan bütçe 16,9 milyar TL’dir. Böl bunu 365 güne; cumhurbaşkanının günlük masrafı 46 milyondur, yiyor ama doymuyordur!
İşin israf tarafının olduğu açıktır. Bu eleştirilmelidir. Ve zaten eleştiriliyor.
Fakat bu iyice şişmiş bütçe ile neler yapıldığına bakılmalıdır. Bakalım:
Emperyalistleşme hedefine kitlenmiş edimler ve planlar:
Cevdet Yılmaz’ın sunumu:
TBMM Bütçe ve Plan Komisyonunda Cumhurbaşkanlığı bütçesi ile ilgili sunum yapan cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz, 2025 bütçesinin 16,928 milyar olacağını söylüyor. Yine geçen yılla ilgili kendi belirttiği verilerle hesaplanırsa, bu bütçenin geçen yıla göre yüzde 57 arttığı görülüyor. Asgari ücrete ve emekli maaşlarına yapılan zam oranlarına bakın, bir de bu bütçedeki artış oranına! Bir de bilindiği üzere cumhurbaşkanına belli bir yasa çerçevesinde harcama yapılmak üzere her yıl tahsis edilen milyarlarca liralık örtülü ödenek meselesi var. Medyada yapılan paylaşımlara göre buradaki tutarın geçen yıla göre yüzde 85 oranında arttırılması planlanmış. Cumhurbaşkanı belli bir yasa çerçevesinde olsa da istediği gibi ve hesap sorulamaz biçimde harcıyor bu tutarı. Yasaya göre örtülü ödenek; kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, millî güvenlik yanında devlet itibarının gerekleri, siyasi, sosyal ve kültürel amaçlar için harcanabiliyor. Ödeneğin örtülü olması, bunun kullanım amaçları hakkında, ne kadarının şahsi çıkarlar doğrultusunda kullanıldığı konusunda kuşkular uyandırıyor.
Cumhurbaşkanlığı kendi bütçesi dışında ona bağlı kurumların bütçelerini de yönetir pozisyondadır. Örneğin Strateji ve Bütçe Başkanlığı bütçesi için 2025 yılında 290 milyar 239 milyon lira ödenek ayrılmış bulunmaktadır. Böylece Cumhurbaşkanı çok daha büyük bir bütçeyi doğrudan yönetimi altında bulundurmaktadır. Aslında diğer bakanlık ve kurumlara ayrılan bütçelerde de söz hakkı sahibi olduğu açıktır.
Cevdet Yılmaz’ın açıklamalarından cumhurbaşkanlığın, hükümet yanında apayrı bir örgüt yapısıyla hemen her işin içinde olduğu görülüyor. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlı 8 Başkanlık, 1 Genel Sekreterlik, 4 Ofis ve 9 Politika Kurulunun, politikaların etkin oluşturulması ve faaliyetlerin dinamik uygulanması için çalışmalarını sürdür”mektedir.
Cumhurbaşkanlığı bütçesinden yapılan harcamalar yukarıda israf konusunda eleştirisi yapılan işlerle sınırlı değildir. Cevdet Yılmaz açıklıyor: “Bu ödeneğin yüzde 50’si, Barışı Destekleme Faaliyetleri, Acil Destek Giderleri ve Cumhurbaşkanlığına bağlı ofislere hazine yardımı için diğer kurum ve kuruluşlara aktarılmak üzere ayrılmıştır. Cumhurbaşkanlığı bütçesinin geri kalanının önemli bir kısmı ise çeşitli alanlarda kamuya ücretsiz sunulan hizmetler için kullanılacaktır”.
Hizmetler konusunda öne çıkanlar şöyle: Külliye içinde yer alan Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesinin giderleri bu bütçeden karşılanmaktadır. Burada hafta içi günlerde 4 ila 7 bin, hafta sonları ise 10 ila 12 bin kişiye hizmet verilmektedir. Kütüphane açıldığı günden bu yana yaklaşık olarak 6,3 milyon ziyaretçiye hizmet vermiştir. Kütüphanede ücretsiz yemek ikramı sağlanmakta ve ulaşım kolaylığı için servis hizmeti sunulmaktadır. “İlk kez uygulanan Entegre Kitap Taşıma Sistemi ile 5,5 kilometre uzunluğundaki raylı sistem sayesinde, depolarda bulunan 1 milyonun üzerindeki kitap hızlıca okuyuculara ulaştırılmaktadır”.
“Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisinin, ‘Dijital Türkiye’ vizyonu doğrultusunda e-Devlet, siber güvenlik, milli teknolojiler, büyük veri ve yapay zekâ gibi alanlardaki çalışmalarıyla ülkenin dijital dönüşümüne liderlik” etmektedir. “e-Devlet Kapısı’nın, 1071 kurum ve kuruluşa ait 8 bin 300’den fazla hizmeti elektronik ortamda vatandaşların ve özel sektörün kullanımına sunduğunu söyledi. 66 milyonu aşan kullanıcıya hizmet veren platformun, Türkiye’nin dijital yüzü haline gel”miştir. Buna bağlı olarak Cevdet Yılmaz, “Uluslararası endekslerde de üst sıralarda yer al”ındığını söylemektedir.
Sadece dijital dönüşümde değil, bu dönüşüm için gerekli olan insan kaynağını geliştirme noktasında da Ofis aktif rol almaktadır. Dijital Genç Ekosistemi, 4 bin öğrenciye yönelik yapay zekâ ve girişimcilik eğitimleri düzenleyerek insan kaynağı gelişimine katkı sağlamaktadır.
Yılmaz, “Milli Teknoloji Hamlesi ve Dijital Türkiye” hedefleri doğrultusunda, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisinin koordinasyonunda, tüm bakanlıklar, ilgili kurum ve kuruluşlar, özel sektör ve STK’lerin görüşleri dikkate alınarak güncellenen “Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi 2024-2025 Eylem Planı”nın yayımlandığını anımsatarak, “Ayrıca Siber Güvenlik Başkanlığı adıyla yeni bir teşkilat kurma hazırlıklarımızın son aşamasındayız. Çok güçlü bir yapıyla bu alandaki süreçleri düzenleyecek ürünleri ve firmaları akredite edecek çok daha etkili bir şekilde ülkemizin, insanımızın, firmalarımızın siber güvenliğini sağlayacak bir yapılanmaya gidiyoruz. Böylece güçlü bir altyapı ve nitelikli insan kaynağına dayalı, çok daha güvenli bir dijital ekosistem inşa etmeyi hedefliyoruz” demektedir.
Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi koordinasyonunda hazırlanan ve 2024-2028 yıllarını kapsayan yeni Uluslararası Doğrudan Yatırım (UDY) Stratejisi’ne de değinilmektedir açıklamada. Burada yabancı sermaye çekme konusunda elde edilen başarılar geçmiş yıllarla kıyas içinde anlatılmaktadır.
BİST-Katılım Pazarı diye bir bölüm altında Borsa İstanbul’u geliştirmeye yönelik çalışmalar ele alınmaktadır. Bunun yanında dünyadaki sayılı merkezlerden olması arzu edilen ve bu doğrultuda çalışmalar yapıldığı söylenen İstanbul Finans Merkezinin hayata geçirilmesi için yapılan çalışmalar anlatılmaktadır: “1,3 milyon metrekare ofis alanı, 75 bin kişiye ulaşacak istihdam kapasitesi ve dünya standartlarındaki altyapısıyla Türkiye’nin finansal ve ekonomik kalkınmasında stratejik bir rol oynaması beklenen diğer bir projemizdir”. Buna bağlı olarak “FinTech Hub Türkiye, İstanbul Finans ve Teknoloji Üssü ile birlikte kurularak, finansal teknolojiler (Fintek) girişimciliğinin desteklenmesi ve küresel düzeyde rekabetçi bir Fintek ekosisteminin oluşturulması için çalış”ılmaktadır.
Fatih Kacır’ın sunumu
Bütçe tartışmalarında önemli gördüğümüz bir sunum da Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır’ınki oldu. Bakan sunumu “Milli Teknoloji Hamlesi” etiketi altında yapıyor. Burada övgü ile bazen AKP iktidarının 22 yıllık döneminde bazen de son bir-iki yıllık dönemde gerçekleştirilen işler ve planlananlar anlatılıyor. Konulara göre anlatım sırası karışık bir biçimde yapılmış sunumda. Biz derleyip toparlayıp, yorumlarımızla aktarmaya çalıştık.
Bakanlığın bütçesi yaklaşık 124,5 milyar TL. olarak belirlenmiştir. Bakanlığa bağlı 10 kurum için büyük bölümü (46 milyarı) TÜBİTAK için olmak üzere ayrılan 70 milyar TL. ile birlikte toplam 194,5 milyar TL.’ye ulaşmaktadır bütçe.
Bakanın verdiği bilgilere göre; ”Sanayi üretim endeksi pandemi öncesi döneme göre; Almanya’da yüzde 10,3; İtalya’da yüzde 6,1; Fransa’da yüzde 3 ve İspanya’da yüzde 1,4 aşağıda seyrederken; Türkiye’de aynı dönemde yüzde 19,7 yükseldi”. Yani burada Avrupa’nın gelişmiş büyük ekonomileri ile kıyas hâlinde, sanayi üretim artışında daha iyi durumdayız denmektedir.
2024 yılı 10 aylık dışsatımın artış gösterdiği konmaktadır. Buna göre “İhracatımız savunma ve havacılık sanayiinde yüzde 17,8; çelikte yüzde 8,8; otomotivde yüzde 6,4; halıda yüzde 5,8; kimya ürünlerinde yüzde 2,5 arttı”. Son iki ayda da ihracattaki artışın sürdüğünü görüyoruz. Örneğin “Savunma ve havacılık sanayii” ihracatındaki artış bir önceki yıla göre yüzde 28’i buldu. Dünya genelinde büyüme hızının ve bununla ilintili dış ticarette artış hızının düştüğü ortamda Türk burjuvazisi dışsatımı ufak da olsa (yüzde 2,5) arttırmayı becerebilmiştir. Burada “savunma ve havacılık” gibi belli sektörlerin önemli rol oynadığı görülüyor. Bakan buna ayrı bir bölüm ayırmış; buna aşağıda değiniyoruz.
Sunumunda bakan son 22 yılda yaşanan gelişmeleri anlatıyor. Bu anlatılanlar genel bir tablo çizdiği için önemli gördüklerimizi aktarıyoruz: “Sanayide çalışan sayımız 3 milyon 900 binden 6 milyon 700 bine çıktı. Sanayi üretimimiz 3,2 katına yükseldi”. “İmalat sanayii katma değerinde dünyadaki payımız yüzde 0,70’den 1,33’e ulaştı”. “Yıllık ihracatımızı 36 milyar dolardan 262 milyar dolara çıkardık”. “İhracatımızın dünyadaki payı yüzde 0,55’den 1,07’ye yükseldi”. “Orta yüksek ve yüksek teknolojili ürünlerin ihracatını 10,3 milyar dolardan 97,2 milyar dolara çıkardık”. Bunlar kuşkusuz ciddi bir gelişme olduğunu gösteriyor; bakan da bunları öne çıkarıyor doğal olarak. Bu arada bakan 100 milyar doları aşan hizmet ihracatını atlamış görünüyor. Buradaki gelişme daha anlamlı, hizmet alanında dış ticarete bakıldığında Türkiye burada ciddi bir (yaklaşık 57 milyar dolar) fazlalık sağlamış görünüyor. Dünya çapında hizmet ihracatından aldığı pay ise yüzde 1,35 ile toplam ihracatın aldığı payın üzerinde.
Bakanın paylaştığı verilere göre 22 yıllık dönemde sanayide çalışan sayısı yüzde 72 artış göstermiştir. Ama dönem içinde ülke nüfusunun da yüzde 29 düzeyinde artmış olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Bununla birlikte sanayileşmenin hız kazandığı gözüküyor. Bu arada bakan, işine gelmediği için bir gerçeği atlamış durumda; sanayide çalışan sayısı artmıştır ama sendikalı sayısı yerinde saymaktadır. İhraç pazarlarındaki payın iki kat artması, dünya pazarlarında pay kapma konusunda belli bir başarı gösterildiği anlamına geliyor. Aynı biçimde dönem içinde dışsatımın 7,3 kat artmasına karşın, orta yüksek ve yüksek teknolojili ürün ihracatının 9,4 kat artmış olması, bu ürünlerin dışsatım içindeki payının arttığını gösteriyor; bu ürünlerin payı yüzde 28,6’dan yüzde 37’ye yükselmiş durumda.
Bunun ardında Ar-Ge çalışmaları ile desteklenen teknolojik gelişmelerin yattığını düşünmek yanlış olmaz. Bakan bu alanda yapılanları ve gelişmeleri şöyle açıklıyor: “Ar-Ge harcamalarını 1,2 milyar dolardan 16,1 milyar dolara yükselttik… Tam zaman eşdeğer Ar-Ge personeli sayımız 29 binden 291 bine çıktı”. “1.327 Ar-Ge ve 332 Tasarım Merkezinde gerçekleştirilen 96 binden fazla Ar-Ge projesini destekledik”. “Sayıları 2’den 104’e çıkan teknoparklarımızda yenilikçi fikirler katma değerli ürünlere dönüşüyor”. “11.086 girişimin inovasyonu sürdürdüğü teknoparklarımızda yürütülen proje sayısı 78 bini aştı”. “…beş misline çıkan uluslararası nitelikli bilimsel yayın sayısıyla ülkemiz dünyada 22’nci sıradan 14’üncü sıraya yükseldi… Geçerli tescile sahip olan sınai mülkiyet portföyümüzü…93 binden 2 milyona çıkardık”. “2023 yılında 1.826 uluslararası araştırma raporuyla uluslararası patent araştırma ve inceleme otoriteleri arasında 9’uncu sırada yer aldık… Yerli patent başvurularında dünyada 12’nci, marka başvurularında 4’üncü, tasarım başvurularında 2’nci sıraya yükseldik”.
“Yüksek teknoloji yatırımlarına Ar-Ge’den yatırıma uçtan uca destek sağlayan ‘Teknoloji Odaklı Sanayi Hamlesi Programı’na başarıyla devam ediyoruz”.
“Uydu Teknolojileri Geliştirme” çağrısıyla yakın yörünge uydu sistemlerinde kabiliyetlerimizi geliştiriyoruz… Üniversitelerin TÜBİTAK Akademi projelerinde 14 bin 300 bursiyer görev aldı…Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Nanofotonik Uygulama ve Araştırma Merkezi ve Boğaziçi Üniversitesi Hedefli Tedavi Teknolojileri Merkezi ile, desteklediğimiz ulusal araştırma altyapılarının sayısını 11’e yükselttik…Kümelenme Destek Programımızla; nükleer sanayi, sağlık, otonom araç, havacılık ve ileri malzeme teknolojileri gibi alanlarda özel sektörümüzün birlikte iş yapma kültürünü geliştirmeyi sürdüreceğiz…Yerli üretime ve teknolojik dönüşüme katkı sağlamak amacıyla kamu alımlarında sanayi işbirliği projelerini uygulamaya devam ediyoruz. Uçuş simülatörleri, tramvay araçları, elektrikli otobüsler gibi alanlarda yerli teknoloji kullanımını temin ediyoruz”.
“Dijital Dönüşüm Destek Programında imalat sanayimizin dijitalleşme projelerini öncelikli yatırım uygulamasıyla teşvik ediyoruz… Eskişehir ve Samsun’la, model fabrikalarımızın sayısını 10’a yükselttik… Verimliliği artırmak için kurduğumuz bu merkezlerin sayısını 2025 yılı sonunda 15’e çıkaracağız”. Dijital dönüşümle verimliliği arttırmak ve bu yolla rekabete ayak uydurmak bir zorunluluk hâline gelmiştir bu sistemde. Bu, aynı zamanda ürün maliyetlerini azaltırken, diğer yandan sömürü oranını arttırmak anlamına da gelir.
“Büyük veri analizi ve yapay zekâ araştırmalarını desteklemek üzere 35 bin dizüstü bilgisayar gücündeki süper bilgisayarımız ARF’i kullanıma sunduk… Üyesi olduğumuz EuroHPC Ortak Girişimi ile dünyanın 8’inci süper bilgisayarı MareNostrum 5’e doğrudan erişim imkânına sahibiz”. Biz de buna ilk quantum bilgisayarının (TOBB ETÜ tarafından geliştirilen Quan T) devreye alınmış olduğu haberini ekleyelim; bu tip bilgisayar geliştirebilen 15 ülkeden biri olmuş Türkiye.
“Türkçe verilerle zenginleştirilen, ülkemizin ilk temel yapay zekâ büyük dil modelini TÜBİTAK’ta geliştiriyoruz”.
“Uluslararası Lider ve Genç Araştırmacılar Programları ile araştırmalarını sürdürmek üzere ülkemize gelen bilim insanı sayısı 253’e ulaştı”. Yani sadece beyin göçü veren değil alan da ülkeyiz demiş oluyor bakan.
Dönem içinde en fazla büyüyen sektörlerden biri otomotiv sanayii oldu ve dışsatımda bir numaralı sektör hâline geldi. Bakan “Türkiye’nin ilk yerli ve milli otomobili” olarak sunulan Togg üzerinde duruyor: “Bugüne kadar 40 binden fazla Togg, sahiplerine teslim edildi. Dünyanın en değerli elektrikli araç markasının 6’ıncı yılında ulaştığı üretim adedine biz 1,5 yılda eriştik”. Bu bir başarıdır ama sonradan işin içine giren ülkelerin daha avantajlı durumda oldukları açıktır. Teknoloji neredeyse hazır gibidir. Kıyaslama bir de Çin gibi bu alanda dev bir ilerleme kaydeden ülke ile de yapılmalıdır. “Ülke genelinde 24 bin 400 halka açık şarj bağlantısı sayısı ile araç başına düşen şarj noktası sayısında Avrupa’da lideriz” diyor Kacır. Kullanıcı açısından gerekli altyapının önemli bölümü hızlı bir şekilde sağlanmış demektir; bu satışların artış hızını olumlu etkileyen bir husus kuşkusuz.
Bunları anlattıktan sonra yapılan ve planlanan çalışmaları sıralıyor bakan. Yukarıda aktardığımız bunca Ar-Ge çalışmasının geleceğe olumlu yansıması da olması gerekir, bunlara bakalım. “2028’e kadar yüksek ve orta-yüksek teknolojili ürünlerin ihracatını 97 milyar dolardan 176 milyar dolara çıkaracağız”. “Yarı iletkenler, mobilite, yeşil enerji, ileri imalat, sağlıklı yaşam, dijital teknolojiler, haberleşme, uzay alanlarında yatırımlara nitelikli destekler sağlıyoruz”. Orta ve yüksek teknolojili ürünlerin ihracattaki payını yüzde 47’ye (2028 ihracat hedefi 375 milyar dolar olarak hedeflenmiş. Hizmet ihracatının 200 milyar dolara yükseleceği varsayılıyor.) çıkarma hedefleri olduğunu söylüyor bakan.
“Otomotiv sektörümüzün rekabet gücü için batarya üretimini bir diğer öncelikli alan olarak belirledik”. “Batarya çağrımız ile 2030 yılına kadar 80 Gwh kapasite inşa edeceğiz”.
“Yapay zekânın da gelişimiyle çip teknolojilerinin stratejik önemi artıyor”. “Savunma sanayimizde kritik sistemlerdeki çiplerin üretimine ilişkin sahip olduğumuz kabiliyeti diğer sektörlere taşımayı amaçlıyoruz”. “Çip Çağrısı ile endüstriyel ölçekte çip üretim kapasitesi inşa etmeye yönelik 5 milyar dolar yatırımı harekete geçireceğiz”. “Öte yandan, TÜBİTAK enstitülerimizde çip üretim kabiliyetlerimizi yeni bir üretim tesisiyle taçlandıracağız”. “Entegre Devre Tasarım Çağrısı ile sanayimizin öncü sektörleri otomotiv ve beyaz eşya üretiminde milli tasarım çip projelerini destekliyoruz”.
“Turcorn100 programı ve Atatürk Havalimanında kuracağımız dünyanın en büyük girişimcilik merkezi “Terminal İstanbul” projesiyle, 2030 yılı için 100 bin teknogirişim, 100 Turcorn (milyar dolar değerlemeyi aşan Türk teknoloji girişimi) hedefimize ilerleyeceğiz… Yapay zekâ, çip tasarım ve otonom sürüş teknolojilerinde sektörün önde gelen firmalarıyla birlikte başlattığımız eğitimlerde 2 bin 500 öğrencimiz bulunuyor…81 şehrimizde kurduğumuz 130 Deneyap Teknoloji Atölyesinde Geleceğin Teknoloji Yıldızları Programını 4 bin 300 öğrencimiz tamamladı, 34 bin öğrencimiz eğitimlerine devam ediyor…Bu yıl uluslararası bilim olimpiyatlarında en fazla altın madalya kazandığımız dönem oldu. Öğrencilerimiz 17’si altın, toplam 73 madalyayla göğsümüzü kabarttı…13 yeni merkezle bilim merkezi sayımızı 35’e çıkardık. Yılsonuna kadar 5 yeni bilim merkezinin daha açılışını…” (yapacağız).
“Bu yıl açılışını gerçekleştirdiğimiz 48 milyon avro bütçeli 9 proje ile Bursa’ya Kompozit Malzeme ve Teknik Tekstil, Şanlıurfa ve Giresun’a Gıda Test ve Analiz, Konya’ya Akıllı Teknolojiler Tasarım, Eskişehir’e İleri Prototipleme, İzmir’e Derin Teknoloji Kuluçka, İstanbul’a Otonom Araç Geliştirme ile Yaşam Bilimleri Araştırma, Tunceli’ye Nadir Toprak Elementleri Araştırma merkezleri kazandırdık”.
Yenilenebilir enerji konusu ile ilgili söylenenler ise şöyle:
“Panel üretimi ile Avrupa’da lideriz. 15 Gw’lık hücre kapasitesi ile sektörde değer zincirimizi güçlendireceğiz”. “Rüzgâr enerjisinde ise kritik bileşenlere ve deniz üstü türbinler gibi pazarı büyüyen ürünlere yönelik yatırımları destekleyeceğiz”.
Fotovolkaik güneş paneli üretimi konusunda hızlı bir çıkış olduğu açık. Ülke için bu, önceleri deneysel girişimler, Ar-Ge çalışmaları olsa da 2010 sonrası dönemin konusu; yatırımlar o yıllarda başladı ve artarak devam etti. Bu sektörde dünyada 6. konuma gelinmiş durumda.
Elektrik üretiminde kurulu güç olarak güneş santralleri 20 Gw, rüzgâr enerjisi ise 12,5 Gw’ı bulmuş durumda. Toplam kurulu gücün yüzde 28’ini bu iki kaynak oluşturuyor. Türkiye yenilenebilir enerjide kurulu güç açısından 2023 yılı itibariyle dünyada 11. ve Avrupa’da 5. konumdaydı.
“Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) ile hazırladığımız yol haritaları ile çelik, alüminyum, çimento ve gübre sektörlerinde düşük karbonlu üretim modeline geçiş için somut adımlar atıyor, AB Sınırda Karbon Düzenlemesini sektörlerimiz için fırsata dönüştürmeyi amaçlıyoruz”.
“Yenilenebilir enerji yatırımlarına sunduğumuz yatırım teşvikleriyle bu yıl 4 bin 874 MW güneş enerjisi ve 1.000 MW rüzgâr enerjisi yatırımının önünü açtık…
…yeşil hidrojen üretimi projesinde ilk yerli elektrolizör üretimini TÜBİTAK Enstitülerimizde gerçekleştirdik. Önemi yeniden artan ve temiz enerji kabul edilen nükleer enerji teknolojilerine yönelik Ar-Ge programı başlatacağız”
Hidrojen üretimi, taşınması ve kullanımı konusunda Ar-Ge meselesini anladık da nükleerin temiz enerji olduğu nereden çıktı? Öyle olduğu kabul ediliyormuş. Bu kabulü yapanlar bakan ve onunla aynı kafada olanlardır. Türk burjuvazisinin bu alana bunca ilgi göstermesinin ardında başka niyetlerin yattığı da açıktır; silah sanayiinde de bir atom gücü olmak. Nükleerin “temiz” enerji olması daha doğrusu böyle olduğu biçiminde algı yaratılması, bu alanda gelişmiş olup da bu teknolojiyi terk etmek üzere olan kimi ülkelerin, “gerçekler” karşısında çark etmesiyle yeniden gündeme geldi. Hem terk etme hem de çark etme işinin başını Almanya’da Yeşiller çekti. Kendi kapitalizmlerinin hizmetinde olan reformistler için tipik bir gelişme oldu bu.
“TÜBİTAK Kutup Araştırmaları Enstitümüzle iklim değişikliği odaklı Antarktika ve Arktik bilim seferleri sonucunda bugüne dek 232 bilimsel yayın yapıldı”. Burjuvazi açısından bu bölgelerde de bir an önce ve bir biçimde varlık gösterilmelidir tabii, çünkü yakın gelecekte buralar da paylaşım konusu olacak gibi gözüküyor.
Tüm yapılan işlerin bir de mali destek ve kaynak tarafı olduğu açıktır; bu desteklerle araştırmacılar ve yatırımcılar gerekli görülen alanlara yönlendirilmeye çalışılır. Burada uluslararası kaynaklardan da çeşitli biçimlerde yararlanıldığı görülüyor.
Şunlar bakanın sunumundan: “Dış ticaret açığımızın yüzde 85’ini oluşturan 284 yüksek teknoloji ürününe yönelik yatırımları hızlandırmak amacıyla Yatırım Taahhütlü Avans Kredisi Programında Merkez Bankası ile iş birliği gerçekleştirdik… Merkez Bankamızın 3 yıllık dönemde 300 milyar liralık kaynak tahsis ettiği program ile ülkemiz için stratejik öneme sahip yatırımlara uzun vadeli ve uygun koşullarda finansman imkânı tanıyoruz… Stratejik değerlendirmesi olumlu tamamlanan 25 proje ile 226 milyar liralık nitelikli yatırımın önünü açtık”.
“Bu yıl, TÜBİTAK programlarında 185 üniversite ve 2 bin 750 firmanın 9 bin 700 projesine 8,4 milyar lira destek sağlıyoruz”. “Teknoloji Geliştirme Bölgelerine bugüne dek 11 milyar liralık altyapı desteği sunduk. Yüksek teknoloji geliştirme üsleri olan bu merkezlere 2025 yılında 900 milyon lira kaynak sağlayacağız”.
“Yeşil dönüşümde avantajlı finansman sağlayacak Türkiye Sanayi Karbonsuzlaşma Yatırım Platformunun kurulumu için uluslararası paydaşlarımızla çalışmalara başladık. Bu programla 3 milyar avroluk kaynağı sanayimize sunmayı hedefliyoruz…
Dünya Bankası ile sürdürdüğümüz proje kapsamında 2025 yılında OSB’lerimizin 6 milyar 300 milyon liralık yeşil altyapı yatırımlarını destekleyeceğiz…
Bu yılın ilk 10 ayında enerji verimliliği ve geri kazanımı, yenilenebilir enerji, atık geri kazanımı ve bertarafı, çevre yatırımları konularında 165 milyar lira tutarında bin 865 yatırımı teşvik ettik…
Yeşil dönüşümün oluşturabileceği sosyal etkileri yönetmek amacıyla Dünya Bankasıyla geliştirdiğimiz 400 milyon dolar bütçeli “Sosyal Kapsayıcı Yeşil Geçiş Projesi”ni Kalkınma Ajanslarımızla uygulayacağız”.
“KOSGEB eliyle 1.013 KOBİ’nin 7 milyar 153 milyon lira tutarında yeşil sanayi yatırımını destekliyoruz…
TÜBİTAK desteğiyle yeşil teknolojilerin Türkiye’de geliştirilmesine yönelik 600 milyon lira bütçeli 74 Ar-Ge projesini hayata geçiriyoruz”.
“Süper bilgisayarlar, yapay zekâ, siber güvenlik ve ileri dijital beceriler alanlarına yönelik 8,1 milyar avro bütçeli Dijital Avrupa Programında ülkemizden 5 konsorsiyum Avrupa Dijital İnovasyon Merkezleri ağına dâhil oldu”.
“Avrupa İmar ve Kalkınma Bankasından sağladığımız 300 milyon avro kaynağı KOSGEB finansman desteğiyle KOBİ’lerimizin dijital dönüşüm projelerine sunuyoruz... AB Ufuk Avrupa Ar-Ge programında 606 projede 305 milyon avro fonu ülkemize kazandırdık…AB eş finansmanı ile yürüttüğümüz Rekabetçi Sektörler Programı kapsamında 29 milyon avro bütçeyle 3 yeni dijital dönüşüm merkezi kurduk”.
“91 bin bilim insanı ve öğrencimize bu yıl TÜBİTAK eliyle 3 milyar lira katkı sağladık”.
“Kalkınma ajanslarımız aracılığıyla bugüne kadar 26 bin 489 projeye 75,3 milyar lira destek sağladık. 126,2 milyar lira kaynağı harekete geçirdik…
Tamamı hibe 576 milyon avro uluslararası kaynağı ülkemize kazandırdık”.
“Ar-Ge Merkezlerinde ve teknoparklarda istihdam edilen temel bilimler mezunu araştırmacılar için işletmelere 274 milyon lira destek verdik…5 bin 300 doktora ve doktora sonrası araştırmacımıza yurtdışındaki öncü kurumlarda 1 yıla kadar araştırma bursu verdik”.
Görüldüğü üzere yüzlerce milyar TL.’lik kaynak planlanan ve teşvik edilen alanlara ayrılmış görünmektedir.
Yapılan işlerin dış ticarete olumlu yansıması olacağı da düşünülmektedir: “Bugüne kadar desteklediğimiz projeler tamamlandığında cari açığın kapanmasına yılda 7,2 milyar dolar katkı sağlayacağız” demektedir bakan.
“Savunma” sanayii ile ilgili şunları söylemektedir Kacır:
“Buradan vurgulamak isterim ki, hiç kimsenin Türkiye’ye zarar vermeyi aklından dahi geçiremeyeceği bir caydırıcılık seviyesine mutlaka geleceğiz”. Bu son tümce salt bugünkü siyasi sınırları içinde Türkiye olarak anlaşılmamalıdır. Bunun aynı zamanda, içinde bulunduğumuz kapitalist-emperyalist dünya sisteminde Türkiye’nin –dolayısıyla Türk burjuvazisinin– çıkarlarının küresel çapta koruma altına alınacağı anlamında olduğu açık olmalıdır.
“3 bin 500 firmada 90 bin çalışan ile savunma sanayimiz bugün ülkemizin iftihar kaynağıdır… Savunma sanayiimizin bu seviyelere gelmesi için desteklerimizi esirgemedik… (gerçekleştirilen işlerin) her biri dünyada ancak birkaç ülkenin sahip olduğu teknolojik kabiliyetlerimizin ispatıdır”.
“2002 yılından bugüne savunma sanayiinde 886 yatırım için teşvik belgesi düzenledik. 156 milyar lira sabit yatırımın önünü açtık”.
Bu sektörde teknoloji geliştirme açısından söylenenler şöyle: “19 bin çalışanın istihdam edildiği 67 Ar-Ge ve Tasarım Merkezi’ne 172 milyar 300 milyon lira destek sağladık… Tekno parklarımızda savunma sanayi alanında 291 firmamız 5 bin 850 araştırmacıyla teknoloji geliştirmeye devam ediyor… TÜBİTAK aracılığıyla 1.493 savunma sanayi projesine ve 2.233 bilim insanı ve gencimize 38 milyar 300 milyon lira destek sağladık”.
Uzay, uydu, fırlatma sistemi çalışmalarıyla ilgili olarak bakan, “Dünya’nın her noktasından hiçbir kısıt olmadan görüntü almamızı sağlayan uydumuz İMECE”den söz ediyor. Devamında şunları görüyoruz: “Yüzde 80’in üzerinde yerlilikle ürettiğimiz ilk millî haberleşme uydumuz TÜRKSAT 6A’yı uzaya gönderdik. Haberleşme uydusu üretebilen 11 ülkeden biriyiz… Güneydoğu Asya ülkeleriyle birlikte, uydularımızın kapsama alanındaki nüfus 5 milyara yükseldi… Öncekilerden daha yüksek çözünürlük ve görüntü indirme hızına sahip; manevra kabiliyeti yüksek, yeni nesil yer gözlem uydularımızın çalışmalarına devam ediyoruz”.
“Ay’a erişebilen sayılı ülkeler arasına girmemizi sağlayacak Ay Araştırma Programında yörüngeler arası transferde kullanacağımız milli hibrit roket motorumuz, 20 ateşleme testini başarıyla gerçekleştirdi. Ay görevini icra edecek uzay aracımızın ön tasarım çalışmalarını tamamladık”. Uzay konusunda bakan, uzaya 2 astronot gönderildiğini ve bunların bir dizi araştırma gerçekleştirdiğini de belirtiyor.
“Milli Bölgesel Konumlama ve Zamanlama Sisteminin kritik bileşenlerini geliştirmeye devam ediyoruz”.
“Havacılık… alanında turbojet, turbofan, turboşaft ve ramjet gibi yüksek teknolojiye sahip itki sistemlerinde milli çözümler geliştiriyoruz”.
“KAAN’ın emniyetli ve yüksek performanslı uçuşunu sağlayan ana yönetim bilgisayarlarını ve gerçek zamanlı işletim sistemini geliştirerek uçağımıza entegre ettik… Savaş uçaklarımıza elektronik harp ve destek yeteneği kazandırdık”.
“Stratejik kurumlarımız için uçtan uca güvenli ses, veri ve görüntü haberleşmesi sağlayan sistemleri üretiyoruz”.
“Farklı irtifa ve menzildeki hava tehditlerine karşı ülkemiz için güvenlik kalkanı vazifesi görecek hava savunma sistemi Çelik Kubbe’nin geliştirmesini hızla tamamlayacağız… Uzun menzilli füze geliştirme kabiliyetlerimizi daha ileri düzeylere taşıyacağız”.
“NATO DIANA ağında yer alan test merkezi sayımızı 2’den 10’a çıkardık; ODTÜ Teknokent’in öncelikli Hızlandırıcı Merkezler arasına girmesini sağladık”.
“Savunma sanayii, demiryolu sistemleri, rüzgâr ve nükleer enerji santralleri gibi stratejik alanlarda teknolojik bağımsızlığımızı tahkim edecek test, muayene, gözetim ve belgelendirme faaliyetlerine başladık”.
“Yapı denetimi faaliyetlerini TSE olarak yürüttüğümüz Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nde Ana Malzeme Onay Kuruluşu olarak yaptığımız çalışmalarla yerli malzeme kullanımını artırdık”.
Bakanın tüm paylaştıklarından çıkan sonuç, ülkede kapitalizmin, giderek daha teknolojik bir temele dayanarak gelişmekte olduğudur. Burjuvazi ve onun siyasi temsilcileri, bütçeleri de işin doğası gereği, bu doğrultuda kullanmaktadır. Siyasi temsilcilerden iktidarda olanlar bu yapılan işlerin, bunları abartma eğiliminde olarak, tüm halkın çıkarına olduğunu savunurlar. Muhalefet tarafı ise, yapılan işleri bir yandan görmezden gelme eğiliminde olurken, diğer yandan kendi iktidarlarında daha iyisini yapacaklarını söyler. Bu bağlamda onlar halkın çıkarını, sözüm ona, daha iyi savunmuş olacaklardır.
İşçiler ve emekçilere düşen pay
Yukarıda bakanın ağzından yapılanlara, yapılacaklara bakın, burada halk için yapılmış ya da yapılması düşünülen bir şey var mı? Bunların tümü sermayenin büyümesi, güçlenmesi, yurtdışı pazarlara rakipleri karşısında daha avantajlı olarak yayılması, yurtiçinde yabancı sermaye karşısında daha güçlü pozisyonda bulunması amacıyla yapılmaktadır. Dünya çapında söz sahibi olmak amacıyla her açıdan güçlü olmak gerekir; bu gücü ardına alıp dünya pazarlarına nüfuz etmek, hammadde ve mamul madde pazarlarını garanti altına almak, sevk kanallarında çıkarlar doğrultusunda söz sahibi olmak, alternatifler geliştirmek gerekir. Hatta güç yettiğince yerküre ile sınırlı kalmayıp, rekabet konusunda birçok açıdan getiri sağlama kapasitesine sahip dünya dışı bölgelere de sarkmak gerekir. Sistemin yönetici takımı edimlerini bu hedefe yönelik biçimde yapar.
Kapitalizm böyle gelişirken, tüm değerlerin yaratıcısı olan işçi sınıfına ne düşer? Gelişkin bir ülkenin bazı olanaklarından dolaylı yararlanmak. Ama bunlar da son kertede burjuva sistemin daha iyi işlemesine hizmet eder. Örneğin makineleşme, robot kullanımı, dijitalleşme vb. yoluyla kol emeğine belli kolaylıklar gelmiş olabilir. İşçi sınıfı görece daha kalifiye duruma gelebilir, geliri de eskiye göre bir tık artmış da olabilir. Ama bunlar sömürü oranının azaldığını değil tersini gösterir, çünkü artan verimlilikle işçi, birim zamanda ürettiğinin daha fazlasını üretir duruma gelir. İşçi örneğin birkaç kat fazla üretirken, ücreti bununla kıyaslanamaz biçimde az artar. Dolayısıyla sanki işçi yararına imiş gibi gösterilen gelişme, aslında sermayenin palazlanmasının görece çok ufak bir yan ürünü olarak kalır. Yapılan yatırımlarla ulaşım olanakları artmış, ulaşım kolaylaşmış ve hızlanmıştır. Bu gelişmeden tüm insanlar gibi işçiler ve diğer ücretliler de yararlanır kuşkusuz. Bunun bile sistemin çıkarları ile doğrudan bağı vardır. Örneğin işçi işine yorgun gelmemeli, verimliliği düşmüş olmamalıdır.
Bakan sunumunda işçi sınıfındaki nicel gelişmeden söz ediyor. Dediğimiz gibi bu bir gelişmedir kuşkusuz. Ama nasıl bir gelişme? Daha önce henüz sanayi işçisi olmayan bu milyonlarca insan neredeydi, örneğin işsiz mi idi bunlar? Bunların bir bölümü, henüz çok genç olup sonradan çalışma yaşına gelip ücretliler ordusuna katılan işçi ve emekçi çocukları idi. Diğer önemli bölümü kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak daha önceleri büyük oranda yoksul köylü konumunda iken, kapitalist gelişmenin yasalarına uygun biçimde ücretli kölelere dönüşenlerdi. Kapitalizmin gelişmesine bağlı bu olgu, bakan için övünç nedenidir. Sistem bu olduğunda anlaşılır bir durum bu; gelişmenin ancak böyle olacağı genel kabul gören bir olgudur. Böyle bir gelişme sonucu işçiler ve yoksul emekçiler de birer tüketim nesnesine dönüştürülmüşlerdir. Gelişmeye bağlı olarak örneğin elektrik üretimi artmıştır ve elektrik enerjisinden eskiye kıyasla çok daha fazla kişi, bu arada işçiler ve yoksul emekçiler de yararlanır duruma gelmişlerdir; gelir düzeyleri elverdiğince tabii. Bu hizmetin artıp yaygınlaşmasıyla elektrikli ev aletleri satışları da artar; artık her evde bunlardan bulunmaktadır ve bu, yönetici takım tarafından övgü vesilesi olarak kabul edilir.
İşin özü; sistem kapitalizm olduğu, devlet iktidarı burjuvazinin elinde olduğu müddetçe, her alanda her tür gelişmenin burjuvazinin çıkarına işlemesinden ibarettir. Burjuvazinin yıllık merkezi bütçeleri aynı amaca hizmet eder biçim ve doğrultuda hazırlanır. Buralarda yapılacak ve işin özüne dokunmayan değişikliklerle yoksul halkın sorunlarına çözüm bulunacağını sanmak, en hafif deyimiyle safdilliktir. Çünkü merkezinde azami kârın durduğu sistemde burjuvazinin gücü her zaman galebe çalar.
Ocak 2025