Hollywood’da, 2017’nin Ekim ayında, sinema oyuncusu Alyssa Milano’nun Twitter üzerinden başlatmış olduğu ve cinsel tacize uğramış herkesi #Me too (Ben de) etiketini kullanarak tacizcileri ifşa etme kampanyası dalga dalga dünya çapında yayılmaya devam ediyor. Bu hareket ülkelerimize de sıçramış durumda. Akademi, medya, dizi setleri, sanat ve edebiyat dünyası kadınların “ifşa ediyorum!” kampanyasıyla önemli bir sarsılışın arifesinde.
Aralık 2020’de sosyal medya üzerinden yazar Hasan Ali Toptaş hakkında birçok kadının taciz beyanı üzerine bu tartışma edebiyat alanına ve oradan da devrimci çevrelere yayıldı. 20’ye yakın kadın tarafından tacizle suçlanan Toptaş, göstermelik bir “özür”le kapamaya çalıştı tartışmayı. Fakat “Teşhir ediyorum”un devamı geldi. Bora Abdo, Hüseyin Kıran, Metin Üstündağ, Refik Tabakçı, Fatih Kutan, İbrahim Çolak ve Ali Lidar da tacizci olarak teşhir edildiler. İthaki Yayınları Ali Lidar, İletişim Yayınları Bora Abdo ve Everest Yayınları Hasan Ali Toptaş ile ilişkilerini kopardıklarını açıkladılar. İbrahim Çolak, intihar etti.
Bu teşhir eylemleri ve tartışmalar sürerken, Komün TV’deki programda yazar/sanatçı/ressam Muzaffer Oruçoğlu’nun “hareketin aşırılıkları”na, “toptancılığına”, “kişi ile eser arasında fark olduğuna” dikkat çekme adına takındığı tavır okların kendi üzerine çekilmesine yol açtı. Tartışmanın devamında gelen eleştirilere yanıt verirken, Muzaffer Oruçoğlu’nun özür dilemek adına sarf ettiği sözler gelen tepkileri daha da artırdı. Yeni Kadın Dünyası da dâhil olmak üzere 47 kadın örgütü ortak bir bildiri ile Hasan Ali Toptaş’la ilgili kadınların taciz ifşalarına tavır takındılar. Aynı bildiride Muzaffer Oruçoğlu’nun tavrını da eleştirerek Muzaffer Oruçoğlu’nun, Muzaffer Oruçoğlu ile söyleşi yapan moderatör Zafer Yılmaz’ın ve Komün TV’nin kadın(lar)dan özür dilemelerini talep ettiler. Bu olay, tartışmanın daha da genişlemesine ve “sol” ve devrimci saflarda da “kadınların beyanı esastır” ilkesinin ne anlama geldiğinin tartışılmasına yol açtı. Bu anlamda önemliydi.
Nitekim bir süre sonra hem Muzaffer Oruçoğlu, hem de Zafer Yılmaz, yapılması gerekeni yaptılar ve kullandıkları dil ve takındıkları tavır nedeniyle özür dilemek, özeleştiri yapmak zorunda kaldılar.
Biz burada, yaşananların detayına girmeksizin, tartışmanın önemli gördüğümüz kimi yönlerine ilişkin tavır takınmak istiyoruz.
En baştan tespit edilmelidir ki, kimden gelirse gelsin, kadınlara yönelik her türden cinsel saldırı ve aşağılamalara karşı çıkmak, yapılanları, yapanları ifşa etmek ve bunların son bulması için mücadele etmek ertelenemez görevlerimizdendir.
Toplumun tüm diğer alanlarında olduğu gibi, film ve medya sanayiinde de “olağan” olanın açığa vurulduğu Me too hareketi başladığında, “şimdi zamanıdır!”, demiş, bu kampanyanın ülkelerimizde de gerekli olduğunu vurgulamıştık. Me too hareketi sadece bir başlangıç, bir ilk adımdı. Kadınlara yönelik tacizin, aşağılamanın, erkeğin konumundan gelen gücü kullanarak kadınları istemedikleri edimlere zorlamaları “olağanlığı”ndan köklü kopuş mücadelesi çok daha büyük toplumsal sarsılmaları, devrimci dönüşümleri gerektirir. Yine de bu, küçümsenemeyecek bir adımdır… Sessizliği yırtan bir “çığlık”tır!
İlkemiz: “Kadının beyanı esastır!”
Biz, 80’li yılların sonlarından bu yana, “kadınların beyanı esastır!”ı ilkemiz hâline getirmiş bulunmaktayız. Ve bu ilkenin devrimci saflardan başlayarak toplumda da temel alınması için ulaşabildiğimiz çevrede mücadele vermekteyiz. Bu, bizim açımızdan cinsel tacize uğradığını söyleyen kadın(lar)ın açıklamasının temel alınması gerektiği, anlamına gelir.
Erkek egemen toplumda kadınlara yönelik cinsel tacizin olağan bir görüntü, hemen her kadının hayatında birçok kez karşılaştığı “olağanlaştırılmış” bir saldırı olduğu konusunda ‘sol’ çevrede görüş birliğine sahibiz. Eğer erkek egemen toplum diyorsak, –bunun bizim dışımızda bir şey olmadığını– iş ilişkilerinden aile ilişkilerine, arkadaşlıklardan cinselliğe kadar tüm ilişkilerimizde şu ya da bu ölçüde yansımasını bulabildiğini de en baştan kabul etmemiz gerekmektedir. Kabul etmek ve bilince çıkarmak değişimin önkoşuludur!
İşte “kadının açıklaması temel alınmalıdır!” ilkesi de bu toplumsal gerçeklikten doğmuştur. Kadınların cinsel tacize uğraması “olağan” bir şey iken, kadınların buna karşı kendilerini savunmaları, karşı koymaları ve açığa vurmaları çeşitli yöntemlerle engellenmektedir. Kadınların çoğunluğu hâlâ utanç ve suçluluk duygularıyla uğradıkları saldırıya, yaşadıkları haksızlıklara karşı duramamaktadırlar. Ve işin en kötüsü, toplumsal suçlamayı kadınlar çoğunlukla bizzat içselleştirmiş durumdadırlar. Çoğu durumda kimsenin onları suçlamasına dahi gerek yoktur, onlar kendi kendilerini suçlamakta ve “acaba ben mi davet çıkardım” gibisinden düşüncelerle kendilerini tüketmektedirler. Bütün bunlar, kadınlara toplumsal olarak öğretilmiş, baskılanma mekanizmalarıdır. Cinsel baskının özünü de bu oluşturur.
Ülkelerimizdeki feminist kadın hareketi, Kürt ulusal kadın hareketi, sol, devrimci ve komünist kadın hareketinin geniş yelpazedeki çabalarıyla ve bu süreçlerde kadın dayanışmasının sağlanmasıyla önemli bir değişim yoluna girilmiştir.
Kadınlara yönelik cinsel şiddet, saldırı ve baskıları değiştirmenin bir tek yolu vardır. O da bu baskılanmaya karşı çıkan kadınlara kulak vermek, onları ciddiye almak ve onlara gerekli dayanışmayı sunmak! “Kadının açıklaması esastır” işte bu noktada önemlidir ve şu anlama gelir: Cinsel tacize maruz kaldığını açıklayan kadının açıklamasını ciddiye almak, ona kulak vermek ve ona gerekli dayanışmayı sunmak.
“Cinsel taciz” olayları çoğunlukla iki kişi arasında geçtiğinden, bunu şahit ve delil temelinde kanıtlamak oldukça zordur. Suçlanan erkeklerin ise, bu suçlamayı kabul etmeye kesinlikle niyetinin olmadığı da açık toplumsal gerçekliktir. Bu anlamda, cinsel taciz olaylarının “objektif olarak” delilleriyle açıklığa kavuşturulması nerdeyse imkânsızdır. Zaten bu bilindiğinden ve bugünkü toplumsal gerçeklikte, suçlanan erkek değil, tacize uğradığını açıklayan kadın üzerinde çok yönlü bir baskı oluşturulduğundan tacize uğrayan kadınların ezici çoğunluğu uğradığı tacizi açıklamaktan daha çok sineye çekmeyi ve tacize maruz kaldığı ortamlardan uzaklaşma gibi kendine göre “korunma yöntemleri”ne başvurmaktadır. Bugünkü toplumsal gerçeklik ne yazık ki budur. Fakat biz bunun değişmesini istiyoruz. Bunu değiştirebilmenin de bir tek yolu vardır: O da cinsel taciz suçlamasında bulunan kadının açıklamasının temel alınmasıdır. Bu konuda evet, en baştan taraflı bir tutum almak zorundayız. Biz taraflıyız, cinsel tacize uğradığını açıklayan kadınlardan yana tarafız! Bizim ilkemiz, pusulamız budur!
İtiraz hemen geliyor: Ama nerde kaldı “masumiyet karinesi”?
Tartışma içinde, “kadının beyanı esastır!” ne anlama geleceği, nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bir ayrışma yaşanıyor. “Ya iddia yanlışsa?”, “Haksızlık yapmayalım!”, “Delilsiz, ispatsız yargılama olur mu?” “Nerde kaldı “masumiyet karinesi?” gibi, itirazlar geliyor.
Bunlar tabii ki anlaşılır, yabana atılamayacak çekinceler. Bizler bu toplumun insanlarıyız, – evet kadınların da yalan söyleyebileceğini biliyoruz! Evet, gerçekten de bizim bu açıklamamız kötüye kullanılabilir, suiistimal edilebilir. Ancak, bugünkü toplumsal gerçeklikte birincisi biz bunun istisnai durum olacağını düşünüyoruz, ikincisi ama böyle bir suiistimal edilmenin de bilincinde olarak, yine de “kadının açıklaması temel alınmalıdır!” diyoruz. Çünkü bugünkü vahim durumu değiştirmenin başka yolu yoktur! Aksi durum, bugünkü koşulların aynen devam etmesi, tacize uğrayan kadınların yalnız bırakılması demektir ki… Bu bizim için hiç kabul edilemez bir durumdur!
Bu anlamda, taciz açıklaması geldiğinde, ilk refleks “acaba kadın doğruyu mu söylüyor?” olamaz! Yapılması gereken, öncelikle sorgulamanın hakkında suçlama getirilen erkeğe yönelik olmasıdır.
Birçok durumda, taciz yoktur denemeyeceği gibi, taciz olmuştur gibi kesin bir yargıya varmak da zordur. Bunun bilincinde olarak, biz kadından yana tavır takınırız. Onun açıklamasını ciddiye alırız. Bu, her durumda suçlanan erkeği kesin mahkûm edip, “tacizci”dir diye yargılamak anlamına gelmez. Fakat suçlamanın geldiği kişiyi en azından “şüpheli” olarak kabul eder ve ilişkilerimizi ona göre düzenleriz. (Kadının “açıklaması”nın iftira olduğu en başından çok açık ve kanıtlı olduğu durumlardaki tavrımız tabii ki farklı olacaktır.)
Hakkında suçlama olan bir erkeğe karşı tavrımızın ne olacağı, o somutta gelen suçlamaya, olayın gelişimine, suçlanan erkeğin pozisyonu ve tavrına (özeleştirel mi davranıyor, yoksa kendini aklamaya mı çalışıyor), eğer özeleştiri yapıyorsa, taciz suçlamasını getiren kadınların özeleştiriyi samimi bulup bulmadıklarına, taleplerine vb. vb. gibi bir dizi faktöre bağlıdır. Ve bu hiç de basite alınabilecek bir durum değildir. Bizi her somut olayda yeniden ve yeniden kimi zaman hararetli tartışmalara, ilişkilerimizi sorgulamaya, pozisyonlarımızın gözden geçirilmesine vb. zorlamaktadır. Fakat burjuva-erkek egemen anlayış ve edimlerinden kurtulma mücadelesinin başka yolu da yoktur.
Devrimci kültür ve sanat çevrelerinde böylesi olayların açığa çıkarılıp, üstüne gidilmesi, kadınları ve erkekleri eğitmenin aracı olarak kullanılması ve somut durum onu gerektiriyorsa ilişkilerin koparılması, teşhir ve tecrit gibi yöntemlere başvurulması gereklidir. Bu, yeni ilişkilerin yaratılması, yeni anlayışların yaşam bulması için yaşanması gereken sancılı süreçlerin bir gereğidir.
“İstanbul Sözleşmesini Uygula!” mücadelesine sahip çıkalım!
Kadın hareketi, burjuva hukukunun erkek egemen/cinsiyetçi hukuk olduğunu ortaya koymuş ve “kadının beyanının esas” alınması talebini ileri sürmüştür. Hükümetlerin kadınları, lgbti bireyleri ve çocukları koruyan yasalar çıkarmaları talebiyle on yıllarca süren mücadele ertesinde bu konularda kimi olumlu değişiklikler de gerçekleşmiştir. Avrupa’da 2011 yılında hükümetlerin imzasına açılan ve Türkiye’nin ilk imza atan olmakla övündüğü “İstanbul Sözleşmesi” bu konuda önemli bir gelişme olmuştur. Şimdi pişman olup, attıkları imzadan geri çekilme manevralarını yaptıkları bu belge ve onun devamında yasalaşan “Kadınlara Yönelik Şiddetin… Önlenmesine” ilişkin 6284 sayılı yasa, gerçekte kadın hareketinin çabalarının bir ürünüdür. İstanbul Sözleşmesinin ve 6284 sayılı yasanın da (kısmen) kabul ettiği “kadının beyanı esastır” ilkesine sahip çıkılmak ve hükümetleri, devletleri, kurumları vb. bunu uygulama yönünde zorlamak gerekmektedir. Ülkelerimizde kadın hareketi bunu yapmaktadır: “İstanbul Sözleşmesini uygula!” şiarıyla amansız bir mücadele vermektedir! Bütün devrimci demokratik kesimin payına düşen de, bu haklı taleplere, bu mücadeleye bizzat devrimci-demokratik hareketin talebi olarak sahip çıkılmasıdır.
Mücadeleye kendi içimizden başlamalıyız!
Nerdeyse her gün bir-iki kadının erkekler tarafından katledildiği ülkelerimizde erkek egemenliği ve cinsiyet eşitsizliği var gücüyle sürüyor. Egemenlik ilişkisinin bu vahşi ve kaba biçimlerine karşı tavır belirlemek nispeten kolaydır. Böyle olduğu için de hâkim sınıf partileri, karşı devrimci örgütler vb. dahi bu konularda sözüm ona erkek şiddetini mahkûm eden tavırlar takınabiliyorlar. Ancak, bunların sahte gözyaşları ve sahte mahkûm edişler olduğunu biliyoruz. Erkek egemenliğini ayakta tutmak için dişe diş mücadelenin en belirgin örnekleri, hâkim sınıfların seçim dönemlerindeki tavırlarıdır. Bir yandan kadınları teşvik ediyormuş gibi görünmeye çalışırken, kaba ya da ince, çeşitli yöntemlerle kadınların adaylığını, seçilmelerini, söz ve karar mekanizmalarında yer almalarını engellemek için ellerinden geleni arkalarına koymamaktadırlar. Bu sadece bir örnektir.
Cinsel saldırı suçları bağlamında da hâkim sınıflar, AKP’siyle, MHP, CHP, İYİ Partisi’yle ve diğer partileriyle aynı tavır içindedirler. Cinsel saldırı suçlamalarının gizlenemeyip ortaya çıktığı durumlarda, bunlar “skandal” olmakta ve karşı taraflar tarafından kullanılmaya çalışılmaktadır. Herkes, kendine gelince, büyük bir refleksle ifşa olanı örtbas etmek için büyük bir çaba içine girerken, karşı partide, cephede açığa çıkanın üzerine atılmakta, “tencere dibin kara, senin ki benden kara” misali birbirlerini “kadın ve ırz düşmanı”, “çocuk tacizcisi” olmak ile vs. vs. suçlamaktadırlar!
Hâkim sınıf partilerinin, örgütlerinin, kurumlarının niyetinin neticede kadınlar üzerindeki cins baskısının gerçekten ortadan kaldırılması olmadığı açıktır. Onlar bunları sadece ve sadece kendilerini temize çıkartmak ve karşı tarafın zaafından yararlanmak için kullanmaktadırlar.
Ayrım çizgisini doğru yapmak gerek!
Komünistler ve devrimciler en başından itibaren mücadelelerine kadınların özgürlüğünü yazmışlardır! Bu mücadelede her zaman doğru yönde olmadıkları, gerekli olan adımları atmadıkları vb. eleştirilebilinir ve mutlaka eleştirilmelidir. Komünist ve devrimci saflardaki erkek egemenliği sorgulanmak ve bunun aşılması için gereken adımlar atılmalıdır. Ancak, devrim ile karşı devrim arasındaki farkı da gözeterek!
En baştan bu ayrımı yaptıktan sonra kendimizi sorgulamaya başlayabiliriz:
Biz devrimci ve komünistler de pürü pak değiliz. Kadın-erkek, lgbti birey olarak içinde yaşadığımız burjuva-erkek egemen toplumun egemenlik ilişkileri ve cinsiyetçiliğiyle şu ya da bu ölçüde biçimlenmişiz. Bunun farkında olmak ve her gün ve mücadele içinde önümüze çıkan her yeni tartışmada kendimizi yeniden ve yeniden sorgulamak, insanın insan üzerindeki zulmünün bitmesi için mücadele edenlere yaraşan “yeni insan” olmak için devrimcileşmek, komünistleşmek mücadelesini vermek zorundayız. Bu, mücadelelerin en uzun soluklusu ve en can acıtanıdır şüphesiz.
‘Sol’, devrimci, sosyalist çevrenin cinsiyetçi, erkek egemen toplumun baskılanma mekanizmalarını ortaya çıkarıp bunlara karşı kendi içinden başlayarak mücadele etme görevi varsa eğer –ki bunu lafta kabul eden çok– o zaman buna uygun da davranmayı bilmek gerekir. Bunun için, tabuları önce kendi içimizde yıkma, sorunları açığa çıkararak, onların üzerine gitme cesaretini gösterebilmemiz gerektir.
Biz bu mücadeleye, komünist ve devrimci saflardaki ince erkek şovenizmine karşı mücadele diyoruz. Bu kadınların mücadele arkadaşları olarak ciddiye alınmamasından, dernek, örgüt ve partilerde kadın erkek eşitliğinin sağlanması için yeterli mücadelenin verilmemesinden, yer yer kullanılan eril dilin farkında olunamamasına kadar geniş bir alanı kapsar. Bu mücadelenin hakkıyla yürütülebilmesi, söz konusu parti, örgüt, hareket, sendika, dernek vb. içinde kadınların ne kadar güçlü olduklarına, kendi hak ve taleplerine ne kadar sahip çıkabilecek pozisyonda olduklarına bağlıdır. Kendine özgürlükçü, demokratik, devrimci diyen her örgüt bu bağlamda söz ile eylemi arasındaki uyumluluk bağlamında değerlendirilecektir.
Bu ikili bir mücadeledir: Bu örgüt ve yapılar içindeki erkekler toplumsal koşullardan gelen rollerini sorguluyor ve bunu kendi şahıslarında ve örgütler içinde değiştirmek için gerekeni yapıyorlar mı? Egemenlik ilişkisinin değişmesi için kadın arkadaşların, lgbti bireylerin gereksinim duydukları ve talep ettikleri desteği sunuyorlar mı?
İkincisi, benzer bir sorgulamayı söz konusu örgüt ve yapılar içinde mücadele eden kadın arkadaşlar da yapmak zorundadırlar. Bu mücadelede kadın arkadaşların birbirlerini yalnız bırakmamaları, dayanışma ve desteğin sağlanması can alıcı noktadır.
Devrimci saflardaki karşı devrimci zihniyet ve edimlere karşı mücadele gerek!
Son “tartışma süreci”, “kadınlara yönelik taciz” olaylarının ifşa edilmesi, karşı çıkılması, kadınlara yönelik saldırılara karşı ortak tavır takınılması noktasında olumlu gelişmelerin olduğunu gösterdi. Ama bunun yanında bu süreç bir dizi olumsuz şeyi de ortaya koydu. Bu yazıda bu tartışma içerisinde ortaya çıkan kimi yanlış anlayış ve tavırlara da yoğunlaşmak gerektiğine inanıyoruz.
Yanlış tavırlara geçmeden önce bir şeyi özellikle belirtmek gerekiyor: Tartışma esas olarak devrimci çevrede, bunun içinde İbrahim Kaypakkaya geleneğinden gelen çevrede yoğunluklu olarak yürüdü. Tartışanlar belirli bir politik birikime, deneyime sahip, belirli bir kültürün içinden çıkıp gelenler. Bunu özellikle belirtmemizin nedeni kimin hangi seviyede, nasıl, hangi argümanlarla tartıştığını, “çözüm” olarak neyi savunabildiklerini daha iyi ortaya koyabilmek içindir. Bu belirlemeden sonra sorun gördüğümüz noktalara geçebiliriz…
Söz konusu tartışma süreci, maalesef devrimci çevrelerde hâlâ varlığını sürdüren zaafları, tartışma kültürüne ilişkin zaafları açık bir şekilde ortaya koymuştur. Tartışmada seçilen sözcüklerden, tartışmanın yürütülüş biçimine/amacına varıncaya kadar bir dizi yanlış tavırlarla yürümüştür. Maalesef hâlâ daha, sosyal medya üzerinden tartışmalara katılan hiç de sayıca az olmayan kesim, birbirini anlamak ve yanlışlara o temelde müdahale emek amacıyla değil, korkunç bir tahammülsüzlükle, rakip gördüğünü alt etmek güdüsüyle, grupçuluk anlayışıyla katılmaktadır.
Yer yer tartışma, Muzaffer Oruçoğlu şahsında gerek O’na “dokunulmazlık” atfeden kesimlerle O’na “diş bileyen” kesim şeklinde bir cepheleşme temelinde yürütülmüştür. Bireysel bir hata/yanlış üzerinden geleneğin içinden gelen gruplar (evet grupçuluk temelinde) birbirlerine veryansın etmişlerdir. Söz konusu tartışma sürecinde Muzaffer Oruçoğlu’nun ya da Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarının yakılması talebi dahi gündeme getirilmiştir. Bunu dile getirenler ya kitap yakmanın ne anlama geldiğini bilmemektedirler ya da tartışmanın ateşi içinde öfkelerine yenilmekte ve ne dediklerini bilemez duruma gelmektedirler. Kitap yakmak faşizmin yöntemidir. Hitler’in, Mussolini’nin, Evren faşizminin yaptığı iştir, her türden gericiliğin işidir… İK geleneğinden gelenlerin, Muzaffer Oruçoğlu’nun ya da bir başkasının kitaplarını yakmaktan bahsetmesi; kökten reddedilmesi gereken bir tavırdır. Devrimcilik, komünistlik adına böyle bir tavır takınılması utanılacak bir tavırdır!!!
Bu yazarların okunmamasını talep etmek, okumamak, protesto etmek, hadi diyelim ki, “fikir özgürlüğü” temelinde tartışabilinir. Ki, bizce böylesi bir talep dahi yanlıştır. Biz karşı devrimcilerin kitaplarını dahi okumak, eleştirel gözle okumak ve doğru dersler çıkartmak görevine sahibiz!
Kitap yakmayı talep etmek, hem de devrimcilik/komünistlik/ML olma adına(!!!), niyetinden bağımsız olarak, karşı devrimci bir anlayışa hizmet eder. Devrimci saflarda bu türden yaklaşımlara karşı mücadele etmek görevdir.
Hollywood’dan başlayan me too kampanyasında da, geçmişe yönelik olarak, kadınların tacizci olarak ifşa ettikleri film artistlerinin filmlerini yok etmek, yer yer müzelerdeki sanat eserlerinin kaldırılması talep etmek, hatta saldırarak zarar vermek vb. olaylar yaşanmıştı. Ne adına yapılırsa yapılsın, bunlar tamamen yanlış tavırlardır. Geçmişe yönelik bu tür adımlar, sanat, edebiyat, film eserlerini yakma, yok etme girişimleri insanlık mirasına saldırı olarak değerlendirilmek, bunun devrimcilikle, kadın haklarını savunmakla vb. hiçbir ilişkisinin olmadığı açıklanmak zorundadır. Kadın haklarını korumak adına bu tür talepleri ileri sürenler, gerçekte insanlık tarihinin gelişiminden de hiçbir şey anlamadıklarını ortaya koymaktadırlar. Marksizm-Leninizm bilimi, toplumların gelişme tarihinde –ilkel komünal toplumu dışta tutarak– erkek egemenliğinin ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sistemlerinin hâkim olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bu toplumlarda ortaya çıkan sanat ve edebiyat eserlerinin ezici çoğunluğu da bu toplum sistemlerinin gelişme düzeyine uygundur; en ilerici, en devrimcileri dahi, şu ya da bu ölçüde yaşadıkları dönemin egemen anlayışlarından etkilenmenin zaaflarını taşıyabilmektedir.
Bunun en basit örneğini bizzat Marksizm biliminin kurucularından dahi verebiliriz. Marx ve Engels’in gerek kimi eserlerinde, gerekse birbirleriyle mektuplaşmalarında eşcinselliği aşağılayan, eşcinselliği küfür olarak kullanan –evet– eril dile bakınız! Bunları eleştirmek elbette ki, görevimizdir. Bu eril dilden yola çıkarak ama “Marx ve Engels işe yaramaz, homofobik-cinsiyetçi erkek şovenistidirler, bunların kitaplarını okumayın” derseniz ve salt bu tavırlarla onları toptancı bir şekilde yargılarsanız, bu kökten yanlış olur.
Biz, Marksizm’in ustaları da dâhil olmak üzere herkesin eserleriyle, yaptıklarıyla birlikte eleştirel bir gözle incelenmesi, değerlendirilmesi gerektiği görüşündeyiz. Ancak, belirli bir yanlıştan vb. yola çıkarak toptancı bir değerlendirmeyle reddedilmesini vb. doğru bulmuyoruz. Her kişi, grup ve yapıyı tarihsel koşullar ve gelişmesi içinde değerlendirmek gerektir. Bu her hatanın hata olarak adlandırılmasının, her hatanın, her karşı devrimci, erkek-şovenisti edimin öyle adlandırılmasının engeli değildir. Tam tersine, bunu gerekli kılar. Ancak bu şekilde, içinde yaşadığımız toplumların egemenlik ilişkilerinin bizim üzerindeki yansımalarının da farkında olabilir, bunlarla yüzleşebilir ve bunları aşmak için mücadelemizi yürütebiliriz. Bizi ilerletebilecek olan budur, gereksinim duyduğumuz şey budur.
12 Ocak 2021