AKP iktidarının kendi imzaladığı ve bir dönem attığı imzasıyla övündüğü “İstanbul Sözleşmesi” bu iktidarın bir kanadında daha ilk andan itibaren rahatsızlık yaratmıştı. En tutucu dinci erkeklerden kaynaklı itirazlarda, bu antlaşmanın “Türk örf ve adetlerine, aile yapısına uygun olmadığı” bunları bozacağı dile getiriliyordu. Son dönemde bu konudaki tartışmalar daha da alevlendi. Sonuç Sözleşme’nin T.C. açısından iptali oldu. Söz konusu Sözleşme gerçekte Avrupa Konseyi’nin hazırladığı ve 2011 yılında ülkelerin imzasına açmış olduğu “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”dir. Sözleşme, AB Konsey Toplantısına ev sahipliği yapmış olması dolayısıyla ilk kez İstanbul’da imzaya açılmış olduğundan “İstanbul Sözleşmesi” olarak adlandırılmaktadır. Türkiye bu Sözleşme’yi ilk imzalayan ülke olmuştur. Onu takiben bugüne kadar 46 ülke bu Sözleşme’nin altına imza atmıştır. Sözleşme, imza atmış olan 46 ülkeden 34’ünde resmen de onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Sözleşme’yi imzalamakla kalmayıp, Bakanlar Kurulu kararı ile onaylayarak resmen yürürlüğe koyan ülkelerden biri yine Türkiye’dir. Fakat bu kadarla da kalmıyor! Şimdi Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile “İstanbul Sözleşmesi”nden ayrılan ilk ülke de Türkiye’dir!
“Türkiye Cumhuriyeti adına 11.5.2011 tarihinde imzalanan ve 10.2.2012 tarihli ve 2012/2816 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 3. maddesi gereğince karar verilmiştir.” (aa.com.tr)
“İstanbul Sözleşmesi”nin bir hamleyle, Cumhurbaşkanı RTE imzasıyla feshedilmesi ülke içinde ve dışında büyük yankı uyandırdı ve kadın hareketini bir kere daha sokağa döktü! Talep gayet netti: “Kararı geri çek!”,
“İstanbul Sözleşmesi’ni uygula!”
İktidar sözcüleri diyorlar ki, bizim bu Sözleşme’ye ihtiyacımız yok, kendi yasalarımız var! Doğru evet var! Kadın erkek eşitliğini ilan eden Anayasa var – kâğıt üzerinde kalan! Kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair 6284 sayılı kanun var! Kâğıt üzerinde kalan! Uygulanmayan! İstanbul Sözleşme’si var-dı! Uygulanmayan!
Her gün bir-iki kadının bir erkek “yakını” tarafından katledildiği şartlarda, iktidar yasalarını uygulamakla değil, kadına şiddeti önlemekle hiç değil, bunun yerine imzaladığı Sözleşme’yi iptal etmekle meşgul!
30 sayfalık Sözleşme, esasen kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm bir irade beyanından başka bir şey değildi. Uygulandığı yoktu! Uygulanacağı da yoktu! Buna rağmen önemliydi! Kadın hareketinin on yıllardır süren mücadelesiyle gündeme getirilmişti! Ve uygulanmadığı noktada, iktidarın ikiyüzlülüğünü ve erkek egemen yapısını teşhir ediyordu. Her kadın katliamından sonra protestolarını yükselten kadın kitleleri giderek daha çok, daha güçlü bir şekilde “İstanbul Sözleşmesi’ni Uygula!”, “6284’ü uygula!” diye haykırıyordu. İkiyüzlülüklerinin bu şekilde yüzlerine vurulması rahatsızlık veriyordu tabii ki egemenlere!
Şimdi burjuva muhalefetin sözümona kadın hareketinin taleplerine sahip çıkıyormuş gibi yapması da büyük bir sahtekârlıktır. Kadın hareketi on yıllardan beri kadın cinayetlerinin durdurulması amacıyla meclisi ve bütün partileri önlem alınması için görev başına çağırmaktadır. Başta CHP burjuva muhalif partiler (HDP’yi dışta tutuyoruz bu konuda) şimdi bu çağrıya cevap verirmiş gibi yapacaklar, yapıyorlar. Fakat bu onların kadınların haklı talep ve mücadelelerinin AKP iktidarı devirip onun yerine geçmek için kullanmak için attıkları taktik bir adımdan başka bir şey değildir, olamaz. Çünkü onlar da erkek egemendirler.
Bütün kurum ve kuruluşlarıyla tepeden tırnağa erkek egemen olan T.C. devletine açıkçası “İstanbul Sözleşmesi” bol gelmiştir… Egemenlerin bu Sözleşme’yi hayata geçirmeyeceklerini, geçiremeyeceklerini kavramak için söz konusu Sözleşme’yi yakından incelemekte fayda vardır. Bundan önce ama bu Sözleşme’nin nerden çıkıp geldiğine, arka planına bir bakalım.
Geri plan: “İstanbul Sözleşmesi” nasıl ortaya çıkmıştır?
“İstanbul Sözleşmesi”, kadınlara yönelik şiddeti, ayrımcılığı önlemek için irade açıklayan ilk Sözleşme değil! Birleşmiş Milletler’in 1948’de “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin açıklanmasıyla birlikte uluslararası kadın hareketi kadın hakları ve eşitliğinin de ayrıca ele alınmasının gerekliliğini talep olarak gündeme getirmiştir. Bu mücadele ve uluslararası çaptaki tartışmalar sonucunda 1967’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu “Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Bildirgesi”ni kabul etti. Bu bildirgeyi imzalamış olsalar da, bunun devletlere getirdiği bir bağlayıcı yükümlülüğü yoktu. 1975 yılında BM 1. Dünya Kadın Konferansı toplandı ve 1975–1985 yıllarını “Kadın 10 Yılı” olarak ilan etti. Konferans “Kadının Statüsü”ne ilişkin bir komisyon kurarak “Kadınlara Karşı Her Türden Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) metninin hazırlanması kararını aldı. 18 Aralık 1979’da BM Genel Kurulu hazırlanan Sözleşme’yi kabul etti ve 1 Mart 1980’de devletlerin imzasına açtı. Bu Sözleşme, imzalayan ülkelere yasalarını değiştirme bağlayıcı yükümlülüğünü getiriyordu. T.C. devleti, 14 Ekim 1985 tarihli resmi gazetede yayınlanması suretiyle Bakanlar Kurulu’nun onaylamış olduğu bu Sözleşme’yi kabul etmişti. Sözleşme’nin altına zamanın Başbakanı Turgut Özal ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren imza atmışlardı. Yasalardaki bütün eşitsizliklerin ortadan kaldırılması hedefinin yanı sıra kadına yönelik şiddetin önlenmesi de bu Sözleşme’nin içeriklerindendi. Sözleşme’yi imzalayan devletlerin birçoğunun yükümlülüklerini yerine getirmek için kıllarını dahi kıpırdatmadıkları çok bariz görüldüğünden 1997 yılından itibaren kadın örgütleri tek tek ülkelerde hükümetleri izleyen “Gölge Raporlar” hazırlama ve bunu Birleşmiş Milletler CEDAW Komisyonu’na sunma yöntemine geçtiler. T.C.’de, kadın hareketinin on yıllar süren mücadelesine rağmen örneğin Medeni Yasa’nın değiştirilmesi, meclis komisyonlarında sürünüyor, bir türlü gündeme gelemiyordu. AKP iktidara yönelirken, diğer sırada bekleyen Avrupa Birliği uyum yasa paketleriyle birlikte, bunlara da geçit verdi ve 2001 yılında CEDAW Sözleşmesi’yle uyumluluk çerçevesinde Medeni Kanun’da bir dizi değişiklik yapıldı. Bunu TCK’da yapılan diğer değişiklikler izledi. Bu çerçevede örneğin boşanmaların kolaylaştırılması, evlilik dışı çocukların haklarının korunması, AKP iktidarı tarafından yeniden değiştirilen “nafaka hakkı” ve AKP iktidarı tarafından geri çekme tartışmalarının gündeme getirildiği “zina suçu” TCK’dan çıkarılmıştı vb… Bunlar şüphesiz, kadınların konumlarının hukuksal olarak güçlendirilmesi anlamına gelen önemli reformlardı.
Ancak kâğıt üzerinde yasal hakların olması yeterli değildi. Dünya çapında kadın hareketi, kadınların mevcut haklarından faydalanabilmelerinin önkoşullarının yaratılmasını talep ediyordu. Bunun için en önemli mesele, haklarını kullanmak isteyen kadınların yaşamlarının korunmasıdır. Erkek egemenliği şiddete dayalı bir rejimdir. Kadınlara karşı şiddet ile ayakta tutulmaktadır. Uç noktada kadınların yaşam hakkına saldırıdır. Ülkelerimizdeki kadın cinayetlerindeki vahşi artış bunun en bariz göstergesidir. Boşanmak istediği erkek tarafından ölümle tehdit edilen, çocuklarının elinden alınmasıyla tehdit edilen, toplum tarafından dışlanan, ekonomik ve psikolojik olarak baskılanmakla karşı karşıya olan kadınların kâğıt üzerinde var olan haklarını özgürce kullanabilmeleri nerdeyse imkânsızdır. Kadın hareketi devleti görev başına çağırıyor, şiddete – cinsel şiddete maruz kalan kadınları ve çocukları korumak için önlemler alınmasını talep ediyordu.
Bu bağlamda ilk Sözleşme, Amerikalı Kadın Örgütleri’nce hazırlanan ve 1994 yılında “Inter-American Convention on the Prevention, Punishment and Eradication of Violence against Women” (“Kadınlara Şiddetin Önlenmesi, Cezalandırılması ve Bertaraf Edilmesi İçin Amerika-İçi Sözleşme” – Belém do Pará Sözleşme’si olarak da bilinir. ) olarak onaylanan Sözleşme’dir. Bunu örnek alan ve Avrupa’ya da böyle bir Sözleşme gerek diyen kadın örgütleri harekete geçer ve bunun için, 2011 yılında Avrupa Konseyi düzeyinde sonuçlandırılmasına dek peşini bırakmadıkları bir mücadele yürütülür. Sonuçta ortaya çıkan 66 maddelik “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”si, “İstanbul Sözleşmesi”dir.
Sözleşme (burjuva) kadın hareketinin en ileri güncel taleplerini ifade etmektedir. Sözleşme’nin en temel ve önemli özelliklerini okurlarımıza tanıtırken, metnin tümünün incelenmesinin önemli olduğunu da burada belirtmek istiyoruz.
“İstanbul Sözleşmesi”nin içeriği *
Sözleşme’nin ilk maddesinde “Sözleşme’nin Maksatları” şu şekilde açıklanır:
Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;
Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dâhil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;
Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak;
Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak;
Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.
“Sözleşmenin Kapsamı”nın açıklandığı 2. Maddede önemli iki vurgulama vardır: Bunlardan birincisi, “Taraflar bu Sözleşme’nin hükümlerinin uygulanmasında toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin kadın mağdurlarına özel olarak dikkat göstereceklerdir” tespitidir ki bu kadınlar için ‘pozitif ayrımcılık’ ilkesinin kabulü anlamına gelmektedir. İkincisi ise, “Bu Sözleşme, barış zamanında ve silahlı çatışma durumlarında geçerli olacaktır” beyanıdır ki, esasen kendiliğinden anlaşılır olması gereken bir şey, maalesef gerçekte öyle olmadığı için, bir kere daha açık-seçik vurgulanmaktadır. Bu, kadına karşı şiddetin, cinsel şiddetin “savaş suçları” arasında sayılması gerektiğinin bir başka şekilde ifadesidir.
Madde, kadına karşı şiddet bağlamında kapsam ve tanımlama yapmaktadır. Bu maddede söylenenler de oldukça önemlidir, çünkü buradaki tanımlama salt kaba fiziksel şiddet ötesinde, kadına karşı şiddetin her türünü kapsamaktadır: “Kadına karşı şiddetten, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dâhil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;”
Bu maddede “toplumsal cinsiyet” tanımı da yapılmaktadır:
“Toplumsal cinsiyet”, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır;
“Toplumsal cinsiyet” (gender) kavramı 80’li yılların sonundan beri uluslararası alanda tartışmalı bir kavram olagelmiştir. Bu kavram, insanların doğuştan biyolojik cinsel farklılıklarının olmasının ötesinde, toplumsal olarak onlara öğretilmiş cinsiyetlerinin, rollerinin olduğuna dikkat çekmektedir. Buna göre “toplumsal cinsiyet kimliklerinin”, “değişik topluluklarda, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel dönüşümler sonucu” farklı olabileceğini varsayar. “Örneğin, bir zamanlar kadınların sadece evde anne ve eş rollerini benimsemeleri beklenirken, bugün artık toplum hayatında her alanda yer almaları, iş hayatına katılmaları ya da siyasal alanda temsilci rollerini üstlenmeleri, beklenir oldu. Toplumsal cinsiyet kalıpları değiştiği için, artık kız çocuklarını okula göndermemek veya erken yaşta evlendirmek büyük çoğunluk tarafından yanlış olarak kabul ediliyor. LGBTİ kişiler de kendi toplumsal cinsiyetlerini, kendi eğilimleri doğrultusunda, şekillendiriyor.” (sarkac.org/2020/02/toplumsal-cinsiyet-nedir-ne-degildir)
“Temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması”na ilişkin 4. maddede salt kadınların değil, “herkesin” “gerek kamu gerekse özel alanda şiddete maruz kalmaksızın yaşama hakkını yaygınlaştırmak ve korumak için gerekli olan yasal ve diğer tedbirleri” alınacağı sözü verilmektedir. İşte ülkelerimizdeki tartışmada dananın kuyruğunun koptuğu noktalardan biri de budur. “İstanbul Sözleşmesi” LGBTİ (LezbiyenGayTransseksüelİnterseksüel) bireylerin haklarını koruma noktasında şimdiye kadarki uluslararası sözleşmeler açısından en ileri noktayı temsil etmektedir. Ve bu hak talebi muhafazakâr devlet ve hükümetleri ürkütmektedir. “İstanbul Sözleşmesi”ni imzaladıktan sonra, bunun ne anlama geldiği, kendilerini hangi yükümlülüklere zorladığına ayıkan tek ülke Türkiye değildir. Hırvatistan, 12 Haziran 2018’de Sözleşme’ye bir ek açıklama yapma gereği duymuş ve bu açıklamada kendilerini “Toplumsal cinsiyet (gender) ideolojisini Hırvatistan hukuk ve eğitim sistemine sokma veya evlilik kavramı tanımını anayasal olarak değiştirme yükümlülüğünde” görmediğini ilan etmiştir. (bkz. Avrupa Konseyi resmi sitesi www.coe.int/de/web/conventions) Burada “evlilik” kavramı bağlamındaki itiraz “eşcinsel evliliklerin” de (erkek ile erkeğin ya da kadın ile kadının evlenmesi) anayasal evlilik kavramı içerisinde ele alınmasına getirilen itirazdır.
Devamen Polonya, 27 Nisan 2015 tarihli bir açıklamayla başka şeylerin yanı sıra 18. maddeyi salt Polonya vatandaşları için uygulayacağını, yoksa sığınmacılara vb. değil, açıklamıştır. Buna 6 üye ülkenin itiraz etmesi ardından tartışma daha da büyümüş ve son olarak Temmuz 2020’de “İstanbul Sözleşmesi”nden geri çekileceklerini açıklamışlardır. Ancak, Polonya tarafından bugüne kadar henüz somut bir girişim olmamıştır. Bunları başka imza atmış olan ülkelerin izlemesi gayet olasıdır. Özellikle eşcinsel evliliklerin kabulü ve “toplumsal cinsiyet” (“gender”) konusu oldukça tartışmalı bir konudur. Almanya’da dahi! Örneğin “Almanya için Alternatif” (AfD) aşırı sağcı/faşist parti bu konuda atılmış adımların geri alınmasını seçim programına dâhil etmektedir.
İlk imzayı atan Türkiye, Sözleşme’den ilk geri çekilen ülke olarak da örnek teşkil etmektedir.
Sözleşme’de daha neler var?
Sözleşme’nin içeriksel olarak önemli, demokratik haklar bağlamında savunulması gereken noktalarından bazıları da şunlar:
Maddede, Sivil Toplum Kuruluşları ve sivil toplum ayrı bir başlık olarak ele alınmaktadır:
“Taraflar kadınlara karşı şiddet uygulanmasıyla mücadelede aktif bir rol oynayan sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını her düzeyde takdir ve teşvik edecek ve destekleyecek ve bu kuruluşlarla etkili bir işbirliği gerçekleştirecektir.”
Bu madde, özellikle kadın örgütlerini söz sahibi olma noktasında güçlendiren bir madde olarak önemlidir. İlgili konularda kadın örgütlerinin görüşünün dinlenmesi, demokratik işleyişe dâhil edilmeleri anlamına gelmektedir. Tabii ki, gerçek hayatta uygulanması şartlarında! Türkiye pratiğinde bunun nasıl olduğunu çokça yaşıyoruz. AKP Kadın Kolları kendi tabanlarındaki kadınların iknası için kullanılırken, kadın cinayetlerinin önlenmesi, “İstanbul Sözleşmesi”nin uygulanması talepleriyle meydanları dolduran kadınlar yaka paça tutuklanmakta, polis şiddetine maruz kalmaktadır.
Maddede, gayet açık olarak kadınlara karşı ayrımcılığın ve şiddetin “töre, din, gelenek veya sözde ‘namus’ gibi kavramlarla” “gerekçe” olarak kullanılamayacağı vurgulanmaktadır. Uygulandığında bu, bu sözde gerekçelerin ceza indirimleri için kullanılamayacağı anlamına gelir.
- Madde “Genel destek hizmetleri”ile ilgilidir. Ve şiddet mağdurlarına “yasal ve psikolojik hizmetleri, finansal yardım, konut sağlama, eğitim, öğretim ve iş bulma yardımı”sözü verilmektedir.
- Madde şiddete maruz kalan “kadın ve çocuklara, kalacak güvenli yer sağlamak üzere uygun, yeterli sayıda kolayca erişilebilir barınaklar oluşturmak ve mağdurların yardımına proaktif bir biçimde koşmak üzere gerekli yasal ve diğer tedbirleri”n alınacağı açıklanır.
- Madde mağdurlara “Sözleşmede belirlenen herhangi bir suç nedeniyle faillerden tazminat talep etme hakkına sahip olmasını temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır”denmektedir. Aynı maddede, “ciddi bedensel yaralanma veya sağlık bozukluğuna uğrayanlara” gerektiğinde, “yeterli Devlet tazminatı sağlanacaktır” ibaresi de yer almaktadır.
Kadınlara yönelik şiddetin özellikle ağır ve hukuksal vb. sonuçları olan biçimleri olarak “Zorla evlendirmeler” (32. madde), “Psikolojik şiddet” (33. Madde), “Taciz amaçlı takip” (34. madde), “Irza geçme de dâhil olmak üzere cinsel şiddet eylemleri” (36. madde), “Kadın sünneti” (38. madde), “Kürtaja ve kısırlaştırmaya zorlama” (39. madde), “Cinsel taciz” (40. madde), “Sözde “namus” adına işlenen suçlar da dâhil olmak üzere, işlenen suçlar için gerekçelerin kabul edilmemesi” (42. madde) sayılmaktadır.
“İstanbul Sözleşmesi”nin gayet açık ve net olarak ortaya koyduğu bir başka nokta evlilik içi tecavüzün suç teşkil ettiğinin ve cezalandırılması gerektiğinin altının çizilmesidir. “Taraflar 1. fıkrada (“bir insanla, rızası olmaksızın, cinsel nitelikli eylemlere girişmek” –BN) yer alan hükümlerin aynı zamanda iç hukukta kabul edilmiş olan, eski veya mevcut eşlere veya birlikte yaşayan bireylere karşı gerçekleştirilmiş eylemler için de geçerli olmasının temin edilmesi için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.”
Maddede imza atan tarafların Sözleşme de “belirlenen suçların, ciddiyetleri dikkate alınarak, etkili, orantılı ve caydırıcı cezalarla cezalandırılması için gerekli yasal veya diğer tedbirleri” alacakları temin edilmektedir.
Önemli noktalardan biri de, şiddete uğrayan kadınları çifte mağdur eden yöntemlerin yasaklanması ile ilgilidir: “Taraflar bu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerini yasaklamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” (48. Madde)
Bu, somutta kadınları tecavüzcüsüyle evlenmeye zorlayan ve böylelikle faili ceza almaktan kurtaran hukuksal pratiklerin yasaklanması anlamına gelir. Aynı şekilde eşinden şiddet gören ve bu nedenle devletin hizmetlerine başvuran kadınların “Ailenin korunması” adına “ikna odaları”nda eşlerine geri dönmeye zorlanmalarının yasaklanması anlamına gelir. Tabii ki, tüm diğer noktalarda olduğu gibi bu da teoride böyledir!
Sonuç
Görüldüğü gibi, “İstanbul Sözleşmesi”nde özellikle kadınların –aynı şekilde çocukların ve LGBTİ bireylerin– erkek şiddetine karşı korunması bağlamında gayet detaylı ve gerekli şeyler söylenmektedir. Bu Sözleşme bu hâliyle bizim de sahip çıktığımız ve savunduğumuz bir Sözleşme’dir. Fakat biz biliyoruz ki, 40 yıllık CEDAW Sözleşmesi’nin esasta kâğıt üzerinde kaldığı gibi, bu Sözleşme de kâğıt üzerinde kalacaktı, kalacaktır. T.C. devleti bu Sözleşme’den geri çekilerek, kâğıt üzerinde kalsa dahi, kadınları güçlendiren bu haklara tahammülünün olmadığını göstermiştir. T.C.’nin “demokratikleştirilmesi” bağlamında çoktan şapka düşmüş kel görünmüş olduğundan, kâğıt üzerinde kalacağı en baştan açık olsa dâhi kadın hareketine vereceği tavizi yoktur. AKP iktidarı için bundan daha önemlisi, kendi muhafazakâr, patriyarkal aile yapısına bağlı, gerici, LGBTİ haklarına tahammülsüz tabanına yaranmaktır. Bir zamanlar nasıl ki, kuzu postuna bürünüp “İstanbul Sözleşmesi”ne imza attıklarında şov yaptılarsa, şimdi yine şov yapıyor, kendi gerici-dinci tabanlarını sağlamlaştırmaya çalışıyorlar. AKP iktidarı ve T.C. devleti açısından durum böyledir.
Ancak, salt T.C.’de değil, diğer ülkelerde de “İstanbul Sözleşmesi”nin bütün maddelerinin gerçekten uygulanmasını beklemek, burjuvazinin egemenliği şartlarında boş hayaldir. Burjuva egemenliği erkek egemenliği demektir, kadın emeğinin sömürüsü demektir. Burjuvazinin egemenliği koşullarında, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet koşullarında, tüm diğer noktalar hallolsa dahi –ki olamaz!– kadınları ikincil pozisyona iten “ekonomik şiddet” gerçek anlamda bertaraf edilemez. Bunu ancak, insanın insan üzerindeki sömürüsünü kökten tarih sahnesinden silmeyi hedefleyen bir toplum gerçekleştirebilir. Bu toplum sosyalizmdir-komünizmdir!
“İstanbul Sözleşmesi” de dâhil olmak üzere tüm (burjuva) kadın haklarına sahip çıkarken, asıl hedefimizi bir an olsun gözden kaçırmıyoruz:
Komünist kadın hareketimizle bizler çok daha fazlası için, tam özgürlük ve toplumsal eşitlik için mücadele ediyoruz!
Kahrolsun erkek egemen sistem! Kahrolsun kapitalizm!
Umut sosyalizm – komünizmde!
11 Nisan 2021
* “İstanbul Sözleşmesi”nin tam metni için bkz. https://rm.coe.int