Ekonomi
Korona döneminde Kuzey Kürdistan-Türkiye, ekonomide bütün dünyada yaşanan gelişmelere benzer bir süreç yaşandı.
Korona öncesindeki son dönemde Kuzey Kürdistan-Türkiye ekonomisi de yeni bir kriz devresine girmenin işaretlerini veriyordu.
2019 yılının ilk iki çeyreği üst üste ekonomi bir yıl öncesinin aynı dönemine göre küçüldü. Birinci çeyrekte büyüme %-2,6, ikinci çeyrekte %-1,7 idi. 2019’un üçüncü çeyreğinde %1, dördüncü çeyreğinde devletin verdiği büyük destek ile sağlanan %6,4’lük büyüme ile 2019 yılı genelinde büyüme %1’in altında (% 0,9) oldu. Bu önceki yıllara göre büyük bir gerileme, Kuzey Kürdistan-Türkiye ekonomisinin 2008-2009’dan sonra yeni bir ekonomik kriz devresine girdiği anlamına geliyordu. (1)
Korona zaten kendini gösteren yeni kriz devresinde, krizi derinleştiren bir rol oynadı.
2020’nin birinci çeyreğinde, henüz Koronan’ın etkileri ekonomiye tam olarak yansımadı. Birinci çeyrekteki %4,5’luk büyüme, 2019’daki %-2,6 küçülme tabanı üzerinden bir büyüme idi. İkinci çeyrekte Korona etkisini bütün gücüyle gösterdi. Kuzey Kürdistan-Türkiye ekonomisi %-10,3 oranında bir küçülmeyle, bütün AKP döneminin bir çeyrekteki en yüksek oranda küçüldüğü çeyrek oldu. Bu küçülme aynı zamanda zaten küçülmüş olan bir taban üzerinden yaşanan bir küçülme idi. Korona döneminde en baştan itibaren, bütün dünyada olduğu gibi Kuzey Kürdistan-Türkiye’de de tam bir ekonomik çöküşü engellemek için burjuvazinin devleti, borçlanmayı arttırmak pahasına, büyük yardım, hibe, destek paketleri ile devreye girdi. Bu sayede ekonomik yüksek derecede ekonomik küçülmenin önü alındı. Ekonomi yeniden büyümeye başladı. 2020’nin üçüncü çeyreği %6,3 büyüme; dördüncü çeyreği %5,9 büyüme ile kapandı. Son iki çeyrekteki bu büyüme, birinci çeyrekteki büyüme ile birleşince, ikinci çeyrekteki büyük düşüş belli ölçüde telafi edilmiş oldu. Kuzey Kürdistan-Türkiye ekonomisi sonuç olarak Korona yılını %1,8’lik bir büyüme rakamı ile kapadı. Kuzey Kürdistan-Türkiye içinde “gelişmiş ekonomiler”in de yer aldığı 35 OECD (“Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü”) ülkesi içinde 2020 yılında ekonomisi küçülmeyen, büyüyen tek ülke oldu. Burada tabii bu büyüme bir yıl önce çok düşük olan, uzun vadeli %5’lik ortalama büyüme rakamının çok gerisinde olan, 2019’un yıllık %0,9 büyümesi baz alınarak gerçekleşen bir büyümedir bu. Yani ne hükümetin “biz dünyada Korona döneminde Çin’den sonra en yüksek hızla büyüyen ekonomiye sahibiz” diye şişinmesine, ne de dünya çapındaki durumla karşılaştırıldığında burjuva muhalefetin yaptığı gibi “Türkiye ekonomisi battı, mahvolduk”, “Millet aç, aç!” ajitasyonuna izin vermeyen bir “büyüme”dir bu. Ve borç yük ve yükümlülükleri arttırılarak sağlanmış bir büyümedir.
2021’de ekonomik büyüme 2020’e göre hız kazanarak sürdü. 2021’in birinci çeyreğinde ekonomi 2020’nin aynı dönemine göre %7 oranında, ikinci çeyreğinde ise 2020’nin aynı dönemine göre, yani %10,3’lük küçülme baz alınarak, %21,7 oranında büyüdü.
Bu büyüme rakamları konusunda tabii hükümet ve muhalefet kendi beklenen yorumlarını yaptılar.
RTE zaten yüzde yirmilerde büyük “büyüme müjdesi”ni önceden vermişti! 1 Eylül’de TÜİK tarafından resmi rakamlar açıklandıktan sonra hükümet kanadından ilk açıklama AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Tanıtım ve Medya Başkanı Hamza Dağ’dan geldi. Hamza Dağ, twitter hesabı üzerinden:
“Pandeminin tüm olumsuz etkilerine rağmen geçtiğimiz aylarda ihracat rekoru kıran Türkiye, bu kez de TÜİK verilerine göre yüzde 21,7 oranla ikinci çeyrekte rekor büyüme elde etti. AK Parti liderliğinde siyasi ve ekonomik istikrarla geleceğe emin adımlarla yürüyoruz.” paylaşımında bulundu. %21,7’lik büyümenin, %10,3’lük küçülme bazı üzerinden bir büyüme olduğundan, sürdürülebilir olup olmadığından vs. tek söz yok. Rekor kırdık, rekor kırıyoruz. Bir yıl önce aynı dönemde küçülmede Kuzey Kürdistan-Türkiye rekoru kırılmış olduğundan tek söz yok vs.
Buna karşı CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun katıldığı bir TV programında “yüksek büyüme rakamları” hakkında yorumu sorulduğunda verdiği cevap şöyle:
“Ne büyüme ama. Bazıları büyüdü bazıları büyümedi. Manava, berbere, işçiye emekliye, işsize soralım ‘geliriniz arttı mı?’ diye. Kimin geliri arttı dolarla iş yapanlar. Dolarla alışveriş yapanlar… Asgari ücretliye soralım ‘kim büyüdü?’ diye. Karamsar bir tablo var Türkiye’de herkes emin olsun ülkeyi bu karanlıktan çıkaracağız.”
Ne cevap ama! Sanki ekonomik büyüme kapitalizmde işçinin emekçinin refahının artması ile ölçülen bir büyüklük. Sanki Kuzey Kürdistan-Türkiye –ya da herhangi bir kapitalist ülke– işçi emekçi cenneti. Sanki refah işçiler emekçiler arasında paylaşılıyor. Eğer paylaşılmıyorsa, eğer büyüyen “dolarla alışveriş yapanlar”sa, “asgari ücretli” değilse, o zaman büyüme, büyüme değildir! Mantık bu! Buradaki tavır aslında bir kapitalist toplum güzellemesidir. Yalandır. Kapitalist toplumda büyüme, kapitalist ekonominin büyümesidir. Bu büyüme zenginlerin daha zengin olması biçiminde yansır topluma. Emekçilere ise en iyi hâlde kırıntılar kalır.
Büyük sanayi tekelleri, bankalar –bütün dünyada olduğu gibi, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de de– Korona döneminde kârlarına kâr katmaya, “büyüme”ye devem ettiler. Sermaye açısından ele alındığında kaybedenler iflas eden küçük ve sistem taşıyıcı üretim yapmayan (büyük tekellere ara mal üretmeyen) orta burjuvazi oldu.
Ve bu her krizde olduğu gibi esas kaybedenler emekçiler oldu! Bunda şaşılacak bir şey yok! Kapitalizm budur! Kapitalizm işçiler emekçiler açısından karanlıktır. Kendileri kapitalist sistemin savunucusu olanların “ülkeyi karanlıktan çıkaracağız” sözü boş laftır.
Boş lafları bir kenara bırakılıp, bu 2020’nin ikinci çeyreğine göre %21,7’lik büyümenin nasılına bakıldığında –TÜİK rakamlarına göre– şunu görüyoruz:
“2021 yılı ikinci çeyreğinde bir önceki yıla göre zincirlenmiş hacim endeksi olarak; hizmetler yüzde 45,8, sanayi yüzde 40,5, mesleki, idari ve destek hizmet faaliyetleri yüzde 32,4, diğer hizmet faaliyetleri yüzde 32,3, bilgi ve iletişim faaliyetleri yüzde 25,3, kamu yönetimi, eğitim, insan sağlığı ve sosyal hizmet faaliyetleri yüzde 8,5, gayrimenkul faaliyetleri yüzde 3,7, inşaat yüzde 3,1 ve tarım, ormancılık ve balıkçılık yüzde 2,3 arttı. Finans ve sigorta faaliyetleri ise yüzde 22,7 azaldı.”
Burada en önemli rakam sanayideki %40,5’lik büyümedir. Bu sanayi temelli bir büyümenin de söz konusu olduğunu ve büyüme eğiliminin süreceğini gösteren bir büyüme rakamıdır.
Fakat diğer yandan bu büyüme hızı sürdürülebilir bir büyüme hızı değildir, rakamın yüksekliğinin temelinde 2020 ikinci çeyreğindeki rekor küçülme vardır. Diğer yandan yaşanan orman yangınları, sel baskınları vb.nin “Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla” (GSYİH) gelişmesine olumsuz yansımaları 3 çeyrekten itibaren gündeme gelecektir. Yüzde 21,7’lik olağanüstü büyüme, %10 üzerinde olağanüstü küçülme gibi geçicidir.
2021 yılında 3. ve 4. çeyrekte büyüme hızının düşmesi, yıl bazında 2021’e göre %6 civarında oynayan bir yıllık büyüme rakamı gerçekçi bir beklentidir.
Kuzey Kürdistan-Türkiye ekonomisinin gidiş yönü –bu arada çok büyük altüst oluşlar, kalkışma vb., ya da çok büyük doğal afetler, ya da Korona’ya benzer yeni bir sağlık krizi olmazsa– büyümenin devam etmesidir. Ancak 2022 yılında, 2021’e göre büyüme hızının düşmesi normal gelişme olacaktır. 2022’deki %4-5 civarında bir büyüme ile 2018’den sonra başlayan kriz devresinde 2018 seviyesinin yakalanıp aşılması, depresyondan çıkıp kalkınma aşamasına geçilmesi mümkündür.
Ekonomide andaki büyüme aslında 2019-2020 kayıplarını telafi edecek bir büyüme değildir. Kaldı ki, daha önce de belirttiğimiz gibi bu büyümenin motoru yüksek borçlanmadır. Ve bu büyüme anda yeterli istihdam yaratan, enflasyonu gerileten bir büyüme de değildir. Yüksek işsizlik, (TÜİK’e göre %15 civarında) yüksek enflasyonla (%15-20 arasında değişen boyutlarda) kol kola yürüyen bir büyümedir bu.
2022’de, enflasyonda ve işsizlik oranında belli bir gerilemenin sağlanması RTE yönetimin isteği ve planıdır. Burada küçük de olsa bir başarı elde edilmeden ekonominin düzlüğe çıkmış olmasından söz edilemez.
RTE yönetiminin hesabı bu beklenti üzerine kuruludur. 2023 yılına kadar ekonomiyi düzlüğe çıkarmak, büyüme bazında 2018 seviyesini 2023’te yakalamak, enflasyon ve işsizlikte belli ölçüde gerilemeyi sağlamak.
Seçimlerin 2023’te yapılması konusunda ısrarın ekonomik arka planında bu gelişmeler yapmaktadır.
Mücadeleler ve kimi sorunlar
İşçi hareketi
Korona döneminde İşçi Hareketi kimi küçük işletmelerde işten çıkarılan işçilerin geri dönmesi için yapılan dar katılımlı dayanışma ve direniş eylemleri; bu dönemde bağıtlanan bazı toplu sözleşmelerde kimi sendika yönetimlerine ve patronlara karşı protesto eylemleri ile sınırlı kaldı. Eylemler esas olarak var olanı korumaya yönelik savunmacı eylemlerdi.
Korona döneminde İşçi Hareketi açısından en önemli gelişme sendikalı işçi sayılarında görünür bir artış olmasıdır. 2018 Ocak ayı itibarıyla 1 milyon 714 bin 397 olan sendikalı işçi sayısı (Oranı %12.38); 2021 Temmuz’unda 2 milyon 123 bin 685’e (oranı % 14,13) e yükselmişti. Bunda tabii bir yandan sendikaya üye olmanın önündeki bürokratik engellerin önemli ölçüde azaltılmış, bir tıkla üye olmanın yolunun açılmış olmasının yanında, hükümete yakın sendikaların yoğun bir biçimde üye yapmasının, işçiler içinde güçlenmeye çalışmasının payı var. Fakat en kötü işçi örgütlenmesinin, hiç örgütsüzlükten iyi olduğu bilindiğinde sendikalı işçilerin sayısı ve oranının artmış olması önemli bir gelişmedir.
Diğer yandan uzun süredir yürürlükte olan ve fakat uygulanmayan “dâhil oldukları iş kolunda ülke çapında işçilerin %1’ini örgütlemiş olmayan sendikaların toplu sözleşme hakkı olmadığı” biçimindeki yasa hükmü, kısa süre önce –Korona da fırsat bilinerek– uygulamaya kondu. Bu şu anlama geliyor: Şu anda Kuzey Kürdistan-Türkiye’de toplam 20 işkolunda faaliyet gösteren toplam 190 sendika var. Bu 190 sendikanın 52’si ülke çapında %1’in üzerinde üyeye sahip. Yalnızca bunlar toplu iş sözleşmesi yapma hakkına sahip. Bu elli sendikada üye olan toplam işçi sayısı 1 milyon 959 bin 998. %1’in altında kalan toplam 138 sendikada üye olan toplam işçi sayısı 167 bin 678. Bu sendikalı işçilerin %7,9 u. Yani toplam 138 sendika ve bu sendikalarda örgütlü işçiler toplu iş sözleşmesi yapamayacak. Bu aslında %1 altındaki üye sayısına sahip olan sendikaları, ya iş kolundaki büyük sendikalardan biri ile ya da diğer küçük sendikalarla birleşmesi yönünde baskı yaratan bir durum.
Aslında işçi sınıfının sınıf örgütlenmesinin en geniş ve en alt biçimi sendikal örgütlenmenin güçsüz olduğu ülkelerimizde sendikaların birleşmesi yönünde çalışmak görevdir. Aslında birleşmeyi engelleyen, birbirleri arasında çok fark olmayan, ama işçilerin mücadelesini değil, kendi küçük dükkânlarında beylik haklarını, imtiyazlarını korumayı düşünen sendika ağalarıdır. Alttan baskı olmadıkça, onların birlik yönünde adım atmasını çok ama boşuna bekleriz.
Kadın hareketi
Korona döneminde en geniş katılımlı kitle eylemleri –sayısında Korona nedeniyle belli bir gerileme olsa da– Kadın Hareketinin eylemleri oldu. LGBTİ* hareketinin eylemleri de Kadın Hareketinin eylemleri ile birleşti. Bu bağlamda fakat eylemlere damga vuran çok açık olarak örneğin kendini İstanbul Sözleşmesi’ni savunma eylemlerinde gösteren reformizmdi. “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” kampanyası bunun en açık örneği. Kadınlara yönelik erkek şiddeti, taciz, tecavüz, cinayetler bugün kapitalist-emperyalist dönemini yaşayan üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayalı erkek egemen sistemin (Patriyarka) ürünüdür. Kadın kurtuluş hareketinin, diğer ilerici, demokrat devrimci hareketler, en başta sosyalist-komünist hareket ile birlikte elde ettiği reformlar, bu sistemden mücadele ile söke söke koparılıp alınmış, kazanılmış haklardır. Bunlar henüz kapitalizmin özüne dokunmayan sistem içi reformlardır. Fakat kadının gerçek kurtuluşu, gerçek kadın erkek eşitliği ancak erkek egemenliğine son vermekle gerçekleşir. Kadınlara yönelik erkek şiddeti kapitalist devletler arasında yapılan uluslararası sözleşmelerle, yasalarla, bunlar gerçekten uygulansa bile, ancak sınırlanabilir, ama son bulmaz. Bu anlamda “İstanbul Sözleşmesi” değildir kadınları yaşatan ve yaşatacak olan. Kapitalist sistemi proletarya önderliğinde yıkacak devrimlerdir kadınların gerçek kurtuluşunun yolunu açacak olan. Kapitalist toplumun bağrından çıkan ve onun tortularını içinde barındıran sosyalist bir toplumda da sürdürülmek zorundadır erkek egemenliğine karşı mücadele. Kadınlara yönelik şiddet, taciz, cinayet vb. erkek egemenliği özel mülkiyetin ortaya çıkmasından ve ilkel komünal toplumun çöküşünden bu yana, yüzbinlerce yıldır insan toplumlarının adeta genlerine işlemiş bir kötülüktür. “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” şiarı bu sözleşmenin anlamını olağanüstü abartan bir şiardır. Kötü olan bütün devrimci sol hareketin de –buna biz de dâhiliz– bu şiarın reformist özüne bir eleştiri getirmeden, gerçek kurtuluşun yolunu göstermeden bu şiara sahip çıkmış olmasıdır.
Öğrenci- Gençlik Hareketi
Korona döneminde öne çıkan hareketlerden biri Boğaziçi direnişinde somutlaşan Öğrenci- Gençlik Hareketi idi. Hareketin çıkış noktası, Boğaziçi Üniversitesi’ne tepeden inmeci bir şekilde bir rektörün atanmasına karşı öğretim üyelerinin önemli bir döneminin eylemli tepki koyması oldu. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin büyük bir bölümü “Atanmış rektör istemiyoruz”, “Kayyum rektör istemiyoruz” şiarları ve üniversite rektörlerinin üniversiteler tarafından kendi içlerinde seçilmesi talebi ile eyleme geçtiler. Direniş RTE yönetimi tarafından faşist şiddetle ezilmeye çalışıldı. Fakat ne öğretim üyeleri, ne öğrenciler doğru ve haklı talepleri için mücadelelerinden vaz geçmediler. Direniş kampüsten çıkıp sokaklara da taşındı. Bu demokratik hareketin kararlılığı karşısında RTE atadığı rektörü geri çekip, yerine yeni bir atama yaptı. Gelinen yerde hareket “Rektörler atanmasın, üniversitelerin kendi içinden seçilsin” talebi ile eylemlerini sürdürüyor. Fakat diğer yandan bu yeni rektörün icraatları da bekleniyor. Yeni rektör öğrencilerin somut taleplerini –örneğin öğrenciler hakkında açılan tüm soruşturmaların durdurulması, okuldan uzaklaştırılan öğrencilerin disiplin cezalarının kaldırılarak okula geri dönmesi, fakültelere yapılacak atamalarda öğretim üyelerinin ve öğrencilerin söz sahibi olması vb.– karşılayan bir tavır içine girerse, hareketin gücünden kaybetmesi gündeme gelebilir. Bu bağlamda RTE hükümeti, atamaların cumhurbaşkanı tarafından yapılmasından vaz geçmez. Fakat eğer Boğaziçi direnişi yaygınlaşır, diğer üniversitelerdeki öğretim üyeleri ve öğrencilerin çoğu direnişin temel talebine sahip çıkan eylemlere yönelirse “uzlaşma” adımları atabilir. Bu “uzlaşma” atamalarda üniversitelerin bünyesinde yapılacak seçimlerin atamalarda “dikkate alınacağı” vb. sözü ve ona uygun atamalar olabilir.
Korona döneminde, ülkenin çeşitli yerlerinde, öncelikle yöre halkının, köylülerin çevre eylemleri de – Korona öncesi döneme göre hız kesse de– sürdü. Örneğin Karadeniz’de HES’lere karşı mücadele, Kazdağlarında maden çıkarma çalışmalarına karşı mücadele vb. devlet güçleri ile eylemcileri karşı karşıyla getirdi.
Kürt Ulusal Mücadelesi
Kuzey Kürdistan-Türkiye’deki siyasi gelişmeler açısından belirleyici bir rolü olan Kürt Ulusal Mücadelesi, başta da bu mücadelenin başat örgütü PKK, Korona günlerinde faşist devlet güçlerinin yoğun saldırılarının hedefi olmaya devam etti. Faşist devletin Korona döneminde aldığı hayatı eve kapama tedbirleri, ulusal hareketin kitle eylemlerinde önemli bir düşüşü beraberinde getirdi. Faşist devlet bu ortamı PKK’ye karşı yüksek teknik kullanımlı askeri saldırılarını yoğunlaştırmak için kullandı. Faşist devlet, PKK’nin yönetim kademesine yönelik nokta operasyonları, PKK’nin kitle desteğini azaltmak ve HDP’yi baskı altına almak için kullanılan “Diyarbakır Anneleri” eylemi gibi psikolojik savaş eylemleri, Güney Kürdistan’da ve Rojava’da sürekli bombalamalar vb. ile PKK’ye önemli kayıplar verdirdi.
Tabii ki, faşist devletin “PKK’nin belini kırdık” onu “hareket edemez hâle getirdik” söylemleri gerçek durumun ifadesi değil, psikolojik savaşın bir parçası. Fakat faşist devletin PKK’ye karşı Temmuz 2015 sonrasında yeniden yoğunlaştırarak sürdürdüğü savaşta Korona günlerinde kendi açısından belli “başarılar” elde ettiği de olgu. Bu “başarı”nın bedeli tabii direnen PKK’nin vurduğu faşist T.C. askerleri, ele geçirdiği askeri teçhizat vb. oluyor. Fakat faşist devlet açısından bu ölümler ırkçılığı yükseltmek için kullanılan “Şehit cenazeleri” için malzeme olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor.
PKK’nin askeri açıdan Kuzey Kürdistan’da da güç kaybetmesi, Korona günlerinde kitle eylemliliklerinde kitle katılımında önemli düşüşle birleşti. PKK’nin bu gelişme karşısındaki tavrı Türkiye’nin metropollerinde ağırlıklı “intikam eylemleri” adını verdikleri eylemlere yönelmek oldu. Bu eylemler çoğunlukla “yakma” biçiminde sabotaj eylemleri. Bu “intikam eylemleri” doğrudan PKK tarafından üzerlenilen eylemler değil. Ancak PKK yöneticileri, Kürt gençlerine yönelik yaptıkları eyleme geçin çağrılarında, ”Ne bekliyorsunuz. Elinizde bir kutu kibrit, bir litre benzin de mi yok?” tavrı ile bu eylemlere nasıl baktıklarını ortaya koydular. Eylemler “Ateşin Çocukları İnisiyatifi”, “Jinen Tirejen Roje İnisiyatifi”, “ Halkın Birleşik İntikam Milisleri” (2) gibi isimler altında üzerleniliyor. PKK’nin haber sitesi “Fırat Haber Ajansı” (ANF) üzerinden bu isimlerle yapılan üzerlenmeler hakkında haber yayınlanıyor.
Bir örnek, ANF de yayınlanan “Temmuz ayı bilançosu”. Haber şöyle:
“Ateşin Çocukları İnisiyatifi yazılı bir açıklama ile Temmuz ayı bilançosunu duyurdu. Ateşin Çocukları “AKP-MHP terör partilerine intikam dolu bir ay yaşattık” dediği açıklamada Kürtlere ölümü dayatan AKP-MHP terörüne karşı Kürtlerde artık cevapsız kalmayacaktır vurgusu yaptı.
Açıklamada şunlar belirtildi:
“Temmuz ayı içerisinde Türkiye’nin birçok kentinde AKP-MHP destekçilerine ait araç, fabrika, işyeri, tekne, tersane, otel ve mağazayı ateşler içerisinde bıraktık. Bizlere yaşam hakkı tanımayan AKP-MHP hükümetine ve destekçilerinin her yerde Kürtlere ölümü dayatan terörüne karşı Kürtlerde artık cevapsız kalmayacaktır. Başlattığımız ‘’Çöktürme Hamlesi’’ Kürt düşmanlarına yüzyıllık hesabı sorma ve intikam alma hamlesi olacaktır.”
Bilanço;
ARAÇ: 10, İŞYERİ: 4, FABRİKA: 1, GERİ DÖNÜŞÜM TESİSİ: 1, TEKNE-YAT: 31, RESTORAN: 2, PLAZA DEPOSU: 1, ÖZEL HASTANE:1, MİNİBÜS: 1, İŞ MAKİNASI:1, YAKIT TANKERİ:1, İMALATHANE: 2, OTEL: 1, ATÖLYE: 1, MAĞAZA: 1, DEPO: 2, DOĞALGAZ KUTUSU: 1, BİYOGAZ TESİSİ: 1, ASKERİ KIŞLA ALANI: 2, ZEYTİNLİK ALAN: 600 DÖNÜM, SAMAN: 15350 BALYA +410 TON, BUĞDAY: 55000 DÖNÜM” (3)
Bu eylem çizgisinde birden fazla yanlış vardır.
Yanlış bu eylemlerin “intikam” ile gerekçelendirilmesidir. İntikam anlayışı devrimci, demokrat bir anlayış değil, ilkel bir anlayıştır. Devrimci bir eylem “intikam” almak için yapılan bir eylem değildir. Devrimciler intikam almak için değil, kitleleri devrim hedefi doğrultusunda harekete geçirmek için, onları devrimin hedefleri konusunda aydınlatmak için örgütlemek için eylem yaparlar. Bu eylem biçimi ve gerekçelendirilmesi ile bunların hiçbiri yapılamaz. En iyi hâlde kendi kitlesinin en geri duyguları körüklenir. “Helal olsun çocuklara bak ne biçim intikam alıyorlar” dedirtir.
Yanlış, eylemin biçimi çok militan ve devrimci görünse de, içeriğinin reformist olmasıdır. Bu eylemlerde hedef faşist devlet değil “AKP-MHP terör partileri”dir. Yalnızca Kürtlere yönelik saldırıları bile baz alsak, bu saldırıların sorumlu ve suçluları yalnızca “AKP-MHP terör partileri” değildir. Kuzey Kürdistan-Türkiye’de faşizmi AKP-MHP ile sınırlamak, Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin gerçekliğinden bihaber olmaktır. Kuzey Kürdistan-Türkiye’ye faşizm AKP-MHP ile gelmedi, onların gitmesi ile gitmeyecek! T.C. devleti –en başta Kürt sorununda– dişine tırnağına kadar faşist bir devlettir. Faşizme karşı mücadeleyi AKP-MHP’ye karşı mücadeleye indirgemek en safından reformizmdir.
Yanlış, eylemlerin hedeflerinin yanlış olmasıdır. Fabrika, işyeri yakmakla, sivil araç, restoran vb. yakmakla, hele burada sayılanlar gibi çoğu küçük işletmeleri yakmakla –eğer devrim yapmak gibi bir niyetiniz varsa– devrim yönünde ilerlemek mümkün değildir. Böyle eylemlerle bireylere zarar verebilirsiniz, hatta daha büyük sabotaj eylemleri ile “ekonomik terör”le şu veya bu burjuvayı, hatta ülke ekonomisini zayıflatabilirsiniz. Fakat devrim, devrimcilerin ekonomiyi zayıflatması ile gerçekleşmez. Devrimin öznesi olan işçi sınıfının ve emekçilerin devrimin hedefleri için kazanılması, örgütlenmesi, onların harekete geçirilmesi ile olur. Bu gibi eylemler kitleleri kazanmak açısından bir işe yaramaz. Tam tersine onları “devrimcilerden uzak” durmaya iter. Bu eylemleri yapan devrimci –genç– insanları da devrimin gerçek görevleri için çalışma yerine, bu gibi eylemlerde oyalama işlevi görür.
Komünistler “intikam eylemi” olarak dökümü yapılan eylemleri devrime hizmet eden eylemler, devrimci eylemler olarak görmez. Biz bu eylem çizgisini ret ediyoruz.
Korona döneminde yalnızca silahlı mücadele yürüten PKK değil, yasal alanda Kürt ulusunun demokratik haklarını savunan, bu tavrıyla egemen sınıf partilerinden ayıran HDP’de en ağır saldırıların hedefi oldu. Başta eski eş başkanlar ve birçok yönetici olmak üzere yüzlerce HDP’li hapiste. HDP kazandığı belediyeler kayyumlarla yönetilmeye devam ediliyor. Hemen her gün, HDP, PKK ile ilişkilendirilerek, polis operasyonlarının hedefi oluyor. HDP bürolarına saldırılar düzenleniyor vb. Bütün bunlar HDP’yi yıldırmadı, yıldırmıyor. “Cumhur İttifakı” HDP’yi “terörist örgütün uzantısı” olarak gösterip, burjuva muhalefeti de HDP ile işbirliği yapmakla suçlayıp, bu ittifakı dağıtmaya çalışıyor. HDP’ye de, PKK’yi “terörist örgüt” ilan etme baskısı yapılıyor. Bu baskı yalnızca “Cumhur İttifakı”ndan gelmiyor. Kendine “Millet İttifakı” diyen CHP-İP de HDP’nin desteği olmaksızın seçimlerde hiçbir şansının olmadığını bildiğinden “zor durumda”. Bir yandan HDP’ye bir türlü sahip çıkar görünmek zorundalar. HDP’ye muhtaçlar. Diğer yandan fakat açıkça HDP ile ittifak kurmaktan kaçınıyorlar. HDP’yle değil, HDP’ye oy veren seçmenle ittifak istiyoruz vb. ikircikli tavırlar takınıyorlar. HDP ise pazarlıkta net olarak, eğer bizim desteğimizi almak istiyorsanız, kapalı kapılar ardında pazarlık yok. Açıkça bizimle ittifak yapacaksınız tavrı takınıyor. Sonuçta cumhurbaşkanlığı seçiminde HDP’nin ilk turda kendi adayını göstermesi, ikinci turda RTE karşısındaki adayın desteklenmesi yönünde tavır takınması şaşırtıcı olmaz. Çünkü HDP açısından da hedef “Saray İktidarı”nın yıkılmasıdır. Bu tavır yanlıştır. Sonuçta bağımsız bir siyaseti bırakıp, egemen sınıf temsilcilerinden “daha az kötü” görünenin desteklenmesidir. Fakat HDP’nin bugünkü yaklaşımını sürdürmesi hâlinde, “üçüncü yol” lafları edilmesine rağmen büyük ihtimalle olacak olan budur.
Korona döneminde HDP bağlamında en önemli gelişme kuşkusuz parti hakkında kapatma davası açılması oldu. HDP’nin kapatılması öncelikle MHP’nin talebi. AKP-RTE’nin parti kapatma konusundaki genel tavırları “Parti kapatma işini seçmen sandıkta yapar” şeklinde. AKP zamanında Anayasa Mahkemesi kapısında süründürülen ve kapatılmaktan üçte iki çoğunluk bulunamadığı için “kurtulan” bir parti. Bu tecrübe temelinde parti kapatmayı çok zorlaştıran yasal düzenlemeler AKP döneminde yapıldı. Siyaseten HDP’nin kapatılması hem öncelikle Kürt halkı nezdinde, hem de uluslararası alanda AKP-RTE yönetimini zora sokar. Siyaseten, AKP kapatılmayı istemese bile, HDP’nin kapatılması seçmen tarafından AKP-RTE’nin hanesine yazılır. HDP kapatılsa bile onun yedek partisi, HDP’nin kapatılmasının öncelikle Kürt seçmenlerde yaratacağı haklı infialin rüzgârını arkasına alabilir. Bu Kuzey Kürdistan’da HDP’nin esas rakibi konumunda olan AKP açısından istenen bir şey değildir. Bu yüzden MHP, HDP’nin kapatılması konusunda her gün kapatılsın kampanyasını yükseltirken, AKP sözcüleri HDP kapatılmalıdır tavrını takınmıyor, “sorun yargı önündedir” tavrını takınıyor. AKP’nin beklentisi Anayasa Mahkemesi’nden 2/3 çoğunluk sağlamadığı için kapatma kararının çıkmaması, fakat HDP’nin kimi siyasetçileri hakkında politika yasağının getirilmesi, hazine yardımının kısıtlanması gibi cezalar çıkmasıdır. Eğer MHP, AKP-RTE’ye, HDP’nin kapatılması yönünde açık tavır takınma talebini getirip, bunu koalisyonun sürdürülmesi konusunda şart olarak ileri sürerse, koalisyonun bozulması gündeme gelebilir. RTE’nin son Amed ziyaretinde yaptığı “Çözüm sürecini bozan biz değiliz” tavrı böyle olası bir gelişmeye karşı alınmış bir önlem olarak da okunabilir. Bu bir yandan PKK ve HDP’ye yarım uzatılmış bir eldir, hem de esas olarak Bahçeli’ye koalisyonu bozmaya kalkarsan, HDP alternatifi de gündeme getirilebilir mesajıdır.
Korona döneminde Kürt ulusal mücadelesi açısından tehlikeli bir gelişme, Güney Kürdistan’da yaşandı, yaşanıyor. Güney Kürdistan’ın belli bölgelerinde –en son Gara ve Şengal’de– KDP-PKK arasında bir iktidar mücadelesi yaşanıyor. KYB’nin bölünmesi ertesinde bölünmenin tarafları da bu mücadelenin bir yanında yer alıyorlar. Bu mücadele Korona döneminde yer yer karşılıklı şiddet eylemleri; tutuklamalar, küçük çaplı çatışmalara da dönüştü. Alandaki faşist T.C. güçleri PKK’nin alandaki gücünün kırılması için KDP’ye her türlü desteği vererek, kendi güçleri ile provokasyonlar yaparak, Kürtler arasında bir savaşı kışkırtıyor. Böyle bir savaş çok parçalı Kürt ulusal hareketi açısından tam bir felaket olur. Yalnızca bölge sömürgeci devletlerine ve emperyalist güçlere yarar. Bir dizi Kürdistani örgüt, Kürt aydınları böyle bir gelişmeyi engellemek için çalışıyorlar. Kürt örgütleri arasındaki çelişmelerin birbirine karşı şiddet kullanılmasının ilkesel olarak ret edilerek çözülmesi başta T.C. olmak üzere bölgedeki sömürgeci güçlerin ve emperyalistlerin oyunlarını bozacak tek yoldur.
Siyasi gelişmeler
Ülkelerimizde siyasi gelişmeleri belirleyen ne yazık ki hâlâ egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşı. Bu iktidar dalaşında egemenler RTE iktidarının sürmesinden yana olanlar, ne olursa olsun RTE iktidarının yıkılmasından yana olanlar biçiminde ikiye ayrılmış durumda. Siyasi gelişmelerin RTE’ciler ile anti RTE’ciler arasındaki dalaş tarafından belirlenme olgusu Korona döneminde de değişmedi. Tersine bu belirleyicilik, Korona nedeniyle de sınıf mücadelesinin ve sisteme karşı devrimci mücadelenin daha da geri çekilmesi, daha az görünür hâle gelmesi ile çok daha baskın hâle geldi.
İki ittifak/iki cephe
Egemenlerin kendi aralarındaki iktidar dalaşı siyasi arenada anda “Cumhur İttifakı” ile “Millet İttifakı” arasında yürüyor.
AKP-RTE ile MHP’den oluşan “Cumhur İttifakı” iktidarda. Destici önderliğindeki BBP’de Millet Meclisi’nde temsil edilme ücreti karşılığında bu ittifakı destekliyor. Anda Doğu Perinçek’in Vatan Partisi, Kuzey Kürdistan’da Hizbullah’ın legal partisi Hüda-Par’da “Cumhur İttifakı”nı destekliyor. RTE 19 yıldır süren AKP iktidarını sürdürebilmek için anda MHP’yee muhtaç. MHP’de kendi politikasını iktidara yansıtabilmek için AKP-Erdoğan’a muhtaç. Aralarında bir dizi konuda yaklaşım farkı var. MHP, AKP-RTE’ye göre çok daha Türkçü-ırkçı saldırgan. AKP’de fakat aslında Temmuz 2015’den beri savaş düzenine geçmiş durumda ve öncelikle Kürt meselesinde MHP’nin siyasetini izliyor. Bu siyaset sömürgeci, kuralsız savaş, “vur kurtul” siyasetidir. Çözümü PKK’nin askeri olarak bitirilmesinde gören bir siyasettir. PKK’yi terörist olarak mahkûm etmeyeni terörist ilan etme siyasetidir. AKP-RTE ile MHP arasındaki ittifakın en azından seçimlere kadar sürdürülmesi büyük ihtimaldir. AKP-RTE iktidarı sürdürebilmek için AKP ve MHP oylarının yetmeyebileceği ihtimalini göz önüne alarak ittifakı genişletmek, öncelikle “Millet İttifakı”nı dağıtabilmek için adımlar atmaktadır. Yüzde 1 oyun bile belirleyici olduğu bir ortamda, kendinden menkul “Milli Görüş Hareketinin Lideri” sıfatlı Oğuzhan Asiltürk ile Erdoğan görüşmelerinin arka planında Saadet Partisi’ni bölme, ya da “Millet İttifakı”nı destekten vaz geçirme hesapları yatmaktadır. Bu ittifakın yeni seçimlerde cumhur“başkan”ı adayı bellidir: RTE.
RTE iktidarının karşısında olan kesimin çoğu şimdiden RTE iktidarının aslında bittiği, ilk seçimde RTE iktidarının bitmişliğinin tescil edileceği konusunda kesin ve iddialı konuşmaktadır. Fakat biz en gerçek kamuoyu yoklamasının bizzat seçimlerin kendisi olduğunu biliyoruz. RTE iktidarının sürmesi, en az bu iktidarın seçimleri kaybedip yerini bugünkü burjuva muhalefete bırakması kadar olasıdır.
CHP ve İP, “Millet İttifakı”nı oluşturuyorlar. DP ittifakın ortağı. SP ittifakın resmi parçası olmaksızın “Millet İttifakı”nı destekledi, destekliyor. Ayrıca Korona döneminde kurulan AKP küskünleri Gelecek Partisi (Ahmet Davutoğlu), Demokrasi ve Atılım Partisi’nin (Ali Babacan) bu ittifak içinde yer alması, ya da ittifak içinde yer almadan desteklemesi mümkün. CHP küskünü “Memleket Partisi” (Muharrem İnce)’nin de cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda Erdoğan’ın karşısındaki adayı destekleyeceğinden yola çıkılmalıdır. (Eğer Kılıçdaroğlu aday olursa zor, ama imkânsız değil. Bağrına taş basıp,” tıpış tıpış oy vermeye” gidilebilir). Burada sorun şu: RTE’nin yalnızca MHP’nin açık desteği ile cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması zor ama imkânsız değil. Fakat “Millet İttifakı” adayının HDP’nin yüzde 10 civarındaki seçmeninin oyunu almaksızın seçilme ihtimali yok! Cumhurbaşkanlığı seçimleri eğer ikinci tura kalırsa HDP’nin oylarının “Millet İttifakı”nın adayına yönelmesi, “Millet İttifakı” adayının kazanabilmesi için ön şart, HDP’nin şimdiye kadarki tavrı “ne olursa olsun AKP-RTE’ye kaybettirmek”. Bu siyaset temel alındığında HDP’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, seçim ikinci tura kalırsa, ikinci turda “Millet İttifakı” adayını desteklemesi normal gelişme olacaktır.
“Millet İttifakı”nın unsurları her gün ısrarlı bir şekilde “Erken seçim” talep etmelerine rağmen hâlâ bu ittifakın cumhur”başkan”ı adayının kim olacağı belli değildir. Son dönemde, seçim konusunda “hemen şimdi” tivitleri atan CHP başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, başkan adaylarının kim olduğu sorusuna “Kişiye indirmek kadar yanlış bir şey yok. Önce kuralları koymalıyız. Temiz bir adam olacak, vatandaşlar arasından ayrım yapmayacak, nefsine hâkim olacak, ‘güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçmeyeceğiz’ demeyecek, yolsuzluklar konusunda dikkat edecek. Aday olacak kişinin devleti bilmesi gerek. Bilen bir insan kurumları geleneklerini bilir. Bizim adayımızı ittifak belirleyecek. Millet ittifakı olarak birden fazla adayımız olabilir. Bu konu erken bir konu.” cevabını veriyor. “Erken seçim değil derhal seçim” talebi, “baskın seçime hazır olun” talimatları vb. ama seçimin ana konusu olan cumhurbaşkanı adayını belirleme konusu “erken bir konu”.
“Erken konu olması”nın birden fazla nedeni var. En baştaki neden tabii “erken seçim/derhal seçim/baskın seçim” söylemlerinin boş laf olduğunun bilinmesi. Erken seçim diyenler bu kararın RTE-AKP dışında alınmasının mümkün olmadığını biliyor. AKP-Erdoğan’ın şimdilik erken seçime ihtiyacı da niyeti de yok. İkinci neden “Millet İttifakı”nın ve onu destekleyen cephenin, ortak noktası RTE’nin iktidarına son vermek olan yamalı bohça olması. İktidara gelseler iktidarın nimetlerini paylaşma konusunda birbirlerini yemeleri muhtemel. İttifakın iki ana partisi İP-CHP ve bu partilerin bizzat kendi içlerinde de, HDP’ye karşı tavrın ne olması gerektiği konusunda derin ayrılıklar var. Hem İP tabanının, hem CHP’nin kazma kemalist olan kesiminin, hem de “yenilikçi” Kılıçdaroğlu kesiminin, hem de HDP’nin tabanının oy vereceği bir isim bulunması gerek. Ayrıca GP-MP-Deva partilerinin de oy vereceği bir aday bulunması lazım. Zor iş. Aslında AKP-RTE’yi en sevindirecek aday “İttifak bana görev verirse tabii ki görevden kaçınmam “pozlarındaki Kılıçdaroğlu olurdu. Fakat bu az bir ihtimal. Ortalıkta adı dolaştırılan adaylar içinde İmamoğlu, Yavaş, Soyer vb. belediye başkanları öne çıkıyor. Bu İstanbul ve Ankara somutunda belediye başkanlığının bir dahaki yerel seçimler kadar yeniden AKP’nin eline geçmesi demek olur. Akşener, kendi adaylığını dayatmanın bir aracı olarak İmamoğlu’nu İstanbul’u “Bizanstan kurtaran!”a benzer bir “lider” ilan ederek, CHP içinde giderek yüksek sesle dillendirilen “adayımız Kılıçdaroğlu”dura karşı gardını aldı. Görünen odur ki “Millet İttifakı”nın cumhurbaşkanı adayı seçim kararı somut olarak alındıktan sonra, ya da onun kısa süre öncesinde sıkı pazarlıklar sonrasında belirlenecek. Şimdiki bütün adaylık tartışmaları aslında bu konuda iddialı olanların rakiplerinin önünü kesme tartışmaları.
Şu kutuplaşma meselesi
İktidar dalaşında her iki yan da, lafta “toplumda kutuplaşma”dan yakınıyor. Karşı tarafı bu kutuplaşmayı yaratan ve geliştiren olarak gösteriyor. Evet, toplumda Tayyipçilik ve anti-Tayyipçilik biçiminde görülür bir bölünme ve kutuplaşma var. Bu kutuplaşma egemen sınıfların çatışan her iki kesimi tarafından da körükleniyor, derinleştiriliyor. Her iki yan da rakibini şeytanlaştırıyor, onu bütün kötülüklerin anası olarak gösteriyor. Kendi yanını ise pirü-pak, sütten çıkmış ak kaşık gibi gösteriyor. Bu çatışmada karşılıklı olarak hakaretlerin, küfürlerin, olgu çarpıtmalarının, yalanların bini bir para. Her iki yan da “olgu değil, algı önemlidir” şiarına göre hareket ediyor. Sosyal medya denen kubur karşılıklı algı operasyonlarının aracı olarak kullanılıyor.
Tayyip cephesi, AKP-RTE döneminde T.C.’nin en güçlü dönemini yaşadığı, bu dönem öncesinde hemen hiç bir şey yapılmamış olduğu masallarını anlatıyor. Türkiye’nin şimdi dünya siyasetine yön veren bir güç hâline geldiğini, Batının “bizi kıskandığı”nı anlatıyor. Karşı cepheyi “terörist sevici” ve Türkiye’ye düşman “dış güçler”in uşağı olarak gösteriyor. Bu cephenin tabanında Tayyip’i peygamber ilan edenler bile var.
Anti-Tayyip cephesi için, AKP-RTE iktidarı Atatürk’ün kurduğu modern ve bir zamanlar dünyanın gıpta ettiği cumhuriyetin bütün kazanımlarını adım adım yok eden, ülkeyi parsel parsel –hem de Arap sermayesine!– satan, yalnızca kendini ve yandaşı olan “5’li çete”yi zenginleştiren, Türkiye’yi geriye götüren, Batı dünyasından koparan, uluslararası alanda yalnızlaştıran bir iktidardır. Bu cephenin küçümsenmeyecek bir bölümü için RTE-AKP’si zaten şeriatçı bir partidir. T.C.’yi yıkıp bir İslam Cumhuriyeti kurmanın peşindedir. Bugün bunu yapamadığı için takiye yapmaktadır. Bu cephe için, cephenin başat partisi CHP’nin sözcülerinden Engin Altay mecliste yaptığı bir konuşmada; “Bu hükümet dünyanın en doğru işini bile yapsa bizim bu hükümeti alkışlayacak halimiz yok!” dedi.
Böyle bir iktidar, böyle bir muhalefet. Kuzey Kürdistan-Türkiye’de burjuva siyasetin hal-i pür melali bu.
Bu bir yandan tabandaki durumun siyasete yansıması; diğer yandan da siyasetin tabandaki duruma yansıması.
Sadece kendi partisi, medyası vb.nin dediğini izleyen ve buna kelimenin tam anlamıyla iman eden, kendi gerçekliğinde yaşayan kesin inançlı cemaatlerden oluşan, derinden bölünmüş bir toplum.
Hâkim sınıfların sözcüleri çokça “Kıvançta ve tasada bir olan toplum” hakkında büyük laflar ederler. Büyük felaketlerde en azından siyasetçiler açısından –ki kamuoyunu medyaları aracılığıyla yönlendirenler onlar– bunun büyük bir yalan olduğunu görür, yaşarız.
Bunu Korona pandemisi gibi aslında takım, cemaat ayrımı yapmadan başta yoksullar, bütün insanları tehdit eden gerçek anlamda bir felakette bir kez daha gördük.
Böyle herkesi tehdit eden bir felaket karşısında aslında siyasi partilerin, bütün toplum kurumlarının ve kuruluşlarının birlikte hareket etmesi beklenir.
Ne oldu? Hem AKP-RTE yönetimi, hem anti-Tayyip cephesi, pandemiyi öncelikle rakiplerini köşeye sıkıştırmak için kullandılar.
AKP-RTE yönetimi, kendilerinin pandemi konusunda bütün dünyada örnek alınan mükemmel bir mücadele verdiklerini; pandeminin AKP’nin sağlık konusundaki başarılı siyaseti sonucu en az zararla atlatıldığını, atlatılacağını vb. anlattı. CHP’nin elindeki büyük belediyelerin Korona konusunda gayet başarısız ve beceriksiz, sorumsuz bir siyaset yürüttüğünü, “CHP zihniyeti”nden zaten başka bir şey de beklenemeyeceğini anlattı.
Anti-Tayyipçiler için ise, bu hükümet Korona konusunda siyaseti ile iflas etmişti. Sağlık Bakanlığı’nın verdiği bütün veriler sahte, her şey yalandı. Türkiye Korona konusunda dünyada en başarısız mücadele örneği idi. Merkezi hükümetin yapamadığını CHP’li büyükşehir belediyeleri yaparak, Korona’ya karşı nasıl mücadele edileceğini göstermişti. Örneğin Adana büyükşehir belediyesi bir gecede 1000 kişilik “Sahra Hastanesi” kurmuştu vs.
Her iki yanın da anlattıkları içinde bir keçi boynuzundaki bal kadar gerçek vardı.
Ama her iki yanın inançlı taraftarları açısından, kendi takım sözcülerinin anlattıkları yüzde yüz doğru idi.
Aynı tavırları korkunç orman yangınlarında ve su/sel baskınlarında da gördük, yaşadık.
Orman yangınlarında hükümet sözcüleri ve hükümet yanlısı medya, bir yandan bu orman yangınlarının “teröristlerin işi” olabileceğini ima ederken, diğer yandan yangınlara karşı gayet iyi mücadele edildiğini, –bu konuda da– her konuda olduğu gibi! dünyanın Türkiye’deki bu mücadeleye gıpta ile baktığını anlattı.
Anti-Tayyipçiler ise, orman yangınlarının derhal söndürülmemesinin ve yaygınlaşmasının sebebi ve suçlusunun AKP-RTE yönetimi olduğunu ilan ettiler. THK’nin elinde olan ve söndürmeye hazır, hemen uçabilecek durumda olan 7 yangın uçağı yangınları söndürme işinde kullanılmamıştı! Çünkü THK, “Atatürk’ün kurduğu kurum”du. AKP-RTE “cumhuriyetten intikam alma” düşüncesinde olduğu için bu kurumdan nefret ediyordu. Bu yüzden uçabilir uçaklar kullanılmıyordu. (Sonradan Kılıçdaroğlu THK kurumuna yaptığı ziyaret ertesinde, “Uçakların bakımı gerekiyor. Türk Hava Kurumu yönetimi “Biz en hızlı 3 ayda uçakları uçurabiliriz” dedi. Haklılar. Halk bizim belediye başkanlarımıza çok güveniyor. Bize engel olmasınlar, THK için ne kadar para lazımsa hepsini toplarız. Her şey şeffaf olur. Yeter ki bize engel olmayın.” tavrını takındı.)
Burjuva ziyaretçiler bu goy goy içinde birbirini yerken, binlerce gönüllü, alevlere karşı can bedeli bir mücadele yürüten itfaiyecilerin yanında yangınları söndürmeye çalışıyordu.
Karadeniz’deki sel/su baskınlarında onlarca insanımızı yitirdik. Burada da yine karşılıklı suçlamalar, birbirini kötülemeler, kurtarma çalışmalarının önüne geçti. Örneğin hükümet ve hükümet yanlısı medya ölü ve kayıp sayılarını mümkün olduğunca düşük gösterirken; anti-Tayyipçiler de en başından itibaren, özellikle a-sosyal medya üzerinden “binlerce ölü ve kayıp ” haberleri yaygınlaştırdılar.
Bu tavırlar kutuplaşmanın, bölünmenin ifadesi olan, onun boyutlarını gösteren, bölünme ve kutuplaşmayı derinleştiren tavırlar.
Bu bölünme ve kutuplaşmanın derinleşmesi, insanların birbirine düşman olması, her iki yanın da kendi tabanını konsolide etmesi açısından yararlı ve önemli.
Fakat kutuplaşmanın derinleşmesinin hangi kesime daha fazla yaradığı sorusuna cevap ararsak, şunu tespit edebiliriz:
AKP-RTE hükümet konumundadır. Devlet aygıtını önemli ölçüde kontrol eder durumdadır. Çelişmelerin çok sertleşmesi, sokakların hareketlenmesi, ülkede geniş çaplı karışıklıklar olması, kaos ortamının oluşması, ülkenin yönetilemez hâle gelmesi AKP-RTE yönetiminin işine gelmez. Bu yüzden bu kutuplaşma ve bölünmenin belli bir seviyede tutulması AKP-RTE yönetimi açısından uygun olandır.
Buna karşı anti-Tayyipçi burjuva muhalefetin sırtında yumurta küfesi yoktur. Kutuplaşmanın hükümet tarafından kontrol edilemeyecek boyutlarda derinleşmesi, kaos ortamı burjuva muhalefet açısından iktidara yürüyen yolda bir seçenek olabilir. Bu tabii burjuvazinin genel çıkarları açısından ele alındığında tehlikeli bir seçenektir. AKP-RTE’nin seçim kaybetmesi hâlinde iktidarı devretmemesi durumunda gündeme gelebilir. Burjuva muhalefet partilerinin seslendirdiği “AKP silahlanıyor, iç savaşa hazırlanıyor” söylemleri, esasında böyle bir ihtimal için kendi tabanına yönelik silahlanma çağrısıdır. Bu bağlamda kutuplaşmanın derinleşmesi AKP-RTE’den çok muhalefete yarayan bir şeydir.
İşçiler-emekçiler açısından ülkelerimizde egemen sınıfların kışkırttığı, derinleştirdiği kutuplaşmanın hiçbir yararı yoktur. Tersine sınıfı da bölen birbirine düşman hâle getiren bu kutuplaşma, burjuvaziye, egemenlere yaramaktadır. Bu kutuplaşmada egemen sınıfın siyasi kamplarının her ikisi de, işçiler emekçiler açısından birbirinden berbattır. İşçi sınıfı ve emekçiler bu kamplaşmanın dışında, kendi kampını oluşturmalıdır. İşçilerin ve emekçiler burjuvaziden bağımsız hareket etmeyi öğrenmeli, kendi sınıf çıkarların için burjuvazinin tümüne karşı mücadele etmelidir. Kurtuluş buradadır.
Şu seçim meselesi
Burjuva muhalefet 2018 seçimlerinin hemen ertesinden başlayarak, seçimlere hile karıştırıldığı tezini işleyerek, seçilen başkan ve hükümeti gayrı meşru ilan etti, Aslında bu tespitin mantıki sonucu bu gayrı meşru ilan edilen seçim sonucu oluşan parlamentoda çalışmanın en baştan ret edilmesi olurdu. Fakat tabii bu yapılmadı. Parti yönetimleri karar alsa bile bu karar uygulanamaz, partiler bölünürdü. Yeni milletvekili seçilmiş, milletvekilliğinin getirdiği nimetlerden yararlanma imkânına sahip burjuva politikacıların büyük bölümünün “partim karar aldı, uyarım, doğrusu budur” demesini beklemek boş iştir. Kaldı ki, burjuva parti yöneticileri kendi yaptıkları seçimleri RTE ve AKP’nin hile ile kazandığı tespitinin doğru olmadığını gayet iyi biliyorlardı. CHP’nin adayı Muharrem İnce –Kendisi Korona döneminde kuruluşunu ilan ettiği “Memleket Partisi”nin başkanıdır şimdilerde–‘nin seçim gecesi sonuçlar ortaya çıktıktan sonra açıkladığı gibi “Adam kazandı”ydı!
Bu seçim sonuçlarını gayrı meşru ilan etme işi kısa sürede tavsadı.
2019 Mart’ında yapılan yerel seçimlerde İstanbul-Ankara gibi büyük şehirlerde Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın el değiştirmesi, “Millet İttifakı adaylarının” kazanması, CHP ve İP’e büyük umut verdi. AKP’nin ve genelde “Cumhur İttifakı’nın oylarının 2018’de yapılan başkanlık ve parlamento seçimlerine göre düşüş göstermesi, AKP iktidarına seçimlerle son verilebileceği konusunda umut yarattı. CHP-İP, bu arada AKP’den ayrılarak yine Korona döneminde kendi partilerini kuran Davutoğlu ve Babacan, Saadet Partisi yerel seçimlerde RTE iktidarının halk desteğini kaybettiğinin açıkça görüldüğü, bu iktidarın “meşruiyetini” yitirdiği tezini işlemeye ve buna bağlı olarak erken seçim talebini dillendirmeye başladılar.
Erken seçim taleplerinin dillendirilmesi, ABD seçimleri döneminde Biden’in bir konuşmasında Türkiye’de açıkça Erdoğan hükümetinin iş başından uzaklaştırılması gerektiğini, bunu Türkiye’deki “demokratik muhalefeti destekleyerek”, “ama bu kez seçimlerle” yapacaklarını söylemesi ertesinde hız kazandı. Biden’in başkan seçilmesi Erdoğan’ın seçimlerle iş başından uzaklaştırılması konusunda umutları arttırdı.
Burjuva muhalefet hükümetin bütün alanlarda politikalarının iflas ettiğini, hükümetin yönetemez durumda olduğunu söyleyerek, hükümete ömür biçmeye başladı. Hükümet yönetemez durumda olduğu için mutlaka erken seçime gidecekti! Erken seçim tarihi olarak önce 2020 baharı, sonra sonbaharı, sonra 2021 ilkbaharı konusunda iddialı açıklamalar yapıldı. Gelinen yerde artık somut tarih vermek konusunda daha dikkatli davranıyorlar. Ama her halükârda seçimin 2023 Haziran’ı öncesinde, erken veya baskın seçim olarak yapılacağı konusunda iddiaları sürüyor.
Buna karşı andaki MHP destekli AKP-RTE hükümeti bütün açıklamalarında ısrarla seçimlerin zamanında yapılacağını söylüyor.
Eğer seçimler demokratik meşruiyet için kıstas olarak kabul edilirse –ki burjuva muhalefet bunu seçimlere katılarak, seçimlerde seçilen kurumlarda çalışarak vb. en baştan kabul ediyor– o zaman RTE hükümetinin meşruiyetinin burjuva muhalefet tarafından sorgulanması havanda su dövmektir.
Kuzey Kürdistan-Türkiye’de başkanlık ve parlamento seçimleri 5 yılda bir yapılır. Seçilenler 5 yıllığına seçilirler.
RTE, başkanlık seçimlerinde %52,59 oyla birinci turda 5 yıllığına başkan seçilmiştir.
AKP parlamento seçimlerinden %42,56 oranında oyla açık ara (CHP %22,64) fakla birinci parti olarak çıkmıştır. AKP’nin MHP ile kurduğu “Cumhur İttifakı”nın parlamento seçimlerindeki oy oranı %53,66 dır! (“Millet İttifakı” %33,94)
Parlamento, “yerel seçimlere kadar” değil, 5 yıllığına seçilmiştir!
Yerel yönetim seçimleri, adı üzerinde “yerel yönetim”lerle ilgilidir. Parlamento ve başkanlık için meşruiyet mercii değildir yerel seçimler.
Kaldı ki yerel seçimlerde de Kuzey Kürdistan-Türkiye genelinde partilerin aldığı oy oranları ele alındığında tablo şöyledir: AKP %44,33; CHP %30,12 (Batının bütün büyük şehirlerinde “Millet İttifakı”nın adayları CHP’li aday olarak tanıtılmış ve HDP tarafından desteklenmiştir. HDP’nin yerel seçimlerindeki oy oranının %4,24 olduğu bilindiğinde, CHP’nin %30’u içinde HDP’nin en az %6 oyu olduğu açıktır. “Millet İttifakı”na AKP’den alınan büyük şehirleri kazandıran HDP’dir.) İyi Parti %7,45, MHP %7,31, HDP %4,24, SP %2,71 vd.) . Yani AKP “yenildiği!!!” yerel seçimlerden de açık ara birinci parti olarak çıkmıştır. AKP’nin MHP ile kurduğu “Cumhur İttifakı”nın toplam oy oranı yerel seçimlerde %51,78’dir.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, AKP-RTE iktidarının meşruiyetinin kalmadığı iddiası –eğer seçimler meşruiyetin temeli olarak görülürse!– boş bir iddiadır.
Burjuva muhalefetin erken seçim talebinin ikinci gerekçesi bu iktidarın “Türkiye’yi yönetemez” durumda olduğudur.
Yönetememe nedir?
Bu hükümet döneminde, Kuzey Kürdistan-Türkiye egemen sınıfları tarihinin en büyük gelirlerini, kârlarını elde ediyor.
Bu hükümet gerekli gördüğü her durumda, kanun hükmünde kararnamelerle istediği kararı alıyor uyguluyor.
İstediği yasayı istediği biçimde çıkaracak parlamento çoğunluğuna sahip ve çıkarıyor.
Bu hükümet içte ve dışta savaş yürütecek güce sahip ve yürütüyor.
Kendisine karşı her türlü muhalefeti faşist şiddetle ezebiliyor.
Güvenlik bürokrasisi bu hükümetin denetiminde.
Ordu, önemli ölçüde hükümetle bir arada yürüyor.
Yargı esas olarak hükümetin kontrolünde.
Daha nasıl yönetmesini istiyorsunuz?
Bundan önce bu kadar işlevsel bir yönetme işi bir kemalist diktatörlüğün 1925-1945 arasındaki döneminde, bir de askeri cuntalar döneminde yaşandı!
Bu bağlamda “yönetememe krizi” yok hükümetin. Yönetiyor, ama faşizmle yönetiyor. Faşizmin en koyularından birinin yaşandığı bir yönetim dönemindeyiz. Gerçek bu.
Türkiye’yi yönetememe krizinden kurtaracağını ilan eden CHP ve İYİ Parti daha kendi arasında HDP’ye karşı tavrın ne olması gerektiği, kimin başkan adayı olacağı, başkan adayının başkan seçilmesi hâlinde başkanlık yetkilerini ne ölçüde nasıl kullanılacağı konusunda bile ortak bir görüşe sahip değil!
Yani yönetememe krizi de boş laftan başka bir şey değil.
Bunun ötesinde erken seçim konusunda, AKP-RTE’nin aslında seçimleri herhâlde zamanından önce ve baskın seçim olarak yapacağı konusunda iddialı açıklamalar var. Bu açıklamalar anayasada cumhurbaşkanın ancak iki dönem seçilebileceği, iki dönem cumhurbaşkanlığı yapan bir kişinin yeniden aday olamayacağı hükmüne dayandırılıyor. Bunun bir istisnası var: İkinci dönem dolmadan cumhurbaşkanı istifa eder, istifası ile birlikte parlamento da dağılır veya parlamento dörtte üç çoğunlukla kendini fesheder, cumhurbaşkanının başkanlığı da parlamentonun feshiyle birlikte düşürülür. O zaman, cumhurbaşkanı ikinci dönem görevini tamamlamamış olduğundan yeniden aday olup seçilebilir.
Bu teorinin savunucuları, eğer cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimi zamanında yapılırsa, anayasaya göre, RTE’nin, o iki dönem cumhurbaşkanlığı görevini yapmış olduğu için aday olamayacağını bu yüzden onun en geç 2023 başlarında istifa edip, baskın seçime gideceğini iddia ediyorlar.
Bu da tam kendi kendine gelin güvey olma tavrı. Bu esasında anayasadaki hükmün nasıl yorumlanacağı ile ilgili bir konu. 2017’de referandumda kabul edilen anayasa temelinde yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçimi 2018’de yapıldı. Anayasada yapılan değişiklikle T.C.’de yönetim sistem değişti. Parlamenter sistemden, “Türk Tipi Başkanlık” (Cumhurbaşkanlığı) sistemine geçildi. Yeni sistemin ilk dönem cumhurbaşkanı RTE. Bu yorum bir dizi anayasa hukukçusunun (Bunlar RTE yanlısı olanlar) yorumu. Bir bölümü (bunlar da muhalefet hukukçuları) hayır, Erdoğan 2018 öncesindeki dönemde de seçilmiş cumhurbaşkanı idi. O yüzden aday olamaz diyorlar. Yani yorumlar çatışıyor.
Sonuçta kimin aday olup olamayacağına karar verecek kurum Yüksek Seçim Kurulu. O kurumun vereceği karar ise bugünden bellidir: Erdoğan 2023’de yapılacak bir seçimde de aday olabilir!
Fakat bu anayasa hükmünün Erdoğan’a 2023 seçimlerinde aday olup seçilmesi hâlinde, 2028’den sonra başkan olabilmesine imkân sunan bir yanı da var. Eğer Erdoğan o zamana kadar kendine halef olacak güvenilir ve seçilebilecek bir başkan adayı bulamazsa, 2028 öncesi istifa yoluyla, yeniden aday olabilir! Osmanlıda oyun çoktur!
Erken seçim/baskın seçim tartışmalarında en önemli mesele şudur:
AKP-RTE istemedikçe, ne erken seçim, ne de baskın seçim olmaz.
Bugünkü parlamento yapısında AKP’nin katılmadığı bir erken seçim kararı, parlamentoyu feshetme kararı mümkün değildir. MHP saf değiştirse bile mümkün değildir bu.
AKP-RTE beş yıllığına seçilmiştir, Parlamentoda açık ara birinci partidir. Ülkeyi istediği gibi yönetme durumunda ve konumundadır. Seçimi öne almasının kendine getireceği bir yarar yoktur.
Tersine ekonomik durum, yaşanan Korona krizi, korkunç orman yangınları, su baskınları vb.nin bugün ya da kısa dönemde yapılacak bir seçimde AKP oylarında bir yıpranmayı beraberinde getirmesi olasılığı büyüktür. Ekonomik veriler, gelişmenin AKP açısından bugünkünden daha olumlu bir duruma doğru gelişeceğini gösteriyor. Bu yüzden AKP seçimleri zamanında yapmak konusunda kararlı görünüyor.
AKP’nin planı, bir yandan ekonomik gelişmede kalkınma rüzgârını yakalama, diğer yandan önümüzdeki dönemde bir dahaki seçimlerde geçerli olacak şekilde, seçim yasalarında AKP açısından yarar getirecek kimi düzenlemeleri, MHP ile de danışma, anlaşma temelinde yapmak üzerine kurulu.
AKP istemezse, erken seçimi zorlayacak tek şey, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de büyük ayaklanmalar olması, bir türlü genel kaos ortamının, bir iç savaş ihtimalinin ortaya çıkması Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin gerçekten yönetilemez duruma gelmesi, AKP’nin erken seçimi iç savaşı engellemek için tek yol olarak görmesi olabilir. Bugün böyle bir gelişme hepten dıştalanmasa bile, küçük bir ihtimal olarak görünüyor.
Seçimin tarihi bağlamında AKP-RTE yönetiminin seçim kanunlarını değiştirme konusunda çalışmaları da dikkate alınmak zorundadır. AKP-RTE bugünkü seçim yasasında kendilerinin parlamentoya daha güçlü gelmesini sağlayacak değişiklikler yapma hazırlığı içinde. Bizzat RTE bu konuda çalışmaların AKP açısından tamamlandığını, taslak üzerinde şimdi MHP ile ortaklaşma için görüşmeler yürütüldüğünü açıkladı.
Bugünkü yasanın bir partinin milletvekili çıkarabilmesi için ülke çapında en az %10 oy alması gerektiği hükmü bilindiği gibi “yürütmede istikrar” sağlama ile gerekçelendiriliyordu. 1982 Anayasası’na bu hüküm askeri faşist cunta tarafından aslında öncelikle “İslamcı” bir partinin ve “Kürtçü” bir partinin parlamentoya girmesini engellemek, sonuçta cuntanın biri “sağ”, diğeri “sol” merkez iki partisinin yer aldığı bir sistem kurmaktı. Aslında yapılan ilk seçimde hiç hesapta olmayan üçüncü bir parti “ANAP”ın seçimlerden birinci parti olarak çıkması ile bu sistemin işlemeyeceği ortaya çıktı. Fakat bu sistem büyük partilere büyük avantajlar sağladığı için bugüne kadar sürüp geldi. %10 barajının düşürüleceği hep tartışıldı. Ama sonuçta bir değişiklik yapılmadı.
2017’de anayasada yapılan değişiklik sonucu, parlamenter sistemden “Türk Tipi Başkanlık” sistemine geçildi. Bu sistemde yürütme doğrudan halk tarafından, en geç ikinci turda %50+1 ile seçilmek durumunda olan cumhur“başkanı” tarafından atanıyor. Yani Parlamentonun başkan seçiminde oynadığı rol sıfırlandı. Bu anlamda artık %10’luk barajın “yürütmede istikrar”la gerekçelendirilmesinin temeli ortadan kalktı. Yürütmeyi parlamento belirlemiyor.
Şimdi lafta bütün partiler yüzde 10 barajının düşürülmesini savunuyor.
Bu konuda alınacak kararda belirleyici olan, yasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olan “Cumhur İttifakı”dır. Bu yüzden yasa değişikliğinde barajın yüzde 10’dan yüzde kaça çekileceği, AKP-MHP’nin anlaşmasına bağlıdır. MHP barajın %7’ye çekilmesinden yana. AKP %5’şe çekmeyi istiyor. Fakat MHP ısrarlı olursa, %7 üzerinde de anlaşabilirler. Anda bu konuda %7’de anlaşıldığı konusunda haberler çıkıyor.
Bu bağlamda yapılacak değişiklikte bir sorun partilerin seçimlere bir “İttifak” safında katılması hâlinde barajın ittifak içindeki partilerin her biri için geçerli bir baraj mı olacağı, yoksa ittifak için mi olacağı. Bu konu henüz tartışma konusu.
Barajın düşürülmesi “temsilde adalet” ile gerekçelendiriliyor. Kuşkusuz barajın sıfırlanması ve nispi temsil sistemi, temsilde adalet isteniyorsa burjuva seçimlerinde en iyi sistemdir. Fakat bunu yapmayacakları açıktır.
Yapılması planlanan ikinci değişiklik, seçim bölgeleri sistemi ile ilgilidir. Andaki yasada her ile nüfusu ne olursa olsun iki milletvekili hakkı tanınıyor. Bunun dışında her ilin toplam 600 milletvekili üzerinden kaç milletvekili çıkaracağı belirleniyor. İkiden fazla milletvekili çıkaracak durumda olan İller, nüfusuna göre birbirine yakın nüfusa sahip seçim bölgelerine ayrılıyor. Yurtdışı oyları eşit oranda seçim bölgelerine dağıtılıyor.
AKP-RTE yönetimi şimdi Kuzey Kürdistan-Türkiye’yi bölgesel idari yapılanmadan bağımsız olarak seçmen nüfusuna göre birbirine yakın seçmen sayısına sahip 600 seçim bölgesine ayıran “dar bölge sistemi”
Ya da “belli sayıda –mesela 10/20 vs.”– milletvekili çıkaracak “daraltılmış bölge” sistemine geçmek istiyorlar. Bu bağlamda iki turlu, ikinci tura en çok oy alan iki adayın katıldığı dar bölge sistemi, parti merkezlerinin aday belirlemede gücünü azaltan, yerele önem kazandıran bir rol oynar. Fakat planlanan bu değildir. Bu bağlamda da seçim bölgelerinde bir değişikliğe gidilip gidilmeyeceği, gidilecekse hangisinin tercih edileceği AKP ile MHP arasındaki pazarlıklara bağlıdır.
Her hâlde, AKP meclis açıldığında yasa değişikliğini gündeme getireceğini açıkladı.
Eğer AKP bu konuda ciddi ise ve MHP ile anlaşabilirse, seçim kanunu ile ilgili değişiklik en erken ekim sonu/kasım başı ortasında yasalaşabilir. Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler seçimlerden en geç bir yıl önce yapılırsa bir dahaki seçimlerde geçerli olur.
Seçim kanununda değişiklik yapılırsa, bu 2022 Kasım’ı öncesinde seçim yapılmayacağı anlamına da gelir.
AKP-RTE iç savaşa mı hazırlanıyor?
Bu bağlamda bir de burjuva muhalefetin kötümser kesimlerinde epey yaygın bir görüş olarak “Bu adamlar seçimle gitmez. Ne yapar eder, sahtekârlıkla, makarna, kömür ile her seçimi kazanırlar, ya da kaybetseler de iktidarı vermez iç savaş çıkarırlar” görüşü var.
Bu görüşte olanlar, AKP’nin iktidar yolu olarak seçimlerle işbaşına gelmeyi strateji olarak benimsemiş kültürel İslamcı bir siyasi parti olduğu gerçeğini kavramıyorlar.
AKP’nin Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin bugünkü toplumsal yapısında iktidar olmak veya iktidarda kalmak için iç savaşa ihtiyacı yoktur.
AKP 19 yıl iktidar sonrasında da seçmen bazında hâlâ açık ara birinci parti. Bu olgu.
Bu olgununu önümüzdeki kısa dönemde değişeceğine dair bir işaret de yok.
İktidarda olan, iktidarı kaybetse bile sonraki seçimlerde kazanma ihtimali büyük olan bir siyasi parti açısından, “iç savaş”ın ne yararı vardır?
Aslında AKP iç savaşa hazırlanıyor teorisi, burjuva muhalefetin bir kesiminin kendi kendilerine gaz vermesi, iç savaşa hazırlanalım vb. çağrısı.
AKP iç savaş için silahlanıyor, SADAT bunun için kuruldu vb. teorileri de çokça seslendiriliyor burjuva muhalefetin bir bölümü tarafından.
SADAT esasında öncelikle devletin dışa yayılma siyasetinin bir aracı olarak kurulan bir örgüt. İç savaş örgütü değil. Fakat tabii gerektiğinde aynı ordu gibi iç savaşta da kullanılabilir.
Bu konuda yanlış değerlendirme yanında bol miktarda dezenformasyon, fake haber ve yalan da var.
AKP’nin tabanında seçili dar bir kesimde belli bir silahlandırma olması mümkündür. Fakat AKP’nin bütün tabanını silahlandırıp, iç savaşa hazırlandığı –en azından şimdiki durumda– bir fantezi olarak görünüyor. Devlet aracını önemli ölçüde ele geçirmiş olan, bu anlamda devletin silahlı güçlerinin silahlarını kullanma durumda olan bir siyasi partinin tabanını ayrıca silahlandırmasının fazla bir gereği yoktur.
AKP seçimlerde yenilmesi hâlinde de, büyük ihtimalle iç savaşa yönelmez muhalefete çekilip bir dahaki seçimleri bekler.
Çünkü seçilme şansı olduğunu, “demokratik yolla iktidara gelme şansı olduğunu” tecrübeyle bilmektedir.
Seçimlerde yenilmesi hâlinde ne yapacağını aslında kaybettiği Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde gördük. Direnseler de, seçim sonuçlarını kabullendiler.
İç savaş daha çok burjuva muhalefet açısından iktidara gelmek için bir seçenek hâline gelebilir. Bunun için AKP’nin seçimi açık ara kaybetmesi ve fakat iktidarı devretmemesi gerekir. Bunun yanında ABD’nin ve/veya AB’nin iç savaşı açıkça istemesi, desteklemesi gereklidir. ABD ve AB açısından Erdoğan iktidarı güvenilmez ve kontrol edilmez bir iktidar olarak, istenmeyen bir iktidardır. Demokrat olmadığı, diktatör olduğu, insan haklarına değer vermediği vb. vb. nedeniyle değil, ABD ve AB emperyalistlerinin her dediğini yapmadığı için bu iktidarın devrilmesi gerekir. Emperyalistlerin “demokrasi” kıstası, herhangi bir rejimin kendileri ile çalışıp çalışmadığıdır. Evet, emperyalistler Erdoğan rejiminin devrilmesini, kendilerine yakın bir iktidarın iş başına gelmesini istiyorlar. Bunu açıkça söylemekten de çekinmiyorlar. Biden’in yaptığı gibi. Ancak bugün emperyalistlerin Kuzey Kürdistan-Türkiye’de iç savaş istediği yok. AKP’nin seçim yoluyla devrilmesini istiyorlar.
Batılı emperyalistlerin tercihlerinin iç savaş olduğu durumda, iç savaş çıkar. Ama bunların Kuzey Kürdistan-Türkiye için andaki siyaseti bu değil. Çünkü emperyalistler iç savaş çıkan kimi ülkelerde sonucu gördüler; Irak, Libya, Suriye, Lübnan vb.
En güçlü burjuva muhalefet / mafya şefi muhalefeti
Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin siyasi gündemi Korona günlerinde epey süre devlet hizmetinde çalışan, Sedat Peker isimli narsist bir mafya şefinin canlı yayın platformlarında yayınladığı ifşaat dizisi tarafından belirlendi. Dizi, a-sosyal medya kanalları ve burjuva muhalif medya tarafından paylaşıldı. Milyonlarca kişi tarafından izlendi. Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin en fazla seyredilen popüler dizisi hâline geldi.
Dizi, AKP-MHP arasındaki ilişkileri bozmak; hükümeti, AKP’yi ve MHP’yi zayıflatmak potansiyelini içinde taşıyan bir dizi olduğundan bugünkü yönetimi rahatsız etti. RTE yönetiminin baskısı ile canlı yayınlar durduruldu. Sedat Peker, “şan, şeref, namus, vatan, millet” namına yürüttüğü muhalif faaliyetini a-sosyal medyada yaptığı “açıklamalarla” sürdürüyor.
Burjuva muhalefet bu mafya şefinin “ifşaat”larını muhalefetinin esas malzemesi hâline getirdi. Bir zamanlar FETÖ’nün ifşaatçi Fuat Avni’sinin yerini şimdilerde Sedat Peker aldı.
Sedat Peker bir mafya şefidir. Devletle mafya iç içedir. Anlattıklarının bir bölümü kuşkusuz içten bilgidir. Ancak bunların ne kadarının gerçek bilgi olduğu, ne kadarının Sedat Peker üzerinden RTE yönetimine karşı yürütülen bir operasyonun parçası olduğunu denetlemek imkânsızdır.
Burjuva muhalefetin, egemen sınıflar arasındaki mücadele içinde, egemen sınıfların bir maşasının verdiği “bilgiler” üzerinden siyaset yapması anlaşılır bir şeydir.
Fakat T.C. devletine karşı olma iddiasında olanların, egemen sınıflar içindeki mücadelede kullanılan bu gibi tiplerin verdiği “bilgiler” üzerinden “siyaset yapması” kadar büyük bir aymazlık olamaz. Ne yazık ki bunu yapan çok örgüt ve kişi var.
Bunlardan bugün T.C. devletine karşı silahlı mücadele yürüten KCK’nin Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, 29 Haziran’da ANF’de yayınlanan yazısında şöyle diyor:
“Sedat Peker bile ‘Benim tweetimi yasaklıyorlar, bilmem şu sayfamı yasaklıyorlar, yasaklansın, ben onları dumanla duman ederim’ dedi. Eskiden dumanla haberleşiliyormuş ya. Yani AKP iktidarının ne kadar zayıf olduğunu aslında Sedat Peker ortaya koydu. Yani bırak videoyu, bırak tweeti, dumanla onları sarsarım, diyor. Gerçekten şu anda Sedat Peker bir şey söyler de iktidarım yıkılır, diye korkuyor. Böyle iktidar olur mu? Bu iktidar ne kadar ayakta kalacak? Evet, her gün. Sedat Peker’in bir iddiası ortaya çıkıyor. Hükümet oturup kalkıyor. Bu yönüyle artık korku yıkılmıştır. Artık bu iktidar teşhir olmuştur. Bu iktidarın bütün gerçek yüzü açığa çıkmıştır. Şimdiye kadar bir kesim toplumu aldatıyordu. Birçok çevreyi kandırıyordu. Buna dayanarak ayakta kalıyordu. Artık bunu da kaybetmiştir. Bir tek Sedat Peker bile bütün yandaş basından daha etkili hale gelmiş. Neden? Bunların gerçekliği zayıf, gerçekliği yok? Gerçekliği olmayan iktidarın da yıkılması yakındır.”
Pusula şaşırıldığında varılan yer “iktidarın yıkılmasının yakın” olduğu müjdesinin bir mafya şefinin tanıklığına dayandırılmasına kadar varabiliyor.
Sedat Peker’in ifşaatları bir tek şeyi gösteriyor: Sedat Peker bir mafya şefi olarak devletle iç içe çalışmış, devletin illegal işlerinde görev almıştır. Devlet mafya ile iç içedir. Devletin nerde bitip mafyanın nerde başladığı belli değildir. Fakat bunda yeni olan bir şey yoktur. Biz bunu hep söyledik. Burjuva devletler mafyatik örgütlerle iç içedir. Bir zamanlar devlet için de çalışan bu gibi tipler, anda devleti yönetenlerle ya da onların bir bölümü ile bozuştuğunda, bildiklerinin bir bölümünü (o bölümün de hangileri olduğunu pazarlıklar ve şimdi bu gibi kişilerin arkasında duran onu konuşturan güçler belirler) anlatır. Olan budur.
Gelinen yer “sol”un bir kesiminin RTE-AKP yönetiminden kurtulmak için umudunu Sedat Peker’e gibi tiplere bağlama noktasına geldiği yerdir. Seviyenin daha ne kadar gerileyeceğini kestirmek de güçtür.
Bu güçsüzlüğün, ilkesizliğin, çaresizliğin ifadesidir gerçekte.
Hâlbuki çare vardır. Çare faşist devlete karşı devrim mücadelesidir. Çare faşizmin devrimle yıkılması, işçilerin-emekçilerin iktidarının kurulmasıdır. Bunun dışındaki tüm “çözümler”, sistem içi reform(cuk)lar, egemen sınıfların temsilcileri arasında iktidar değişikliği vs.dir.
Gerçek çözümün öznesi işçi sınıfı ve emekçi yığınlar.
Görev şimdi egemen sınıfların mücadelesinde iki kampın kuyruğu konumunda olan bu öznenin aydınlatılması, örgütlenmesidir. Bunu yapacak olan gerçek komünist partilerdir. Komünistler açısından bugünün esas görevi gerçek Komünist Partisi’nin inşasını ilerletmektir.
5 Eylül 2021
Dipnotlar:
(1) İstatistiklerde TÜİK rakamlarını temel alıyoruz. Bunların yüzde yüz doğru “güvenilir” vs. olduğu iddiasında değiliz. Sonuçta bunlar burjuva devletinin istatistik kurumunun belgeleri. Ve bu kurum siyasetten tabii ki “bütünüyle bağımsız” bir kurum değil. Bu rakamları temel almamızın en baştaki nedeni bizim kendimizin geniş çaplı istatistiki araştırma yapacak gücümüzün olmamasıdır. TÜİK, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de en geniş veri toplama imkânına ve gücüne sahip olan istatistik kurumudur. Veri tabanı Kuzey Kürdistan-Türkiye’de istatistik yapan tüm kurumlardan daha geniştir. Kullandığı yöntemler uluslararası istatistik kurumları tarafından standardize edilmiş yöntemlerdir. Uluslararasında Kuzey Kürdistan-Türkiye ile ekonomik ilişkisi olan bütün kurumların dayandığı veriler TÜİK verileridir. TÜİK’in istatistiki verileri konusunda Kuzey Kürdistan-Türkiye’de burjuva muhalefetin ve fakat kendine sosyalist, devrimci vb. diyen kesimin de küçümsenmeyecek bir bölümünün iddiası, bu verilerin sahte olduğu, verilerin durumu iyi göstermek için çarpıtıldığı vb.dir. Bu iddiayı getirenlerin hiçbir kanıtı ve ispatı yoktur. Bu mümkün de değildir. Kuzey Kürdistan-Türkiye’de TÜİK dışında hiçbir kurum, kuruluş TÜİK kadar geniş bir bilgi akım ağına, veri toplama kabiliyetine sahip değildir. Bunun ötesinde: Gerek Kuzey Kürdistan-Türkiye burjuvazisinin, gerekse Kuzey Kürdistan-Türkiye ile iş tutan, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de yatırımı olan, Kuzey Kürdistan-Türkiye’yle ile ticaret ilişkisi olan uluslararası burjuvazinin kârını korumak ve arttırmak için gerçek istatistiki verilere ihtiyacı vardır. Siyasi sorun, verilerle değil, verilerin yorumu ile ilgili bir sorundur. Hükümette olanlar genelde verileri kendi lehlerine yorumlar, verilerin gelişmeyi kalkınmayı gösterdiğini anlatır. Durumu olduğundan iyi göstermeye çalışır. Buna karşı burjuva muhalefet (ve ne yazık ki Kuzey Kürdistan-Türkiye’de burjuva muhalefetin kuyruğundaki “Sol” kesim de) verileri “ülkede ekonomi çöktü, çöküyor”, “battı, batıyor” şeklinde yorumlar. Buradaki temel düşünce, hükümette olanların beceriksizlikle suçlayarak kendilerini kurtarıcı olarak göstermektir. Biz, egemen sınıf temsilcilerinin yorumlarına kulak asmayız. Çıplak verileri alıp kendimiz yorumlarız.
(2) “Yakma” eylemleri şeklindeki eylem biçimi sadece doğrudan PKK kökenli örgütler tarafından üzerlenilmiyor. Bilindiği gibi devrimci örgütlerin önemli bir bölümü “Halkların Birleşik Devrimci Hareketi” adı altında âdeta PKK’ye eklemlenmiş durumdadır. “HBDH” içinde PKK, MLKP, MKP, DKP/B (Devrimci Komünarlar Partisi/Birlik), DKP/BÖG (Devrimci Komünarlar Partisi/Birleşik Özgürlük Güçleri), THKP-C/MLSPB, TKEP/Leninist ve TKP-ML yer almaktadır. “Halkların Birleşik İntikam Milisleri” (HBİM), “HBDH”nin “İntikam Milisleri”dir..
(3) https://www.nuceciwan84.xyz/tum-haberler/son-dakika-atesin-cocuklarindan-temmuz-ayi-bilancosu-fasizm-yaniyor/