Türkiye Cumhuriyeti (T.C) devleti, çok uluslu, çok milliyetli bir devlettir. Egemen Türk ulusu dışında, Kürt ulusu, Arap ulusu ve Abaza, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Roman, Gürcü, Laz, Pomak ve bir dizi değişik etnik kökenden, milliyetten insanlar yaşamaktadır. T.C sınırları içinde yaşayan Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani azınlıklar da vardır. Türk burjuvazisi T.C.’nin kuruluşundan bu yana Türk olmayan ulusal kimliğine sahip çıkanlara karşı soykırım ve asimilasyon siyaseti izlemektedir. Anayasada ve pratik yaşamda etnik kökeni ne olursa olsun, her T.C vatandaşı ‘Türk’ ilan edilmektedir. “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” (Anayasa Madde 3) ilkesi Anayasanın değişmeyen, değiştirilmesi teklif edilemeyen maddelerinden biridir. Kuzey Kürdistan-Türkiye- Antakya bölgesinde yaşayan insanların kendilerini nasıl tanımladıkları, T.C açısından belirleyici değildir. T.C açısından belirleyici olan, T.C sınırları içerisinde yaşayan herkesin Türk olduğu anlayışıdır.
Kürtler
Kürt ulusu uluslaşma sürecinin henüz başlarında iken dört parçaya bölündü. Kurtuluş Savaşına önderlik eden Kemalist Türk burjuvazisinin, İngiliz, Fransız emperyalistleri ve İran gericileri ile anlaşması sonucu Kürdistan dört parçaya bölündü. Bu durum uluslaşma sürecinin daha başlarında olan bir ulusun parçalanması anlamına geliyordu. Kürdistan ve Kürt ulusu parçalanmış bir ülke ve parçalanmış bir ulustur. Kürt ulusu, her parçada parçalanmış bir ulusun parçaları olarak, tüm katliamlara ve asimilasyon politikalarına rağmen varlığını sürdürmektedir.
T.C tarihi katliamlar ve soykırım tarihidir. 1915’teki Ermeni soykırımının mirasçısı olan Türk burjuvazisi daha Kurtuluş Savaşı esnasında Kürtlere karşı ilk katliamı Koçgiri’de gerçekleştirdi. “Ne mutlu Türküm diyene!” şiarı altında kurulan Türkçü ırkçı T.C’de 1925 yılından itibaren Kürtlere karşı sistemli, planlı katliamlar yapıldı. 24 Eylül 1925 tarihli “Şark Islahat Planı” adlı kararname, Kürtlere karşı uygulanacak tedbirleri içeriyordu. Bu da Kürtler açısından büyük bir tehlikenin geleceğine işaret etmekteydi. Çünkü bu kararname bir plan çerçevesinde Kürt milli iradesini önlemek amacıyla hazırlanmış bir Türkleştirme ve yok etme programıydı. Umumî müfettişliklerin kuruluşu ve sıkıyönetim kararını da içeren bu plana göre tehlikeli bulunan Kürt aileleri batıya sürülecekti. Planda özellikle kadınlara ve kız çocuklarına acilen Türkçe öğretilmesi önerilmekte ve Kürtlüğe dair bütün unsurlar hedef alınmaktaydı. Plan çerçevesinde Kürtlerin izole edilmesi isteniyordu. Yerlerinden edilerek batıya sürülen Kürtler, aynı zamanda herhangi bir görevlendirme içinde yer alamayacaklardı. Küçük memuriyetlere dahi atanamayacak ve bölgeye gönderilecek memur ve askerler, ancak merkezden seçilebilecekti. Türk oldukları iddia edilen Kürt illerinde ve ilçelerde hükümet ve belediye dairelerinde, okullarda, çarşı ve pazarlarda Kürtçe konuşanlar hükümet emri ve kuvvetiyle cezalandırılacaktı. Arapça konuşan bölgelerde Türk Ocakları ve okulların açılması ve her türlü imkana sahip kız okullarının kurulması ve özellikle kızların okullara gönderilmesi sağlanacaktı. Yatılı okullar açılacak Kürtlük ve Kürtleşmenin önüne geçilecekti. Milli Şef İsmet İnönü, “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” diyordu. (Milliyet, 31 Ağustos 1930)
Hukukçu ve Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle diyordu: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.” (Milliyet, 19 Eylül 1930)
Mahmut Esat Bozkurt T.C devletinin hukuk sistemini şekillendiren ve temelini atan kişidir. Görüldüğü gibi milli şef ve Mahmut Esat Bozkurt Türk olmayan insanlar hakkındaki düşüncelerini ve Türkleştirme politikalarını açıkça ortaya koymaktadırlar. T.C kurulduğundan bu yana da bu politikalar günümüze kadar uygulanmıştır, uygulanmaya devam etmektedir. 15 Ağustos 1984’ten bu yana PKK ile T.C devleti arasında bir savaş sürmektedir. PKK’nin savunduğu davanın haklı, demokratik, milli baskıya karşı çıkan ve Kürt ulusuna özgürlük isteyen yanı vardır. Bu yürüyen savaşta biz bir tarafız. PKK milliyetçi, reformist bir örgüttür. Fakat PKK’nin yürüttüğü mücadelenin haklı ve demokratik yanı desteklenmelidir. Mücadelenin demokratik yanının desteklenmesi, PKK’nin tüm çizgisi ile hemfikir olduğumuz anlamına gelmez.
Araplar
Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Araplar bir ulustur. Bugün T.C sınırları içinde yaşayan Araplar yoğun olarak 1936’dan bu yana Hatay olarak adlandırılan ilde, Akdeniz şeridinin önemli bir kısmında, Torosların güney yamaç ve düzlüklerinde yaşıyor. Araplar kendi coğrafyasında, etnik kimliğine yönelik yoğun asimilasyon çabalarına rağmen Arap olarak yaşamını sürdürmektedir. Osmanlı devletinin son döneminde Halep eyaleti Merkez Sancağına bağlı olan, Suriye’nin bir parçası sayılan Antakya ve İskenderun kazaları, o dönemde Adana vilayetine bağlı olan Dörtyol ve Hassa kazaları Birinci Dünya Savaşı sonlarında, Kasım–Aralık 1918’de birbiri ardına Fransız emperyalistleri tarafından işgal edildi. Fransız işgalci güçleri öncelikle Hristiyan nüfusa dayanarak işgalini sürdürdü. İşgale karşı direniş Müslüman Arap ve Türk nüfustan geldi. Temmuz 1920’de Fransız işgalcileri Halep merkezini de işgal ettiler. Arap nüfus bu işgal ertesi direnişten çekildi. Türkiye ile Fransa arasında 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Anlaşması ile Fransa Ankara hükümetini resmen tanıdı. Buna karşı Ankara hükümeti, bugün Hatay ili sınırları içinde yer alan Antakya, İskenderun, Kırıkhan, Reyhanlı, Altınözü ve Samandağ ilçeleri üzerinde Fransız işgalini resmen tanıdı; bu ilçelerin “İskenderun Sancağı” adı altında özerk bir yapı içinde birleştirilerek Suriye sınırları içinde —Fransız mandasında— kalmasını kabul etti. Bu anlaşmaya göre Suriye’ye bağlı ‘İskenderun Sancağı’nda Arapçanın yanında Türkçe de resmi dil olarak kullanılacaktı.
İkinci Dünya Savaşı öngünlerinde Fransız sömürgecileri Eylül 1936’da Suriye’ye ve Kasım 1936’da Lübnan’a bağımsızlık tanımak zorunda kaldı! Manda yönetiminin son bulması, Fransız işgalinin kalkması, İskenderun Sancağı üzerindeki yetkilerin de Suriye’ye devri anlamına geliyordu. Türk hükümeti İskenderun sancağının Suriye devletinin bir parçası olması anlamına gelen bu gelişmeye karşı çıkıyor, İskenderun Sancağı’nın özerkliğe sahip ayrıcalıklı konumunun korunması gerektiğini savunuyordu. Türk hükümeti ile Fransa arasında yapılan görüşmelerin yanı sıra, İskenderun Sancağı sorunu Milletler Cemiyeti’nde de tartışılıyordu. Türkiye, İskenderun Sancağı’na bağımsızlık verilmesini talep ediyordu.
Türkiye ile Fransa ilişkileri gergin bir safhaya girmişti. Milletler Cemiyeti, Aralık 1936’da İskenderun Sancağı meselesini görüşmeye başladı. İngiltere bu görüşmelerde önemli bir rol oynuyordu. Yapılan görüşmeler ertesinde Milletler Cemiyeti İskenderun Sancağı için bir özel statü kabul etti. Bu statüye göre İskenderun Sancağı içişlerinde tamamen bağımsız, dışişlerinde, gümrük ve mali konularda Suriye’ye bağlı, kendine özgü bir anayasa ile idare edilen ayrı bir yönetim olacaktı. Bu bölge Milletler Cemiyeti’nin gözetimi altında olacak ve bu gözetim bir Fransız vasıtasıyla yürütülecekti. Fransa ile Türkiye arasında bir anlaşma yapılacak, Sancağın toprak bütünlüğü birlikte garanti altına alınacaktı. İskenderun Sancağı’nın ismi Hatay olarak değiştirilecekti. Milletler Cemiyeti, Hatay için bir anayasa hazırlamak için bir komisyon kurdu. Bu komisyonun hazırladığı anayasa, Milletler Cemiyeti tarafından 29 Mayıs 1937’de kabul edildi. Aynı gün, Türkiye ile Fransa arasında da, Hatay’ın toprak bütünlüğünü garanti altına alan anlaşma imzalandı. Sorun çözülmüş gibi görünüyordu. Ama öyle olmadı. Fransız sömürge memurlarının yönetim tarzına karşı tepkiler yükselmeye başladı. Halk bağımsızlık istiyordu. Halk ile polis arasında çatışmalar başladı. Türk hükümeti de boş durmuyordu. Türkiye şehirlerinde de gösteriler yapılıyordu. Hatay Anayasası, 29 Kasım 1937’de yürürlüğe girecekti ve ilk iş olarak seçimlerin yapılması gerekiyordu. Bu kargaşa ortamında seçimler yapılamadı. Seçim sistemi meselesinde Fransa ile Türkiye arasında görüş ayrılığı çıktı. Milletler Cemiyeti bir komisyon kurdu. Bu komisyon seçim tüzüğü hazırladı. Seçimlerin 15 Temmuz 1938 tarihine kadar tamamlanması düşünülüyordu. Seçmen listelerinin hazırlanış şekline tepkiler yeniden yükselmeye başladı. Hatay’da çatışmalar başladı. Türkiye, Hatay sınırına 30 bin kişilik bir kuvvet gönderdi. İkinci Dünya Savaşı kapıda idi. Hitler Mart 1938’de Avusturya’yı işgal etmişti. Doğu Akdeniz’de boğazların stratejik bir önemi vardı. Hitler Almanyasının savaşa hazırlanması, Fransa’nın Hatay meselesindeki tavrını etkiledi. Fransa, Türkiye’ye karşı daha yumuşak bir politika izlemeye başladı. Hatay’da bulunan Fransız vali geri çekildi ve yerine Türk vali atandı. Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında 3 Temmuz 1938 tarihinde bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre her iki devlet Hatay’a 2500’er kişilik askeri kuvvet gönderecekti. 4 Temmuz 1938’de Türk askeri Hatay’a girdi. Ağustos 1938’de Hatay’da “seçimler” yapıldı. Yürütülen yoğun pazarlıklar ve diplomasi sonucu Milletler Cemiyeti adına yalnızca Fransız ve Türk temsilcilerden oluşan yeni seçim komisyonu, İskenderun Sancağı’nda yapılacak seçimlerde 40 kişilik mecliste hangi etnik grubun kaç üyeyle temsil edileceğini belirledi. Buna göre meclise 22 Türk, 9 şii, 2 sünni Arap, 5 Ermeni, 2 ortodoks Rum milletvekili girecekti. 22 Türk Aday Ankara’nın onayıyla belirlendi. Sonuçta adayların sayısı, seçilmesi öngörülen milletvekili sayısı ile eşit olduğundan seçim yapılmaya da gerek görülmedi. Adayların tümü seçilmiş milletvekili olarak kabul edildiler. Meclis 2 Eylül 1938’de ilk toplantısını yaptı ve bağımsız Hatay Cumhuriyeti adını kabul etti. Yeni devletin resmi dili Türkçe ve Arapça idi. 23 Haziran 1939’da Türkiye ile Fransa arasında yapılan bir anlaşma ile Hatay Türkiye’ye iltihak ettirildi. Aynı gün Hatay meclisi de Türkiye’ye katılma kararı aldı. Böylece görünürde Hatay halkının iradesi serbestçe belirlenmiş oluyordu. Gerçekte ise Hatay’ın Türkiye’ye katılması yönündeki irade Fransız işgalcileri ile Kemalist Türkiye tarafından pazarlıklarla belirlendi. Tarihte Suriye’nin parçası olan Antakya-İskenderun bölgesini işgal eden Fransız emperyalistleri sömürgeci bir güçtü. Sömürgeci bir güç ile faşist Kemalist devlet, Arap halkı adına karar alma yetkisini kendilerinde gördüler.
Ermeniler
Ermeniler, Anadolu’nun en eski yerleşik halklarından biridir. 24 Nisan 1915’te İstanbul’da yaşayan Ermeni aydınların tutuklanması ile planlı bir soykırım başlatıldı. Türk işçi ve köylüleri geçmişteki Ermeni soykırımının sorumluluğunda pay sahibidir. 1915’te Osmanlı-Türk hakim sınıfları, Ermeni ulusunun Osmanlı topraklarında yaşayan bölümünü planlı ve programlı bir şekilde yok ettiler. Batı Ermenistan’da yaşayan Ermeniler sürüldü. Ermeni nüfusunun büyük bölümü yok edildi. Batı Ermenistan’da ulus olarak yaşayan Ermeniler, soykırım yoluyla ulus olmaktan çıkarıldılar. Aktardıklarımız TC devletinin uygulamaları ve katliamlarının sadece bir yüzüdür. Kuşkusuz yapılan katliamları, Türk olmayan ulus ve azınlıklar üzerinde yapılan baskıları anlatmaya sayfalar yetmiyor. Türk egemenleri tarihteki soykırım ve katliamları yok sayıyor. Onların tarihlerinde bunlar yazmıyor. Toplumun genelinde egemenlerin ırkçı, inkarcı düşünceleri egemen. Ne yazık ki milli meselede şoven pozisyonlar çeşitli biçimlerde “sol” çevreler içinde de yaygın. Milli meselede komünist tavır takınmayanlar son çözümlemede hakim sınıflara hizmet etmektedir.
Halklar hapishanesine son vermenin tek yolu devrim!
Ulusal baskı ancak demokratik bir Kuzey Kürdistan-Türkiye-Antakya (Arabistan) yaratıldığında ortadan kaldırılabilir. Demokratik bir ülkede uluslar özgür iradeleri ile kendi kaderlerini kendileri belirleyecektir. Milli meselenin çözümünde temel ilke, ülkenin demokratikleştirilmesi, demokratik halk devriminin tam zaferidir. İşçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimi, ulusal sorunda hukuki eşitsizliği ortadan kaldıracak, ulusların ayrılma haklarını özgürce kullanacakları ortamı yaratacaktır. Ülkelerimizde hakim sınıfların iktidarı yıkılmadan, ülke çapında demokratik devrim zafer kazanmadan, ulusal sorunun gerçek çözümü mümkün değildir.
Andaki durumda Kuzey Kürdistan, Antakya (Arabistan) T.C’nin işgali altındadır. Devrimin zaferi bu devletin yıkılmasına bağlıdır. Türkiye’de çeşitli milliyetlerden işçi sınıfının proleter enternasyonalizmi temelinde eğitilmesi ve birleştirilmesi önümüzde görev olarak durmaktadır. Uluslar arasındaki düşmanlıklar, işçi ve emekçi yığınlar içinden sökülüp atılmadıkça, çeşitli milliyetlerden proletaryanın enternasyonalist temelde birliği sağlanamaz. Bütün milliyetlerden işçilerin enternasyonal birliği, işçilerin milliyetlere göre örgütleneceği anlamına gelmez. Kuzey Kürdistan ve Antakya (Arabistan) bölgesinde bölgesel özellikler dikkate alınarak özel örgütlenmelerin, içinde bölgedeki tüm milliyetlerden işçilerin birlikte örgütlenecekleri bölge partilerinin oluşturulması gerekmektedir. Türkiye’de Komünist Parti, Kuzey Kürdistan’da Komünist Parti, Antakya (Arabistan) bölgesinde Komünist Parti yaratılmalı/ inşa edilmelidir. Üç bölge partisinin birliğinden oluşan birleşik bir Komünist Partisi olmalıdır.
Komünistler ulusların, milliyetlerin proleterlerini ve emekçilerini demokratik halk devrimi mücadelesinde birbirine yakınlaştırmayı çıkış noktası olarak almaktadır. Milliyeti ne olursa olsun tüm proleter ve emekçilerin faşist Türk devletine karşı mücadelede ortak bir sınıf savaşımı içinde yer almaları zorunludur. Bunun olmadığı yerde ulusal baskı ve hak eşitsizliğinin gerçek anlamda ortadan kaldırılması mümkün değildir.
Çözüm= eşit, özgür birlik!
Demokratik halk devrimi ile birlikte zoraki birliğe son verilecektir. Öncelikle ülkenin demokratikleşmesi gerekir. Gerçek bir birlik, gönüllülük temelinde bir birliğin ön şartı zoraki birliğin parçalanması, milliyetler arasında tam hak eşitliğinin sağlanmasıdır. Ulusların birlikte yaşaması, eşitlerin özgür birliği temelinde olacaktır. Hiç bir ulusa özel imtiyaz tanınmayacaktır. Hiç bir dile hiç bir imtiyaz verilmeyecektir. Hiç bir ulusal azınlığa karşı hiç bir sınırlama, hiç bir haksızlık yapılmayacaktır. Yaratılan özgür koşullar sonucu uluslar ve tüm milliyetler nasıl yaşayacaklarına kendi özgür iradeleri ile karar verecektir.. Milli meselenin gerçek çözümü için ön koşul ülkenin tamamen demokratikleşmesidir. Bu ise ancak demokratik halk devriminin zaferi ile sağlanabilir.
Ayrılma hakkının kayıtsız koşulsuz savunulması, ulusları birbirinden ayırma anlamına gelmemelidir. Biz tabii ki özgür ve eşit ulusların sıkı bir birlik içinde olduğu bir birlikten yanayız. Biz proleter-devrimci bir birlikten yanayız. Ama istediğimiz birlik zoraki birlik değil, eşit, özgür halkların özgür iradeleri temelinde gerçekleştirecekleri devrimci bir birliktir. Özgür birleşmenin ön şartı olarak ayrılma özgürlüğünün tanınması zorunludur. Çünkü ayrılma hakkının tanınmadığı bir birleşme özgür bir birleşme değildir. Ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi, bir ulusun nasıl örgütleneceğine kendisinin karar vermesi demektir. Kuşkusuz bunun en uç noktası ayrılıp kendi devletini kurmaktır. Ayrılma hakkının savunulmadığı noktada, bir ulusun kendi kaderini tayin hakkının savunulmasından bahsedilemez. Özgür birlik, ancak özgürlüğe sahip ve eşit olan halklar arasında mümkündür. Bir ulus ayrılma hakkına sahip değilse, birliğin biçimlerinden birisini seçmek zorunda bırakılıyorsa, o ulusun kendi kaderini kendisinin özgürce belirleme hakkından söz edilemez.
Demokratik halk devleti, Kürt ve Arap ulusunun kendi kaderini tayin hakkını nasıl kullanacağını demokratik yoldan belirlenmesi için, Kuzey Kürdistan-Antakya (Arabistan) bölgesinde bir referandum yapılacağını ilan eder. Demokratik halk devleti bütün uluslardan, milliyetlerden işçi ve emekçilerin gönüllü birliğinden yanadır. Komünistler demokratik halk devletinin varlığı şartlarında Kürt ve Arap ulusunun emekçiler lehinde çözümünün ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ biçiminde, federatif bir çözüm olduğu görüşündedir. Komünist Parti’nin Kuzey Kürdistan ve Antakya (Arabistan) bölümü, düzenlenecek referandumda sonucun özgür birlik şeklinde olması için ideolojik mücadele yürütür. Hangi sonuç çıkarsa çıksın, demokratik halk devleti sonucu saygıyla karşılayacak, Kürt ve Arap ulusunun kendi kaderini tayini yönündeki irade beyanı olarak kabul edecektir.
Geçmişin miraslarından biri de yerel milliyetçiliktir. Yerel milliyetçilik kendini iki biçimde göstermektedir. Eski ezen ulusun proletaryasından gelen önlemlere kuşku ile bakma, eski ezen ulustan olanlara güvenmeme biçiminde ortaya çıkmaktadır. Ezen ulus şovenizmine karşı bir tepki olarak gelişen yerel milliyetçiliğin savunmacı türüne karşı en iyi mücadele, onun çıkmasında başrolü oynayan ezen ulus şovenizmini toplum hayatından dışlamaktır. Yerel milliyetçilik yalnızca savunmacı biçimde ortaya çıkmamaktadır. Bu milliyetçilik yer yer bir ulusun hakim olduğu alanda ulusal azınlık olarak yaşayan milliyetlere karşı fanatik şovenizme de dönüşebilmektedir. Bu durumda bu tip milliyetçiliğe karşı kararlı mücadele gerekmektedir. Tabi ki bu mücadele, öncelikli olarak o ülkede bulunan komünist partinin görevidir. Eşitliğin gerçek anlamda sağlanması için Türk ulusu dışındaki milliyetlere özel haklar ve olumlu ayrıcalıklar tanınacaktır. Yalnızca uluslara değil, tüm ulusal topluluklara, tüm ulusal azınlıklara tam hak eşitliği sağlanacaktır. Milliyetlerin tam hak eşitliğinin sağlanması bağlamında en önemli ilk sorunlardan biri dil sorunudur. Demokratik halk devletinde zorunlu devlet dili olmayacaktır. Her milliyete kendi dilinde konuşma, eğitim yapma, bütün ilişkilerde dillerini kullanma hakkı tanınacaktır. Anadilde eğitimin yapılması, eğitimin içeriğinin her millet/ milliyet tarafından ayrıca belirleneceği anlamına gelmez. Hiç bir dilin başka bir dil üzerinde imtiyaz kurmasına izin verilmeyecektir. Her milliyet kendi dilini kullanacak ve diller arasında tam bir eşitlik sağlanacaktır. Bu anlamda Türkçenin resmi devlet dili olmasına son verilecektir. Demokratik halk iktidarında demokratik – enternasyonalist içerikli eğitim her ulusun kendi dilinde sunulacaktır. Bu, ulusları uzun evrede kaynaştırabilmek için gerekli güvenin sağlanmasının tek yoludur. Varolan fiili eşitsizlik sonucu çok uluslu devlette, başlangıçta parti ve devlet organlarında, eğitimde vb. ezen ulusa mensup olanların çoğunlukta olması bir olgu olacaktır. Aynı biçimde ezilen ulusların, milliyetlerin baskı altında olan kültürlerinin, dillerinin ezen ulusunkine göre, geri kalmış olması da olgu olacaktır. Yıkılan sistemden devralınmak zorunda kalınan bu olgular değiştirilmesi mutlak gerekli olan olgular olarak kavranacaktır. Demokratik halk iktidarı bu eşitsizliği ortadan kaldırmak için bilinçli bir siyaset izler. Bütün milliyetlerin kendi “ulusal” kültürlerini geliştirmelerinin imkanlarını yaratır. Biz son çözümlemede dillerin ve kültürlerin kaynaşmasından yanayız. Ancak bu hiçbir zorlama olmadan doğal akışı içinde gerçekleşecek bir süreçtir. Her türlü milliyetçiliği aşabilmek için ezilen ulusların ulusal özelliklerine ve kültürüne duyarlı yaklaşılması gerekir. Ezilen ulusların, başka uluslara karşı yönelmeyen, şoven olmayan talepleri yerine getirilecektir. Demokratik halk iktidarı, ulusal kültür ve dillerin son sınırına kadar geliştirilmesinden yana tavır takınacaktır.
Demokratik halk devleti, tarihte Ermeni ulusu üzerinde uygulanmış olan soykırımı lanetlediğini, diasporadaki Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme ve yerleşme hakkını tanıdığını ilan edecektir. Diasporadaki Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönmeleri ve Ermenistan’ın birleştirilmesi talepleri gündeme gelebilir. Diasporadaki Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme ve yerleşme hakkının savunulması aynı zamanda ayrılma hakkının da savunulması anlamına gelir. Dönme ve yerleşme hakkını komünistler bu bilinçle savunmaktadır. Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönmesi, yerleşmesi, burada bugün oturan Ermeni olmayan nüfusun sürülmesi demek değildir. Bugün Batı Ermenistan’da yaşayan nüfusun yanına diasporadaki Ermeniler gelip yerleşecektir.
Ana hatları ile özetlediğimiz bu görüşler ulusal sorundaki temel görüşlerimizdir. Bu temel görüşlerimiz demokratik halk iktidarında uygulanacaktır.
Yazımızı İbrahim Kaypakkaya yoldaşın bir alıntısı ile tamamlayalım.
“Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiç bir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına her hangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb… temeli üzerinde bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Eserler, sayfa 259)
İbrahim Kaypakkaya, bu görüşleri savunduğunda Kürdistan’ın çeşitli parçalarındaki milli uyanış ve ulusal kurtuluş hareketinin boyutları bugünle karşılaştırılamayacak kadar cılızdı. Şovenizmin ‘sol’ içinde hakim olduğu bir dönemde İbrahim’in ulusal sorunda da Marksizm-Leninizm bilimini temel alarak doğru görüşler ortaya koydu. Onun görüşleri bugün de bize yol göstermeye devam ediyor.
Kasım 2018