Nereye baksak barbarlık. Nereye el atsak dökülüyor!
Emperyalist dünya asalaklığın, sahtekârlığın, ikiyüzlülüğün zirve yaptığı bir dünya.
Barış diyorlar, harıl harıl vekâlet savaşları yürütüyor, dişine tırnağına kadar silahlanıyor, yeni bir dünya savaşına hazırlanıyorlar. Savaşa ayrılan bütçeler her yıl yeni rekorlar kırıyor.
Özgürlük diyorlar, bu bayrak altında ülkeleri işgal ediyor, içte özgürlükleri alabildiğine sınırlandırıyorlar. Çeşitli gerekçelerle olağanüstü hâl ile yönetimi normalleştiriyorlar.
İşçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sermayenin diktatörlüğünün üzerine demokrasi yaftası asıyorlar. Kendi kontrolleri altında olmayan ülke yönetimlerini demokrasiyi savunma veya demokrasi getirme adı altında yıkmaya çalışıyorlar. Güncel olarak örneğin Küba hedefte!
Ekoloji, eşitlik, insan hakları, kadınlara yönelik baskılar, ötekileştirilmiş olanların hakları, ezilen ulusların ayrılma, kendi devletlerini kurma hakkı vb. konusunda emperyalizmin karnesi sıfırlarla dolu.
Bunu bizzat yer yer sistemin kimi reformist bilim insanları da teslim ediyor. Reformlarla sistemi kurtarmak için öneriler, projeler üretiyor.
Ekoloji bağlamında iklim değişikliği artık kendini ret edilemez bir olgu olarak dayatmış durumda. Emperyalist sömürü sistemi kendi varlığını sürdürebilmek için kimi acil tedbirler almak zorunda kalıyor. Bunlar tabii bütün doğal dengeleri altüst eden gelişmelerin kapitalist üretim tarzı olduğu gerçeğini yok sayan, bu gerçeği gözlerden gizleyen tedbirler.
Yoktur birbirlerinden farkları
Ülkelerimize bakıyoruz. Çürümüş, asalak, işçiye-emekçiye-halka düşman, açık şiddet üzerine kurulu faşist bir düzen. Dün ne idi ise, bugün de o. Faşist düzenin gerici, burjuva demokrasisi yönünde değiştirilmesi adına atılan kimi adımlar, “çözüm süreci” denen sürecin 2015 Nisan’ında berhava edilmesiyle birlikte bıçakla kesilir gibi kesildi. Ardından yine açık savaş siyasetine dönüldü. “Yurtta savaş”, Türk burjuvazisinin elinin ulaşabildiği ölçüde, “bölgede ve dünyada savaş” siyaseti. 2016 Fethullah darbesinin bastırılmasından bu yana, daha da yoğunlaştırılarak sürdürüldü, sürdürülüyor. Bu siyaset aslında Türk burjuvazisinin büyüme, yayılma siyaseti. En azından bölgede esas siyasi aktörlerden biri hâline gelme siyaseti. Ve efendi emperyalist güçleri rahatsız eden bir siyaset bu. Emperyalistler arasındaki çelişmelerin, emperyalist dünyada güç dengelerinin değişmesi sonucu sertleşmesi yanında Kuzey Kürdistan-Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi de bu siyaseti mümkün kılıyor. Türk burjuvazisi tabii ki bir bütün olarak büyümek, güçlenmek, bölgede ve dünyada sözü geçen bir aktör olmak istiyor. Bu istek bağlamında aralarında bir ayrılık yok. Ancak bu hedefe gidişte bugün hangi adımların atılmasının doğru olacağı konusunda farklı görüşler, yaklaşımlar var. TÜSİAD tarafından temsil edilen, Batılı sermaye ile iç içe olan “geleneksel” (esasta İstanbul) büyük burjuva kesimi için AKP/Erdoğan hükümetinin MHP destekli siyaseti, Batılı emperyalistlerle çatıştığı noktalarda maceracı bir siyaset olarak görülüyor. Bu sermaye kesimi, ekonomik kalkınmanın ancak demokrasi ile mümkün olduğu söylemiyle, hükümetten “yüzü batıya dönük siyaset”ten uzaklaşmaması uyarılarında bulunuyor. Bunlar için demokrasi demek, Batılı emperyalistlerle birlikte olmak demek. Demokrasi ufukları hep faşizmle iç içe olan gerici burjuva demokrasisi ile sınırlı. Demokrasi adına savundukları kendi bugüne kadarki imtiyazlı durumlarının, kendi iktidarlarının sürmesi. Buna karşı siyasal İslam’ın esas olarak Anadolu’dan çıkıp büyüyen ve esas olarak MÜSİAD çevresinde örgütlenen yeni yetme büyük burjuva kesimi “yerli ve milli” marka adı altında sunulan yayılmacı siyasetin arkasında duruyor. Onların ise “yerli ve milli”lik adına savundukları kendi ekonomik çıkarları ve kendilerinin tam iktidarının kurulması. Bir taraf demokrasi adına laikçi, Batıcı, kemalist diktatörlüğün sürmesinden yana; diğer taraf kültürel İslamcı, yeni Osmanlıcı, emperyalistler arasından denge siyaseti güden bir “yeni Türkiye” peşinde. İkisi de işçi düşmanı, ikisi de emekçilere düşman, ikisi de Türk olmayan milliyetleri “öteki” görüyor, ikisi de Kürt düşmanı. Yok, bu anlamda birbirlerinden farkları.
Kavgaları siyasi iktidarın nimetlerinden en fazla kimin yaralanacağı kavgası. Bu dalaşta her şey mübah. Dini kullanmak mübah. Türkiye’nin öteki dini Atatürkçülüğü/Kemalizm’i kullanmak mübah. Her türlü yalan dolan, hakaret küfür mübah. Zaten anda esasta Tayyipçi ve Anti-Tayyipçi olarak bölünmüş cemaatler topluluklarının sinir uçlarıyla oynamak, emekçileri birbirine karşı kışkırtmak, “kutuplaştırmak” mübah. Tabii bütün bunlar yapılırken bunları yapanların, karşılarındakileri “kutuplaştırma” işini yapmakla suçlamaları yalnızca mübah değil, adeta vacip!
Görünen çürümüşlük
Burjuva düzenin, andaki MHP destek ve aslında MHP güdümlü AKP/Erdoğan iktidarı ile Millet İttifakı somutundaki “muhalefeti”nin çürümüşlüğü her gün yeniden ortaya saçılıyor. Bu bağlamda son aylarda burjuva siyasetin gündemini kendini bir ruh sağlığı uzmanı gören ruh hastası bir mafya şefinin açıklamaları belirledi, belirliyor. Bu tipin ne kadarını anlattığını ve anlattıklarının ne kadarının doğru olduğunu bilmediğimiz “açıklamaları” milyonlarca kişi tarafından merakla takip ediliyor. Esasta hükümet içinde belli kişilere yönelik ucu açık suçlamaları medyada ve mecliste burjuva muhalefetin temel muhalefet malzemesi hâline geliyor. Hükümet “külliyen yalan” açıklamaları ve esasta suskunlukla geçiştirmeye çalışıyor. Fakat bir şey bir kez daha net olarak ortada: Devlet ve mafya çeteleri, devlet ve devlet adına iş yapan devlet kurumlarına paralel yapılar iç içe. Bu bir zamanlar “devlet için, devlet adına” görevli iş yapan kimi çete şeflerinin gözden çıkartıldıklarında ve konuşmaya başladıklarında hep yeniden ortaya çıkıyor. Aslında bu yalnızca Türkiye’ye ait bir olgu da değil. Bütün burjuva devletlerde şu veya bu ölçüde olan bir şey. Burjuva devletler “pis işler” siz. Ve bu “pis işler” için kullanılan çetelersiz yürümez! Türkiye’ye özgü olan rezilliğin boyutları yalnızca.
Derhal seçim talepleri ne kadar gerçek?
Gündemden düşmeyen bir başka dalaş malzemesi erken seçim. Aslında seçimlerin ertesi günü seçimleri kaybeden muhalefet, seçimlerde sahtekârlık yapıldı söylemiyle başlattı erken seçim tartışmasını. Sonra hükümete ömür biçmeler başladı. Hükümetin önemli büyük şehirlerde Büyük Şehir Belediye Başkanlığını kaybettiği yerel seçimler ertesinde hükümetin –zaten daha önce de var olmadığı iddia edilen– seçmen çoğunluğunu, dolayısıyla meşruiyetini kaybettiği söylemiyle erken seçim talepleri yeniden yükseltildi. Hükümetin en geç 2020 Haziran’ında seçime gideceği üzerine teoriler kuruldu. İddialara girildi. Açıklamalar yapıldı. Sonra Şubat’a sarkıtıldı seçim tarihi. Şimdilerde artık tarih fazla dile getirilmese de, bu hükümet “yönetemiyor/yönetemez durumda” söylemiyle her fırsatta “derhal seçim” talepleri dillendiriliyor. Hükümet ise, bir yandan seçim kampanyasını başlatırken, diğer yandan seçimlerin zamanında, yani 2023 Haziran’ında yapılacağı konusunda tavrında ısrarlı. Yasalar belli, mevzuat belli. Yasalara göre erken seçim kararı ancak meclisin üçte ikisinin (400 Milletvekili ) oyuyla meclisin kendi kendini feshetmesi ile ya da cumhurbaşkanının kararıyla mümkün. Bunun pratikteki anlamı açık: Bugünkü Cumhurbaşkanı RTE istemedikçe erken seçim, derhal seçim vb. mümkün değil. RTE’nin de, onun ortağı MHP’nin de anda erken seçim niyeti yok. Burjuva muhalefetin yaptığı bu anlamda kuru gürültü. Muhalefet partileri eğer erken seçim konusundaki taleplerinde ciddi iseler, bugünkü şartlarda yapabilecekleri şey, meclisten toptan istifa ile seçim bölgelerinde boşalttıkları milletvekillikleri için ara seçimi zorlamaktır. Bunu yapmaya kalktıklarında kendi milletvekillerinin büyük bölümünün vatan millet adına meclisteki koltuklarını terk etmeyeceklerini göreceklerdir. Burada vatan millet kodunun çözümü ceptir! Kısaca RTE isterse seçimi öne alabilir, istemezse seçim Haziran 2023’tedir!
Seçimle ne değişir?
Peki, ama seçim neyi değiştirir? Muhalefet açısından en iyi sonuç Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının sona ermesi, yerine Millet İttifakı denen ittifakın adayının Erdoğan yerine cumhurbaşkanı olmasıdır. Bu ihtimal var mıdır? Evet vardır. Tek şartla: HDP’nin oylarının –en geç ikinci turda– Millet İttifakı adayına yönelmesi. HDP’nin tabanının Millet İttifakının adayına oy vermemesi hâlinde Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçimini kazanması engellenemez. Erdoğan’ın şimdilerde “çözüm sürecini biz başlattık, biz bitirmedik” söylemlerinin geri planında, HDP’nin tabanına yönelik bu hesap vardır.
Peki, Erdoğan’ın gitmesi, yerine bütün “derhal seçim” taleplerine rağmen kim olduğu belli olmayan Millet İttifakı adayının cumhurbaşkanı olması hâlinde işçiler ve emekçiler için değişen ne olacaktır? Değişenin ne olacağını küçük ölçekte Millet İttifakı adaylarının belediye başkanlığını kazandıkları büyük şehirlerde görüyoruz! Aynı partizanlık, aynı yiyicilik, aynı kayırmacılık, aynı zamlar. Yalnızca partiler değişti, isimler değişti.
Ne yapmalı?
Seçimlerle, bir burjuva partisinin şefinin iş başından gitmesi, bir başka burjuva partisinin adayının işbaşına gelmesi ile işçiler ve emekçiler açısından fazla bir şey değişmez. Değişikliği buradan beklemek bir yanılsamadır. Ne yazık ki işçiler emekçilerin büyük çoğunluğu bunun farkında değil bugün. Sorun şu ki, işçilere emekçilere bu gerçeği anlatacak devrimci insanların, devrimci örgütlerin büyük çoğunluğu da bu yanılsamanın peşinden koşuyor. Tayyip /Anti-Tayyip cepheleşmesinin dışında bir devrimci alternatifi işçilere emekçilere sunmak, bu devrimci alternatif bugün iktidar olacak güce sahip olmasa bile bunu yapmak birçoğunun aklına gelmiyor. İşçilere emekçilere burjuva iktidarlarında, ister gerici burjuva demokrat, ister faşist olsun, kurtuluş yoktur. Kuşkusuz işçiler emekçilerin yaşam ve mücadele şartları açısından gerici burjuva demokrasisi, faşist diktatörlüğe göre daha fazla imkânlar sunar. Burada gerçekten de eğer bu ikisi arasında bir tercih zorunlu hâle gelirse, gerici burjuva demokratları ile yürünebilir. Kuzey Kürdistan-Türkiye açısından fakat Cumhur İttifakı ile Millet ittifakı arasında tercih faşizmle, burjuva demokrasisi arasında bir tercih değil, en iyi hâlde faşizmin tonları arasında bir tercihtir. Bu devrimciler açısından kökten ret edilmesi gereken bir tercihtir. Bunun ötesinde İşçiler emekçiler için kurtuluş kendi iktidarlarındadır. Bu yalın ve basit gerçek işçilerin emekçilerin bilinci hâline gelmedikçe, işçiler emekçiler kendi davalarını kendi ellerine almadıkça, bu düzen sürer gider.
Çaresiz değiliz!
Bugün devrimciler ve demokratlar arasında yürüyen tartışmalarda çokça “Ne olursa olsun önce Erdoğan gitmelidir. Bunun için en geç seçimlerin ikinci turunda Erdoğan’a karşı olan aday desteklenmelidir” argümanını duyuyoruz. Bu esasında devrimcilerin kendi adaylarının cumhurbaşkanı seçilme şansının olmadığı bilinci ile getirilen bir “çaresizlik” ilanı, bir çaresizlik argümanıdır. Sonuçta görünürde kötünün iyisi olana kuyruk olma siyasetinin ilanıdır, gerekçelendirilmesidir. Evet, bugünkü durumda bir devrimci programla ortaya çıkan bir adayın Türkiye’de seçimle işbaşına gelmesi mümkün değildir. İyi de bundan çıkarılması gereken sonuç burjuva adayların birinin kuyruğuna takılmak mıdır? Bu böyle yapılırsa devrimci bir programın, adayın çoğunluğu arkasında toplamasının –ki bu duruma gelindiğinde devrim kapıdadır– hiçbir zaman mümkün olmayacağı açık değil mi? Yapılması gereken en zayıf olduğumuz dönemlerde de kendi programımızla, devrimci bir programla, devrimci bir alternatifle ortaya çıkmak, çarenin devrimde, sosyalizmde olduğunu ortaya koymaktır. Bunu kimi aymazların “ama bu siyasetsizliktir” vb. şekilde adlandırmasından korkmamak gerek. Taktik vb. adına burjuvazinin bir bölümünün payandası olmayı siyaset sananlara, o “yüksek siyasetiniz sizin olsun” demek yeter.
Hayır, biz çaresiz değiliz. Kapitalizm alternatifsiz değil. Kapitalizmin alternatifi var. Sosyalizm. İlk sosyalizm deneyimleri sonuçta yenilmiş olsalar bile, halk demokrasili devletlerde komünistlerin iktidarda belirleyici olduğu dönemlerde ve sosyalist Sovyetler Birliği’nde gerçek komünistlerin iktidarda olduğu dönemlerde işçiler ve emekçiler açısından elde edilen muazzam kazanımlar bunu açık olarak gösteriyor.
Hayır, işçi sınıfı ve emekçiler kötüler arasında daha az kötü olanı tercih etmek zorunda değil. Çaresiz değil. Çare kendi iktidarı için mücadele etmekte. Çare bunun için bilinçlenmek ve örgütlenmekte. Çare dişe diş sınıf mücadelesinde.
Hayır, çaresiz değiliz. Yeter ki enginleri fethetme ruhuyla ve coşkusu ile hareket edelim. Yeter ki kısa süreli başarı uğruna, gerçek kurtuluş yolundan sapmayalım.
20 Temmuz 2021