Türkiye’de 2018 yılında, bugün yaşanılan kur krizine benzer kur krizi yaşanmış, lira Dolar karşısında önemli oranda değer kaybetmişti.
Trump yönetiminin T.C’yi yöneten siyasi iktidarı hizaya çekmek, ABD’nin siyasetini kabul etmesi için yürüttüğü mali operasyon mali krizi tetiklemişti.
Bu gelişmelere tavır takınan “Kur savaşları ve buna bağlı burjuvazinin siyasi temsilcileri arasındaki çekişmeler üzerine” başlıklı, Temmuz 2018 tarihli yazımızı içerik olarak hala güncel olduğu için yeniden yayımlıyoruz. YDİ Çağrı
Kur savaşları ve buna bağlı burjuvazinin siyasi temsilcileri arasındaki çekişmeler üzerine
2018 yılının mart ayından itibaren TL, ABD dolarına karşı hızla değer kaybetti. Dolar kurundaki artış haziran ayı ortasında son üç buçuk ayda %22’yi aşmış oldu. Ortalığı bir panik havası kapladı; işin nereye kadar gideceği nerede duralayacağı belli değil gibi.
Ne kadar muhalif odak varsa tümü, fırsattan istifade, bu gidişatın sorumlusunun hükümet/RTE olduğunu; bunların artık ülkeyi yönetemediklerini söyleyip duruyor.
Buna karşın hükümet çevreleri ve RTE, kurdaki bu fırlamanın, Türkiye’ye ve hükümetine karşı uluslararası güçlerle bunların yurtiçindeki uzantılarının yürüttükleri operasyonların bir parçası olduğunu iddia ediyor.
İktisatçılar/ekonomi çevreleri ise son gelişmelerin ekonomik perde arkasını aralamaya çalışıyorlar. Sıklıkla Türkiye ekonomisinin kırılganlıkları üzerinde duruluyor; kırılgan olarak değerlendirilen noktalardaki olumsuz değişikliklerin işi bu noktaya getirmesinin zaten beklendiği vurgulanıyor.
Kurlar üzerinden yürütülen operasyonlara geçmeden önce şu kırılganlık üzerinde durmalıyız, çünkü bu ikisi, kırılganlık ve kur arasında doğrudan bir bağ bulunuyor.
Kapitalizm ve Kırılganlık
Uluslararası finans çevreleri, ülkeleri gruplandırırken diğerleri yanında “kırılgan ülkeler” olarak bir gruplandırma da yapıyor. Bu gruba dâhil edilen ülkeler üç beş yılda bir değiştirilerek güncelleniyor. Türkiye 2013 ve sonrası yapılan son iki gruplandırmaya da dâhil edilmiş durumda. Grupta yer alanlar, “gelişmekte olan” diye tabir edilen ülkeler. Morgan Stanley’in 2013 yılı ağustos ayı raporunda bu gruba Türkiye yanında Hindistan, Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika dâhil edilmişti. Gruplandırmada farklı kriterlere bakılıyor; o dönem bu ülkelerin yüksek cari açık oranları, yüksek enflasyon oranları ve büyüme performanslarındaki düşüş belirleyici olmuştu. 2017 Kasım ayında ise Standart & Poor’s, Türkiye’nin yine içinde yer aldığı yeni beşliyi açıkladı. Bu defa önceki listede Türkiye dışında yer alan diğer ülkelerde iyileşme görüldüğü için bunlar çıkarılmış, yerine Arjantin, Pakistan, Mısır ve Katar konmuştu.
Peki, kırılganlık bu tip ülkelere özgü bir durum mudur?
Hiç de değil. Kapitalizm, yapısı gereği kırılganlıklara açık bir sistemdir. Gelişmiş kapitalist ülkeler daha az kırılgan falan değildir. Tersine kapitalizm ne denli gelişirse, onun çelişkileri o denli büyür, gelişir. Tüm kapitalizm tarihi bize bunu tanıtlar. Yüz küsur yıllık geçmişe bir bakıldığında büyük bunalımların gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkelerden kaynaklandığı hemen görülür; devrevi krizler kapitalizmin yol arkadaşıdır.
Emperyalist büyük ülkeler –esas olarak ABD– tarafından ya da bu ülkelerdeki girişimcilerce kurulmuş 10 kadar derecelendirme kuruluşu bulunmaktadır (aslında bir bölümü yerli olan yüzlerce böyle şirket var, ama bunların büyük çoğunluğu dikkate alınmayacak kadar küçük, etkileri de önemsiz). Ancak ABD’li olan bunlardan üçü –Standart & Poor’s, Moody’s ve Fitch– pazarın %80’ine hâkim durumdadır. Pazar dediğimiz; borç veren/yatırım yapan konumunda bulunan uluslararası sermaye çevreleri ile borç alan her tür devlet, kurum, şirket ve benzerinden oluşan bir sistemdir. Uluslararası büyük bankalar da aynı şekilde sermaye için yatırım öznesi olan yerleri düzenli incelemekte, periyodik raporlar yayınlamaktadır.
Borç veren konumunda olanlar kısa zaman içinde en çok kârı en az riskle yapmak isterler. Buna bağlı olarak para sermayeyi elinde tutan kişi, kurum ve kuruluşlar bu derecelendirme şirketlerinin analizlerini izler ve yatırımlarında bunu göz önünde bulundururlar. Öte yandan borç alma durumunda olan taraftakiler kendi durumlarıyla ilgili olarak bu derecelendirme kuruluşlarına analiz yaptırırlar. Onların amacı ise olumlu bir not alıp, daha çok sermayeyi daha iyi koşullarla –daha düşük faiz, daha uzun vade vb.– kendine çekebilmektir.
Kendileri de büyük kapitalist kuruluşlar olan (özellikle üç büyük kuruluş dünyanın her yanına dağılmış şube ve ofisleri ve binlerce çalışanı ile kuşkusuz bu konumdadır) derecelendirme kuruluşlarının derdi kapitalizmin ne denli kırılgan bir sistem olduğu değildir doğal olarak. Bunlar birbirine benzer kriterlerle anlık ve kısa vadeli tespitler yaparak bir not verme mantığı içinde derecelendirme yapmaktadır. Daha sonra üzerinde duracağımız derecelendirme kuruluşlarının değerlendirme kriterleri de bir yanıyla kapitalizmin kırılganlıklarını sergilemektedir. Ama onların yaklaşımına göre, bu kriterlerdeki olumsuzluklar sistemsel değildir de yönetimsel beceriksizliklerden vb. kaynaklanmaktadır. Not verilmesi; notun düşürülmesi ve yükseltilmesi de bir dizi sorunla doludur. Geçmişteki bir dizi olay, bu not verme meselesinin pek de sağlıklı olmadığını göstermektedir; çok iyi nota sahip dev şirketlerin birkaç gün içinde yok olduğu görülmüştür. Derecelendirmeyi yapan kuruluşun da kapitalist bir şirket olmasına bağlı olarak her tür oyuna, manipülasyona açık durumda olduğu görülmektedir. Bir ve aynı kriterle değerlendirilen ülkeler arasında gelişmiş ekonomiye sahip olanların gelişmekte olanlardan daha kötü durumda olmalarına karşın çok daha yüksek notlara sahip oldukları görülebilir. Öte yandan yüksek notlara sahip ülke ve şirketlerde birdenbire ciddi bunalımlar meydana gelebilmektedir.
Çok iyi notlara sahip ABD ekonomisi örneğin, sürekli ve muazzam büyüklükte (bir trilyon doların üzerinde olduğu sıklıkla görülür) bütçe açığı verir durumdadır. Hazine bu açığı kapatmak için bono satar. Bu bonoları satın almak için FED para basar. Aldığı bu bonolar yüzünden sürekli zarar eder. Bu defa hazine, FED’i iflastan kurtarmak için ondan borç senetleri alır ve zarar hazineye yüklenir. Bu, “tam bir akrobasi”dir (1). Ayrıca ABD’nin dev boyutlarda tasarruf/yatırım ve dış ticaret açığı vardır. Bunlardan iyi kırılganlık olur mu?
Hükümet çevrelerinin bu not verme üzerinden yapılmakta olduğunu iddia ettikleri operasyonlara ve son gelişmelere geçmeden önce, kur savaşlarının ne anlama geldiğine ve ardında yatan ekonomik/siyasi nedenlere, günümüzde böyle bir şey olup, olmadığına ve işin tarihçesine bakmakta yarar var.
Kur Savaşları Tarihçesi
Günümüzde, kurlar üzerinden yapılan operasyonlar olmadığını düşünmek bile abestir. Zira kapitalizmde para da bir metadır, alınıp satılabilen bir şeydir. “Para, diğer bütün metaların eşdeğeri olarak işlev gören bir metadır” (2). Para; değerlerin ölçütü, dolaşım aracı, birikim aracı, ödeme aracı ve dünya parası olarak işlev görmektedir. Dolayısıyla para üzerinden para kazanmak için her türlü spekülasyon yapılabilmektedir. Kapitalist devletler de kendi para birimlerinin değeri üzerinde oynamalar yaparak rakiplere karşı avantaj kazanmaya çalışmakta, iş bazen bu alanda yürütülen bir savaş görünümü almaktadır. Hatta bu konuda, örneğin Pentagon bünyesinde savaş oyunları düzenlendiğine dair bilgiler mevcuttur. (3) Fransız Savunma Bakanlığı 1997 yılında, kendi bünyesinde “Ekonomik Savaş Akademisi”ni kurmuştur. Yine Fransa “Dış Güvenlik Direktörlüğü altında “Ekonomik İstihbarat” bölümünü kurdu. “Çin ise, istihbarat faaliyetlerini yürüten Devlet Güvenlik Bürosu’nun onuncu bölümünü bütünüyle ekonomik istihbarata ayırdı”. (4) Tüm büyük güçlerin benzer kurumlarıyla işin içine katıldığı ve kur savaşlarının da bu işin bir parçası olduğu açıktır.
Meta üretimi artıp çeşitlendikçe, pazarda birbirine eşdeğer metaların değişimi yolu ile alışveriş olanaksız duruma geldi. Ve günümüzden birkaç bin yıl önce, değişim aracı olarak değerli metaller kullanılmaya başlandı. Kâğıt para basımı ise insanlık tarihi açısından yenidir; 200-300 yıllık bir geçmişe sahiptir. Kâğıdın bir meta olarak altın kadar değerli olmadığı bilinen bir şeydi. Öyleyse kâğıt paranın değeri nasıl belirlenecekti? Kâğıt para başlangıçta değerli metallere bağlı kılındı; belli bir birim kâğıt paranın değeri, belli miktarda altın olarak belirlendi. Devletler ellerinde bulundurdukları altın miktarına bağlı olarak kâğıt para basımına başladılar.
Kapitalist emperyalizmin ilk yıllarında, 1870-1914 arası altın standardına bağlı sistem sorunsuz işledi denebilir. Büyük kapitalist ülkelerin çoğunluğu, aralarında bir anlaşma olmaksızın, para basımında altın standardına bağlı kaldılar. “Bu dönemde enflasyon neredeyse hiç olmadı, döviz kurları istikrarlıydı, özel sektörün uluslararası para sistemine duyduğu güven yüksekti, işsizlik oldukça düşüktü ve nihayet piyasalarda öngörülebilirlik vardı. Kulübe katılan bir ülke, yalnızca kâğıt parasının belirli bir altın miktarı değerinde olduğunu açıklıyor ve sonra bir diğer üyeden herhangi bir miktarda altını bu para birimi karşılığında alıp satabiliyordu. Böylece çeşitli para birimleri altın üzerinden birbirlerine bağlanmış oluyordu. Dünya 1914’den bu yana uluslararası finansta saf bir altın standardı işleyişini bir daha görmemiştir”. (5)
1914 yılında Birinci Dünya Savaşı patlayınca emperyalist ülkeler savaşın finansmanı için, altın standardını bir kenara iterek para basmak zorunda kaldılar. Savaş sonrası tüm emperyalist ülkeler ciddi bir bunalıma girdi. Rusya’da 1917 Ekim Devrimi sonrası, Çarlık Rusya’sından alacaklı olan Fransa ve İngiltere, tahsilat yapamaz duruma geldi. Bu iki ülke ve İtalya, ABD’ye borçlu durumda idiler ve bunlar da borcunu ödeyemez duruma geldiler. Bunun ABD ekonomisindeki etkisi açıktır. Öte yandan savaşın galiplerinin gözü, dünyanın 4. büyük stokunu oluşturan, Almanya’nın altınlarında idi. Almanya’ya ağır tazminat koşulları dayatıldı. Kısaca tüm emperyalist ülkeler zor durumda idi.
Bu ülkelerin stok altın tutarlarından bağımsız para basmalarının ciddi sonuçları oldu. Çünkü tek başına kâğıt paranın değeri, o kâğıt parçasının değerinden fazla olamaz. Ama üzerinde kendi değeri ile ilgisi olmayan rakamlar basılıdır. Paranın o basılı değerde kabul görmesi için ardında ona denk düşen ve tüm dünya tarafından eşdeğer olarak kabul görmüş bir şeyin durması gerekir. Bu ise o dönem için altındır. Eldeki altın stokundan bağımsız kâğıt para basıldığında o paranın değeri düşer. Daha fazla miktarda kâğıt paranın değeri de sonuçta eldeki altın miktarı kadardır.
Meta üretimi ve dolaşımı için gerekli olan para miktarının, bu metaların fiyat tutarlarının toplamı ile uyumlu olması gerekir. Ama para basımı tekelini elinde bulunduran devlet, kendi giderlerini karşılamak için, meta dolaşımının gerektirdiği miktarı göz önünde bulundurmaksızın kâğıt para bastığında sorun başlar. Giderlerin aşırı arttığı savaş, bunalım gibi dönemlerde iş kontrolden çıkar. Aşırı derecede kâğıt para emisyonu, paranın değerinin düşmesine –devalüasyona– neden olur. Aşırı derecede kâğıt para emisyonu, enflasyon demektir. Kısa sürede dolaşımdaki metaların fiyatı yükselir. İşçi ve memurların ücret ve maaşları artan fiyatların gerisinde kalır ve böylece devlet giderleri bu kesimin sırtına yüklenmiş olur.
Öte yandan kapitalist devletler, aralarındaki ticarette daha avantajlı konuma gelmek için paralarının değerini bilinçli olarak düşürme yoluna da giderler. Böylece diğer para birimleri karşısında değeri düşen para birimleri sayesinde daha ucuz kalan metalarını rakip pazarlara daha rahat ihraç ederek pazarlarını genişletmeye çalışırlar. (6)
Almanya’da enflasyonun kontrolden çıktığı 1922 yılında emperyalist devletler Cenevre’de bir araya geldiler. En önemli gündem maddelerinden biri, ekonomilerindeki olumsuz gidişatı önlemenin yollarından biri olarak gördükleri, altın standardına geri dönüşü görüşmekti. “Katılan ülkeler, merkez bankası rezervlerinin yalnızca altınla değil, diğer ülkelerin para birimleriyle de tutulabileceğini kabul ettiler; “altın değişim standardı” ifadesindeki “değişim” sözcüğü belirli döviz bakiyelerinin rezerv amacıyla altın gibi muamele göreceğini ifade ediyordu. Bu değişiklik, altın standardının yükünü ABD gibi büyük altın stokları olan ülkelere yüklemişti. ABD, doların altın cinsinden değerini ons başına 20,67 dolar oranında tutmakla yükümlüyken, diğer ülkeler rezerv olarak altını temsilen dolar da tutabilecekti.” (7)
Bu girişimin hiçbir yararı olmadı. Fransa 1925’te, ABD ve İngiltere karşısında avantajlı duruma gelmek için parasını devalüe etti. Buna karşın, yeni durumla başa çıkabilmek için İngiltere 1931 yılında altın standardından çıkarak Fransa’ya kaptırdığı üstünlüğü geri aldı. 1933’te bu kez ABD parasını altına karşı devalüe ederek İngiltere üstünlüğüne karşı bir hamle yaptı. Sonra sıra yine İngiltere ve Fransa’ya geldi; onlar da paralarının değerini düşürdü. Fransa 1936’da altın standardından ayrıldı. Ama tüm bu gelişmelerin -para basımı, devalüasyon, enflasyon, dış ticaret açıkları ve fazlaları- sonucu dünyanın büyük ekonomileri dibe vurdu. İhracat fazlası veren ülkelerin elinde büyük miktarda döviz birikti, ama bunların değeri kaynak ülkede yapılan devalüasyonla birdenbire düşüyordu. Öte yandan elindeki paranın değerini korumak isteyenler tarafından büyük bir altın talebi söz konusuydu. Altının yönü daha güvenli görünen ABD’ye doğruydu.
O dönemdeki kur savaşlarının görünümü kısaca böyledir. Bu dönem ilk kur savaşları dönemidir.
Bundan sonraki kur savaşlarının da nedenleri benzerdir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası 1973 yılına dek para sistemine, 1944’te ABD ve İngiltere öncülüğünde toplanan Bretton Woods konferansında alınan kararlar egemen oldu. Para sistemi, ons başına 35 ABD doları hesabıyla altının dolara dönüştürülebilmesi ve diğer para birimlerinin dolar karşısında sabit kura sahip olması ile dolaylı olarak altına bağlanması biçimindeydi. 1960’ların ortasına kadar fazla bir sorun çıkmadan sistem varlığını sürdürdü. 60’ların ikinci yarısından itibaren sorunlar baş gösterdi. Vietnam savaşının ABD ekonomisine getirdiği yük, bütçe ve dış ticaret açıkları ve buna bağlı enflasyon artışı, doları sarsmaya başladı. İngiltere’nin ise başka ülkelerde yükselen Sterlin rezervi ile başı dertte idi. İngiltere merkez bankasında bu rezervleri karşılayacak oranda dolar ve altın bulunmuyordu. Sterlini elinde tutan ülkeler altın veya dolar talep etmeleri halinde bunu karşılamaktan uzaktı. Kasım 1967’de dolara karşı %14’lük bir devalüasyon yapıldı. Bu defa parasının değeri iyice düşmeden altına dönmek isteyenlerin talebi arttı. Bu durum altının onsunu 35 dolar düzeyinde tutmayı zor hale getirdi. Fransa 1967’de altın havuzundan çekildiğini açıkladı. Bu da altına talebi arttırdı. Altının ons fiyatının (bir ons= 31,10 gram) 35 dolardan 100 dolara yükseltilmesi gerektiği söylenmeye başlandı. Altın arzının hızla genişleyen dünya ticaretini destekleyemeyeceğini savunanlar da vardı.
1969’da IMF, çözüm olarak SDR (Özel Çekme Hakkı) adı verilen bir para biçimi yarattı; bunun da aynı altın ve döviz rezervleri gibi işlem göreceği açıklandı.
ABD’nin o dönem sorunları günümüzdekine çok benziyordu: Dış ticaret ve bütçe açıkları, parasal gevşekliğin ortaya çıkardığı sorunlar. 1971 ortasında Başkan Nixon, şimdiki Başkan Trump’ınkine benzeyen önlemler aldı; Bretton Woods anlaşması ortadan kalktı, GATT anlaşmasına aykırı bir dizi önlemler alındı. Günümüzde olduğu gibi ABD, ticaret ortaklarına bir dizi korumacı vergi getirdi vb. Dolar diğer para birimlerine ve altına karşı devalüe edildi. ABD’nin ticaret ortakları, daha fazla kayıpları olur kaygısıyla bu önlemlere fazla ses çıkaramadılar. Daha sonra yapılan görüşmelerle bir anlaşmaya varılabildi.
Nixon’un tedbirleri bir işe yaramadı, oysa amaç ithalatı azaltıp, ihracatı arttırmak idi. Beklenen gerçekleşmediği gibi kötü bir durgunluk baş gösterdi. Bu arada İngiltere parasını bir daha devalüe etti. Görece daha güvenli görülen Alman Mark’ına ve İsviçre Frank’ına hücum başladı.
IMF 1973’te Bretton Woods sisteminin çöktüğünü açıklayarak altının uluslararası finans sistemindeki rolünü sona erdirmiş oldu ve önemli para birimleri, değerlerinin piyasa koşullarında belirlenmesi için birbirleri karşısında dalgalanmaya bırakıldı.
ABD’de durgunluk sürerken 1970’li yıllarda petrol fiyatları 8 kat artış gösterdi. ABD dolarının alım gücünde ciddi bir azalma oldu. Altının fiyatı dönem boyunca 20 kat arttı.
1980’li yıllarda Reagan döneminde faizler iki kata yakın arttırılarak %20’ye çıkarıldı. Bunun sonucunda enflasyon %12,5 düzeyinden %1,1’e indirilebildi.
ABD ekonomisi Reagan döneminde düşük vergi uygulamalarının da etkisi ile önce güçlü bir büyüme dönemine girdi. Büyümeye bağlı dolar güçlenince ithal ürünler ucuzladı, Alman otomobilleri ve Japon elektronik ürünleri ABD pazarını işgal edince Amerikan sanayicilerinden koruma talepleri ve doların devalüe edilmesi talepleri yükseldi. Büyük ekonomilerin Merkez Bankaları toplanıp bir plan hazırladılar. 1985 Plaza Anlaşması olarak bilinen Plan çerçevesinde dolara, 1985-1988 döneminde Fransız Frank’ına karşı %40’ın üzerinde, Japon Yeni’ne karşı %50 ve Alman Mark’ına karşı da %20 değer kaybettirildi. Bununla dış ticarete denge getirilmeye çalışılıyordu. Sonuç ABD’de işsizlik ve enflasyon artışı oldu.
1980’lerin ikinci yarısından itibaren işin içine Çin de girmeye başladı. Çin, para birimi Yuan’ın değerini 1994 yılına dek adım adım devalüe ederek dolar karşısındaki değerini 2,8’den 8,7’e düşürdü. 1997’de Yuan’ın değeri 8,28 dolar olarak sabitlendi.
ABD’nin Çin ile ticaretinde verdiği açıklar giderek hızlanan biçimde artınca (1997’de 50 milyar dolar olan açık 2006’da 234 milyara yükselmişti) ABD’nin Çin’e eleştiri ve baskıları artmaya başladı. Bu arada ABD açıklarını kapatabilmek için sürekli para bastı. Çin de kur çıpasını sabit tutabilmek için aynı yolu tuttu. Süreç boyunca Çin elinde biriken dolarlarla ABD tahvilleri satın aldı. Bugün elinde tuttuğu tahvil tutarı 1,1 trilyon doları aşmış bulunuyor. Bu tahvillerin getirisi son derece düşük olduğu için Çin bundan rahatsızlık duyuyor. Bu tahviller karşılığında daha sağlam gördüğü başka bir meta –örneğin altın- talebinde bulunsa ciddi sorunlar baş gösterecek. ABD’nin bu talebi karşılayabileceği bile şüpheli; 1960’ların ikinci yarısındaki İngiltere’nin durumuyla karşı karşıya kalacak, bir farkla günümüzde paraların altına bağlı olma koşulu yok. 1950’de ABD altın stoku 20.000 ton kadardı. 1971’e, Nixon önlemleri dönemine geldiğimizde stok 9.000 tona inmişti. 11.000 ton altını, ticaretinde sürekli açık verdiği Almanya ve Japonya’ya kaptırmış bulunuyordu. Şimdi de Çin ile ilişkisinde benzer bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyor.
ABD doları ile Avrupa’nın Euro bölgesindeki büyük devletleri arasında da kur savaşlarına tanık oluyoruz. Burada ama diğer taraflarla olan finansal ilişkilerden farklı bir yan bulunduğunu belirtelim. Burada tarafların bankacılık sistemleri, diğerleriyle olduğundan çok daha fazla entegre durumdadır.
Bu iki para birimi değeri arasındaki dalgalanmalar, tarafların ticaret dengesini etkilemektedir. Taraflardan birinin para birimi değerinin diğeri karşısında düşmesi ile ihraç ettiği metaların fiyatı düşmekte ve bu durum ihracat artışını beraberinde getirmektedir. Bir süre sonra ama tersi bir süreç gözlenir; ihracat artışına bağlı üretim artışı ve büyüme sonucu bu defa bu para biriminde güçlenme olur. Bu sürece, birikmiş muazzam para sermayenin, para oyunları ile para kazanma hırsı da etki eder. Para sermayenin bir bölümü parite değişiklikleri üzerinden ekstra gelir elde etmek için değeri düşük olarak tahmin edilen ve gelecekte yükselmesi beklenen para birimine yatırım yapar. Ve bu para birimine talebin artması onun değerinin daha önce ve hızlı yükselmesi sonucunu doğurur.
Günümüzde kur savaşlarının ana aktörleri dolar, avro ve yuan’dır. Çünkü dünya üretiminin ve uluslararası ticaretin büyük bölümü bu para birimleri ile yapılır. Dolar ve avro güçlü rezerv para birimleridir. Dünyadaki rezerv paraların %60’ı dolar ve %25 kadarı avro’dur. Bunlar dışında Sterlin, Yen ve İsviçre Frankı güçlü oyunculardır. Diğer irili ufaklı tüm kapitalist devletlerin para birimleri belli biçim ve oranlarda bu oyunun içinde yer almaktadırlar. Çünkü bunlar da dünya ticaretinde ve sermaye hareketlerinde yer alırlar.
Bir ara örneğin, 1990’ların ikinci yarısında Brezilya Real’i kur savaşının konusu oldu. Real’in değeri dolar karşısında adım adım %30 kadar düşürüldü. ABD ile yaptığı ikili ticarette 15 milyar dolar kadar fazla elde eder duruma geldi. Bu arada Brezilya’nın teknoloji ve üretim zemininde önemli ilerlemeler görüldü. 2008 bunalımında ABD ve Avrupa pazarlarında getirileri dibe vuran küresel sermaye, Brezilya’yı yüksek getiri sağlayacak cazibe merkezlerinden biri olarak gördü. Ülkeye hızla giren sıcak para Real’in değerini %40 civarında yükseltti. Sonuç Brezilya’nın ABD ile yaptığı ticarette 6 milyar dolar açık verecek duruma düşmesi oldu. FED muazzam miktarda para bastığından, Brezilya da Real’i dolar karşısında sabit tutabilmek için para basıyordu. Bunun sonucu yüksek enflasyon oldu.
Küresel Sermaye Hareketleri ve Kur Savaşları
Sermaye hareketleri ile kur savaşları ilişkisine değinelim. Günümüzde dünya üzerinde trilyonlarca dolar değerinde birikmiş para sermaye bulunuyor. Bunun önemli bir bölümü dolaşım halinde. Dolaşımdaki bu para miktarı özellikle ABD ve Avrupa merkez bankalarının para politikalarına bağlı olarak azalıyor ya da tersi. Bu merkez bankaları bunalım dönemlerinde piyasayı hareketlendirmek, büyümeyi teşvik etmek için para basıyorlar. Piyasada bir nakit bolluğu baş gösteriyor.
Para sermaye kendine sürekli değerlenme alanları aramaktadır. Dünya emperyalist sistemine entegre olmuş ve sermaye hareketlerini serbestleştirmiş tüm ülkeler böyle değerlenme alanlarıdır. Para sermayenin büyük bölümü hala gelişmiş ekonomilerde, esas olarak da büyük emperyalist güçlerde bulunuyor. 30-40 yıl önce tartışmasız bu güçlerin elinde bulunan para sermaye, daha geç kapitalistleşmesine karşın daha hızlı büyüme oranları yakalamış diğer kapitalist ülkelerde de birikmeye başladı. Ve bu yeni ülkelerin atıl sermaye sahibi burjuvaları da bu paradan para kazanma oyunlarına katılmış durumdalar.
Sermaye hareketlerinin; sermayenin bir ülkeye giriş ve çıkışının, tüm kapitalist ülkeler için benzer etkileri olmakla birlikte, özellikle paraya daha çok gereksinim duyan ülkeler bundan etkileniyor. Sürekli ve yüksek oranda dış açık veren Türkiye bu konumda bir ülke. Dışarıdan gelen her tür sermaye, ister doğrudan sermaye yatırımı olsun ister sıcak para, Türk Lirasına olan talebi arttırarak onun değer kazanmasına neden oluyor. Tersi durumda ise dövize olan talep artıyor ve bu TL’nin değer yitirmesini beraberinde getiriyor. Eğer bu giriş ve çıkışlar ekonominin hazmedebileceği boyutları aşarsa bunun ciddi sonuçları oluyor.
Sermaye hareketlerinin son yarım yüzyıllık hareketlerine bakıldığında, bunun dünyadaki konjonktürle doğrudan bağı olduğunu görüyoruz. Bir IMF çalışmasında 1970-2009 arası sermaye hareketlerinde bu izlenebiliyor. (8) Büyük emperyalist devletlerde bunalım, durgunluk söz konusu olduğunda buradaki atıl para, daha iyi getiri sağlamak amacıyla çevre ülkelere akıyor. 1970/1981 arası böyle bir dönem. Bu ülkeler 1981/1982 borç krizine girince 1986 yılına dek sermaye akımları düşüyor ve sermaye merkeze çekiliyor. Merkez ülkeler dediğimiz büyük emperyalist ülkelerde 1987’de borsa krizi patlayınca 1997’ye dek sermaye yine çevre ülkelere akıyor. Bu dönemde Yükselen Piyasa Ekonomileri (YPE) gibi bir kavram geliştiriliyor. Bu bizim bağımlı ülkeler olarak nitelediğimiz; görece hızlı büyüyen, ama bunun için yeterli iç sermaye/tasarruf kaynağı bulunmayan ve bu nedenle dış sermaye kaynaklarına muhtaç olan ülkeler grubudur. O gün için Türkiye’nin de dahil edildiği Rusya, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkelerdir bunlar. 1998’de Asya Krizi patlıyor ve 2002’ye dek sermayenin merkeze dönme çabalarını görüyoruz. Bu çaba 1999-2001 borsa krizi ile kesiliyor. 2003-2007 dönemi yine YPE’ye yönelik sermaye akımlarında genişlemenin olduğu bir dönem. Bu genişleme, 2001 krizini aşmak için büyük emperyalist güçlerin Merkez Bankaları kanalıyla başlatılan parasal genişlemeye dayanıyor. Sonrasında ABD’de “emlâk balonu”na bağlı başlayıp yayılan 2008 krizi geliyor ve sermaye tekrar merkeze yöneliyor. 2009 sonrası için Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) kaynaklı veriler benzer olayların sürdüğünü gösteriyor. Bunalımı aşmak için FED ve Avrupa Merkez Bankası muazzam miktarda para basmak zorunda kaldı. 2012’ye gelindiğinde FED’in bilanço büyüklüğü 3,3 kat artarak 2,9 trilyon dolara ve Avrupa Merkez Bankası’nın bilanço büyüklüğü 2,7 kat artarak 3,2 trilyon avroya yükseldi. Ama buna karşın başlangıçta durgunluk hemen atlatılamadı ve bir süre daha sürmesine bağlı olarak YPE’ye sermaye akışı arttı. Akış miktarı 2009’da 695 milyar dolardan 2013’te 1.377 milyar dolara yükselmiş, bir yıl sonra 1.088 milyara gerilemiştir. Süreç içinde ABD ekonomisinde bir toparlanma gözlenmiş, büyüme hızı %2’nin üzerinde seyretmeye başlamıştır. Bu durumda FED faizleri kademeli olarak arttıracağını açıklamaya başlamıştır. 2008 bunalımında para basarak büyük bir genişleme yapmak zorunda kalan FED, şimdi toparlanma başlayıp, kritik bir eşiğe gelince, yeni bir balon oluşmaması için ekonomiyi adım adım soğutma gereğini duymuş ve piyasadan para çekmeye başlamıştır. Bu durumda yine merkeze doğru bir sermaye hareketinin oluşacağı zaten açıktır.
Burada şunu da belirtmekte fayda var: FED faizleri arttırıp ABD 10 yıllık tahvilleri %3’ün üzerine çıkması ile diğer ülkeler ile farkı açmaya başladı. Alman 10 yıllık tahvil faizi % 0,639’dur. Aradaki makas 29 yıldan bu yana ilk kez bu denli açılmıştır. Hakeza Japon tahvilleri ile aradaki fark 11 yılın en üst düzeyindedir. Mart ayında Türkiye’nin 10 yıllık tahvil faizi %6 civarındaydı. (8) Ve görüldüğü gibi ABD ile aradaki fark azalmış bulunuyordu. Bu durum sermayenin asıl olarak ABD’ye yöneleceğini ve bundan rahatsız olan tüm ülkelerin faiz artırımına gitmek zorunda kalacaklarını gösteriyor.
Sermaye akışının ABD’ye doğru olması, onun parasının değerinin artmasını beraberinde getiriyor. ABD siyasi iradesi bu durumdan rahatsız olmaya ve FED’in politikasını eleştirmeye başladı.
Türkiye’ye ve Öznelliklerine Gelince
Ekonomide kırılganlık yaratan birinci öğe, iç tasarruflar ile yatırımlar arasındaki dengesizliktir.
Tüm yapılan geçmiş planlamalara ve bunların gerçekleşmelerine baktığımızda ülkenin sürekli bir tasarruf/ yatırım açığı verdiğini görüyoruz. Yani yapılması planlanan yatırımlar için ülke içinde biriktirilmiş yeterli kaynak yoktur. Bu koşullarda açığın planlanmış olması, daha fazla yatırım yaparak daha yüksek bir büyüme oranına ulaşmak için, ülke dışından kaynak bulunmasının planlanması anlamına geliyor. Ama yurtdışından böyle bir kaynak sağlanacağının hiçbir garantisi yok. Bu tamamen ülkenin içinde bulunduğu duruma ve uluslararası konjonktüre bağlı bir şey. Nitekim bu iki durum uygun olduğunda ülkeye giren sermaye artıyor ve tersi gelişmeler yaşandığında da sermaye akımı geriliyor, duruyor ya da ülkeden sermaye çıkışları oluyor.
Bu giriş çıkışlar tam bir serbestlik içinde ve hiçbir önlem alınmaksızın gerçekleşirse, bunun ciddi sonuçları oluyor. Emperyalist sistem içinde yer alan tüm ülkelerin uyması gereken kurallar gereği sermaye hareketlerini yasaklamak söz konusu değil. Kurallara uyma ise tamamen güç dengelerine bağlıdır, kapitalizm koşullarında başka türlüsü de olmaz; çıkarlara ters düştüğü görüldüğünde bu kurallar çiğnenmeye başlanır. Bizzat bu kuralları geliştiren büyük ülkeler bile sıklıkla ters düşen uygulamalarda bulunurlar. G-7, G-20 gibi platformlar bu konuların tartışıldığı ve yeniden tartışılmak zorunda olunduğu yerlerdir. Sermaye hareketlerinde genel olarak bir serbestlik olduğu görülüyor; sermayenin giriş çıkışına yasak koyma anlamında bir önlem, var olan koşullarda beklenmiyor. Uygulanabilecek önlem olarak ülke bazında Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı’nın politikaları kalıyor. Ancak Türkiye’de bu alanda bir karmaşanın var olduğu gözden kaçmıyor. Bu iki odak zaman zaman politikalarında birbirlerine ters düşüyorlar.
Sermaye çıkışları olduğu ve buna bağlı sorunlar baş gösterdiğinde, RTE’nin hemen celallendiğini görüyoruz. “Sermayesini kaçıranlardan hesap soracağız” yollu ve ertesi gün bunun düzeltilmeye çalışıldığı çıkışlar da sermayeyi tedirgin ederek aslında dışarıya kaçmayı teşvik ediyor ve böylece RTE, Türkiye’ye karşı yürütüldüğünü iddia ettiği operasyonun nedenlerinden biri durumuna düşüyor.
Sermaye giriş ve çıkışları ülke ekonomisinin hazmedebileceği miktarda ve hızda olursa bu çok fazla sorun çıkarmıyor. Sermaye kaçışı kadar girişinin de bu hazmetme eşiğini aşması bir dizi sorunu beraberinde getiriyor.
Uluslararası alanda para genişlemeci dönemin yaşandığı ve Türkiye’ye de görece fazla sermaye girişinin yaşandığı 2007-2008 dönemine baktığımızda bunu görebiliyoruz. Sermaye girişine bağlı olarak talebin artması ile TL aşırı değerlendi. Dolar karşısında yıl ortalamaları 1,3 TL olmakla birlikte bazı aylar 1,1 ile 1,2 TL gibi kurlarla yakın tarihin en değerli oranlarına ulaştı. Bunun ekonomiye çok yönlü yansımaları oldu. İthal ürünler ucuzlayınca iç piyasa bunlarla doldu. Yerli üretici ya bunlarla rekabet edemez duruma gelerek piyasadan çekilmek zorunda kaldı ya da ucuz ithal girdi kullanımını arttırarak üretime devam edebildi. İhracatta kullanılan ithal girdi oranı da arttı. Dış ticaret açığı büyüdü. Yani hükümetin şimdi yaptığı gibi, kapitalizmin doğasından kaynaklanan bu ve benzeri gelişmeleri, o dönem de Türkiye’ye karşı bir operasyon olarak değerlendirmek mümkündü. Bilindiği gibi ama, sermaye girişlerindeki artış o dönem Türkiye ekonomisine duyulan güvenin bir yansıması olarak kabul gördü. Ne pahasına olursa olsun, yüksek büyüme hızına ulaşmak öncelikli olarak görülüyordu.
TL’nin aşırı değerli olmasının dönemsel olumlu etkileri de oldu. Örneğin ülke içinde üretilen görece pahalı ürünlerin ucuz ithal ürünlerle ikame edilmesi enflasyonun düşmesine neden oldu. Yurtdışından borçlanma daha cazip hâle geldi; yurtdışından döviz cinsi ile borç bulan şirketler ekstra kârlar elde etti. Öte yandan ülkenin gayrisafi yurtiçi hasılası ve bunun kişi başı değeri, değerlenen TL sayesinde dolar cinsinden hesaplamayla aldatıcı biçimde yükselmiş gibi görünmeye başladı. Hükümet ve yandaşları bu durumu zenginleştik diye lanse ettiler.
TL’de ılıman bir dalgalanma yaşandığı dönemde Merkez Bankası, TL’nin değer kazandığı dönemde döviz alıp TL satarak ve durum değişince ters uygulamada bulunarak hem dalgalanmanın belli bir aralıkta kalmasını sağladı, hem de bu işten kârlı çıktı. Bu arada para sermaye sahipleri aynı şekilde paradan para kazandılar. Ama dış borç, cari açık arttıkça TL’ye güvenin azalması ile sermayedarlar paralarının giderek artan bölümünü döviz cinsi ile tutar duruma geldiler. TL’nin olası bir hızlı değer yitirmesi durumunda bunlar paralarını korumak istiyorlardı. Öyle ki bugün banka mevduatların da yatan paranın en az yarısı döviz cinsindendir. Zaten var olan dolarizasyon daha güçlü duruma geldi. Bu duruma küçük birikim sahipleri de kendilerini enflasyonun olumsuz etkilerinden korumak için döviz alarak katkıda bulunuyor.
Çeşitli sektörlerdeki üreticiler, tüccarlar alım satımlarda, muhasebede güvenilir döviz cinsinden hesaplamaları yeğliyor. Devlet ihalelerinin bile güvenilir döviz cinsinden yapıldığı oluyor.
Türkiye ekonomisindeki kırılganlık yaratan ikinci öğe, yukarıda değindiğimiz dış ticaret açığına bağlı cari açık sorunudur. Dış ticaret açığı, TL’nin değerli kalması ile desteklenmiş oldu. İhracat bile giderek daha fazla ithal girdilere bağlı hâle gelerek yapısal bir sorun oluşturdu. Turizm gibi döviz girdisi sağlayan sektörlerin elde ettiği gelirler de bu açığı kapatamayınca cari açık sorunu oluşuyor. Bunu kapatmanın yolu ise ülkeye başka yollarla döviz çekilmesinden geçiyor: Doğrudan sermaye yatırımları, borsa ve hisse senedi, tahvil yatırımları, borç biçiminde alınan para.
Türkiye’nin uzun yıllardır bütçe açığı verir konumda olması da bu açığın alınan borçla kapatılması durumunu ortaya çıkarıyor.
Borsaya, tahvil piyasalarına giren dış sermaye sıcak para olarak tanımlanıyor. Yani belli bir kâr elde ettikten sonra, eğer dışarıda daha iyi kâr olanağı varsa ya da ülke içinde kalmayı riskli değerlendirirse hemen dışarı kaçabilen sermaye. Kurlar üzerinde baskı oluşturması açısından en büyük tehlikenin, bu istediği zaman kaçabilecek sermaye olduğu görülüyor. Doğrudan sermaye yatırımları daha uzun vadelidir. Dışarıdan borç olarak gelen sermayenin ise önceden belirlenmiş vadesi bulunmaktadır. Bu son iki unsur görece öngörülebilir, planlanabilir durumdadır. Cari açığın kapatılabilmesi için muhtaç olunan dış sermaye bileşimindeki oranın sıcak paraya doğru kayması tehlike çanının daha güçlü çalmasını beraberinde getirir.
Borç olarak alınan dış sermayenin de getirdiği sorunlar vardır kuşkusuz. Küresel ölçekte para bol iken uygun faizlerle alınıp ekstra kar olanağı sağlayan borç, vadesi geldiğinde ödenmek zorundadır. Günümüzde finans dışı (buna reel sektör de diyorlar) şirketlerin (sayıları 27.000 civarında olarak veriliyor) 300 milyar dolar üzerinde döviz borcu bulunuyor. Buna karşın bu şirketlerin Türkiye’deki mevduat hesaplarında 100 milyar dolar civarında paraları bulunuyor. Bu durum kısa vadeli dış borçlar açısından fazla bir sorun olmadığını gösteriyor. Ancak ekonomide bir biçimde öngörülemezliklerin artması, TL’nin hızla değer yitireceği olasılığı ile bu şirketlerde dövize olan talep artabiliyor; bunlar kendilerini kurun yükselmesi ile oluşacak zarardan korumaya çalışıyorlar.
Öte yandan ithal girdiyle üretim yapan kesimin de sürekli ve düzenli olarak dövize ihtiyacı bulunuyor.
Açık pozisyonu bulunan/döviz açığı bulunan tüm kişi, kurum ve şirketler bu açıklarını kapamaya çalışıyor.
Alınıp satılan her meta gibi, her para birimi de arz ve talebe, spekülasyonlara bağlı biçimde işlem görmektedir. Talep hangi para birimine artıyorsa onun diğeri karşısında değeri artıyor.
TL’nin dolar karşısındaki değeri günümüzde ne olmalıdır veya olmalı idi? Bu önemli bir sorudur. Zira AKP/RTE tarafından öyle bir hava yaratılıyor ki, sanki TL’nin değer yitirmesi için hiçbir neden yok. 2000 yılından günümüze dek ABD ve Türkiye’deki enflasyon oranları dikkate alınarak yapılan hesaplamalarda TL’nin 2001 devalüasyonu sonucu önce düşük değerli kaldığı, 2003 yılından bu yana ise dolar karşısında hep değerli olduğu sonucuna varılmaktadır. TL’nin değeri enflasyon oranına bağlı biçimde düşürülebilseydi kur açısından bugünkünden farklı bir durum olmazdı. Yani bir anlamda bir düzeltme yaşanmıştır son birkaç ay içinde. Bu düzeltmenin yıldan yıla tedrici bir şekilde değil de birdenbire olması sorunlar çıkarmaktadır.
Öte yandan böyle bir düzeltme olmasının gerekli olduğu da söylenebilir. Çünkü ihraç pazarları için üretilen metaların TL cinsinden fiyatı bir yıl içinde (Nisan 2017 – Nisan 2018) %21 oranında artış göstermiştir. (6) İhracatta kullanılan para birimi (dolar, avro) karşısında TL’nin değer yitirmemesi durumunda bu ürünler dış pazarlarda ya pahalı kalacak ya da üretici, artık üretim yapamaz duruma gelinceye dek fiyatları düşürmek zorunda kalacaktı. Ayrıca TL’nin değer yitirmesi bir nebze ithalattaki artış hızını düşürerek dış ticaret açığı üzerinde olumlu etki yapabilir.
Kurlardaki ani yükselişi bir operasyon olarak niteleyen siyasi iktidar ve yandaşları, suçu ülke dışında arıyor. Her tür burjuva muhalefet ise sorunun içeriden kaynaklandığını savunuyor ve işi hükümetin beceriksizliğine bağlıyor.
Aslında ikisi de doğru. Ve esas sorumlu kapitalizmin ta kendisi. Sorunlar, Türkiye’nin de bir parçası olduğu emperyalist dünya sisteminin çelişkilerinden kaynaklanıyor.
Yukarıda belirtildiği gibi dünya çapında sermaye hareketleri ve sermayenin Türkiye gibi bir ülkeye girip çıkması ile kur hareketleri arasında doğrudan bir bağ bulunuyor. Son beş yıldır FED, faiz artırımına gideceğini açıklayıp duruyor. Bunu yapmak zorunda, çünkü ekonominin aşırı ısınıp, yine bir yerinden patlayacağından çekiniyor; varlık fiyatlarında 2008 öncesi olduğu gibi yine bir coşkunluk yaşanmaya başladı. Kısaca ABD’nin derdi Türkiye’ye operasyon çekmekten çok kendi ekonomisindeki kırılganlıklara karşı önlemler almak. Ekonominin ısınmasına karşı önlem olarak faizi yükseltmenin ama başka bir sonucu daha oluyor: Küresel ölçekte dolaşımda olan dolar, görece az riskle daha çok faiz kazanma olasılığı artınca çevreden merkeze kaymaya başlıyor. Türkiye’yi yönetenler bunu zamanında görüp, para ve maliye politikalarında bu duruma uygun önlemler geliştiremezlerse sonucun sıcak paranın ülkeden çıkışı yönünde olacağı açıktı. Bu durumda bir operasyondan söz edilecekse, operasyona yol açanlar bizzat bu iddia sahipleri olmaktadır.
Yukarıda değindiğimiz küresel derecelendirme kuruluşlarının değerlendirme kriterlerine kısaca bakalım. Bu değerlendirmelerin manipülasyonlara açık olduğunu belirtmiştik. AKP/RTE de esas olarak buralara dayanarak operasyon vs. den söz ediyor.
Kredi Derecelendirme Kuruluşlarının (KDK) verdikleri notlar, ülkeye sermaye giriş çıkışlarında ve dolayısıyla kurlar üzerinde etkili oldukları için konumuz açısından önemlidir.
Nelerdir bu not vermede rol oynayan derecelendirme kriterleri? Burada ağırlıkla ekonomik ve politik risk faktörlerine bakıldığını görüyoruz. Ekonomik açıdan; döviz cinsinden nakit akışı, borç oranları/toplam borç/faiz giderlerinin oranı, ihracatın durumu, ekonominin açıklık oranı, cari işlemler dengesi, kısa vadeli sermaye akışının rezervlere oranı, tasarruf oranı, kamu sektörünün mali açıkları/kamu giderleri/bütçe dengesi/kamu borç oranı, işsizlik oranı, büyüme, yatırımlar, enflasyonun durumu, kişi başı milli gelir gibi kriterler incelenmektedir. Politik risk kriterleri olarak ise; demokrasinin durumu/hukukun üstünlüğü, seçim sistemi/zamanı/sıklığı, yönetimin durumu/koalisyon?/yönetim etkinliği/siyasi istikrar, Merkez Bankası’nın durumu/bağımsızlığı, politik liderin durumu, dış politik gelişmeler/jeopolitik riskler sayılabilir.
Türkiye, cari açıklarının, bütçe açıklarının son dönemde artarak sürmesi, yurtdışı askeri operasyonlara ve seçim dönemine bağlı kamu açıklarının yükselmesi, jeopolitik risklerinin artma eğiliminde olması, sermaye açısından hukuk sistemindeki belirsizlikler/güvensizlik, hukuk sisteminin ve merkez bankasının siyasi iktidar ile ilişkisi bakımından bağımsızlığının tartışılır olması, uluslararası konjonktüre bağlı olarak sermaye girişinin duraklaması ve Mayıs ayında net sermaye çıkışının olması, TL’nin hızlı değer yitirmesi, enflasyondaki artış vb. kriterler açısından riski artan bir ülke olarak değerlendirilip, KDK’larca notu kırılacak bir ülke olarak görülüyor. Öte yandan hükümet çevreleri, görece yüksek büyüme oranları yakalanmış olması ve bu büyümede sanayideki büyümenin önemli payı olması, ihracatını arttırabilmesi vb. kriterleri öne çıkararak itirazlarda bulunuyor.
Şubat 2015’te T.C. Kalkınma Bakanlığı tarafından yayınlanan bir uzmanlık tezinde (7), 1979-2014 dönemi boyunca KDK’ların bu derecelendirme işini nasıl kotardıkları incelenmiştir. Bu incelemede 15 kadar uluslararası, 3 adet de ulusal araştırmacının aynı konudaki araştırmalarının ve ulaştıkları sonucun dikkate alındığı görülmektedir. Araştırmacıların kullandıkları yöntem ve kriterler, üç büyük KDK’nınkilerle hemen hemen aynıdır. Elde yeterli verinin bulunduğu 54 ülkenin incelendiği görülüyor. Ulaştıkları sonuç; 24 ülke için yapılan derecelendirmede isabet olduğu, diğer ülkelerden bazılarına olması gerekenden fazla, geri kalanına ise düşük not verildiği biçimindedir. Türkiye’ye verilen not, olması gerekenin 2-3 basamak altında olarak değerlendirilmiştir.
Uzmanlık tezinde bu durum, KDK’ların tarihçesi, yapıları, işleyişleri vb. dikkate alınarak şöyle değerlendiriliyor: “KDK’lar not verme sistemlerinin şeffaf olmaması, piyasa yapısı nedeniyle birçok çıkar çatışmasına sebep olması ve bu alandaki rekabet eksikliği, krizleri öngörememeleri ve aldıkları kararlarla krizleri daha da derinleştirmeleri gibi nedenlerle akademi, politika ve iş çevreleri tarafından sık sık eleştirilere maruz kalmaktadır”.
Buna karşın para sermaye sahipleri, sermayelerini yönlendirirken belli değerlendirmelere gereksinim duydukları ve değerlendirmeyi kendi başlarına söz konusu KDK’lar gibi kapsamlı yapamayacakları için ister istemez KDK derecelendirmelerini göz önünde bulundurmak durumundadırlar. Bunun ne denli önemli olduğu aynı uzmanlık tezinde “KDK’lar tarafından verilen ülke kredi notu, özellikle ekonomik büyüme ve kalkınmalarını hızlandırmak isteyen gelişmekte olan ülkeler için hayati önem taşımaktadır. Yatırım yapılabilir seviyedeki ülke kredi notu, ülkelere yatırımlarını finanse etmek için daha ucuz ve uzun vadeli finansman olanakları sağla”maktadır denerek konmuştur.
Aslında kredi notu tüm kapitalist ülkeler için önemlidir. Yakın geçmişte not düşürülmesine uğrayan ABD, Fransa, İtalya gibi ülkelerin tepkisi bunu açıkça gösteriyor. ABD ve İtalya hemen tehditler savurmaya başladı ve not düşüren KDK’lara karşı hukuki girişimlerde bulunacağını açıkladı. Fransa ise KDK üyeliğinden çıkacağını açıklayarak böylece denetlemeden kurtulacağını zannetti. Buna KDK’lar üye olunsun olunmasın not verme işlemini süreceğini açıklayarak yanıt verdiler.
Yani devletler işlerine gelmeyen bir derecelendirme karşısında hemen celalleniyor. Bu AKP/RTE’ye özgü bir şey değil. Diğerleri ile kıyaslandığında Türkiye’nin itirazlarında da haklı bir yan var. ABD merkezli KDK’lerin Türkiye değerlendirmelerinde kuşkusuz kontrolden çıkma eğilimi gösteren AKP/Erdoğan hükümetine karşı ABD emperyalizminin andaki “hizaya getirme” siyaseti de belli bir rol oynuyor.
Ama RTE haklı olsa ve Türkiye andakinden daha fazla nota sahip olsaydı ne olurdu? Bir süre daha yabancı sermaye girişi artarak devam ederdi. Kapitalizmi daha çok gelişirdi. Biraz daha güçlenirdi. Etrafa hot zot demesi daha güçlü olurdu vs. Sonuç olarak; güçlenen, büyüyüp gelişen kapitalizm kendi çelişkilerinin keskinleşmesini de beraberinde getirir, bir sonraki bunalımın daha yıkıcı olmasını sağlardı. Kapitalizm tarihi bunu açık seçik tanıtlamaktadır.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu emperyalist sistemdeki kur savaşları ve bunun ardında yatan nedenler neyi göstermektedir ve bizim açımızdan çıkarmak gereken sonuç nedir?
Kur savaşları üzerinden anlattığımız kapitalizmin tarihi, onun uzun zamandır aslında can çekişir durumda olduğunu göstermektedir. Kapitalizm uzatmaları oynamaktadır, ama bunun ne kadar uzayacağı işçi sınıfı ve halkların örgütlü savaşımının düzeyine bağlıdır. Kapitalizm, yazı boyunca üzerinde durduğumuz konu açısından bir kumarhane ekonomisine dönüşmüştür. Asalaklığı iyiden artmış, köhnemiş bir sistemdir. Para babaları kumarhanede tepişirken, olan altta kalanlara olur. Çünkü bu kapışmanın ortaya çıkardığı bunalım, enflasyon vb. tüm sonuçların yükü işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin sırtına yüklenir.
Başta proletarya olmak üzere tüm ezilenler bu köhnemiş düzenin sürmesine artık izin vermemeliyiz.
Bize gerekli olan, sömürünün tarih sahnesinden silinmiş olduğu yeni bir dünyadır!
Temmuz 2018
Yararlanılan kaynaklar:
(1) Bkz: Kur Savaşları, Bir Sonraki Küresel Krizin Oluşumu. James Rickards
(2) Bkz: Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt I, sf. 102-116
(3) Bkz: Nihat Ali Özcan, Milliyet, 6 Temmuz 2018
(4) Bkz: Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 2014
(5) Bkz: mahfiegilmez.com, 14.09.2012, “Parasal Genişleme”
(6) Bkz: Güngör Uras, Milliyet, Mayıs 2018
(7) Bkz: Fatih Bahadır Haspolat, “Ülke Kredi Notlarının Belirleyicileri: Türkiye’nin Kredi Notunun Ülke Karşılaştırmalı Analizi”
(8) Bkz: Servet Yıldırım, Milliyet, 26.04.2018, “Merkezi Zorlayan Faktörler”