83 milyonluk Türkiye nüfusunun yarısını kadınlar oluşturuyor. Bu kadınların on binlercesi her gün sistematik olarak şiddete maruz kalıyor. Sadece çok az bir kesimi hayatlarının belli bir döneminde şiddetten kurtulabiliyor. Kadınların çoğunluğu eğer öldürülmemişlerse bu şiddeti hayatlarının sonuna kadar yaşıyor.
Devlet kadına yönelik şiddete karşı sağır ve dilsiz. Her defasında dile getirdiğimiz gibi devlet, şiddet gören kadınların değil şiddet uygulayan erkeklerin yanında.
En son tecavüzcü Musa Orhan davasında da devlet bizi şaşırtmadı.
3 Aralık’ta Siirt 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada, Musa Orhan’a “nitelikli cinsel saldırı suçundan en alt sınırdan” 10 yıl hapis cezası verildi.
Kadın mücadelesi ve kamuoyu baskısı sonucu ancak 10 yıl hapis cezası alabilen M. Orhan mahkeme kararından da görüldüğü gibi nitelikli cinsel saldırıda bulunduğu tüm belge ve beyanlarla sabit olduğu halde tutuklanmayacak!
Kararda, diğer gerekçelerin yanında “sanığın bugüne kadar tüm duruşmalara devam etmesi neticesinde kaçacağına dair somut delilin bulunmadığına kanaat” getirilmiş!
Mahkemenin kararı şöyle:
”Adli kontrol tedbiriyle de beklenen amaca ulaşabilecek olması sebebiyle sanık hakkında daha önce uygulanan 5721 sayılı CMK’nın 109/ 3-a maddesindeki YURT DIŞINA ÇIKMA YASAĞININ AYNEN DEVAMINA ve aynı maddenin 3-b maddesi gereğince ikamet ettiği en yakın karakola giderek her ayın 1 ve 15’inde imza vermek suretiyle ADLİ KONTROL TEDBİRİNİN HÜKMEDİLMESİNE, adli kontrol tedbirini uygulamaması halinde hakkında yeniden tutuklama kararı verilecek.”
Bu karardan da anlaşılacağı üzere M. Orhan tutuklanmayacak, 15 günde bir karakola gidip imza vermesi yeterli olacak!
Devlet bu kararla açıkça tecavüzcü Musa Orhan’ı koruyor. Çünkü Musa Orhan şimdi görevden ihraç edilmiş olsa da (bir zahmet!) devletin görevlisi bir uzman çavuş idi!
Devletin mahkemeleri tüm dava süreci boyunca “eski” uzman çavuşu korumak için çok çaba sarf etti ve nihayet 3 Aralık’ta verdiği kararla bunu taçlandırdı!
Şimdi İpek Er’in avukatları bu karara karşı dava açmaya hazırlanıyor.
Kadına yönelik şiddet bağlamında son günlerde bir diğer gelişme Serpil Erbaş davasında yaşandı. Tüm koruma kararı taleplerine rağmen etkin koruma sağlanmadığı için eski kocası tarafından öldürülen Serpil Erbaş olayında, Anayasa Mahkemesi devlet görevlilerini suçlu bulmuştu.
Anayasa Mahkemesinin bu kararı 2 Aralık’ta Resmi Gazetede yayınlandı. Böylece görevliler hakkında dava açma yolu açılmış oldu.
Bu görevlilerin dava sonucunda alacakları cezaların ne olacağını hep birlikte göreceğiz. Fakat M. Orhan davasından da görüleceği gibi burada da verilecek cezaların (eğer verilirse!) göz boyamaktan öteye gitmeyeceği şimdiden açıktır.
Kadına yönelik şiddetin bu kadar yoğun yaşandığı Türkiye’de, devletten beklenen kadının şiddetten kurtarılması ve korunmasıdır.
Bunu sadece vereceği etkin, caydırıcı mahkeme kararlarıyla değil, aynı zamanda örneğin kadınların barınabileceği ve ekonomik ve psikolojik olmak üzere her türlü destekle güçlendirileceği sığınma evlerinin bulunmasıdır.
Bu konuda da durum içler acısıdır.
Yaklaşık 42 milyon kadın nüfusu olan ve kadınların her an şiddetle karşı karşıya olduğu ülkede sadece toplam 145 tane kadın sığınma evi var. Evet yanlış okumadınız!
Bu kadın sığınma evlerinin toplam kapasitesi ise 3 bin 482 ile sınırlı. Başka bir deyimle sığınma evlerinde 10 bin kadına 1 yer bile düşmüyor.
Bu sığınma evleri ise doğrudan devlete değil belediyelere bağlı.
Belediyeler Kanunu’nun 14. Maddesi, “Büyükşehir Belediyeleri ile nüfusu 100.000’in üzerindeki belediyeler, kadınlar ve çocuklar için konuk evi açmak zorundadır” hükmüne rağmen Türkiye’deki sığınma evlerinin sayısı şu şekilde:
Büyükşehir Belediyelerine bağlı 9 sığınma evi il/ilçe belediyelerine bağlı 23 sığınma evi olmak üzere toplam 32 kadın sığınma evinin kapasitesi 703,
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına bağlı 81 ilde 110 kadın sığınma evi, kapasitesi 2.717 kişi,
Göç İdaresi Genel Müdürlüğüne bağlı 2 kadın sığınma evi, kapasitesi 42 kişi,
Sivil toplum kuruluşuna bağlı 1 kadın sığınma evi 20 kapasite olmak üzere, ülke genelinde 145 kadın sığınma evi 3 bin 482 kapasite ile çalışıyor.
Her türlü riski göze alarak bu sığınma evlerine bir şekilde ulaşabilen kadınların birçoğu gerekli koşullar sağlanamadığı için şiddet gördüğü ortama geri dönüyor. Bu kadınlar içerisinde 4-5 kere sığınma evine başvurup koşullar nedeniyle geri dönen kadınlar var.
Kadınlar sığınma evlerinde 1 ay kalabiliyorlar ve 1 ayın sonunda çıkartılıyorlar. Bunun yanında 10 yaşından büyük erkek çocuğuyla kalamıyor.
Çocuklu kadınlar “burada çocuklarına bakamazsın” gerekçesiyle çocuklarını yetimhaneye vermeye zorlanıyor.
Başka bir ifadeyle kadınlara ‘ya hayatını seç ya da çocuğunu’ deniliyor.
Sığınma evlerine başvuran kadınlar baskıya maruz kaldıklarını, suçlu muamelesi gördüklerini, hapis hayatı yaşadıklarını ve her davranışlarına müdahale edildiğini söylüyorlar.
Sığınma evlerinin görevi kadınları her türlü araçla destekleyerek, onları güçlendirerek, ayakları üzerinde durmasını sağlama olması gerekirken bu konuda herhangi ciddi bir çalışma yürütülmüyor.
Devletin bu işi belediyelere havale etmiş olması da zaten devletin sığınma evlerine ne kadar önem verdiğini, ne kadar ciddiye aldığını da ortaya koyuyor.
Bütün bunların yanında bir de güvenlik zafiyeti yaşanıyor. Gizlilik tedbirleri doğru dürüst uygulanmadığı için kadınlar şiddet gördüğü kişiler tarafından sığınma evlerinde bulunabiliyor.
Özellikle pandemi döneminde şiddet gören kadınlar güvenlik nedeniyle sığınma evlerine kabul edilmedikleri için şiddet gördüğü eve geri dönmek zorunda kaldı vs.
Burjuva devletin yukarıda ortaya koyduğumuz tüm bu erkek egemen siyaseti kadınları şiddetten koruyamaz. Kutsal aile demagojisi yapılarak kadınların özgürlüğü her gün biraz daha kısıtlanırken, kutsal denen aile, kadınların cehennemi olmuş durumda. Bu cehennemden çıkmanın tek gerçek yolu, erkek egemen kapitalist devlete, sisteme, karşı örgütlenmek ve mücadele etmektir.
4 Aralık 2021