Sovyetler Birliği Deneyiminden Öğreniyor – Tartışıyor ve Yeniden Değerlendiriyoruz!
Kadın cinsinin bin yıllar süren köleliğinin kökten yok edilmesi, kadın cinsinin ezilen cins olmaktan çıkarılması hedefiyle yola çıkan Bolşevikler bugüne dek bize yol gösterici bir deneyim bırakmışlardır. 1917 Ekim Devrimi ile başlayan bu süreç, ne yazık ki, 1950’li yıllarda revizyonizmin giderek hâkim hâle gelmesiyle kesintiye uğratılmış, dahası birçok kazanım adım adım yok edilerek “kadınların kurtuluş mücadelesi” geriletilmiştir.
Ekim Devrimi ile birlikte sosyalizmi kurmaya yönelen proleter devlet, daha önce denenmemiş bir yolda ilerlemek, yeni bir yol açmak zorunda idi. O zamana kadar kadınların kurtuluşuna dair temel görüşler ve şiarlar çoğunlukla teorik olarak mevcuttu. Bu teorik temellerin pratiğe, hayata uygulanmasında Bolşevikler daha önceden kestirilmesi mümkün olmayan türlü çeşit sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Bu inişli-çıkışlı yolda pratiklerini yeniden ve yeniden gözden geçirmek zorunda kaldılar, toplumsal şartların dayatmasıyla “geri adımlar” atmaya zorlandılar. Hedefe doğru ilerleyebilmek için yeni yol ve yöntemler aramak zorunda kaldılar.
Sosyalizmin inşası deneyimini en çok 35 yıllık bir süreç olarak kabul ettiğimizde, bu dönemde edinilen kazanımların ne kadar muazzam olduğu açıktır. Ancak, bu süreç bizzat Bolşeviklere de şunu göstermiştir ki, baskısız ve sömürüsüz bir dünya yaratma mücadelesi, kadınların kurtuluşu mücadelesi bir insan ömründen bile kısa bir sürede çözülebilecek bir mesele değildir. Hedef doğrudur. Kadınların kurtuluşunun temeli olan ekonomik alt yapının oluşturulması da göreceli olarak daha kolay erişilebilir bir süreçtir. Fakat, kadınların “tarihi yenilgisi” olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortaya çıkmasından itibaren asırlardır varlığını koruyan, kökleşmiş, “töreleşmiş”, kadın ve erkeğin “genlerine” kadar işlemiş erkek egemenliğinin ortadan kaldırılması çok daha zorlu bir mücadele sürecidir. Bu süreç, baskısız ve sömürüsüz bir dünyadan gayrı bir şey tanımayan, YENİ İNSAN’ın yaratılması mücadelesince belirlenmektedir.
Hatalarıyla ve sevaplarıyla Dünya Komünist Hareketi’nin ve Dünya Komünist Kadın Hareketi’ne öğrenilecek, bugünün ve yarınların mücadelesine ışık tutacak bu büyük mirası incelemeyi ve pozisyonlarımızı daha da sağlamlaştırmak için tartışmayı görev biliyoruz.
Burada, Dönüşüm Yayınları’nda yayınlanmış olan “Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu” adlı iki ciltlik araştırma kitabını temel alan bir eğitim ve incelemenin kimi ana başlıklarına ve noktalarına dikkat çekerken, okurlarımızı da bu yönde bir incelemeye çağırıyoruz.
1917 Ekim Devrimi – Bir çırpıda yasal eşitlik!
Çarlık Rusya’sında kadınlar siyasal haklardan tamamen yoksundular. Seçme ve seçilme hakları yoktu; başta kamu idaresi ve hükümet işleri olmak üzere birçok meslek alanı onlara kapalıydı; zaten okullaşma seviyesi o kadar düşüktü ki, bu dönem kadınların sadece %11’i okur yazardı. Aristokratların ve burjuvaların kızlarına dahi yüksek okulların kapısı kapalı olduğundan, bunların birçoğu Rusya dışındaki sayılı üniversitede öğrenim görüyordu.
Ekim Devrimi’yle birlik Lenin önderliğinde Bolşeviklerin ilk yaptıkları işlerden biri Çarlık Rusya’sının kadınların eşitsizliğine dair tüm yasaları kaldırıp, kadın ile erkeğin yasal eşitliğini değiştirmesiydi. Erkek egemenliğinden bir türlü vazgeçemeyen burjuvazinin on yıllarca ağzında geveleyip durduğu kadın ile erkeğin hukuksal eşitliğini Bolşevikler bir çırpıda gerçekleştirmiş oldular. Ancak, Lenin’in defalarca ifade ettiği gibi “hukuksal eşitlik” gerçek hayatta eşitlik anlamına gelmiyordu. Bunun bilincinde devrimden sonraki ilk Parti Kongresinde Bolşevikler programlarına şunları yazdılar:
“(…) Sovyet iktidarı bu hak eşitliğini ancak emekçilerin iktidarı olduğu için yaşamın tüm alanlarında dünyada ilk kez eksiksiz gerçekleştirmeyi ve evlilik hukuku ve bir bütün olarak aile hukuku alanında kadının eşitsizliğinin son izlerini de tamamen yok etmeyi başardı.
Partinin andaki görevi, eskiden kalma eşitsizliğin veya önyargıların tüm izlerini, özellikle de proletaryanın ve köylülüğün geri katmanları içinde tamamen yok etmek için ağırlıklı olarak ideolojik ve eğitici çalışmadır.
Kendini kadınların biçimsel hak eşitliği ile sınırlamayan parti, eski ev ekonomisinin yerine komün evleri, kamu aşevleri, merkezi çamaşırhaneler, çocuk yuvaları vs. geçirerek, onları [eski ev ekonomisinin –ÇN] maddi yüklerinden kurtarmayı amaçlamaktadır.” (Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) 1919 Programı, bkz. “Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu”, cilt 2, “Belgeler” bölümü, s.4-5)
Yasaları değiştirmek siyasi kararlılığa bağlıydı; Bolşevikler ilkeli ve tutarlı olduklarından bu nispeten kolay bir hamleydi! Ancak, bütün bir toplumun, üretim ve yeniden üretim alanında yeniden örgütlenmesi, işte bu en zorlu görev henüz önde duruyordu.
Kadınların kurtuluşunun ön koşulu ekonomik bağımsızlıktır!
Üretim alanında
Marx ve Engels “kadınların kurtuluşunun ilk koşulunu bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesi” olarak belirlemişlerdi.
Proleter devlet en başından itibaren bu temel görevin çözümüne el atmış, milyonlarca kadın kitlesini üretime çekmiştir. Kadın emeğinin korunması – anne ve bebeği koruma yasalarının çıkarılması; eşit işe eşit ücretin yasalaştırılması ve bunun gerçek anlamda hayat bulması mücadelesinin bir parçası olarak kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesi için alınan geniş çaplı önlemler; kadınlara bütün meslek alanlarının açılması ve “erkek mesleği” olarak görülen alanlara girmeleri yönünde teşvik; tarımda sosyalist dönüşüm ve kolektifleştirme mücadelesi sürecinde köylü kadınların kendi emeklerinin sahibi olmaları için mücadele, kadınların fabrikada, sendikada, tarım alanında üretimde söz sahibi olmaları için yürütülen mücadele en önemli köşe taşlarıdır. Bu mücadelede bütün bir hat boyunca kadın emeğinin “daha az verimli”, “aşağı” görülmesine dair erkek egemen zihniyetle ideolojik-siyasi-pratik mücadele yürütülmüştür. Kadın emeğinin küçümsenmesine karşı mücadele salt fabrika-kolektif çiftlik yönetimleriyle sınırlı görülmemiş, erkek işçilerin davranışlarından tutun, bizzat kadınlarda var olan önyargılara kadar uzanan çok cepheli bir mücadele yürütülmüştür.
Yeniden üretim alanında
Bolşevikler, kadınların kurtuluşunun ön koşulunu kadın cinsinin toplumsal üretime çekilmesi ve bunun gerçekleşebilmesi için de ev işleri ve çocuk bakımının toplumsallaştırılması ilkesi yönünde mücadeleyi öne çıkarıyorlardı. Bu nedenle en önemli sanayi merkezlerinden başlamak üzere, gelişme içerisinde hemen her köy, her kolektif çiftliğe dek çocuk kreş ve yuvaları kurulmuş ve bunların açılış-kapanış saatleri anne-babaların mesai saatlerine ve hatta siyasi ve sosyal faaliyetlerini de gözeterek ihtiyaçlarına göre ayarlanmıştı.
Fakat, onlar aynı zamanda, çocuk bakımı, hasta-yaşlı bakımı, ev idaresi nedenleriyle vb. üretimde istihdam edilemeyen “ev kadınları”nın emeğini de toplumsal emek olarak görmüştür. Bolşeviklerin esas hedefi ama “tekil ev idaresi”nin kaldırılması yönünde olmuştur. Ancak, bunun gerçekleştirilmesinin hiç de öyle kolay olmadığı, toplumsal direnişin oldukça güçlü olduğu pratikte kendisini dayatmıştır. Bir yanıyla bu maddi koşullarla, toplumsal refah ile bağlantılıdır. Diğer taraftan ama, ki bunu değiştirmek daha da zordur, asırlardır “özel mülkiyet” toplumlarının zihniyetiyle şekillenmiş insanların dönüştürülmesindeki zorluklardır. “Kadın ve toplumsal ahlak ve aile” bölümünde bunun nedenleri üzerinde yeniden duracağız.
Sovyet iktidarının bu alandaki deneyimlerinden çıkardığımız bazı sonuçlar bugünden mücadelemizde ifadesini bulmak zorundadır:
Eşit işe eşit ücret – Kadın ücretleri derhal arttırılmalıdır!
“Eşit işe eşit ücret” talebi bugün birçok ülkede iş yasalarında yer almasına karşın, pratikteki durumun hiç de öyle olmadığı açıktır. Patronlar bu konuda bin bir çeşit bahane uydurarak, sonuçta kadınlara daha az ücret ödemektedirler. Kadın ücretlerinin ortalamasının erkek ücretlerinin ortalamasına göre daha düşük olmasının bir nedeni de kadınların ağırlıklı olarak çalıştıkları iş alanlarında ücretlerin daha düşük olmasıdır. Bu da kadın emeğini küçümseyen erkek egemenliğinin bir sonucudur. Bu nedenle artık “eşit işe eşit ücret!” talebiyle yetinmek olmaz! Genel olarak kadın ücretlerinin arttırılması için mücadele etmek gerekir.
“Ev kadının işi” şeklinde genelleştirilen, “ev işi, hasta, yaşlı ve çocuk bakımı” vs. gibi, kadınların “yeniden üretim”deki emeğini kapsayan alana ilişkin bugünden şu reform talebini yükseltmeliyiz:
“Ev işleri ücretlendirilsin – ücreti patron ve devlet ödesin!”
Yeniden üretim alanı bir bütün olarak toplumsal dönüşüme uğrayıp, esas olarak kadınların “görünmeyen emeği” olmaktan çıkmadığı sürece, kadın emeğinin korunması bu talep için mücadeleyi gerektirir!
Bu talebin reform talebi olarak bugün savunulmasına, bunun gerçekleşmesinin kadının eve bağlılığını arttıracağı vb. gerekçelerle karşı çıkılması, bu talebin esas amacının “ev işi” adı verilen işlerin toplumsal bir değeri olduğunu, “iş” olduğunu, emek gerektirdiğini bilince çıkartmak olduğunu kavramamaktır.
Kadın ve politika
Ekim Devrimi işçi ve emekçi kadınların yaşamında radikal bir altüst oluşun yolunu açmıştır. Onun etkisi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırlarını aşarak bütün dünyada hak ve özgürlüklerden yoksun emekçi kadın kitlelerine ulaşmıştır. Ekim Devrimi’nin örnek başarısı, onun dünya tarihinde ilk defa, büyük çoğunluğu okuma-yazma bile bilmeyen bir ülkede, en geniş işçi ve köylü kadın kitlelerini aktif bir şekilde siyasal yaşama ve devletin yönetimine çekebilmiş olmasında yatıyor.
Bolşevikler, bir taraftan emekçi kadınları eşit haklar ve yükümlülükler temelinde siyasetin bütün alanlarına çekme politikası izlerken, diğer taraftan da kadınlardaki pasifliğe ve işçi ve köylü kitleleri arasındaki erkek şovenisti pozisyonlara karşı mücadele etmiştir. Sosyalizmin inşasının bütün süreci boyunca, partide, Sovyetlerde, sendikalarda, kolektif çiftliklerde, gençlik örgütünde vb. kadınların en alt organlardan en üst organlara dek yer alması için büyük bir mücadele verilmiştir. Bu mücadelenin kazanımları gayet açık ortadadır:
- 1939’da 18. Parti Kongresi’nde toplam 1milyon 588 bin 852 üyenin 333 bin 821’i kadındı; %21 oranında. 1952’de toplanan 19. Parti Kongresi’nde partinin toplam üye sayısı 6 milyon 13 bin 259’a varırken, kadın üyelerin sayısı 1 milyon 318 bin 968 idi; oran olarak %22.
- 1939 – 1952 yılları arasındaki kadın parti üyesi artışı %1 artış genel parti üyesi artışı (%378) ile karşılaştırıldığında yadırganacak bir durumdur.
- SBKP (B)’nin bu alanda verdiği mücadeleyi küçümsemeksizin, şu zaafı tespit ediyoruz: Modern revizyonizmin partideki hâkimiyeti öncesinde SBKP (B)’nin vardığı son noktada, parti kadın üyelerinin sayısı büyürken, partinin yönetici kademelerine bu oranın yeterince yansımamıştır. Partinin en yüksek organı SBKP (B)’nin Merkez Komitesi’nde kadın sayısı bütün dönemlerde çok az olmuştur. 17. Parti Kongresi’nin seçtiği Merkez Komitesi’nde (1934) en yüksek kadın sayısına erişilmiştir ki, bu da 3 asil kadın üye ve 4 yedek kadın üyeden ibarettir.
- Bolşevikler, Lenin’in “her aşçı kadın devleti yönetebilmeli!” ilkesi temelinde devlet yönetiminin en üst kademelerinde de kadınların yer alması için çalışmışlardır. Dünya tarihinde ilk kadın bakan “Devlet Sosyal Hizmetler Halk Komiseri” Alexandra Kollontai’dır. Daha da önemlisi, Sovyetler aracılığıyla emekçi kadınların devletin doğrudan yönetimine katılmalarının sağlanmış olmasıdır. 1934 yılına gelindiğinde şehir Sovyetlerinde kadınların oranı %31,1 ve köy Sovyetlerinde %26,4’dür. 1955-1956 döneminde Sovyetler Birliği’nin en üst iktidar organı Yüksek Sovyet içinde 348 kadın yer alıyordu (tüm temsilcilerin %25,8’i) SSCB Yüksek Sovyet’i Başkanlığı’nın toplam 15 üyesinden 4’ü (%26,7’si) kadındır. Aynı dönemde birçok kapitalist ülkede kadınlar hâlâ daha seçme ve seçilme hakkına sahip değillerdi.
- 1933 yılında sendikaların merkez yönetimlerinde sorumlu görevlere sahip kadınların oranı %20’ 1954 yılında tüm sendika örgütleyicilerinin yaklaşık üçte ikisi (%61,2) kadındı. (Tüm veriler, Rusya’da 1917 Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu kitabının “Kadın ve Politika” bölümünden alınmıştır.)
Bolşevikler, kadınların politikaya aktif katılımını sağlamak için çok çeşitli örgütlenme biçimlerini geliştirmiş ve denemişlerdir. Komünist partisinin kadınlar arasında çalışma kolları olan “Jenotyel” ve örgütsüz kadınları partiye ve Sovyetlere yakınlaştırmanın bir aracı olarak kullanılan “Delege Toplantıları” bunların en tanınanlarıdır. Parti Kongreleri her defasında işçi ve emekçi kadınların aktif politikaya katılmasının önündeki engellerin neler olduğunu tartışmış, gerekli tedbirleri almaya çalışmıştır.
Eleştirel olarak tespit etmek gerekir ki, Jenotyel’in Haziran 1930’da 16. Parti Kongresi öncesinde, dağıtılmasının ardından partinin kadın çalışmasındaki gelişme daha önceki yıllara kıyasla bir gerileme göstermiştir. Kadın çalışmasını gereksiz bulan tasfiyeci anlayışlar gelişmiş, buna karşı mücadele gerekliliği vurgulanmasına karşın, pratikte istenilen sonuca ulaşılamamıştır. Bundan çıkarılması gereken sonuç, Jenotyel’in o günkü dönemde dağıtılmasının yanlış olduğudur. Daha ileri bir örgütlenmeye geçme adına yapılan bu “yeniden örgütlenme” en azından kadın kitlelerini partiye çekme ve onları aktifleştirme bağlamında istenilen sonucu vermemiştir.
Kadın ve toplumsal ahlak ve aile
Sovyetler Birliği’ndeki deneyimlerin ve kazanımların değerlendirilmesinde en tartışmalı konular yeni toplumun aile ve birey ilişkilerinin şekillenmesi ile ilgilidir.
Neden? Çünkü; “Örneğin geleceğin toplumunda cinsel ilişkiler düzeni ne, nasıl olacaktır?” sorusu her bireyi doğrudan ilgilendirmektedir. Bireyin temel eğilimi bu gibi kendini doğrudan ilgilendiren alanlarda öncelikle kendi pratiğini teorileştirme yönündedir. Bu yüzden bu alandaki tartışılan sorunları yalnızca her sınıf kendi bakış açısından değil, nerdeyse her birey kendi pratiğini çıkış noktası alarak yargılama, değerlendirme durumundadır.” (Age., cilt 1, s.281)
Marx ve Engels, kapitalist toplumdaki ailenin ekonomik temelinin özel mülkiyet olduğunu, kadının erkek tarafından köleleştirilmesi üzerinde yükseldiğini tespit eder. Ve buradan burjuvazinin sistemi olan sömürücü sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte, özel mülkiyete ve kadınların köleleştirilmesine dayanan “modern tek eşli burjuva ailesi”nin de yok olup gideceği öngörüsünde bulunurlar. Peki onun yerine ne geçecektir? Ve bu süreç nasıl olacaktır? Bu noktalarda Marx ve Engels sadece belirli ilkeleri ortaya koymuşlardır. Onun gerisini geleceğin toplumunun insanlarının işi olarak görmüşlerdir.
Cinsel ilişkiler bağlamında onların öngörüsü: Özgür insanların özgür iradeleriyle, kadın ve erkek karşılıklı “bireysel, cinsel sevgi” temelinde, hiçbir toplumsal ya da ekonomik zorlamanın olmadığı ilişkilerdir. Onlar bu ilişkilerin en olgunlaşmış hâlinin komünizmde mümkün olacağını söylüyor. Ancak geleceğe ilişkin öngörülerinin çoğunlukla “ortadan kalkacak şeylerle sınırlı” olabileceğini de belirtiyorlar. Geleceğe ilişkin olarak, Engels ünlü alıntısında şunu söylüyor: “Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak yaşamlarında bir kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal güç vasıtasıyla satın almamış olan bir erkekler kuşağı ve kendini gerçek aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun ekonomik sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek yeni bir kadınlar kuşağı. İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman bugünden siz istediğiniz kadar teoriler üretin hiçbirine kulak asmayacaklar ve kendi pratiklerini ve başkalarının da pratiğini ona göre yargılayacaklar.”
Kuşkusuz Çarlık Rusya’sının feodal-geri kapitalist toplumundan geleceğin özgür insanlarının özgür ilişkileri üzerinde yükselen toplumuna varmak, çok uzun ve sancılı bir süreçten geçmeyi gerektiriyordu. Sovyetler Birliği deneyimi, bu sürecin komünizmin kurucularının düşündüklerinden de zor ve çetrefilli olacağını göstermiştir.
Ekim Devrimi’nin ardından Bolşeviklerin ilk edimleri, var olanı, gerici ve karşı devrimci olanı yıkmaktı. Bolşevikler Çarlık Rusya’sının feodal-burjuva ailesine karşı mücadeleyi hedefe koymuşlar ve bu mücadele sürecinde insanlar arasında yeni ilişkilerin ortaya çıkacağını savunmuşlardı.
Öncelikli görev, yeni toplumsal ilişkilerin üzerinde yükseleceği maddi temellerin yaratılmasıydı. Kadınların kurtuluşu mücadelesinde bu temeller:
- Ev işinin ve çocuk bakımının ve çocuk eğitiminin toplumsallaştırılması. 2. Kadınların kitlesel olarak üretime çekilmesi idi.
1920’li yıllarda beklenti, bu görevlerin fazla uzun olmayan bir dönem içinde çözülebileceği yönündedir. Fakat, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşulların sonucu, ev işlerinin ve çocuk bakımının toplumsallaştırılması görevlerinin beklenilen zaman içinde tamamen çözülmesi mümkün olmamıştır. Diğer yandan “yeni insan”ın da kısa süre içinde ortaya çıkması mümkün değildir. Bu durumda genel olarak aile ilişkilerinin sarsılması, genç Sovyet iktidarının kabul ettiği “evlilik ve boşanma yasaları”nın bir bölümünün pratikte kadınların aleyhine işlediği bir durum ortaya çıkmıştır. Gelişme sürecinde genç Sovyet iktidarı bir taraftan ekonomik ve toplumsal olarak zayıf olan tarafı, kadınları ve çocukları, bütün imkânlarıyla korumaya çalışırken, diğer taraftan da toplumun her bir üyesinin sorumluluğunu vurgulayan bir siyaset izlemiştir. Sosyo-ekonomik gelişmeye ve günün çıkardığı sorunlara cevap bulmak amacıyla evlilik ve aile yasaları birçok kez değiştirilmek zorunda kalınmıştır.
“Sovyet ailesinin güçlendirilmesi” siyaseti hakkında
1936’da gündeme gelen “Sovyet ailesinin güçlendirilmesi” siyaseti o günün koşullarının bir dayatması olarak gündeme gelmiştir. Onların propagandasını yaptıkları güçlü “Sovyet ailesi” “burjuva ailesi”nden elbette farklıydı. Komünistler hiçbir zaman kadınları üretimden dışlayan ve onları eve kapatan bir “aile” propagandası hatasına düşmemişlerdir. Onların “Sovyet ailesi” propagandasında kadın ile erkeğin eşit olduğu, ikisinin de toplumsal üretimde yer aldığı, çocuklarına ve topluma karşı sorumluluklarını taşıyan “özgür toplumun özgür insanları” vardır.
Sovyet ailesinin sağlamlaştırılması siyaseti, kreş ve çocuk yuvaları ağının ve kamu mutfakları, çamaşırhaneler vb.nin daha da genişletilmesi ile birlikte yürüyordu. Bunun henüz yeterli olmadığını Sovyet devleti tespit ediyor ve aşmak için çaba gösteriyordu. 1944’lere gelindiğinde kadınların ekonomik bağımsızlığı esasta çözülmüştü. Bunun bir göstergesi de yasalarda boşanma durumunda eşlerin birbirine (bir yıl için) nafaka ödemesinin öngörülmesine karşın, pratikte bunun gayet önemsiz bir rol oynamasıdır. Diğer taraftan şu da tespit edilmektedir:
“Kadının tam eşitliğine ve ekonomik bağımsızlığına rağmen, toplum henüz tüm çocukların eğitimini üstlenebilecek durumda değildir, kadın zayıf taraf olarak kalmaktadır ve görevimiz onu her yönüyle desteklemektir. Evliliğe ve aileye düşüncesizce yaklaşanlar, çoğunlukla erkeklerdir.” (Age., cilt 1, s.347) “”
Bolşeviklerin o günkü dönemde “Sovyet ailesini güçlendirme” siyaseti o günün tarihsel koşullarında sosyalizmin inşasının özgül koşullarının bir dayatması olarak kavranması gerekir. Fakat bu noktada “şematizm”e düşerek, bunun “teori”leştirilmesi yanlış olur. SB’de ne yazık ki, bu yer yer yanlış bir temelde teorileştirilmiştir. 1936 ve 1944 kararnamelerindeki zorunluluktan kaynaklanan “geri adım”ların geçiş döneminin zorluklarından kaynaklandığı, hedefin hâlâ “ailenin toplumun en küçük ekonomik birimi” olmaktan çıkarılması olduğu yeterli açıklıkta bilince çıkarılmamıştır.
Yeni bir topluma doğru gelişmeyi ekonomik-siyasal-toplumsal olarak örgütleyen sosyalist devletin ve onun öncüsü komünist partisinin tüm alanlarda olduğu gibi, insanlar arasındaki ilişkiler alanında da yol gösterici ve müdahaleci davranmak zorunda olduğu açıktır. Fakat, bu mutlaka aynen Sovyetler Birliği’ndeki 1944 kararnamelerinde olduğu gibi gerçekleşmek zorunda değildir. Başka tarihsel koşullarda böyle bir müdahaleye gerek kalmayabilir. Ya da tersinden çok daha öncesinden daha farklı müdahaleler gündeme gelebilir.
Bugünün ışığında ders çıkarılıp, aynı yanlışa düşülmemesi gereken bir diğer nokta, insanlar arasındaki sevgi ve beraberlik ilişkilerinde salt heteroseksüellikten, kadın ve erkekler arasındaki ilişkilerden yola çıkılmasıdır. O günün komünistlerinin ezici çoğunluğu homoseksüellik hakkında gayet olumsuz düşünmekte, bunu burjuva toplumunun bir “hastalığı” olarak görmekteydiler. Bugün komünistler homoseksüelliği, LGBTİ bireylerin haklarını savunuyorlar, savunmak zorundadırlar. İnsanlar arasındaki sevgi ve cinsel ilişkilerinden ve evet AİLE’den söz ettiğimizde bu, bugün LGBTİ bireyleri de kapsamaktadır. Bugünün ileri burjuva devletlerin bir bölümünde LGBTİ bireylerin resmen evlenmesi ve çocuk sahibi olarak yasal AİLE statüsü edinmesi mümkündür. Komünistlerin görevi bu hakkın dünyanın bütün ülkelerinde kazanılması için mücadeledir.
Komünist partisi ve Sovyet devletinin kürtaja ilişkin siyaseti
Tartışmalı bir diğer sorun Sovyetler Birliği’nin kürtaj hakkında izlediği siyasettir.
Ekim Devrimi’nden sonra, 18 Kasım 1920 tarihli kararnamesiyle Sağlık Halk Komiserliği genel kürtaj yasağını kaldırır ve kürtajın devletin sağlık kurumlarında, doktorlarca yapılmasını legalleştirir. Bununla zamanın Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Çarlık Rusya’sında da kürtaj yaptıran kadınları ağır hapis cezasına çarptıran yasalar yürürlükten kaldırılmıştır. Genç Sovyet devleti, bu kararnamede açıkladığı gibi, kürtajı bir “kötülük” olarak nitelerken, buna karşı yasak ve ağır ceza yöntemiyle mücadelenin etkisiz bir mücadele yöntemi olduğunu ve sonuçta kadınların gizlice ve sağlıksız koşullarda yapılan kürtaj sonucu hayatlarını dahi kaybettikleri, buna karşı durulması gerektiğini açıklıyordu. Ve Kararname’de şu vurgulanıyordu: “İşçi-Köylü Hükümeti, bu olayın sosyalizmin inşasıyla giderek ortadan kalkacağını öngörmektedir.”
Bolşevikler, 1920’li yıllarda, bir kadının hamileliğe son vermek istemesinin esasta toplumsal koşullar nedeniyle buna mecbur kalmasından kaynaklandığı tespitini yapıyor, bunların ortadan kalktığı yerde, kadınların kürtaja başvurmaya gerek duymayacaklarını düşünüyorlardı.
Sosyalizmin inşasıyla birlikte başka bir düşünce egemen oldu: Dini ve toplumsal baskılara karşı mücadelenin ilerlediği, devletin artık hamile kalan kadına yeterli destek verebileceğinden yola çıkarak, “kürtaj” denilen “kötülüğe” karşı artık zorlaştırma ve cezalarla da mücadele edilmesi gerektiği görüşüne varıldı. 1936 kararnamesiyle tıbbi gerekçe dışında kürtaj yasaklanmıştır. “Kürtaj ancak, hamileliğin sürmesi hamile kadının hayatını tehlikeye atıyorsa, ya da ciddi zarar verme tehlikesi taşıyorsa, ya da ana-babanın ağır kalıtımsal hastalıkları olması hâlinde ve ancak hastanelerde ve doğumevlerinde yapılabilir.” (Age., cilt 1, s.369)
Şunu da ekleyelim: 1936’da kürtaj yasaklandığında, kadınların üzerindeki yükleri hafifletme amacıyla, kreş ve yuvaların çalışma saatleri de iki katına çıkarılır ve 16 saat yapılır. Tarım işleri döneminde, kolhozlarda sezon kreşleri açılır vs.
Ne var ki, bu yasanın kabul edilmesinden sonraki yıllarda kadın sağlığını çok daha fazla tehdit eden gizli kürtaj giderek çoğalmıştır. “Genelde kadınlar düşüne yol açacak yöntemlere başvuruyor, kanama başlayınca da hastaneye getiriliyorlardı. Bazılarında hatta, ağır komplikasyonlar ortaya çıkmaktaydı ve kadınları kurtarmak her zaman mümkün olmuyordu. Münasip olmayan yöntemlerin yol açtığı bu düşükler, sık sık ağır kadın hastalıklarına ve kısırlığa yol açmaktaydı.” (Age., cilt 1, s.377)
Gizli kürtajın yeniden arttığı ve bunun kadın sağlığını tehdit ettiği tespit edilmesine karşın, kürtaj yasağı ancak 1955 yılında kaldırılmıştır. Komünist Partisi ve Sovyet devleti bu bağlamda hatalıdır. “Kürtaj yasağı”nın mücadele yöntemi olarak işe yaramaz olduğu pratikte görüldüğünde, çok daha erken bir tarihte bu yasak geri çekilmeliydi. Bugün biz, bu deneyimden de öğrenerek, daha farklı bir pozisyonu savunuyoruz. Hamileliğin tıbbi müdahale ile sona erdirilmesinin yol ve yöntemleri bugün çok daha gelişmiştir. Bugün artık, kürtaj ya da gebelik sonlandırıcı hap gibi yöntemler, kadın sağlığına en az zarar verecek ölçüde gelişmiştir. Diğer taraftan kadınların çocuk doğurmak istemeyişinin toplumsal nedenlerin ötesinde, örneğin psikolojik ya da biyografik nedenleri de olabilmektedir. Bu oldukça karmaşık bir meseledir. Kadının istemediği gebeliği tıbbi olarak ve tıp etiği izin verdiği süre içinde sonlandırmanın (bugün bu gebeliğin ilk 12 haftası olarak kabul ediliyor.) imkânları mevcut iken, kadınları yasaklarla doğurmaya zorlamak kesinlikle yanlıştır. Biz “kürtaj bir haktır!” diyoruz. “Ceninin yaşam hakkı”, vb. kisvesiyle bugün dünyanın çeşitli ülkelerinde güçlenen gerici akımlara karşı kürtaj hakkının savunulması doğrudur.
Kadın ve sosyalist yaşam tarzı
Ekim Devrimi’nden sonra Bolşeviklerin her yönüyle sıfırdan başlamak zorunda oldukları alanlardan biri de ev işleri ve çocuk eğitiminin toplumsallaştırılması alanıydı. Çarlık Rusya’sının genç Sovyet hükümetine bıraktığı “miras”, ekonomik yıkıntı ve açlık, emekçi kitlelerin sefil yaşam koşulları, konut sıkıntısı vs. vs. idi. Çarlık Rusya’sının dönemin Avrupa kapitalist ülkelerinden çok daha geri bir düzeyde gelişmiş olduğu da bilince çıkarıldığında, başta da tespit ettiğimiz gibi, bir insan ömründen kısa bir süreç içinde Bolşeviklerin sıfır noktasından vardıkları yer onların ne büyük bir gayret ve atılımla sosyalizmin inşasına sarıldıklarını ve kazanımlarının ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Bu aynı zamanda, bugün doğru proleter bir siyaset ile büyük insanlık adına nasıl bir hayatın kurulabileceğine de işaret etmektedir. Onların zorlukları çok daha büyüktü. Çünkü önlerinde olumlusu ve olumsuzuyla değerlendirebilecekleri bir örnek yoktu. Bugünün komünistleri açısından bu çok daha farklıdır. Onların önünde Sovyetler Birliği ve Halk Cumhuriyetlerinin deneyimleri mevcuttur. Bunlardan öğrenmek, aynı hataları tekrarlamamak anlamına gelecektir.
Ekim Devrimi’nden sonra, 1919 yılında kabul edilen Rusya Komünist Partisi (Bolşevik)’in programında şöyle denir:
“Kendini kadınların biçimsel hak eşitliği ile sınırlamayan parti, eski ev ekonomisinin yerine, komün evleri, kamu aş evleri, merkezi çamaşırhaneler, çocuk yuvaları vs. geçirerek, onları [eski ev ekonomisinin –ÇN] maddi yüklerinden kurtarmayı amaçlamaktadır.” (Age., cilt 2, s.15)
Modern revizyonizmin iktidara tam egemenliği öncesindeki süreci bu programın hangi ölçüde gerçekleştirildiği, nasıl bir yol-yöntem izlendiği, geri adımların, varsa hata ve sapmaların neler olduğu noktasında değerlendirilmek zorundadır. “Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu” kitabı bu konuda yeterli veri ve belge sunmaktadır. Bizim değerlendirmemize göre, Bolşevik Parti esas itibariyle doğru bir hat izlemiştir.
Sosyalizmin inşası dönemini bir bütün olarak ele aldığımızda:
Kadınların ekonomik bağımsızlığı gerçekleştirilmiştir.
Birlik Cumhuriyetleriyle birlikte dünyanın altıda biri gibi büyük bir yüzölçümüne sahip Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde bütün çocukların okullaşması –hem de anadillerinde– sağlanmıştır.
“Genel öğretim zorunluluğunun uygulanmasında, bu öğretimin öğrencilerin anadillerinde gerçekleşmesi büyük bir kazanımdır. 1931’de genel öğretim 70 dilde olmuştur, bunlardan 30’u alfabeleri (Latin alfabesi temelinde) ancak Ekim Devrimi’nden sonra yaratılan dillerdi ve bunu tamamen Ekim Devrimi’ne borçludurlar.” (Age., cilt 2, s.27)
Okul öncesi çocukların hazırlık sınıfları, çocuk yuvaları, kreşler, sezonluk kreşler, akşam bakım evleri, yaz kampları vb. gibi geniş yelpazeli bir çocuk bakım ağı oluşturulmuştur. Bunlar bütün çocukların yüzde 60’ını kapsaması gibi muazzam bir seviyeye ulaşmıştır. Fakat, bizzat Sovyet devletinin kendisinin tespit ettiği gibi tam hedefe varılamamıştır.
“Kadınların ev köleliğinden kurtulması mücadelesi” alanında diğer öncelikli görev kamusal beslenmesinin sağlanması olmuştur. Bunun için, fabrikalarda ve kamu binalarında kantinler, okullarda çocukların beslenmesi, kolektif çiftliklerde ortak mutfaklar vb. gibi geniş çaplı bir faaliyet yürütülmüştür. Ancak, burada da hem kalite ve hem de tüm nüfusun ihtiyacını karşılamak bağlamında arzu edilen hedef tutturulamamıştır. Bireysel evlerdeki mutfakların artık ihtiyaç duyulmadığında devreden çıkması hedefi ise daha da uzak bir hedef olarak kalmıştır. Buna rağmen bu alanda kalıcı kazanımların olduğu gerçektir.
“Tekil ev idaresi”nin yerine “komün yaşamı”nın geçirilmesi noktasında ise, deyim yerindeyse tam bir hezimet yaşanmıştır. Ekim Devrimi’nden sonra partili gençlik başta olmak üzere büyük bir heyecanla komün yaşamına geçişin propagandası yapılmış ve pratikte de uygulanarak denenmiştir. Ancak, bu hiçbir zaman toplumun geneli açısından kabul gören bir şey olmamıştır. Bindokuzyüz yirmili yıllardaki komün hareketi deneyimi –öğrenci gençliği ve küçük bir kesimi bir kenara bırakırsak– bilinçli bir seçim olmaktan çok konut sıkıntısından, yokluktan ve zorunluluktan kaynaklanmıştır. Bu ise, kitleleri yormuş, onları kolektivizmden bıktırmıştır. Maddi koşullar biraz iyileştiğinde ve olanaklar bulunduğunda insanlar komün evleri yerine kendilerine ait kiralık evleri yeğlemeye başlamışlardır. 1924’lerde başlayan konut sıkıntısının nasıl giderileceğine dair tartışmalar oldukça ilginçtir. Konut sıkıntısını gidermek için yeni konutlar inşa etmek gerekir. Ama bunlar nasıl ve hangi ihtiyaca göre inşa edilecektir?
RKP(B) Merkez Komitesi’nin Moskova kadın fonksiyonelleri ve kadın işletme temsilcileri ile ortak toplantısında konut sorunu üzerine tartışmada Zinovyev’in şu sözleri sorunun çetrefilliğine bir ölçüde işaret etmektedir:
“Pratik olarak konut sorunu ilk defa ortaya atıldı. Bu sorunda şimdiden çeşitli‚ ‘fraksiyonlar’ mevcut. Kimi altı ailelik üç katlı apartmanlar yapılsın diyor, kimi 16 ailelik altı katlı apartmana ihtiyaç olduğunu söylüyor. Daha küçük evler yapılsın diyenler de var. Bir yandan, işçi semtlerinde erkeklerin sık sık kadınlara kötü davrandığını ve ‘şimdi seni dövebilirim, çünkü burası komün evi değil’ dedikleri söyleniyor. Ama diğer taraftan ortak mutfaklı koridor sisteminin, ‘genel, eşit ve gizli’ kavga ve çekişme’nin ocağı olduğu söyleniyor. Sürekli devrimin akıbeti iyi olmadı ama, sürekli ‘kavga ve çekişme’nin hakkından gelemeyiz. (Gülüşmeler) İnsanların bir koridorda toplanmaları, onlar arasında yakınlaşmaya yol açmadı. Tam tersine! Koridor sistemi, bugün artık insanlarda yalnız kalma arzusunu uyandırıyor. İşçi evlerinin tip sorunu hiç de kolay bir sorun değil.” (Age., cilt 2, s.55)
Bu sorunun gerçekten de çözümü kolay bir sorun olmadığı, Sovyet devletinin konut inşası ve şehirleşmeye yatırım yapmaya başladığı 1930’lu yıllardan sonra daha da bilince çıkıyordu. En kısa sürede, en konforlu ve en fazla konutun inşa edilmesi! “Ne tür konut?” tartışması bitmeyen bir tartışma olarak kalıyor; şehirlerde kolektif yaşamın, komün evlerinin teşviki bağlamında ise, bunun ancak gönüllülük temelinde olabileceğinin altı çiziliyordu. “Koridor sistemi”ni temel alan konutların inşasından ise vazgeçiliyordu. Koridor sisteminden anlaşılması gereken, aynı katta oturanlar için tek mutfağın mevcut olduğu apartmanlardır. Bu tür evlerde oturanlar ister istemez ortak mutfak kullanımına “mahkûm” olmaktadır. Ancak, koridor sistemi –düşünülenin tersine– insanları ortak yaşamı örgütlemeye yöneltmemiştir, bilakis çoğunluk kendi odasında “ispirto ocağı” çözümüne başvurmuştur.
Kolektivizmin zorla dayatılamayacağını, insanların bireysel zevk ve ihtiyaçlarının giderilmesine dikkat edilmesi gerektiği doğru görüşünün altını çizen ve yanlış bir “eşitçilik” anlayışına karşı mücadele edenlerden biri de bizzat Stalin’dir. Sosyalizmin, komünizmin insanların maddi koşullarının son derece gelişmesi, kültürel seviyenin yükselmesi, insanların tüm gereksinimlerinin “baştan sona ve tamamen doyurulması” demek olduğunu vurgulayan Stalin, geleceğin komününün de ancak bu şartlar üzerinde yükseleceğini tespit etmektedir. O bir konuşmasında şunları söyler:
“Bundan, sosyalizmin, toplum üyelerinin gereksinimlerinin eşitlikçiliğini, eşitleştirilmesini, aynılaştırılmasını, onların beğenilerinin ve kişisel yaşam tarzlarının aynılaştırılmasını talep ettiği, marksistlerin planına göre herkesin aynı giysiyi giymesi ve her birinin, aynı yemekleri aynı miktarda yemesi gerektiği sonucunu çıkarmak – birtakım yavan şeyler, bayağılıklar söylemek ve Marksizm’e kara çalmak demektir.” (Age., cilt 2, s.63)
Sovyetler Birliği deneyiminin bize gösterdiği en önemli sonuçlarından biri şu noktada yatmaktadır. Toplumsal koşulları kısmen daha çabuk değiştirmek mümkündür. Fakat, insanların değişmesi, eskinin alışkanlıklarından vazgeçmesi çok daha yavaş olmaktadır. Bu mücadele çok daha zorlu bir mücadeledir ve ancak sosyalizm şartları altında yetişmiş yeni nesillerle adım adım ilerlemek mümkün olacaktır.
Lenin’in dikkat çektiği gibi “Alışkanlığın gücü en büyük güç”tür.
Bolşeviklerden öğrenelim – bugünün görevlerine sarılalım.
13 Nisan 2022