Kıyıya vurmuş bir çocuk cesedi… Yunanistan’a geçmeye çalışan bir teknenin alabora olması sonucu boğulan 5 sığınmacıdan biri olan Aylan (Kurdi) bebeğin cansız bedeniydi bu; henüz 3 yaşında idi.
Olay 2 Eylül 2015 tarihinde dünya çapında yazılı ve görsel yayın organlarına düştü ve ses getirdi. Az buçuk empati becerisine sahip insanlar acıyı kendi benliklerinde hissettiler. Günümüzde hâlâ, kendi anlayışlarına göre ve bir biçimde sığınmacılarla dayanışma gösteren insanlar Aylan ile ilgili anmalar düzenliyorlar.
Aylan bebek bir sembol oldu, ama O, aynı uğurda can verenlerin ne ilki idi ne de sonuncusu oldu ve olacak. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de göç olayları devam ediyor ve bu yolculukta binlerce insan yaşamını yitiriyor. Sadece 2018-2021 arasındaki 3 yılda, resmî istatistiklere göre 14.000 göçmen, gitmek istediği ya da hayatını kurtarmak için gitmek zorunda kaldığı ülkeye erişemeden göç yollarında yaşamını yitirdi.
İnsanlar, doğup büyüdüğü yerlerden, tanıdığı çevresinden, bazen ailesinden kopup, yüzlerce, binlerce kilometre uzaklıktaki başka, töresini, birçok hâlde dilini bilmediği yerlere, ölümü de göze alarak laf olsun diye göçmüyor. Bunun nedenleri var ve göç süreci ortaya bir dizi sonuç çıkartıyor. Ortaya çıkan sonuçlar ise, zincirleme bir reaksiyon gibi yeni gelişmelerin nedeni oluyor.
Nedenler ve süreçte ortaya çıkan farklar işi iyice karmaşıklaştırıyor ve bu durum, bulanık suda balık avlamaya çalışanların işine geliyor. Gelişmeleri fırsat bilen ırkçı kesimler tüm dünyada olduğu gibi ülkelerimizde de yürüttükleri faaliyetlerle parsa toplamaya çalışıyor.
Ülkelerimizdeki ırkçıların ortaya sürdüğü bir dizi komplo teorisi var. Onlara göre Türkiye’nin demografik yapısı değiştirilmeye çalışılmaktadır ve sonrasında iç çatışmaların körüklenmesi yolu ile ülke parçalanmaya çalışılacaktır. Türkiye’ye yönelik göç akımı birileri –yabancı güçler, emperyalistler, Türkiye’nin düşmanları, ya da Arap dostu, siyasi İslamcı Erdoğan/AKP vb.– tarafından bilinçli olarak ortaya çıkarılmıştır ve yönetilmektedir vb.
Bunlar konu ile ilgili sayısal verileri işlerine geldiği biçimde ve keyfî olarak değiştirerek yaymaya çalışmaktadırlar. Bunun dışında çok sayıda uydurma haberlerle, algı operasyonları ile göçmen/sığınmacı karşıtı bir ortam oluşturma çabalarının da sürdüğünü görüyoruz.
Bu yolla “tehlikenin” büyüklüğü konusunda bir algı yaratılıyor. Toplumda burjuvazinin pompalaması yolu ile egemen düşünce biçimi hâline getirilmiş olan ırkçı/milliyetçi görüşler de bu algı operasyonları için verimli bir zemin hazırlamış durumdadır.
Böylece egemen sınıflar açısından, emekçi yığınları sınıf savaşımından saptırma amacına yönelik etkili bir araç bulunmuş oluyor. Kapitalizme özgü bunalımların ortaya çıkardığı ve emekçi yığınları derinden etkileyen sorunların nedeni göçmenler/sığınmacılarmış gibi gösterilmeye çalışılıyor: Örneğin artan işsizlik mi söz konusu? Günah keçisi olarak hemen, daha düşük ücretle çalışmaya hazır olan ve böylece işyerlerini “ele geçiren” Suriyeliler gösterilmektedir vb.
Bir yandan politik çıkar amacıyla izlenen bu politika, diğer yandan, sınıfsal çıkarları öz itibariyle aynı olan emekçileri birbirlerine düşürme amacı güdüyor.
Çok yönlü provokasyon faaliyetlerinin bazı sonuçlarını görüyoruz; yer yer çatışmalara neden oluyor bunlar ve daha büyük çatışmalar için de zemin hazırlanmış oluyor.
Bu politikanın mimarı ve izleyicileri böylece, o çok korktukları ve yığınları korkutmaya çalıştıkları, “ülkenin iç çatışmalar yolu ile parçalanması” iddialarına bizzat zemin hazırlamış da oluyorlar.
“Tehlike” altındaki demografik yapı
Ülkenin demografik yapısının göç yolu ile bozulacağı, bozulduğu ve bunun çok kötü bir şey olduğu iddia ediliyor. Sanki demografik yapı hiç değişmez, durağan bir şeymiş gibi.
Tarihsel gerçekler bize, bu demografik yapı denen şeyin sürekli değişim hâlinde olduğunu gösterir.
“Aman demografik yapımız bozuluyor” kaygısındaki kişiye şunları sormak gerekir:
Senin çok sahip çıktığın ataların, bugün üzerinde yaşadığın toprakların demografik yapısını, bin yıl ve öncesinden başlayarak ve zorun tüm biçimlerini kullanarak bozmadılar mı?
Sen ve senin düşüncene, ideolojine sahip insanlar bunu bir de bayram gibi kutlamıyor musunuz?
Verdikleri yanıt ancak şöyle olabilir ve oluyor ya da aynı kapıya çıkıyor: “O başka”. “Ben yaptıysam olur”!
Peki, senin farkın ne? Buna verilecek yanıttaki anlayış ancak şuraya çıkar: “Benim damarlarımda dolaşan asil Türk kanıdır”. Anlayışları bu, ama ırkçı olduklarını reddetmeyi de ihmal etmiyorlar. Anlayış, “üstün ırk” teorisinin bir biçiminden başka bir şey değil oysa.
Türk burjuvazisi ırkçı yaklaşımlarında yalnız değildir, yerküre üzerinde hemen her ülkede burjuvazi benzer görüşler savunuyor. Bu görüşler özellikle kapitalizmin bunalımlarının depreştiği dönemlerde daha çok revaç görüyor. Bu durumda, işsizliğin artması ile yedek işçi ordusu sistem açısından zaten artan bir yük oluşturuyor; sistem için yeni bir yüke hiç gerek yoktur, hatta daha önce göçmen olarak gelmiş işgücü sahibinin bile geri gönderilmesi gerekir.
Değişik nedenlere bağlı olarak kapitalist ülkelerin bir bölümünde gerçekleşebilecek hızlı gelişme karşısında, bu ülkelerde daha çok işgücüne gereksinim duyulduğunda, dışarıdan emek göçü son derece iyi karşılanırdı. Ki geçmiş yıllarda böylesi göçlerin yaşandığını da biliyoruz.
Göç ile demografik yapı arasındaki ilişki
Tarihsel maddecilik bakış açısıyla göçler ile demografik yapının oluşumu ve gelişimi irdelendiğinde, bu yapının zaten göçler ile oluştuğu ve yine göçler ile sürekli değiştiği görülür. Göçlerin nedenleri arasında ise ortak özellikler bulunur.
Sonuçta yerkürenin her bölgesinde olduğu gibi üzerinde yaşadığımız topraklarda da demografik yapının değiştiği açıktır ve son bir, bir buçuk asırlık yakın tarihi bile demografik yapıda nasıl bir altüst yaşandığını göstermeye yeter. Buna ileride döneceğiz.
İnsanlık tarihi, bu bağlamda bakıldığında, göçler tarihidir aynı zamanda. Modern insanın (Homo Sapiens) atalarının günümüzden yüzbinlerce yıl önce Doğu/Güneydoğu Afrika’da ortaya çıktığı ve buradan yerkürenin diğer bölgelerine yayıldığı bugün için kabul edilmiş bir bilgidir. Yazılı tarihin olmadığı dönemle ilgili olarak bu bilgi ancak arkeoloji, antropoloji, genbilim vb. bilim dallarının araştırmaları ile ortaya çıkarılmış bulunuyor.
On binlerce yıl önce insanın dünya üzerinde değişik yerlere yayılımı göçler vasıtasıyla olmuştur. Bunlar daha önce yayılım gösteren daha ilkel insan tipleri, örneğin Avrupa’da Neandertaler ile (son arkeolojik kazılar sonucu elden edilen bilgiye göre) iç içe geçmiş ve Homo Sapiens baskın tip olarak galebe çalmıştır.
İnsanın doğal kaynaklara dayalı yaşam sürdüğü ilk dönemlerde göçler biçiminde yayılımın nedeni esas olarak, artan nüfus karşısında var olan kaynakların insan yaşamını sürdürmeye yetmemeye başlaması olmuştur. Beklenmedik ve bilinmedik doğa olayları, çevre koşullarında yaşanan ani ve olumsuz değişiklikler de itici güç olmuştur. Burada insanlık tarihi açısından başlangıçta söz konusu olanın, ilkel komünal dönemin hüküm sürdüğü dönem olduğunu belirtelim. Homo Sapiens’in baskın tip durumuna gelmesi sürecinde, diğer insan türlerinin baskı altına alınması söz konusu olmasına bağlı olarak insan topluluklarında artık sınıfsal farklılaşmaların da başladığı düşünülmektedir.
İnsanlık tarihi boyunca yer değiştirme bağlamında sürekli bir hareketlilik yaşanmakla birlikte biz kısaca, görece yakın dönemdeki göç dalgalarına bakalım. Yazılı tarihin ortaya çıkması ile göç olaylarının, günümüzden 6.000 yıl öncesine kadarki bölümü, öncesine kıyasla daha iyi biliniyor.
Antik çağda, bugün Anadolu denilen topraklar üzerinde, Mezopotamya’da, Mısır’da bir dizi göç olayı yaşanmış, yaşatılmıştır. Aynı topraklarda yaşayıp, bazen de başka bölgelerden gelerek egemen olanların, boyunduruk altına soktukları halkları göçe zorlama biçiminde sürme olayları sıklıkla yaşanır olmuştur.
Asimilasyon uygulamaları da görülmektedir bu dönemde.
Tarihsel açıdan bakıldığında, kölecilik dediğimiz döneme denk geliyor bunlar.
Yukarıda dediğimiz gibi demografik yapılardaki değişim yerkürenin hemen her tarafında yaşanmıştır ve yaşanmaya devam etmektedir.
Örneğin milattan sonra 350 ve 800 yılları arasında “Kavimler Göçü” olarak adlandırılan göçler yaşanmamış olsaydı, bugünkü Avrupa’nın demografik görünümü çok başka olurdu. Bugün Batı Avrupa ülkelerinin etnik kökenini oluşturan kavimler, 4. yüzyılda ve bu göçler öncesinde Karadeniz’in kuzeyinde ve Doğu Avrupa topraklarında yaşıyorlardı. Onları batıya doğru iten Hunlar ve Slavlar ise daha doğuda.
Sonrasında gelen ve ikinci dalga denilen göç hareketi ile 6. yüzyılın ortalarından itibaren yine doğudan gelen Avarlar ve Bulgarlar Güney Avrupa topraklarına ve Balkanlara yayıldılar. 8. yüzyıl sonları ile 9. yüzyıl başlarında bu defa Anadolu ve Balkanlara yapılan Arap akınları söz konusu. Ve bu hareketler de bir biçimde bu topraklarda iz bırakmıştır.
Feodal dönem boyunca ve kapitalizmin gelişme dönemlerinde böylesi bir dizi göç dalgası yaşanmıştır.
Bunlardan biri 15. yüzyılın sonundan başlayarak 19. yüzyıla dek süren Afrika’dan Amerika’ya zorla yerinden edilme biçiminde yaşanan köle ticareti yoluyla olmuştur. Çoğunun yolculuk sırasında can verdiği milyonlarca Afrikalı siyahi köle olarak, Avrupalı güçlerin Amerika’daki sömürgelerine nakledilmişlerdir. 11 milyon civarında siyahi kölenin Amerika’ya doğru yola çıkarıldığı ve bunlardan ancak 2,6 milyonunun sağ olarak hedefe varabildiği bilgisi mevcuttur (Bu sayılar tabii dünya nüfusunun 500 ila 900 milyon olduğu dönemle bağlantı içinde değerlendirilmelidir. Yazı boyunca değişik tarihsel dönemlerle ilgili sayıların boyutlarının ne anlama geldiği o günkü nüfusla bağ içinde ele alınarak anlaşılabilir).
Aynı dönemde Amerika’daki sömürgelere ağırlıklı olarak Avrupa’dan çok sayıda göç yaşandığı biliniyor.
Bu göçler ağırlıklı olarak, 17. yüzyılda birer dünya gücü olarak ortaya çıkan İngiltere, Fransa, Hollanda, İspanya, Portekiz gibi devletlerin, kapitalizmin gelişme sürecine bağlı olarak ortaya çıkan fazla nüfuslarını kaydırmak biçiminde oldu. Aynı zamanda bu güçler sonradan keşfettikleri kıtaları daha rahat sömürmeleri amacıyla koloniler oluşturuyorlardı.
Aynı biçimde Avustralya ve Yeni Zelanda’ya da göçler yaşandı.
Yukarıda saydığımız başat güçler dışında bir dizi ülkeden yeni kıtalara doğru göçler oldu. Buralardaki nüfusun etnik çeşitliliğinin temeli bu göçlere dayanıyor. Buralarda yaşayan yerli-otantik halklar da vardı, bunlar kolonici güçler tarafından boyunduruk altına alındı ve emekleri sömürüldü. Direniş gösterince ciddi soykırımlara da uğradı bu yerli halklar.
Tarım ve imalat sektöründeki gelişmelere bağlı olarak yerli halkların işgüçleri yeterli olmayınca siyahi kölelerin Afrika’dan getirilmeleri yoğunluk kazandı.
Batı Afrika’dan köle ticaretinin yasaklanması ardından göç, bu defa İngilizlerin Doğu Afrika’dan, Güney Asya’dan, Fiji, Jamaika, Surinam gibi ülkelerden kendi egemenliğindeki diğer kolonilere sözleşmeli işçi ve uşak götürmeleri biçiminde sürdü.
Amerikan devrimi sonrası, İngiliz sömürgecilerin savaşı kaybetmesi sonucunda İngiliz kökenli çok sayıda insan Kanada’ya göçtü.
19.yüzyılın başında Amerika’nın kuzey eyaletlerinde köle ticareti yasaklandı. Aynı sıralarda İngiltere ile Amerika arasında köle ticaretine son verildi. Köleliğin devam ettiği Amerika’nın güney eyaletlerinden ve Güney Amerika’dan kuzeye doğru, esaretten kurtulmak amacıyla köle kaçışları biçiminde göçler söz konusu oldu.
İkinci ve önemli göç dalgası Avrupa içinde, bir ve aynı ülke içinde yaşanan iç göçler ve Avrupa’dan Kuzey ve Güney Amerika’ya, Avustralya’ya gerçekleşen göçler biçiminde olmuştur. Kapitalist gelişmenin belli bir aşamasından itibaren, tarımdaki makineleşmeye bağlı olarak kırda fazla nüfus oluşmuş, bu nüfusun kentsel bölgelere akını biçiminde yoğun göçler yaşanmıştır. Kentteki işletmeler tarafından yeteri kadar istihdam edilemeyen nüfus, büyük çapta ulus ötesi göçlere yol açmıştır. “1800 ile 1930 yılları arasında 40 milyon Avrupalı, Kuzey Amerika, Güney Amerika ve Avustralya’ya göç etmiştir” (Göç ve Göçmenler, Hayriye Erbaş, Phoenix Yayınları, Mart 2019, Ankara.) Aynı yıllarda ABD’ye Meksika ve Çin’den göçmen işçiler gelmiştir.
“Aynı dönemde Amerika’daki kölelik uygulamalarından kaçan Afro-Amerikalılar ve 19. yüzyıl sonlarına doğru Çin, Japonya, Hindistan’dan gelen bir göç dalgası ve 1895-1914 yılları arasında Güney ve Doğu Avrupa’dan Kanada’ya bir göç dalgası mevcuttur.” (Age.)
Yine aynı dönemde önemli bir göç dalgası da Avrupa içindeki ülkeler arasında yaşanmıştır.
Birinci paylaşım savaşı sonrası imparatorlukların yıkılıp yerine ulus devletlerin kurulması sonucu oluşan göç dalgaları vardır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası siyasi bağımsızlıklarını kazanan sömürgelerden, daha önceleri buralara yerleştirilen Avrupalı nüfusun kendi ülkelerine dönmesi biçiminde göçler yaşanmıştır.
Federal Almanya’ya savaş sonrasında Doğu Avrupa’dan 3 milyon kişi gelmiştir.
Bu dönemde yaşanan önemli bir göç dalgası da, Avrupa’nın savaştan sonra toparlanan gelişmiş ülkelerine, geri ülkelerden, ağırlıklı olarak anlaşmalara dayalı işçi alımı biçiminde olmuştur. Böylece Türkiye de dâhil Avrupa’nın güney ülkelerinden Batı Avrupa’nın orta ve kuzeybatısında yer alan gelişmiş ekonomilerine milyonlarca işçi göç etti. 1950’li yılların ortalarından 70’li yılların ortalarına kadar devam eden süreçte, işçilerin önemli bölümü sonradan yanlarına ailelerini de getirtti ve bunların görece az bölümü geliş ülkelerine geri döndü. İlk gidip orada kalanların çocukları ve torunları da, bu ülkelerde “yabancı” nüfusun daha hızlı artmasını beraberinde getirdi.
1990’lı yıllarda Yugoslavya’daki iç savaş ve parçalanma sürecinde göç hareketleri görüldü; bu süreçte göç edenlerin sayısı 3 milyonu bulmuştur. Aynı yıllarda SSCB’nin dağılma sürecinde de yoğun göçler yaşandı.
Son olarak yakından ülkelerimizi ilgilendiren, Suriye’deki savaş nedeniyle yaşanan göçler var. Bu yıl bunlara Ukraynalıların göçleri eklendi.
Yine yakın tarihlerde Asya ve Afrika topraklarında hem kıta içinde hem de kıta dışına göç hareketleri görüyoruz.
Genelde “yoksul Güney”den, “zengin Kuzey”e küresel göç isteği –bu istek birçok hâlde “yolda” kalıyor– bugünün kapitalist-emperyalist dünyasının inkâr edilmez bir gerçekliğidir.
Tüm bu vb. göç dalgaları ile toplumların demografik yapıları sürekli olarak değişim gösterdi ve bundan sonra da gösterecektir.
Göçmenler konusunda geçerli hukuk kuralları ve bunların işlevi
Burjuva hukuk sistemi, egemen kapitalist sistemin karakteri gereği, çelişkilerle dolu ve karmaşık bir yapıdadır. Bu hukuk, burjuvazinin egemen olduğu sistemin anlık çıkarlarına uygun biçimde yapılan düzenlemelerle doludur. Dolayısıyla bir ve aynı konuda bile birden fazla hukuksal “çözüm” yan yana bulunur bu sistemde. Bu hukuk sistemi burjuvazinin çok yönlü yarar sağlamasına hizmet eder.
Burjuvazinin sınıfsal karakteri gereği, burjuva hukuk normlarının ortaya koyduğu kurallar da duruma göre kolaylıkla delinebilmektedir. Konjonktüre göre eğilip bükülür bu hukuk kuralları. Örneğin insan haklarına çok “saygılı”, bu açıdan örnek gösterilen burjuva egemenliğindeki çok “demokrat” ülkeler bile, devletlerinin yüksek çıkarları söz konusu olduğunda birdenbire insan haklarını unutuverir. Zulümden kaçtığı için ülke içinde barındırılan kişiler, kaçmış oldukları ülke ile barındıkları ülke arasındaki pazarlıklara bağlı olarak bugünden yarına terör suçlusu ilan edilebilir. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği bağlamında yaşananlar buna örnektir.
Göç ve göçmenlerle ilgili hukuk mevzuatı da karmaşıktır. Ve aşağıda göreceğimiz gibi göçmenlerle ilgili bir dizi kategori oluşturulmuştur. Ayrıca değişik burjuva devletlerin mevzuatları arasında da farklar mevcuttur. Göç olayının uluslararası boyut kazanması karşısında, böylesi çeşit ve karmaşıklık barındıran hukuk mevzuatı ile göçmenlerin durumu iyiden zora sokulmuş olmaktadır.
Bizim açımızdan göçmenler arasında esas itibariyle bir fark yoktur. Esas itibariyle fark yoktur diyoruz, çünkü göçün sınıfsal bir yanı olduğunun bilincindeyiz. Bizi esas ilgilendiren, her tür ezilmişlikten, zulümden kaçan ve göçmenlerin ana yığınını oluşturan mazlum milyonlardır.
Burjuva hukuk sistemi ise göç eden kişileri şöyle kategorilere ayırmaktadır: “Sığınmacı”, “mülteci”, “göçmen”, “kaçak göçmen”. Son dönemde buna bir de “geçici koruma altındakiler” eklendi. Bu arada “Vatansızlar”, “uluslararası korumadan yararlananlar” gibi sınıflandırmalar da vardır. Ya da çok kaba ve genel bir ayırımla “düzenli” ve “düzensiz” göçmen sınıflandırmaları yapılır.
Ülkesinden değişik nedenlerle baskıya, kovuşturmaya uğrayarak başka bir ülkeye kaçıp, burada sığınma hakkı isteyen ve bu isteği soruşturma aşamasında olan kişi “sığınmacı” kabul ediliyor.
Sığınma talebi kabul edilen kişi ise “mülteci” oluyor.
Mültecilik talebi dışında ve çoğunlukla ekonomik nedenlerle ülkesini “gönüllü” terk ederek başka bir ülkeye gelen ve geldiği ülkede kabul görerek yerleşen kişi “göçmen” oluyor.
Bunlar “düzenli” göçmenlerdir.
Bu durumda gelip de kabul görmediği hâlde izinsiz bir biçimde kalan kişi de “kaçak göçmen” kategorisine sokuluyor. Bu durumda “düzensiz” göçmenden söz ediliyor.
Burjuvazinin egemenliğindeki toplum, altta ezilen, sömürülen geniş emekçi yığınların, üstte ise sömürücü azınlığın yer alması biçiminde yapılanmış durumdadır. Burjuvazi sınıfsal çıkarı gereği, dışarıdan göçmen olarak gelen yığınlar için, toplumsal kategori açısından, genel olarak toplumun alt sınıflarının daha altında bir yer biçmiştir. Göçmenlerin büyük çoğunluğu, göçtükleri ve parçası olmak istedikleri toplumun alt kesimlerinin sahip olduğu haklardan bile mahrumdur.
Burjuva hukuk sisteminde yer alan göçmenlerin kategorileştirilmesinin neye hizmet ettiği meseleye yakından bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Zaten göç edip geldikleri toplumun en altında yer bulabilen insanlar böylece kendi aralarında bölünerek, içlerinde yapay çelişkiler oluşturularak sömürüye daha açık duruma getirilmektedir.
Göçte zorun rolü
Yukarıda görüldüğü gibi burjuvazi göçmenlerle ilgili bir dizi kategori oluşturmuştur. Bir de kaba bir biçimde “gönüllü” ve “gönülsüz” göç ayrımı yapılıyor. Ardında şiddet, baskı vb. unsurların durduğu göç olayları “gönülsüz” yapılmaktadır. Bunun dışında değişik nedenlerle; daha iyi koşullarda çalışmak, eğitim-öğretim vb. amaçla başka bir ülkeye gitmek “gönüllü” göç olmaktadır.
Oysa gönüllü ya da gönülsüz tüm göç olaylarının ardında zor yatmaktadır.
Gönülsüz göç açısından sorun açık gibidir; değişik nedenlerle insanlar yaşadıkları yerleri terk edip kaçmak, göçmek zorunda kalmışlardır.
Gönüllü göç denilen olayın ardında da zor yatmaktadır gerçekte. İnsanlar daha iyi koşullarda çalışmak, eğitim görmek, daha iyi koşullarda yaşamlarını sürdürmek vb. amaçlarla başka bir yere göçüyorlarsa, bu daha önce yaşadıkları yerde yaşam koşullarının belirgin biçimde kötü olduğu anlamına gelir. Bazı istisna kişiler dışında insanlar doğup büyüdükleri yerleri, ailelerini, çevrelerini ve sevdikleri birçok şeyi gönüllü terk edip gitmezler. Bu tip göçün de ardında esas olarak ekonomik temelli zor yatmaktadır.
Göçlerin nedenleri ve bunların ardındaki ana neden
Burjuvazinin soruna yaklaşımı
Tarih boyunca yaşanan göçlerin nedenleri ilk bakışta farklı görünmektedir.
Önemli nedenlerden biri olarak nüfusun beslenme kaynaklarının yetersizliği sayılabilir. Bu durum tarih boyunca bir yandan artan nüfus, diğer yandan doğal afetler sonucu ortaya çıkmıştır. Henüz insanlığın teknolojik açıdan pek gelişkin olmadığı ve henüz tarımda yeni teknikler kullanılarak verimin arttırılamadığı, henüz doğal afetlerle başa çıkmak açısından ve önlemler geliştirmede geri olunduğu dönemde belirleyici öneme sahip bu göç nedeni, günümüzde de geçerliliğini tümüyle yitirmiş değildir.
Yine birkaç yüzyıl öncesine kadar, henüz insanoğlunun başa çıkamadığı dönemlerde salgın hastalıklar da yığınsal göç nedeni olmuştur.
Başka bir neden, sınıflı toplum yapıları oluştuktan ve buna bağlı devlet yapıları ortaya çıktıktan sonra sıklıkla görülen fetih güdüsüdür. Toplumun egemen güçleri, egemenlik alanlarını genişletmek ve böylece sömürü alanlarını da arttırarak daha da güçlenmek güdüsüyle hareket etmişlerdir. Fethedilen alanlardaki halkların köleleştirilmesi ve onların sömürü nesnesi olarak kullanılması amacıyla yerlerinden edilmeleri biçiminde göçler olurken, diğer yandan yine fethedilen bölgelerde bu akıbetten kurtulmak amacıyla kaçış biçiminde göçler meydana gelmiştir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, boyunduruk altına alınan halkların asimile edilmesi amacıyla egemen halk ile karıştırılması politikası sonucu oluşan göçler de söz konusu olmuştur.
Günümüzde de böylesi göç hareketleri, çatışma ve savaş bölgelerinden, baskı yapılan bölge ve ülkelerden kaçış biçiminde sürmektedir.
Kapitalizmin gelişme sürecinde, sistemin gereksinim duyduğu işgücünün yer değiştir(il)mesi biçiminde göçler oluşmuştur. Eski tipte kölecilik ile (ücretli) modern köleliğin (proleterliğin) iç içe geçtiği bir işgücü göçü olgusu yaşanmıştır. Köleciliğin yasaklanması sonrası bu, ücretli işgücünün göçü biçiminde sürmüştür.
Kapitalizmin, onun emperyalizm aşamasında, bir dünya sistemi hâline gelerek çelişkilerini yerkürenin her yanına yayması sonucu ortaya çıkan göç olayları söz konusudur.
Az sayıda büyük emperyalist güç dünyanın tüm zenginliklerini sömürürken, sömürülen, sıkılıp suyu çıkarılan milyarlarca insan yaşam kavgası vermektedir. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği, ülkeler arasında güç dengeleri açısından sıçramalı olarak ileri-geri hareketler söz konusudur. Nüfuz bölgelerini, sömürü alanlarını genişletme dalaşı tipiktir. Ülkeler, bölgeler hatta bir ve aynı ülke içindeki bölgeler arasında büyük eşitsizlikler vardır. Savaşlar, çatışmalar, dalaşmalar bu sistemin ayrılmaz yol arkadaşıdır.
Böyle bir sistem doğal olarak göç olaylarını doğurur.
Emekçi, yoksul yığınlar, durumlarını, yaşam ve geçim koşullarını bir nebze iyileştirmek amacıyla geri bölgelerden görece gelişmiş bölgelere akarlar. Gelişmenin olduğu bölgelerde işgücüne duyulan gereksinime bağlı olarak da bir talep söz konusu olabilir.
Yaşamlarını kurtarmak ve sürdürebilmek amacıyla, yoksul yığınlar, çatışmaların sürdüğü ve baskı altında bulundukları bölgelerden kaçarlar.
Ayrıca göçmenlerin sunduğu ucuz işgücüne dünyanın hemen her kapitalist ülkesinde burjuvazi açısından ihtiyaç vardır.
Bunların sonucu iç ve dış göçler olmaktadır.
Bu son derece anlaşılır bir olaydır.
Açık bir biçimde görülmektedir ki, göçler ardında duran neden ekonomik kaynaklıdır. Ve sömürü sisteminin hüküm sürdüğü sınıflı toplumlar söz konusu olduğunda, göç olaylarının hiçbiri, var olan sistemden, sistemdeki egemen güçlerin çıkarlarından bağımsız değildir. Yukarıda sıraladığımız tüm nedenler sömürücü egemenlerin çıkarlarınca dikte edilmektedir. Savaşların, çatışmaların sorumlusu bu dünya düzenidir. Bugünkü doğal afetlerin önemli bölümünün doğrudan nedeni, bunlar kapitalizmin doğayı da hoyratça sömürmesi sonucu oluştuğu için, bu sistemdir. Dünyanın ve evrenin doğasından kaynaklı felaketlerde ise, bunlar bilindiği ve tanındığı durumda, gerekli önlemleri almayan sistem dolaylı sorumludur.
Görece ucuz işgücü, burjuvazinin daha çok kâr hırsını tatmin eder. Rakipler karşısında avantajlı konuma gelmek ve bu konumda kalmak isteyen patronların ucuz göçmen emeğine gereksinimi eksik olmaz.
Burjuvazi ana nedenin kendi sisteminde yattığını gizler; tek, tek ayrı gibi gözüken nedenleri ön plana çıkararak ve nedenlerin böyle görülmesinin sürekliliğini sağlayarak olaya yaklaşır.
Sanki onun sınıfsal çıkarlarının ortaya çıkardığı sistemin gelişen bu göç olayları ile ilgisi yokmuş gibi davranır: Bir ülkede kıtlık vardır ve insanlar oradan göçmek zorunda kalmışlardır. Kıtlığın nedeni olarak tembellik, iş bilmezlik, cehalet vs. gösterilir. Ya da bir çatışma vardır ve insanlar kaçmaktadır. Bunun nedeni olarak ise zaten “uygar olmayan” “batının değerleri”ne sahip olmayan ülkelerde bazı kötücül insanların zalimce eylemleri gösterilir.
Burjuvazinin sistemi, kendi açısından mükemmeldir. Ya da şöyle derler: “Demokrasi mükemmel değildir, ama daha iyisi bugüne dek bulunmuş değil”. Ve ellerindeki muazzam propaganda ve beyin yıkama gücü sayesinde bunu geniş yığınlara da yayarlar. Sorun sistemde değil, sisteme uyum sağlayamamış kişilerde, ülkelerdedir vb. Sonunda –ve en kötüsü de belki budur– sorunun kendi sisteminde olduğunu gizlemek için sorumlu göçmenlermiş gibi gösterilir. Bir sistem sorunu yoktur, sığınmacı, mülteci “sorunu” vardır.
Göçün sınıfsal karakteri
Göçün sınıfsal yanı olduğu açıktır ve günümüzde bu daha açık gözükmektedir. Bir yanda bu olaylara yol açan, burjuvazinin uluslararası sistemi bulunmaktadır. Öte yanda göçün öznesi sömürülen, ezilen emekçi yığınlardır; göç eylemine girişenlerin ana gövdesi onlardan oluşmaktadır. Günümüzde göçmenlerden söz edildiğinde, akla hemen gelmesi gereken, işgücünü bir nebze daha iyi koşullarda satmaya hazır proleterler ve bu sınıfın dostlarıdır.
Bazı araştırmacılar, haklı olarak, göçün bir direniş biçimi olduğunu söylemektedirler. Evet, bu olay, sömürülen, ezilen insanların, emekçi yığınların haykırışı, çok şeyi göze alarak hatta yaşamları pahasına gerçekleştirdikleri bir direniş biçimi, bir meydan okumadır.
Ama nasıl bir direniş, nasıl bir meydan okuma?
Geniş emekçi yığınların asıl düşmanın nerede olduğunu göremedikleri ve gerçek çözümden habersiz oldukları, çaresizliğin biçimlendirdiği ve yönlendirdiği bir direniş!
Sınıf bilinçli proletarya öncülüğünde gelişmeyen ve onun sınıf partileri tarafından yönetilmeyen bir direniş biçimi. Böyle bir direnişin ne yönelimi doğru olabilir ne de “sorun” bu yolla gerçek çözüme kavuşabilir.
Öte yandan göçün ortaya çıkardığı maliyetin görece geri, yoksul ülkelerin sırtına yüklenmesi gibi bir yanı da bulunuyor. Yani emperyalist dünya sisteminde süregelen, sistemin yarattığı bunalımların yükünü görece geri ülkelere, bu ülke halklarına yükleme işi burada da görülüyor.
İstatiksel veriler toplam mültecilerin yüzde 83’üne düşük ve orta gelirli ülkelerin ev sahipliği yaptığını gösteriyor; onların yüzde 27’sinin sığındığı ülkeler ise en az düzeyde gelişmiş ülkeler.
Bunun bir nedeni, bu ülkelerin çatışma yaşanan yerlere komşu olmalarıdır; ülkelerinden kaçanların yüzde 72’si komşu ülkelerde kalmıştır. 46 ülkeden oluşan en az gelişmiş ülkelerdeki mülteci sayısı 2021 sonu itibarıyla 7 milyondur.
Diğer bir neden ise, önemli bölümünü gelişmiş kapitalist, emperyalist ülkelerin oluşturduğu ülkelerin göç konusunda uyguladığı politikalardır. Buna somut olarak bakıldığında bu açıdan da dünyanın kaba biçimde ezen-ezilen kategorilerine ayrıldığını ya da bu ayrımın bir yansımasını görürüz. Bu politikanın temelini, gerektiğinde istihdam açığını kapatacak ölçüde “düzenli” göçmen almak, “düzensiz” göçü ise, kendi refah kalelerinin etrafına ördükleri duvarların dışında tutmak oluşturmaktadır. Böylece bu ülkeler, esas olarak sığınmacıların oluşturduğu yığınları göç veren ülkelere komşu bölgelerde, oradan kaçanları ise ara ülkelerde tutma yönünde politikalar geliştirmişlerdir. Bu politikalar sonucu olarak, mülteci veren bölgeler aynı zamanda mülteci barındıran bölgeler durumundadır. Ve sonuç olarak gelişmiş ülkeler tarafından barındırılan mülteci ve sığınmacı sayısı toplam sayının ancak yüzde 10’lar düzeyindedir.
Günümüzde durum
“2019 yılı itibariyle düzensiz ve düzenli göçmen sayısı yaklaşık 360 milyon kişi civarındadır. Bu sayının yaklaşık 280 milyonunu düzenli göçmen olarak adlandırılan ve kendi rızası ile doğduğu ülkesinden ayrılarak, başka bir ülkede göçmen statüsü ile yasal olarak bulunan yer alanlar oluşturmaktadır. Avrupa en fazla uluslararası göçmene (82 milyon) ev sahipliği yapıyor, onu Kuzey Amerika (59 milyon) ve Kuzey Afrika ve Batı Asya (49 milyon) takip ediyor. 2019’da tüm uluslararası göçmenlerin üçte ikisi sadece 20 ülkede yaşıyordu. En fazla sayıda uluslararası göçmen (51 milyon) Amerika Birleşik Devletleri’nde ikamet etti ve bu da dünya toplamının yaklaşık yüzde 19’una eşit (son sayılar düzenli göç ile ilgili olmalıdır. –BN). Çok sayıda yabancı işçi bulunduran Almanya ve Suudi Arabistan dünya çapında en fazla ikinci ve üçüncü uluslararası göçmen sayısına (her biri yaklaşık 13 milyon) ev sahipliği yaptı ve onu Rusya Federasyonu (12 milyon) ve Birleşik Krallık (10 milyon) izledi. Göç veren ülkeler ise, büyük ölçüde Kuzey Afrika ve Batı Asya ve Sahra altı Afrika ülkelerinden oluşmaktadır. 2019 yılında Hindistan, 17,5 milyon kişinin yurt dışında yaşadığı uluslararası göçmenlerin çıkış yaptığı ilk ülke oldu. Meksika’dan gelen göçmenler ikinci büyük “diasporayı” (11,8 milyon) oluştururken, onu Çin (10,7 milyon), Rusya Federasyonu (10,5 milyon) ve Suriye Arap Cumhuriyeti (8,2 milyon) izledi” (Uluslararası Göç Raporu 2019’dan) (tasam.org, Dr. Hasan Canpolat)
2022’nin ilk yarısına gelindiğinde 100 milyondan fazla insanın zulüm, çatışma, şiddet veya insan hakları ihlalleri nedeniyle zorla yerinden edilmiş durumda olduğunu görüyoruz. Bu sayı, geçtiğimiz yılın sonunda yaklaşık 11 milyon daha az idi (89,3 milyon). 2021 yılında artış önceki seneye göre yüzde 8, 10 yıl öncesine göreyse yüzde 50’nin üzerinde oldu. Görüldüğü üzere hızlı bir artış söz konusudur.
Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği’ne (BMMYK) göre (Küresel Eğilimler Raporu) günümüzde 21,7 milyon mülteci, 52,1 milyon ülke içinde yerinden edilmiş kişi, 4,7 milyon sığınmacı, 4,6 milyon vatansız, 4,7 milyon geri dönüş yapan mülteci veya yerinden edilmiş kişi bulunuyor. Ülkesini terk eden 4,4 milyon Venezuela vatandaşı, BMMYK’ya göre mülteciler arasında sayılmıyor, zira bunlar bulundukları ülkelerde iltica talebinde bulunmuyor. 2015’te 89.000 olan Venezuelalı mülteci sayısı 5-6 yılda 60 kat arttı.
En çok göçmen kabul eden ülkelerden biri olan ABD’nin mülteci kontenjanı ve göçmen olarak kabul ettikleriyle ilgili son 40 yıllık sayılara dönemler itibariyle baktığımızda şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz:
1980’de kontenjan 230 bin iken bunların 210 bini kabul görmüş. 1983’te radikal bir azalma ile kontenjan 90 bin, kabul gören 60 bin; 1993’te bir artış ile kontenjan 140 bin, kabul edilen 120 bin; 2021’de yine radikal bir düşüşle kontenjan 60 bin, kabul edilen ise sadece 15 bin olmuş.
Bu kontenjan saptaması ve kabul edilenlerle ilgili sayılar, burjuva bir devletin göçmen konusuna nasıl yaklaştığı ile ilgili açık bir işaret veriyor: Sistemin gereksinim duyduğu kadar ve seçerek.
Mülteciler taşındıktan sonra çalışma izni alıp bir yıl sonra da yeşil kart girişiminde bulunabiliyor. 5 yıl oturumdan sonra ABD vatandaşlığına doğrudan da başvurabiliyorlar. Bu, göçmen kabul eden bir dizi kapitalist ülkede de benzer biçimde oluyor.
Kontenjan yolu ile göçmen alımı dışında ABD’ye Meksika’dan kaçak yollarla girmeye çalışanlar da var. Meksika sınırında 2021’de yakalananların sayısı yaklaşık 1,9 milyondur. Bunların yaklaşık beşte biri ülke içinde serbest bırakıldı ve sığınma başvurusu sürecine dâhil edildi. Ülkeye girebilen 402 bin kişinin dışındakiler Meksika’ya ya da memleketlerine gönderildi.
Orta ve Güney Amerika’dan sayısal olarak büyük boyutta göçlerin yanı sıra Türkiye, Romanya ve Ukrayna gibi ülkelerden de pek çok kişi aynı yolla kaçak olarak ABD’ye girmeye çalışıyor. 2020’de 67 T.C. vatandaşı bu yolu seçmişken, 2021’de sayı 1366’ya çıkmıştır. Resmi rakamlara göre bu yılın ilk 5 ayında 11 bin 827 Türk vatandaşı Meksika sınırından ABD’ye geçiş yaparak resmî makamlara bildirimde bulundu.
Rusya’da göçmen olarak yaşadığı tahmin edilen 12 milyon kişinin çoğu eskiden Sovyetler Birliği’ne dâhil olan ülkelerden geliyor. Bu, Rusya’yı ABD, Almanya ve Suudi Arabistan’ın ardından en fazla göçmene ev sahipliği yapan dördüncü ülke yapıyor.
İran’da Ekim 2020 itibarıyla 3,5 milyona yakın Afganistan kökenli göçmenin yaşadığı bilgisine yer veriliyor. Bunların 2 milyonu belgesizken, 780 bini fiilen mülteci. BMMYK, 20 bin de Iraklının ülkede mülteci olduğunu bildiriyor.
En çok göç alan ülkeler
Raporda 3,8 milyon mülteci aldığı bildirilen Türkiye ilk sırayı aldı. Mülteci sayısında Uganda (1,5 milyon), Pakistan (1,5 milyon) ve Almanya (1,3 milyon) Türkiye’yi takip ediyor.
Mülteci sayısının sığınılan ülke nüfusu oranına bakıldığında ilk sırada Lübnan bulunuyor, Ürdün ikinci, Türkiye üçüncü sırada.
Kolombiya da 1,8 milyon Venezuelalıyı ağırlıyor, Peru 1 milyon, Şili 457 bin, ABD 420 bin, Ekvador 417 bin. Karayipler’de çok sayıda Venezuelalı göçmen yaşıyor.
Burada vb. kaynaklarda yapılan sıralamalar, burjuva hukuk sistemindeki anlayışa göre olduğundan kafa karıştırıcı olabilir. Örneğin yukarıda İran’da 3,5 milyona yakın Afganistan kökenli göçmenin yaşadığı bilgisine yer verdik. BMMYK raporuna göre bu durumda İran, Türkiye ardından ikinci sırada yer almalıydı. Kategorilere bağlı tanımlamalar ve konumlandırmalar yapılıp iş karmaşık hâle getirilince böyle anlamsızlaşıyor.
Tüm bu veriler bize genel bir tablo verebilir ve bunların ne anlama geldiği doğru yorumlanmalıdır.
En çok göç veren ülkeler
2021 itibarıyla göç / mülteci veren ülkeler sıralamasında 6,8 milyonla Suriye birinci sırada. 6,1 milyon Venezuelalı mülteci, sığınmacı ve göçmen konumunda.
Afganistan 2,7 milyon, Güney Sudan 2,4 milyon, Myanmar ise 1,2 milyon kişi ile onları izliyor. Mültecilerin yüzde 69’u bu 5 ülkeden yola çıkmıştır.
Göçmenlerin yaklaşık üçte biri (31 milyondan fazla), ağırlıkla Sahra Altı bölgeden olmak üzere Afrikalıdır ve burada göçlerin çoğunluğu kıta içinde gerçekleşiyor. Afrikalı göçmenlerin yüzde 25’i Akdeniz üzerinden Avrupa’ya gidiyor. Avrupa’da 11 milyon Afrikalı göçmen bulunuyor. Afrika’da son on yılda 100 milyon gencin iş gücüne katılmış olması ve bunların ancak 37 milyonunun istihdam edilebilmesi göçün nedenlerinden birini açıklıyor.
2022 BM Dünya Göç Raporu’na göre çatışma ve şiddet nedeniyle ülke içinde yerinden edilmiş en büyük nüfusa sahip ilk yirmi ülke arasında dokuz Afrika ülkesi yer alıyor.
İklim değişikliklerine bağlı kuraklık, sel, kasırga, salgın gibi felaketlere en çok uğrayan bölgelerden biri Afrika’dır. Bu nedenle Doğu Afrika’dan Ortadoğu ve Körfez ülkelerine yüzbinlerce insan göç etmek zorunda kalmıştır. Dünya Bankası’na göre 2050’ye kadar Afrika’da 86 milyon insan iklim değişikliği kaynaklı göçe maruz kalacaktır.
Memleketine dönenler
Raporda 5,7 milyon kişinin kendi memleketlerine dönebildiği de belirtiliyor. Bunun 5,3 milyonu ülke içinde göç etmek zorunda kalmış olanlardan, 429 bin 300’ü de mülteci olan kişilerden oluşuyor. Mültecilerden geri dönenlerin 36 bin 500’ünün Suriyeli olduğu belirtilmiş.
Bu son sayı, T.C. yetkililerinin açıkladıklarından çok az. Burada yine Türkiye topraklarında bulunan Suriyelilerin statüsü konusunda burjuva hukukundan kaynaklanan farklar söz konusudur. Türkiye’de bulunanların büyük çoğunluğu mülteci değil, “geçici koruma altında” statüsünde olanlardır.
Günümüz Türkiye coğrafyasında göç ve göçmenler
Bu coğrafya tarih boyunca gerek göç alma, gerekse göç verme biçiminde göçlerin yaşandığı topraklar olmuştur. Günümüz Türkiye coğrafyasının demografik yapısı bu göç alıp vermelerle oluşmuştur ve bu yapı hiçbir biçimde durağan olmayıp tersine dinamik bir yapıdır.
Bazı dönemlerdeki göç olayları ise hangi açıdan bakılırsa bakılsın tüm toplumu etkileyecek boyutlarda yaşanmıştır. 2011 ve sonrasında Suriye topraklarından Türkiye coğrafyasına yapılan göçler de bu boyutta olanlardandır.
Bu son yaşananlar bu topraklardaki ne ilk göç olaylarıdır ne de sonuncusu olacaktır. Günümüze kadar yaşanan tarihsel dönemde bölgede bir dizi göç olayı gerçekleşmiştir. Bu göçlerde, bölgeye gelmeye başladıktan sonra Türk kökenli unsurlar, demografik yapının değişmesi açısından başat rollerden birini oynamışlardır.
Bu göçler tek yönlü değildir, süreç içinde Anadolu topraklarından da Suriye yönüne çok sayıda göç olmuştur. Bunun bilinmesi birkaç açıdan önemlidir, böylece ırkçı yaklaşımların ne denli geçerli ve tutarlı olabileceği daha açık biçimde görülebilir.
Hem Anadolu topraklarında hem de Suriye topraklarında ya da en azından onun kuzey bölgesinde, tarihsel süreç içinde öyle bir demografik yapı oluşmuştur ki, bölgede yaşayan insanlar iç içe yaşayan kardeş halklardan oluşmaktadır. Günümüzdeki coğrafi sınıra yakın bölgede yaşayan insanlar arasında birçok halde akrabalık ilişkileri söz konusudur.
Önce tarihsel süreç üzerinde duralım:
Türkiye coğrafyasında demografik yapı oluşum süreci
Türk kökenli unsurların bu coğrafyaya gelmeye başlaması ile o tarihlerde var olan demografik yapının değişmeye başladığı açıktır. Özellikle Roma/Bizans üzerinde ilk büyük askeri galibiyetin elde edilmesinden sonra, 11. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Türk kökenli unsurlar hızla bu coğrafyaya yerleşti. 14. yüzyılda ise Doğu Avrupa/Balkan topraklarında yayılma başladı. Osmanlıların buralarda egemenlik kurması ile Anadolu’dan Türk kökenli unsurlar –özellikle rakip Karaman Beyliği’nin yenilgiye uğratılıp ortadan kaldırılmasıyla buradaki nüfustan insanlar– Balkanlar’da iskân edilmeye başlandı. Öte yandan yeni egemenlerin etkisiyle ve ekonomik baskıyla (gayri-Müslimlerden alınan vergi) Balkanlar’da kimi halkların bir bölümü müslümanlaştı. Günümüzün Müslüman Arnavutları, Boşnakları o dönemdekilerin torunlarıdır. Osmanlı, egemenliğinde esas olarak, bu iskân edilen Türk kökenlilere ve müslümanlaşan halklara dayandı.
Yayılmanın sürmesine bağlı olarak 16. yüzyılda Karadeniz’in çevresinde, Kafkasya’da, Arap ülkelerinde de egemenlik kurdu Osmanlı.
Ulusların ve uluslaşmanın henüz oluşmadığı tarihsel dönemde, bu alanlarda yaşayan Müslüman halkların arasında bağ sağlayan kültürel bir unsur olarak dinin görece önemi daha büyüktü.
Kısaca o dönemdeki durumu bilmek önemlidir, böylece sonraki yıllarda ve esas olarak son 250 yıllık süreçte bugünkü Türkiye coğrafyasına yapılan göçlerin niteliği ve özü daha iyi anlaşılır.
18.yüzyıl başlarından itibaren gerilemeye başlayan ve egemenlik altında tuttuğu bölgeleri adım adım yitiren Osmanlı, süreç boyunca yitirdiği topraklardan egemenliği altındaki topraklara ve Anadolu’ya göç almaya başladı. Göçün öznesi olan unsurlar, Osmanlı’nın daha önce o bölgelere yerleştirdiği insanların torunları ve o bölgede Müslümanlaşmış ya da önceleri zaten Müslüman olan insanlardı.
Çarlık Rusya’sının egemenliğinden sonra Kafkasya’dan Anadolu’ya göç edenler olduğu gibi, Ekim Devrimi sonrasında da devrimden çok sayıda ve farklı etnik kökenden insan Osmanlı coğrafyasının yolunu tutmuştur. SSCB dağılma süreci ve sonrasında yine gelenler oldu.
“Kırım Tatar Göçleri, Osmanlı topraklarına gerçekleşen ilk büyük çaplı Müslüman göç dalgasıdır. 1783 öncesi dönem de Kırım Tatarlarının Osmanlı topraklarına küçük gruplar hâlinde göçleri bulunmaktaydı. Ancak, dalga boyutundaki ilk büyük göç, 1783 yılında Çarlık Rusya’sının Kırım’ı ele geçirmesiyle gerçekleşmiştir. Bundan sonraki Tatar göçlerinde 1890 yılına kadar Osmanlı – Rus savaşları belirleyici olmuştur.
Çerkez göçü en az Kırım Tatarlarının göçü kadar dramatik sonuçları olan ve Anadolu’nun demografik yapısını etkileyen kitlesel göç olarak karşımıza çıkmaktadır. Aralıklı olarak Birinci Dünya Savaşı’na kadar 2,5 milyon civarında Çerkez göç etmek zorunda kalmıştır. Ancak bu göçmenlerin büyük bir kısmı (yaklaşık 1 milyon civarı) göç sırasında hayatını kaybetmiştir” (www.goc.gov.tr/kitlesel-akınlar).
“1850’li yıllarda Kırım Tatarlarıyla başlayan göç dalgalarını, sonrasında Gürcü ve Çerkezler başta olmak üzere Dağıstanlılar, Çeçenler, Lazlar gibi Kafkaslar’da yaşayan halklarla birlikte göç hareketleri devam etmiştir” (a.y.).
19.yüzyılın başlarından itibaren Azerbaycan’dan da çok sayıda göçmen gelmiştir.
1828-1829 yıllarındaki Osmanlı – Rus savaşı sonrasında başlayan Gürcü göçleri 1921 yılına kadar devam etmiş ve bir milyon kadar insan Osmanlı topraklarına göç etmiştir.
Günümüz Türkiye topraklarına Yugoslavya’dan, parçalanma öncesi ve sonrasında çok sayıda göç olmuştur. Bu topraklarda Osmanlı döneminden kalmış Türk kökenliler dışında, Müslüman dinine mensup çok sayıda Boşnak, Arnavut, Makedon göç ülkesi olarak Türkiye’yi tercih etmiştir. Diğer Balkan ülkelerinden de (Bulgaristan ve Romanya’dan) Cumhuriyet tarihi boyunca göç edenler olduğunu biliyoruz.
Balkanlarda egemenlik alanlarının yitirilmesine paralel olarak bu topraklara yüzlerce yıl önce yerleşmiş Türklerle beraber, bu bölgede yaşayan Arnavut, Boşnak, Pomak vb. diğer halklar diğer önemli göç dalgalarını oluşturmuştur. 1877-78 Osmanlı Rus savaşı sonrası ve 1878’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna’yı işgal etmesinden sonra Balkanlardan göç hızlanmıştır. Bosna’dan Anadolu yönünde yapılan ilk göç bu sırada yaşanmıştır. Osmanlı döneminde gerçekleşen sonraki üç dalga, 1882, 1900 ve 1908 yıllarında yaşanmıştır.
1912-13 Balkan Savaşları sonrasında da yüzbinlerce insan Anadolu’ya doğru kaçmıştır.
Anadolu demografisi başka bir yolla da değişime uğratıldı. 1915 ve sonrasında resmi tarihte tehcir olarak anılan Ermenilere yönelik soykırımda Anadolu’daki Ermeni nüfusun büyük çoğunluğu yok edildi. Hayatta kalanlar Suriye’ye çöle sürdüldü.
1922’de işgalci Yunan güçlerine karşı savaş kazanıldığında yüzbinlerce Rum, Anadolu’yu kaçarak terk etmek zorunda kaldı.
Cumhuriyet döneminin en önemli ve ilk “düzenli” göç hareketi, 1923’te bir mübadele anlaşması ile Yunanistan-Türkiye arasında gerçekleşmiş olandır. Bununla 1922 yılındaki kaçış biçimindeki göçten geri kalan bir milyonun üzerindeki Anadolu Rum’u ile Ortodoks Hıristiyan Türk kökenliler Yunanistan’a, Yunanistan’dan ise 400 bin üzerinde Türk ve diğer Müslümanlardan oluşan nüfus Türkiye’ye doğru zorunlu göçe tabi tutuldu.
Böylece bu yıllarda milyonlarca kişiyi kapsayan göç hareketleri yaşandı, yaşatıldı.
Sonrasında uygulanan politikalarla –“Varlık Vergisi” vb. uygulamalar, 6-7 Eylül 1955 olayları vb.– ülkedeki başta Ermeni ve Rum nüfus olmak üzere diğer gayri-Müslimler (Yahudiler örneğin), göçe zorlanarak ciddi biçimde azaltıldı.
Cumhuriyet tarihi boyunca da Yugoslavya-Makedonya’dan Türkiye’ye kitlesel göçler devam etmiştir. Makedonya’da yaşayan Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti’ne ilk göç akını 1924 yılında gerçekleşmiştir. Bunu, 1936 yılındaki ikinci göç dalgası izlemiştir. Üçüncü dalga, 1953 yılında imzalanan “Serbest Göç Anlaşması” ile birlikte yaşanmıştır.
“Yugoslavya’dan Türkiye’ye Cumhuriyet döneminde toplam 77.431 aileye mensup 305.158 kişi göç etmiştir” (a.y.).
Yugoslavya’nın dağılma süreci ve sonrasında Türkiye’nin bölgeden aldığı göçler şöyle: “1992-1998 yılları arasında Bosna’dan 20 bin kişi…1999 yılında Kosova’da meydana gelen olaylar sonrasında 17.746 kişi…2001 yılında Makedonya’dan 10.500 kişi”(a.y.).
Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçler, dört aşamada gerçekleşmiş ve göç edenlerin sayısı yaklaşık 800 bin kişiye ulaşmıştır. “1925 yılındaki Türk-Bulgar ikamet sözleşmesi ile 1949 yılına kadar 218.998 kişi Türkiye’ye göç etmiştir…1946 yılında Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nin ilanından sonra, 1949-1951 döneminde Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen toplam göçmen sayısı 156.063’tür…1968-1979 yılları arasında da ‘Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması’ çerçevesinde 116.521 kişi Türkiye’ye göç etmiştir”(a.y.).
1980’li yılların sonuna doğru 350.000 kadar Türk kökenli insanın Türkiye’ye ve sonraki yıllarda bunlardan 100.000 kadarının tekrar Bulgaristan’a göç ettiğini biliyoruz.
Romanya’dan 1923-49 yılları arasında yaklaşık 79.000’i iskânlı göçmen olmak üzere 122.500 kişi Türkiye’ye gelmiştir. Serbest göçmen olarak gelenler daha önce gelen yakınlarının yerleştiği yerlere yerleşmişlerdir.
1940’lı yıllarda günümüzdeki ÇHC Sincan Özerk Bölgesi içinde ve buranın kuzeybatısında birkaç yıllığına kurulmuş olan Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin 1949’da ÇHC’ye bağlanması ardından bu bölgeden Türkiye’ye göçler olmuştur.
Ahıska Türklerinden bazı grupların da Türkiye’ye gelip yerleştikleri biliniyor.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi Almanya’sı saflarında savaşması için kurulan Doğu Lejyonlarındaki Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Karakalpaklar, Balkarlar, Karaçaylar, Azeriler, Dağıstanlılar, İnguşlar ve Çeçenlerden oluşan gruplar da Sovyetlerin yengisinden sonra Türkiye’ye kaçmışlardır.
1979’da yaşanan İran İslam Devrimi sonrasında, İran’dan Türkiye’ye, etnik kökenleri bakımından çoğunluk Azeri olmak üzere Fars ve Kürt kökenlilerin yer aldığı bir milyona yakın insan göç etmiştir.
Yine 1979 yılı sonunda Rus emperyalizminin Afganistan’ı işgal etmesi ve oluşan savaş ortamı nedeniyle birçok Özbek, Uygur, Kazak ve Kırgız kökenli insan Türkiye’ye gelmiştir.
Suriye’den, ferdi kaçışların dışında, 1945, 1951, 1953 ve 1967 yıllarında Türkiye’ye toplu göç olayları gerçekleşmiş, sayıları kesin bilinmeyen bu göçmenler, Kırıkhan, İskenderun ve Adana’ya yerleştirilmiştir.
“Irak tan gelen göçlerin büyük bir kısmı 1988 yılında Kuzey Irak’ta yaşanan Halepçe katliamı sonrası gerçekleşmiş, 51.542 kişiyi bulmuştur. 1991 yılındaki Körfez Savaşı sonrasında da 467.489 kişi kaçarak Türkiye’ye gelmiştir”(a.y.). Başka kaynaklarda Halepçe katliamı sonrası kaçıp gelenlerin sayısının 110 bine ulaştığı, kötü barınma koşulları nedeniyle 80 bininin bir yıl içinde geri döndüğü bilgisi yer almaktadır.
Yararlandığımız kaynakta Osmanlı topraklarına yaşanan Yahudi göçleri ile ilgili bilgiye bir alıntı ile yer verilmiştir. Buna göre “Kırım’dan gelen Yahudiler arasında Kırımçaklar (Türki dilde konuşan Rabbinik Yahudileri) ve Karaylar vardı. Kafkaslardan Dağlı Yahudiler (Tatlar) ve Gürcistan Yahudileri geldiler. Balkan Yahudi göçmenleri büyük ölçüde Sefarad Yahudilerinden oluşmaktaydı. (Sefarad Yahudileri olarak bilinen Kuzey Akdeniz Yahudileri 15. yüzyılın sonlarında İspanya ve Portekiz’den kovulmuşlardır.) Ama aralarında Romaniyotlar ve Eskenaziler de bulunuyordu. Göçmenler arasında çareyi Osmanlı topraklarına gitmekte bulan Yemenli, Buharalı ve Hindistanlı Yahudiler de vardı”. Bunların bir bölümünün Türkiye topraklarında yer aldığını, diğer bölümünün Osmanlı’nın bırakmak zorunda kaldığı topraklarda kaldığını biliyoruz.
Sonuç olarak “Anadolu tarihinin son iki yüz yılında yaklaşık 6 milyona yakın göçmen, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içine yerleşmiştir. Göçmenlerin yaklaşık yarısı devlet imkânları ile yerleştirilmişler ve istihdam sağlanmıştır. Diğer yarısı genelde daha önce gelen eş-dost ve akrabaların yakınına yerleşmişlerdir”(a.y.).
Bu 6 milyonluk göçmen sayısının önemi ve ağırlığı, göçlerin çoğunluğunun henüz Türkiye nüfusunun bugünkünün üçte biri, yarısı olduğu dönemlerde gerçekleşmiş olması dikkate alındığında daha iyi anlaşılır. Bugünkü 85 milyonluk demografik yapı içinde bu 6 milyonun çocukları ve torunları da yer alıyor.
Türklerin de işe karışmasıyla Anadolu ve Suriye’de oluşan demografik yapı değişiklikleri
Türklerin günümüzde Suriye’nin yer aldığı topraklarla ilişkisini, 7. ve 8. yüzyıla dek götüren tarihçiler/araştırmacılar bulunuyor. Türklerin bu coğrafyada görünür olmasının ne denli eskiye dayandığı bizim açımızdan önemli bir husus değil, bu esas olarak “şanlı Türk tarihi” savunucularının işi. Burada göstermek istediğimiz şu demografik yapının bu coğrafyada, süreç içinde nasıl şekillendiğidir. Bununla ilintili biçimde demografik yapının durağan değil, hareket hâlinde bir unsur olduğu anlaşılır. Tabii burada burjuva tarihçilerince sıklıkla atlanan ve göz ardı edilen, zaman ve mekân meselesine de dikkat çekmek gerekir. Konu bu tip araştırmacılar tarafından öyle işlenmektedir ki, sanki günümüzün Türkleri, geçmişin o dönemdekileri ile aynı unsurlardır. Köken olarak, etnik açıdan bakıldığında, o gün gelenler ile bugünküler arasında bir bağ olduğu açıktır. Ancak burada, toplumsal yapılanma açısından hangi dönemde olunduğunun belirleyici önemi atlanmamalıdır. Uluslaşma süreci gelişen kapitalizmin sonucu olarak başlamış ve günümüzdeki anlamıyla uluslar bu dönemde oluşmuştur. Egemen sınıf burjuvazi ise kendi sınıfsal çıkarına uygun milliyetçilik ideolojisini geliştirmiş ve tüm topluma yaymıştır. Şimdi egemen durumda olan bu ideolojik anlayışla geriye bakılıp, bin yıl önceki insanlar sanki aynı anlayışa sahiplermiş gibi değerlendirmeler yapılıyor. Oysa o dönem ulus-devlet oluşumuna uygun ortamın olmadığı, feodalizmin egemen olduğu ve kabaca söylersek belli toprak parçaları üzerinde egemen hükümdar ve diğer soyluların idaresinde bağımlı uyruktan (eski dilde tebaa veya reaya) oluşan bir yapı söz konusuydu. Uyruk ise, egemen olunan toprak parçasında yaşayan değişik etnik kökenden insanlardan oluşuyordu ve bileşimi egemen toprak parçasındaki değişime vb. nedenlere bağlı olarak değişim hâlindeydi (dönem ordularının farklı etnik kökenli unsurlardan oluşmasının nedeni bu yapıdır). Toplumsal yapıdaki egemen unsur Türk kökenli olsa bile, boylar hâlinde yaşayan Türk kökenliler arasında da tam bir birlik yoktu, tersine çekişme söz konusuydu (ulusal birliklerin sağlanması da kapitalist döneme denk gelir). Bu nedenle herhangi bir Türk boyunun içinde önde gelen bir aile/sülale önderliğinde kurulan devlet, kurucunun adıyla anılırdı (Selçuklular, Osmanlılar vb.). Daha çok Batılılar ve diğer güçler bu devletleri Türk adıyla anar olmuşlardır.
Türklerin ya da benzer etnik kökende insanların 9. yüzyıldan itibaren günümüz Suriye ve Anadolu topraklarına gelmeye başladığı söyleniyor. Suriye topraklarında 878-905 yılları arasında hüküm süren bir Tolunoğulları devleti var ve kurucularının Türk kökenli olmasına bağlı olarak buralara çok sayıda Türk kökenlinin yerleştiği kabul ediliyor.
‘Büyük Selçuklu Devleti’ 11. yüzyıl ortalarında Doğu Anadolu’ya dayandı, günümüz Irak ve Suriye topraklarında egemenlik kurdu. Selçuklulardan önce aynı bölgeye gelip yerleşmiş Türk kökenli unsurların bulunduğu da tarihçiler tarafından kabul görmüştür. Hatta Malazgirt savaşının kazanılmasında Selçuklu tarafına geçerek saf değiştiren Peçeneklerin rolü olduğu yazılıp, çizilmektedir.
Türk kökenliler Anadolu’ya yayılmaya başladığında burada kimler yerleşik biçimde ve yüzyıllardır yaşıyordu? Ermeniler, Rumlar, Araplar, Kürtler ağırlıkta olmak üzere bir dizi başka halklar. Onlardan önce yaşayanların bıraktığı bazı arkeolojik izler ve yazıtlar var sadece. Bu sonuncuların dilleri bile günümüze erişmedi. Günümüzde gelinen yere bakıldığında demografik açıdan nasıl altüst oluşlar yaşandığı hemen görülüyor.
Selçukluların egemenliği altında 100 yıl kadar süren dönemde çok sayıda Türkmen boyu Suriye’ye yerleştirilmiş, Halep, Şam, Hama, Humus, Lazkiye ve Trablusşam gibi şehirlerde yoğunlaşmışlardır. 12. yüzyıl ortalarında başka Türk kökenli devletlerin, Haçlıların, Moğolların sıkıştırmaları sonucu bölgede Selçuklu egemenliği sarsıldı. Moğol baskısı sonucu çok sayıda Türkmen, Anadolu’dan Suriye topraklarına göç etti.
Tarihsel süreç boyunca Anadolu’dan da Suriye topraklarına, demografik yapıyı değiştirir biçimde çok sayıda göç gerçekleş(tiril)miştir. Suriye’den günümüzde gerçekleşen göçlere karşı çıkan insanlara bunların anımsatılması gerekir. Aşağıda bu göçlerin bir özeti verilmiştir.
Kurucu ve yöneticilerinin ağırlıkla Türk kökenli olduğu bilinen Memluk devleti Sultanı Baybars’ın 1260 yılında Moğolları yenmesi sonrası da 40.000 civarında Türkmen’in Halep’e yerleştirildiğine dair bilgiler mevcuttur (“Çekmece İZÜ Sosyal Bilimler Dergisi”, Cilt 8: Sayı:17, Fatma Nur Mollaalioğlu: “Türkiye’den Suriye’ye Gerçekleşen Göçlerin Tarihsel Boyutu”). 1516 yılında Osmanlı Devleti bölgenin hâkimiyetini ele geçirdi ve 1918 yılına dek bölgede kaldı. Bu 402 yıl boyunca Osmanlı Devleti tarafından uygulanan iskân politikaları sonucu demografik yapı da önemli değişiklikler oldu ve bu arada Türkmen nüfusu da arttı. Günümüzde buralarda yaşayan Türkmen nüfus o dönemlerden mirastır. 18. yüzyıl ve sonrasında güçlenen Çarlık Rusya’sının Kafkaslar ve Batı Asya coğrafyası üzerinde baskıları ve egemenliği artınca bu bölgelerden Anadolu coğrafyasına sayısız göç yaşandı. Osmanlı, bu göçlerle gelenlerin bir bölümünü Suriye’de iskân etti. Yukarıdaki kaynakta 19. yüzyılda Anadolu’ya gelen göçmenlerden 34 bin 436’sının Şam’a, 15 bin 586’sının Halep’e yerleştirildiği ile ilgili net sayılar yer alıyor. Türkmenler yanında günümüzde Suriye’de yaşayan Çerkesler, bu dönemde bölgeye yerleştirilmiştir.
Osmanlı, bölgede yaşayan diğer halklardan oluşan nüfusu dengelemek amacıyla bu iskân politikasını uyguladığı için, bölgeye yerleştirilenlerin geri dönüşünü de engelliyordu. “Göçmenlerin Suriye’ye uyum sağlayamadıkları için bu toprakları terk ederek tekrar yurtlarına dönmek istedikleri, bu isteklerinin ise ‘Berlin Anlaşması’(1878) ile yasaklandığı bilinmektedir”. Rakka’ya ceza nedeniyle sürülenlerin geri dönmesini önlemek için, sürgünlere “Rakka Mukavelesi” diye bilinen bir belge de imzalatılırdı (a.y.).
İskân politikası iki yönlü çalışıyordu. Bu bağlamda Anadolu’dan Suriye topraklarına göç söz konusu olduğu gibi Suriye topraklarından Anadolu’ya doğru değişik nedenlerle göç hareketleri yaşanıyordu. Örneğin 1916 yılında Şerif Hüseyin önderliğindeki Arap isyanının İttihat ve Terakki tarafından bastırılması sonrasında, 5 bin civarında Arap aile, İç ve Batı Anadolu bölgelerine nakledilmiştir.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kemalistlerin politikaları sonucu Türkiye’den Suriye’ye göç hareketleri olmuştur. Bunların bir bölümü Kürt isyanlarının bastırılması sonrası Suriye’ye kaçış biçiminde gerçekleşmiştir. Uygulanan etnik kimlikle ilgili politikalarla bir milletler ve milliyetler hapishanesi durumunda olan Türkiye Cumhuriyeti topraklarından Suriye’ye göçler yaşanmıştır. Bunların bir bölümü sürgün edilme biçimindedir.
“Vatandaşlık, Türk kimliği etrafında tanımlanmış, bu durum laiklik ve etnik kimlik tartışmalarına neden olmuş, bu tartışmalar ekseninde çok sayıda isyan ve ayaklanma çıkmıştır.
İsyanlar şiddetle bastırılmış ve bazı Kürt aşiretleri de Türkiye’den sürülmüştür (aynı yerden aktarım: Aslan ve Alkış, 2015: 18-33). İsyana karışan bazı aşiret liderleri Türkiye’yi terk ederek Suriye’nin kuzeydoğusunda bulunan Cezire bölgesine yerleşmiştir. 1927 yılında hükümetin uygulamaya koyduğu Şark Islahat Planı çerçevesinde ise 20-25 bin kadar Türkiye Kürdü Cezire bölgesine göç etmiştir. Böylece Suriye’nin kuzeydoğu sınırlarında bulunan Cezire bölgesi Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir bölge hâline gelmiştir (a.y. aktarım: Dünya Bülteni, 2012).
Birleşik bağımsız bir Kürt devleti kurmayı hedefini ileri süren Hoybun Cemiyeti 1927 ile 1930 yılları arasında Türkiye’nin doğusunda çıkan isyanlarda da etkili olmuştur. İsyanlar bastırılınca on binlerce Kürt Suriye’ye kaçmak zorunda kalmıştır” (a.y. aktarım: Gökcan, 2018: 159-189).
Bunun gibi 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra kovuşturmaya uğrayan ya da siyasal ve ulusal baskı ortamından kaçmak isteyen çok sayıda Kürt aileleriyle birlikte Suriye topraklarına göçmüştür.
“Laiklik” ve “Eğitim Birliği”(Tevhid-i Tedrisat kanunu) gibi politikalar da, bundan rahatsızlık duyan kesimlerin göçüne neden olmuştur. Türkiye’de dini hassasiyeti olan Müslümanlar ile Osmanlı Dönemi’nde sahip oldukları eğitim haklarını kaybeden gayri-Müslimler Suriye gibi ülkelere gitmeyi tercih etmiştir.
“Türkiye’de yaşayan bazı gayri-Müslimler anadilde eğitim almak için ülkeyi terk etti. Dolayısıyla gayri-Müslimler Türkiye’de istedikleri din ve dilde eğitim yapamadıkları için başka ülkelere göç etmeyi tercih ettiler. Bu dönemde Suriye’ye de çok sayıda gayrimüslim göç etti (a.y. aktarım: Zengin, 2008: 139-170).
1932’de Süryani Patrikliği Suriye’ye taşınmıştır. Süryani din adamları ile birlikte pek çok din mensubu da Suriye’ye göç etmiştir (a.y. aktarım: Güç Işık, 2014: 739-760). Getirilen laik düzenin neden olduğu kısıtlamalar nedeniyle çok sayıda Yezidi, Süryani ve Kürt aile de Suriye’ye göç etmiştir. Yezidi, Süryani ve Kürtlerden en çok Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayanlar Suriye’ye göç etmiştir. (a.y. aktarım: Baz, 2012: 239-255).
Hatay’ın Türkiye’ye ilhakından sonra “1940’a kadar bölgede yaşayanlara ‘Vatandaşlık Tercih’ hakkı tanınmış ve 1939 tarihli bazı belgelere göre bu dönemde Hatay’dan, başta Suriye olmak üzere çeşitli ülkelere göç edenler olmuştur… Hatay’dan Lübnan veya Suriye’ye 48 bin kişi göç etmiştir. Göçmenlerin 26.500’ünün Ermeni, 11.500’ünün Rum, 6 bininin Arap ve 3 bininin Nusayri olduğu kaydedilmiştir”.
“Bilhassa tasavvuf erbabı olan Türkler, Şam’da Muhyiddin Arabi türbesi etrafında toplanmış, Suriye’de ‘Türk Mahallesi’ olarak bilinen yeri inşa etmişlerdir” (a.y. aktarım: İneli Ciğer, 2016: 62-92).
Cumhuriyet’in ilk 25 yılı içinde, Türkiye’de medreselerin kapatılması sonrası Arapçanın en düzgün şekilde okutulduğu Şam Üniversitesi, Halep Üniversitesi gibi, Suriye’deki üniversitelere gitmeyi tercih eden çok sayıda öğrenci olmuştur.
Suriye’den de İkinci Dünya Savaşı sonrası 1970’li yıllara dek 4 dalga hâlinde (1945, 1951, 1953 ve 1967) göçler yaşanmıştır. Bu göçlerde Baas rejiminin, Kürtler ve Türkmenler üzerindekiler başta olmak üzere uyguladığı ulusal baskıcı politikaların önemli payı vardır.
Türkiye ve Suriye’nin (kuzey bölgelerinin) demografik benzerlikleri
Türkiye’de farklı statülerde göçmen olarak bulunan Suriyelilerin etnik dağılımı nasıldır?
Wikipedia’ya bakıldığında, bu konuda net bir bilgi olmamakla birlikte Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK-UNHCR) 2019’da yayımladığı “Suriyeli Barometresi” adlı bir çalışma bulunduğu ve çalışmadaki verilere göre Türkiye’deki Suriyelilerin %81’inin anadilinin Arapça, %16,1’i Kürtçe, %13,3’ü ise Türkçe olduğu bilgisi yer alıyor. Çalışmada kullanılan ankette sorulan soruya birden fazla yanıt verilebildiği belirtiliyor. Buradan, Esad/Baas rejiminin uyguladığı asimilasyon siyaseti ve uygulamaları hesaba katılarak, çok sayıda Kürt ve Türkmen’in Arapça da konuştukları sonucu çıkarılabilir. Eğer böyleyse, oransal olarak Kürt ve Türkmenlerin biraz daha fazla sayıda oldukları düşünülebilir.
Suriyelilerin bu etnik yapısının, Türkiye’nin yerli halkları ile benzerlik gösterdiği açıktır. Türkiye’de de bu üç ulustan insanlar nüfus açısından ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bir farkla ki, Suriyelilerde Arap nüfus çoğunlukta iken, Türkiye’de Türkler çoğunluktadır.
Suriyeli göçmenler dâhil, coğrafi sınırın iki tarafındaki halklar etnik açıdan da kardeştir. Onların aralarında öz itibariyle alıp veremedikleri bir şey yoktur. İşin içine burjuvazi, onun ideolojisi ve bu ideolojinin etkisi karışınca iş içinden çıkılmaz hâl alıyor.
Suriyeli göçmenlere karşıt olan ve onların geri gönderilmesini, hatta bunun bir an önce yapılmasını isteyen ve demografik yapının bozulma öcüsünü bunun için kullanan burjuvaziye, onun bir çelişkisini de anımsatmak gerekir:
Burjuvazi açısından, dönemin egemenlerinin ilan ettiği Misak-ı milli (Ulusal Ant) neredeyse kutsal bir şeydir. Burada Türkiye’nin güney sınırları olarak, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı andaki Osmanlı ordusunun elinde bulunan fiili sınır kabul görmüş ve bunun kabul ettirilmesi için çok uğraşılmıştır. Lozan antlaşmasının imzalanması önünde bu konu engel olarak görüldüğünde, antlaşma bu sınırların saptanması ileriye bırakılarak imzalanmıştır. 1926 yılına kadar süren çekişmeler sonucu, güçler dengesi Ulusal Antta saptanan sınırların kabul ettirilmesine izin vermemiş ve Hatay hariç şimdiki sınır kabul edilmiştir. Türk burjuvazisinin, geçmişte olduğu gibi günümüzde de, bu Ulusal Ant sınırları özlemi içinde olduğundan emin olabiliriz. Nitekim Hatay’ın ilhakı bu özlemin bir sonucudur.
Şimdi bir ve aynı ideolojik yapıya sahip unsurlar bir yandan Ulusal Ant sınırları hayalleri kurarken, öbür yandan “Suriyeliler evlerine” diyorlar. Türkiye coğrafyasında bulunan Suriyelilerin evleri neresi? Büyük oranda, hayalleri kurulan Ulusal Ant sınırları içinde bulunan bölge! Yani “gitsinler yoksa demografik yapımız bozulacak” dedikleri yapı, zaten Ulusal Ant’ın gerçekleşmesi durumunda var olacak demografik yapı!
2011’den günümüze Türkiye coğrafyasına yapılan göçler ve son durum
Suriyeliler
İçişleri Bakan Yardımcısı İsmail Çataklı’nın, 2022’nin Ağustos ayı başında yaptığı açıklamaya göre, “bugün itibarıyla ülkemizde kayıt altına alınan Suriyeli sayısı ise 3 milyon 652 bin 633 kişidir”, ülkesine geri dönen Suriyeli sayısı ise 514 bin 358’e ulaşmıştır. Çataklı’nın “kayıt altına alınan Suriyeli sayısı” dediği, “geçici koruma altında” bulunan Suriyelilerdir. Bu Suriyelilere ek olarak, oturma izni ile ikamet eden 107 bin 625 kişi ve T.C. vatandaşlığı edinmiş 211 bin 908 kişi bulunduğu değişik kaynaklarda yer almaktadır.
Bu durumda aynı tarih için 3 milyon 760 bin 258 Suriyelinin Türkiye coğrafyasında kayıt altında bulunduğu söylenebilir. Kimileri bu sayıya T.C. vatandaşlığına geçenleri de ekliyor. Bu, eğer Türkiye’ye göçmen olarak gelip yerleşen ve vatandaşlık alan kişinin kökeni nedir sorusuna yanıt anlamında yapılsaydı, anlamlı olabilirdi. Ama bu, T.C. vatandaşlığına geçen kişiyi bile “geri dönmesi gereken” kişi olarak gösterme gayreti ile yapılıyorsa, kötü bir iş yapılıyor demektir.
252 kişilik ilk sığınmacı kafilesi 29 Nisan 2011’de Türkiye’ye giriş yaptı. Aynı yılın sonuna dek sayı 14.000’e ulaştı. Ağustos 2012’de sayının 60 bin civarına ulaşmasıyla eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “psikolojik sınır 100 bindir” açıklamasında bulundu. Ekim 2012’de Suriyeli sayısı 100 bine ulaştı, 2013 sonunda sayı 224 bini aştı.
IŞİD’in 2014-2015 yıllarında Suriye ve Irak’ın önemli bir bölümünü kontrolü altına almasının ardından Türkiye’deki mülteci dalgası hız kazandı. 2014 bittiğinde Türkiye’de Suriyelilerin sayısı 1,5 milyondan fazlaydı. Bu sayı 2015 sonunda 2,5 milyona, 2016 sonunda 2,8 milyona yükseldi. Suriye’ den T.C. sınırları içine göçen nüfus 2017 sonunda 3,4, 2018 sonunda 3,6 milyon oldu. Son 3,5 yılda sayıda pek değişiklik olmadığı görülüyor. Geri dönenlerle yeni gelenlerin sayısının aynı olduğu bir durum söz konusu gibidir.
Göç İdaresi Başkanlığı’nın 18 Ağustos tarihinde açıkladığı verilere göre geçici barınma merkezlerinde kalan Suriyeli sayısı 48 bin 399 kişi olurken, bu sayı Temmuz’da 48 bin 958 kişiydi. Buna göre Türkiye’de bulunan Suriyelilerin yalnızca yüzde 1,3’ü barınma merkezlerinde yaşarken geri kalanlar kentlerde yaşamlarını sürdürüyor. Göç İdaresi Başkanlığı’nın internet sitesinde (goc.gov.tr/gecici-korumamiz-altindaki-suriyeliler) “oluşan göç dalgaları sebebiyle 10 şehirde kurulan 26 geçici barınma merkezinde 256.971 Suriyeli” barındırıldığı bilgisi yer alıyor. Sonrasında hem geçici barınma merkezi sayısında hem de bunların bulundukları kent sayısında azalma –son olarak 5 ilde 7 merkez– olduğu görülüyor.
Açıklamadaki çizelgeden en yüksek Suriyeli sayısına 3.737.369 ile 2021 yılında ulaşıldığı görülüyor. “Merkezlerde yaşayan Suriyelilerin sayısı 3 milyon 604 bin 414 kişi olurken, bu sayı geçtiğimiz aya göre bin 944 kişi azalmış durumda”. Suriyelilerin en yoğun yaşadığı iller İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Aydın, Bursa, Çanakkale, Düzce, Edirne, Hatay, Kırklareli, Kocaeli, Muğla, Sakarya, Tekirdağ ve Yalova’dır. Buraların görece gelişmiş ve iş olanaklarının daha çok olduğu bölgeler olduğu dikkat çekiyor. En fazla Suriyelinin yaşadığı şehir olarak 549 bin 788 kişi ile İstanbul öne çıkıyor. Bu kenti Suriye’ye sınırı bulunan Gaziantep 465 bin 378 kişi ve Şanlıurfa 383 bin 970 kişiyle takip ediyor.
Kilis ise kentin nüfusuna göre en fazla Suriyeli yoğunluğunun olduğu kent olurken, burada resmi rakamlara göre 91 bin 158 Suriyeli bulunuyor. Kentte T.C. vatandaşı sayısı 145 bin 826 olduğu bilindiğinde toplam nüfusun yüzde 38,5’i Suriyelilerden oluştuğu görülüyor. Türkiye genelinde yaşayan Suriyelilerin T.C. vatandaşlarının nüfusuna ortalama oranı yüzde 4,14 olarak hesaplanmıştır ve Kilis’teki oran en yüksek olanıdır.
Ve diğerleri
Türkiye’de bulunan göçmenlerin tümü Suriyelilerden oluşmuyor. Ancak ana gövdenin onlar tarafından oluşturulduğu söylenebilir. Ayrıca Türkiye coğrafyasında bulunan yabancılar da, geniş anlamda bakıldığında, göçmendir. Aralarındaki fark, onlara verilen statüler arasındaki farklılığa bağlıdır. Suriyeliler ezici ağırlık olarak “geçici koruma altında” olma statüsü ile burada bulunmaktadır. Suriyeliler dışında başka ülkelerden insanlar da vardır kuşkusuz. Bunlar yanında örneğin “ikamet izni” ile ülkede bulunan ve sayıları milyonu aşan insan söz konusudur.
İçişleri Bakanlığına bağlı Göç İdaresi Başkanlığına göre (goc.gov.tr) 6.10.2022 itibariyle “ikamet izni ile ülkemizde bulunan yabancı sayısı” 1.343.701’dir. TÜİK’e (data.tuik.gov.tr) göre ise 2021 yılı sonu itibariyle “Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre, ülkemizde ikamet eden yabancı nüfus bir önceki yıla göre 458 bin 626 kişi artarak 1 milyon 792 bin 36 kişi oldu”. Arada 450 binlik bir fark bulunuyor. TÜİK yabancı nüfus kapsamını daha geniş tutuyor. Dipnot biçiminde yer verilen bilgiye göre bu sayı içinde “uluslararası koruma kimlik belgesi gibi ikamet izni yerine geçen kimlik belgesi olan ve referans tarihinde geçerli adres beyanı olan kişiler ve izinle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkmış referans tarihinde geçerli adres beyanı olan mavi kart hamili kişiler” yer alıyor. Bu, tabii sağlıklı bir yabancı nüfus verisi değil, bu abartmacıların işine yarayan bir veri. Çünkü burada başka ülkeden vatandaşlık alabilmek için T.C. vatandaşlığından danışıklı olarak çıkan kişiler bile yabancı olarak yer alıyor.
Yine TÜİK’e göre Türkiye’de ikamet izni ile bulunan yabancılar 136 ülke vatandaşlarından ve vatansızlardan oluşuyor. Bu ülkelerin ilk altısından gelen yabancılar toplam ikamet izni ile bulunanların yarıdan biraz fazlasını oluşturuyor: Irak 322.015, Afganistan 183.567, İran 128.883, Türkmenistan 123.965, Suriye 104.554, Almanya 102.592 kişi.
Tüm veriler bir araya toplandığında, Göç İdaresi Uyum ve İletişim Genel Müdürlüğü 18.05.2022 tarihli verilerine göre Türkiye’de en az 5.506.304 yabancı / göçmen bulunuyor.
Resmi kaynakların verilerinde kayıt dışı olarak ülkede bulunanlarla ilgili bilgi bulunmuyor. Bu konumdaki insanların her gün yakalanıp, işleme tâbi tutulduklarını ve büyük çoğunluğunun geri gönderildiğini, aşağıda değineceğimiz gibi, biliyoruz. Bunun dışında kayıt dışı sayıları tahmini yapılıyor. Önemli olan bu tahminlerin gerçeğe ne denli yakın olduğudur. Irkçı çevreler, aşağıda yer vereceğimiz gibi sayıları kafalarına göre abartıyorlar. Sorunla yakından ilgilenen ve durumu daha objektif değerlendiren kuruluşların bu konudaki tahminleri, bir milyon civarında kayıt dışı göçmenin olduğu biçimindedir (bkz. Göç uzmanı Prof. Dr. M. Murat Erdoğan, 30 Aralık 2017 tarihli Gazete Duvar) [2] Tüm bu veriler toplandığında T.C. topraklarında bulunan göçmen sayısının 6,5 milyon civarında ya da kayıt dışı tahminlerinde yanılma payı da hesaba katılarak bunun biraz üzerinde olduğu kabul edilebilir.
Tartışmalı konulardan biri: Vatandaşlık verilenlerin sayısı
Aşağıda daha geniş yer vereceğimiz gibi çokça dillendirilen iddialardan biri, başta Suriyeliler olmak üzere göçmenlere bolca vatandaşlık verildiği, vatandaşlık verilen bu kişilerin seçimlerde kullanılacağı biçimindedir.
Bu konuda resmi veriler şöyledir:
Nüfus ve Vatandaşlık İşleri verilerine göre 19 Ağustos 2022 itibariyle Türkiye vatandaşlığı alan Suriyeli sayısı 211 bin 908’e ulaşmış durumda. Bu kişilerden 120 bin 133’ü reşit durumda ve bir sonraki seçimlerde oy kullanmalarının önünde herhangi bir engel bulunmuyor.
Öte yandan Türkiye’de vatandaşlığa sahip olan 104 bin 976 Ahıska Türkü, 7001 Uygur Türkü ve 39 bin 294 Afganistan uyruklu kişi bulunuyor.
“Düzensiz” göçmenler ve onlara yapılan müdahaleler
Göç İdaresi Başkanlığı internet sitesinde (goc.gov.tr/sinir-disi-avrupa) 03.09.2022 tarihinde yapılan açıklamanın başlığı şöyle: “Türkiye Sınır Dışı Sayılarında Avrupa’yı Geride Bıraktı”. Övünç kaynağı olan olaya bakar mısınız? Demek ki ırkçılık yarışında bir adım öne geçmişsiniz!
2022’de 158.525 “düzensiz” göçmen yakalanmıştır ve bunların 75.678’i sınır dışı edilmiştir. “Avrupa ülkelerinin sınır dışı başarı oranı ortalaması %10 seviyesindeyken, ülkemiz %67 sınır dışı başarı oranı ile tüm Avrupa’yı geride bırakmıştır”.
Ayrıca “bu kapsamda; 2022 yılında 204.966 düzensiz göçmenin ülkemize girişi engellenmiştir”.
“Geçen senenin aynı dönemiyle kıyaslandığında sınır dışı sayısı %143 artmıştır.
Geçen yılın aynı dönemine göre sınır dışı sayısı, Afganistan uyruklu yabancılarda %150, Pakistan uyruklu yabancılarda %61 ve diğer uyruklu yabancılarda %183 artmıştır”.
“2016 yılından bu yana sınır dışı edilen düzensiz göçmen sayısı ise 401.187’ye ulaşmıştır”.
Ne büyük “başarı”!
Burjuvazinin çeşitli kanatları arasında göçmenlere karşı tavır ve onların geri gönderilmesi konusunda son yıllarda artan biçimde bir yarışın olduğu göze çarpıyor. Özellikle muhalefet çevreleri bu yarışın başını çekiyor ve burada, geri bilinçli yığınlar içinde yandaş bulup bunların sayısını arttırdıkça, kendileri açısından başarılı bir siyaset yürüttüklerini düşünüyorlar. Bunun farkına varan iktidar ise, her ne kadar işi İslam retoriği ile götürmeye çalışsa da oy kaybını göze alamadığından, yarış içine daha çok giriyor. Böylesi övünülerek yapılan “başarı” dolu açıklamalar, meydanı boş bırakmamak kaygısı ile yapılan, yarışta bir adım öne geçme açıklamaları. İki kesim arasında şöyle bir fark var tabii: İktidardakiler yapıyor, muhalefettekiler ise bunu yeterli bulmuyor ve daha fazlasını yapacağını vaat ediyor.
Afganistan ve Pakistan’a düzenlenen 188 charter seferi ve tarifeli uçuşlar ile 2022 yılında 44.786 Afganistan ve 8.114 Pakistan vatandaşı “düzensiz” göçmen ülkelerine gönderilmiştir.
Aynı yerde başka bir “başarı”ya yer verilmiştir: “Avrupa’nın Tamamında Bulunan Geri Gönderme Merkezi Kapasitesini Geçtik”. Buna göre “geri gönderme merkezleri” sayısı 30’a, kapasitesi ise 20.540’a yükseltilmiştir. “Böylece ülkemiz, tüm Avrupa ülkelerinde bulunan geri gönderme merkezi kapasitesini geride bırakmıştır. Hâlihazırda geri gönderme merkezlerimizde 91 farklı uyruktan 17.569 yabancı (5.259’u Pakistan, 3.888’i Afganistan ve 8.422 diğer uyruk) idari gözetim altında olup sınır dışı işlemleri devam etmektedir”. Açıklamanın sonunda “kamuoyuna saygıyla duyurulur” ibaresi eksik bırakılmamış; göçmenler konusunda burjuvazi tarafından oluşturulan “hassasiyet” dikkate alınarak kullanılmış bu tümce.
Terörist olarak kabul edilenlerle ilgili yapılan işlemler
Burjuva muhalefet çevreleri tarafından yapılan hükümet karşıtı propagandalardan biri de ülkeye yabancı teröristlerin doldurulduğu ve gerektiğinde bunların AKP tarafından kullanılacağı biçimindedir. Buna AKP’nin itiraz etmesi beklenen bir şeydir. Nitekim aynı internet sitesinin 02.08.2022 tarihli başka bir sayfasında “2011 yılından günümüze, 102 farklı uyruktan 9 bin yabancı terörist savaşçı sınır dışı edildi” bilgisi paylaşılıyor. Bunların büyük çoğunluğunun AB vatandaşı olduğu bildiriliyor.
Muhalefet çevrelerince yapılan ırkçı algı operasyonları
Konuyla ilgili hemen her alanda, görsel ve yazılı medya, sosyal medya kullanılarak, çok yönlü göçmen karşıtı algı operasyonları yürütülmektedir. Aleyhte kullanılabilecek hemen her alanda abartı yapılması bir yana, tümüyle uydurma paylaşımlarla göçmen karşıtlığı yaratılmaya ve körüklenmeye çalışılmaktadır.
Sosyal medyada uydurma Suriyeli örgütlerden paylaşımlar yapılmakta ve bu örgüt yöneticilerinin ağzından, yakında Türkiye’yi ele geçirecekleri biçiminde ipe sapa gelmez açıklamalar yapılmaktadır. Böyle örgütler gerçek bile olsa, bunların söylediklerinin gerçekleşmesinin herhangi bir biçimde olasılığı olmamasına karşın, böyle paylaşımlar etkili olabiliyor.
Muhalefetin bir cephesinden yapılan ırkçı algı operasyonlarına, uç bir örnek olarak Ümit Özdağ / Zafer Partisi gösterilebilir. Bu parti Türkiye’nin AfD’si (Almanya’daki ırkçı, faşist parti) olmaya soyunmuş bir görünüm çizmektedir. Geçmişi ve geldiği yer açısından ideolojik yapısını iyi bildiğimiz bu zat, yürüttüğü Suriyeli ve göçmen karşıtı ırkçı politika ile henüz oran olarak düşük de kalsa, artan biçimde oy almayı becerebilmektedir.
Açıklamaları son derece tutarsız olmasına karşın yığınlar içinde yandaş bulabilmektedir.
2022 yılının ilk ayında Türkiye’ye günde 300 Suriyelinin girdiğini açıklamıştı. 30 Nisan 2022 tarihli Cumhuriyet gazetesine “Türkiye’de göçmenlerin ve sığınmacıların sayısının 8 milyonu aştığını görüyoruz… Türkiye’de kayıtlı 3,7 milyon Suriyeli, 4,3 milyon da kayıt dışı sığınmacı olduğu” biçiminde bir açıklaması oldu. Temmuz’daki bir açıklamasında sayıyı 10, Ağustos’takinde 13 milyona çıkardı.
Kayıt dışı sığınmacı sayısını nereden bulduğu bir bilmece tabii. Ayrıca Suriye’nin 2011 yılındaki nüfusunun 18 milyon civarında olduğu bilindiğinde, bu iddia doğru olsa ve diğer ülkelere göçen Suriyeliler de hesaba katıldığında Suriye’nin neredeyse tamamıyla boşalmış olması gerekirdi.
Yukarıda Göç İdaresi Başkanlığının yayınladığı verileri paylaştık. Yine aynı sitedeki verilere göre 2017’ye dek 800 binin üzerinde “düzensiz” göçmen yakalanmıştır. Aynı şeyin sonraki yıllarda da devam ettiği görülüyor; sonraki dönemde sınır dışı edilenlerin sayısı 400 bini aşıyor. Sınırda yapılan müdahaleler söz konusudur. Sadece 2022’nin ilk 8 ayında 200 binin üzerinde göçmene sınırda engelleme yapılmıştır. Her yıl yapılan böylesi engellemelerde en yüksek sayı 450 bini aşkın müdahalenin yapıldığı 2019 yılı olmuştur.
Bunlar dışında görece az sayıda olsa da, resmi kanallardan Batılı ülkelere gönderilen Suriyeliler var. 2012-2022 arası sürede 20 bin kişi üçüncü ülkelere gönderilmiş. En fazla göçmen alan ülke Kanada olurken, ABD 8 bin kontenjan tanımasına karşın, bu yolla hiç göçmen almamış.
Bunun dışında geri dönüş vb. yollarla azalan Suriyeli sayısı da söz konusudur. Örneğin 2022 başından Ekim ortasına dek yaklaşık 115 bin kişi ülkeyi terk etmiştir.
Özdağ, 21 Ağustos 2022 tarihinde İndependent Türkçe’ye (indyturk.com) yaptığı açıklamada 1 milyon 750 bin kişiye vatandaşlık verildiğini, bunların 1 milyon 476 bin 368’inin Suriyeli olduğunu öne sürüyor.
Rize’de esnaf ziyareti esnasında “Türkiye’de 13 milyona yakın sığınmacı ve kaçak” söyledikten sonra ekliyor: “Bu ülke istila ediliyor. Bu istilanın bedeli Türk halkına ödetiliyor, 100 milyar doları aştı”. Vatandaşlık alanların “neredeyse seçim sonuçlarını etkileyecek yüzde 3’lük bir oran” oluşturdukları söylüyor. Ve “Eğer bu böyle devam ederse Türkiye, Irak’ta ve Suriye’de yaşanan iç savaşın aynısını, daha tahrip edicisini yaşayacak. Çünkü Suriyelilerin, Afganların vesairelerin Türkiye’ye itilmesinin bir stratejik göç mühendisliği olduğunu ve amacın Büyük Kürdistan için Türkiye iç savaşı olduğunu biliyoruz. Karşı karşıya olduğumuz durum, bir insan hakları meselesi olmanın ötesinde bir İstiklal Savaşı’dır” biçiminde devam ediyor.
Gerçek mülteci sayısını resmi makamların ona defalarca bildirdiğine göre 13 milyon olduğunu söylüyor. Gazeteci soruyor: “Bu rakamı nasıl elde ettiniz? Çok özel değilse dinleyebilir miyim?” Özdağ’ın yanıtı: “Çok özel. Bana değişik şekillerde iletildi”. Gazeteci yine soruyor: “Resmi rakamlar mı bunlar?” Yanıt: “Resmi rakamlar”.
O zaman bu sayılar Özdağ için çok özel olan, onun için hazırlanmış resmi sayılardır! Ufak da olsa bir olasılıkla bu sayıların bir takım devlet bürokratları tarafından servis edildiğini varsayalım. Bu, hiçbir biçimde verilerin doğru olduğunu göstermez. Bu, ancak birilerinin Özdağ’ı kullandığını gösterir.
Yöntemi böyle olunca istediği gibi atıyor sayıları Özdağ. Ve kendisiyle açıkça çelişiyor. Bizzat kendisi, yılın ilk ayında yaptığı açıklamada her gün 300 Suriyelinin giriş yaptığını söylüyor. Bu ayda 9.000 kişi demektir. Bu, Nisan ayında açıkladığı 8 milyon sayısının nasıl dört ay içinde 13 milyona çıktığını açıklamaktan uzaktır. Bu artışın gerçekleşmesi için her gün ortalama 40 bin üzerinde insanın giriş yapması gerekirdi. Ve böyle yüksek sayılı girişler olsaydı, bunun fark edilmemesi olanaksız olurdu.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, resmi sayılar Suriye’den en büyük göç girişinin 2014 yılında olduğunu gösteriyor. 2013 sonu ile 2014 sonu arasında Suriyeli artışı 1 milyon 276 bin kişidir. Bu bile günlük ortalama 3.500 kişi anlamına geliyor.
Özdağ’ın bunu görecek, anlayacak kadar hesap bilmediği düşünülemez. Onun yandaşları için ve bunlara inananlar için de aynı şey geçerli tabii. Ama işte insanların kafası burjuva ırkçı önyargılarla doldurulmuş olduğunda böylesi paylaşımlar sorgulanmıyor bile. Tersine bu kafadaki ırkçı kesimler sosyal medyada yaptıkları paylaşımlarda Özdağ’ın, vb.lerinin görüşlerini desteklemek için olmadık işler yapıyorlar. Örneğin Afganlı göçmenlerin İran’da çekilen görüntülerini sanki Türkiye sınırları içinde gerçekleşiyor gibi servis ediyorlar. Sanki on binlerce insan doğudan giriş yapıp batıya doğru yürüyorlar havası veriliyor.
Ümit Özdağ’ın sosyal medyayı kullanarak yürüttüğü algı operasyonlarından biri de, projeyi kendisinin sipariş ettiğini, senaryosunu onayladığını ve yapım masraflarını karşıladığını kabul ettiği “Sessiz İstila” filmidir. 2022’de filmin yapımcısı Hande Karacasu’nun Youtube kanalından yayınladığı kısa filmde, Türkiye’ye göç eden Suriyelilerin 2043 yılında yönetimde egemen bir konuma geldiği, Türklerin ise iş bulamadığı ve Türkçe konuşamadığı bir senaryo gösteriliyor. Film 4 milyondan fazla izlenmiştir.
Özdağ’ın söyledikleri bazı hususların üzerinde durmalıyız. Türkiye’ye yapılan göçlerin “bir stratejik göç mühendisliği” olduğunu iddia ediyor; bununla hedeflenenin, iç savaş çıkartarak Büyük Kürdistan’ı kurmak olduğunu söylüyor. Bu, ispatsız bir iddiadır. Kim, hangi güç veya güçler bunu yapıyor ve nasıl yapıyor belli değildir. Gelenlerin büyük çoğunluğu (%70’i) Arap, Türkmenler de var, bunlar niye Büyük Kürdistan için savaşsın ya da savaş çıkarsın, anlaşılır gibi değil. “Türkiye, Irak’ta ve Suriye’de yaşanan iç savaşın aynısını, daha tahrip edicisini yaşayacak”mış. Irak ve Suriye’deki iç savaşın nedeni göç mühendisliği mi?
Özdağ bu iddialarda tek başına değildir, bu konularda yıllar öncesine giden bir araştırma külliyatı oluşmuş durumdadır. Gerek yurt içinde gerekse yurtdışında bir dizi araştırmacının bu konuda makaleler yayınladığı ya da kitaplarında bu görüşlere yer verdiği görülüyor. Ama burada daha çok söz edilen, “göçün asimetrik bir güç” olarak kullanılmasıdır. Göçün yönlendirilmiş olmasından da söz ediliyor ama bunu kanıtlayan bir veri yok.
Göçü asimetrik güç olarak kullanma nedir? Örneğin Erdoğan sıkıştıkça Avrupa Birliği’ni kapıları açarım diye tehdit ediyor ya, alın size göçün asimetrik güç olarak kullanımı. Kapitalist devletler arasında, göçmenler üzerine yapılan pazarlıklarda bu asimetrik güç sürekli olarak kullanılıyor zaten.
Türkiye’ye karşı “stratejik göç mühendisliği” hangi güçler tarafından yapılıyor olabilir? Bunu organize edebilecek gücün büyük bir güç olması gerektiği açıktır. Bunlar emperyalist büyük güçler olmalıdır. Ama onların durumuna baktığımızda, göçlerle başlarının pek hoş olmadığını görüyoruz. Buralar göçlerin hedef ülkeleri konumunda zaten. Oralara yapılan göçleri kim örgütlüyor acaba?
Biz çağımızda göçlerin nedeninin ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Yazıda bunu elden geldiğince ortaya koymaya çalıştık. Özdağ, vb.lerinin objektif olarak yaptıkları, dikkatleri bu ana nedenden kaçırmak ve vatan elden gidiyor korkutmacasıyla ırkçı görüşlerine puan toplamaya çalışmaktan başka anlama gelmiyor.
Muhalefetin diğer cephesinde yürütülen ırkçı algı operasyonlarına örnek olarak Bolu belediye başkanı, üyeliği bir yıllığına dondurulmuş olan CHP’li Tanju Özcan’ın söylem ve eylemleri gösterilebilir. O da uç örneklerden biri olmakla birlikte, bu takımdan çok sayıda insanın hislerine tercüman olmuş durumdadır. Bu kesim kendini yukarıdaki gibilerden ayırmakta, kendilerini sosyal demokrat olarak konumlandırmakta ve anayasanın sosyal, hukuk devleti gibi kavramlarına, içini kendilerince daha farklı doldurarak sahip çıkmaktadır. Böyle konumlandırma farklı bir sonuç doğurmakta mıdır? Hayır! Aynı ırkçılık burada da sırıtır.
Bu takımdan bazıları, bu kadar da olmaz deyip, Tanju Özcan’ı eleştirir gibi görünür. Ama ırkçılığa sınır çekilebileceğini düşünmek ve şuraya kadar normal ama bundan sonrası kabul edilemez gibi bir tavır takınmak tam bir saçmalıktır. Bu takım da benzer gerekçelerle ve açık bir biçimde Suriyelileri geri göndereceğiz diyor. İçlerinden Tanju Özcan gibi birileri çıkıp, gidişi “teşvik” edecek “önlemler” alıyor, çağrılar yapıyor. Olan bu.
Ne gibi “önlemler” Özcan’ınkiler?
Göçmenlere verilecek suyun tarifesini 2,5 dolara (bu normal Türk vatandaşının ödediğinden 11 kat daha pahalı anlama geliyormuş), nikâh ücretini ise 100.000 TL’ye çıkardığını açıkladı geçen yıl.
Son olarak kentteki ilan panolarına Arapça ve Türkçe olarak “son çağrı” afişleri astırdı. Şöyle deniyor bu afişlerde : “Ülkemizdeki ekonomik buhranı görüyorsunuz. Gençlerimiz işsiz, aileler açlık sınırının altında yaşıyor. Bu şartlarda artık sizinle paylaşacak ekmeğimiz ve suyumuz kalmadı. Geldiğiniz gibi gitme zamanınız geldi. Artık istenmiyorsunuz, dönün ülkenize”.
Böylece bu sosyal-demokrat kesimin, T.C. vatandaşı olan emekçilerin işsiz ve aç olmalarının nedeni ile ilgili ve bunu nasıl çözecekleri konusunda hangi görüşte olduklarını, bunların sosyalliklerinin ne anlama geldiğini bir kez daha görmüş oluyoruz. Öyle bir sosyallik ki bu, göçmenlere ayrılan kaynağı –bunun da ne kadar olduğu ve kaynağın nereden geldiği tartışmalıdır– kesip, diğer yoksullara verecekler! Ayrıca su tarifesi, nikâh tarifesi gibi uygulamalarla göçmenleri söğüşleyecekler (Bunlar gerçekleştirilemedi ama öneri bile tek başına kafa yapısını göstermeye yetiyor).
Ekonomik buhranın nedeni göçmenler değil, kapitalizmin ta kendisidir; işsiz ve aç bırakan da bu sistemdir. İşsiz gençleri, açlık sınırı altında yaşayan aileleri düşünen insan bu sisteme karşı çıkar ve bu karşı çıkışın gereklerini yerine getirir. Böyle bir şeyin bunlardan beklenemeyeceği açık, kendileri de farklı bir sistem savunmuyorlar zaten. Dolayısıyla yapabilecekleri tek şey, bunalım durumunda paylaşılacak ekmek ve su kalmadığı edebiyatıdır. Neyin ne olduğunu bilmeyen, beyinleri burjuva önyargılarla doldurulmuş insanlar da, bundan, sorumluluğun göçmenlerde olduğu sonucunu çıkartıyor.
Göçmen karşıtı yönlendirici eylemlerin ardı arkası kesilmiyor. Çok sayıda örnek var ama biz çarpıcı birkaçını paylaşalım burada.
Antalya’nın Gazipaşa ilçesinde, vatandaşları rahatsız ettikleri gerekçesiyle plajlara Suriyelilerin girişinin yasaklanmasını isteyen karar tasarısı AKP ve MHP’li meclis üyelerinin sessiz kaldığı oylamada CHP ve İYİ Partili üyelerin oylarıyla kabul edilmiş ve belediye başkanının bu karar yasalara uymadığı gerekçesiyle reddetmesi üzerine ikinci oylamada karar geri çekilmiştir.
Twitter’da #SuriyelilerSuriyeye adıyla açılan sayfada birçok siyasetçi seçim vaadi olarak mülteci sorununu çözeceğini belirtmiştir.
Göçmenlere karşı hava böyle olunca buna çeşitli kesimler de katkıda bulunuyor.
İzmit’te bir işyerinde poğaçanın Suriyelilere 5 kat pahalı satıldığı medyaya yansıdı.
2021 Ağustos’unda bir futbol maçında Beşiktaşlı taraftarlar “ülkemde mülteci istemiyorum” tezahüratında bulundu. Gezi direnişine destek veren Beşiktaş taraftarları vardı bilindiği üzere. Bunların bir ve aynı insanlar olduğunu iddia edemeyiz ama küçük burjuva ideolojik yapının her iki eyleme uygun olduğunu söyleyebiliriz. Bunun gibi sosyal medyada sosyal olaylara duyarlılık gösteren; doğa ve çevre katliamlarına karşı, çaresizlik içinde bırakılmış hastalarla dayanışma amaçlı, insan hakları ihlallerine karşı çıkma bağlamında sürekli imza kampanyaları düzenleyen “Change.org” sitesi, iş göçmenlere gelince onlara karşı kampanyalar düzenleyebiliyor. Ve bu kampanyalar Temmuz 2019 itibarıyla toplamda 1,4 milyona yakın imza toplamış bulunuyor.
Aynı tarihlerde Ankara’da Suriyelilerin karıştığı bir olayda bir Türk gencinin öldüğü gerekçesiyle Suriyelilere ait ev ve iş yerlerine taşlarla saldırı düzenlenmiştir. Bu tip çatışma, saldırı olaylarına sıklıkla rastlanır oldu. En son İzmir’de Suriyeli üç gencin yakılarak öldürülmesi ile ilgili haberler yansıdı medyaya. Böyle olaylar sürekli olmaktadır.
Bunlar dışında bir dizi gerçeklerle ilgisi olmayan haberler yayılıyor. Maaş alıp yan gelip yattıklarından tutun, yükseköğrenim kurumlarına rahatça girebildiklerine kadar böyle bir dizi haber, paylaşım kaplamış durumda ortalığı.
Öyle paylaşımlar yapılıyor ki, biraz şüphe ile bakabilen insanın inanabileceği türden değil. Ama bunlara da inanılıyor. Örneğin bir fotoğraf ve altında yorum paylaşılıyor: Suriyeliye benzediği düşünülen birkaç genç, ayakları denizde olarak bir masa etrafında oturmuş nargilelerini çekiyorlar keyifle. Altındaki yorum şöyle: “Mehmetçiklerimiz bunlar için Suriye’de savaşıp şehit olurken, bunlar ülkemizde bedava yaşayıp keyif çatıyorlar.”
Bunlara inanan insanlar açısından beyinlerin nasıl yıkandığı görülüyor; bu keyif çatanların Suriyeli göçmen olduğu nereden çıktı, eğer öyleyse bunların hiç zengini yok mu? Bu kişiler, eğer yabancı iseler ve eğer fotoğraf Türkiye’de çekilmişse, örneğin herhangi bir Körfez ülkesinden zengin turist olamaz mı? Ayrıca “Mehmetçik”in Suriye’de bunlar için savaştığına da emin bu paylaşımı yapan ve buna inananlar.
Öyle olaylar yaşanıyor ki, aralarında “muz” olayı gibi ibretlik olanlar var. Göçmen karşıtı bir T.C. vatandaşının, kendisi gibi birçok insan yarı aç dolaşırken, Suriyelilerin kilolarca muz yediği biçiminde bir paylaşım yapması üzerine bazı Suriyeliler muz videoları çekip sosyal medya üzerinden yayınladı. Bunlarda bir ironi vardı; birinde TV’de dolar, avro ve altın fiyatlarının verildiği yere muz fiyatı da yazılmıştı, diğerinde kirasını ödeyemeyen Suriyeli, param yok, muz vereyim mi diyordu. Muz yerken video çekip yayınlayanlar da oldu. Bunun üzerine bir fırtına kopartıldı; iddiaya göre Suriyeliler Türklerin yoksulluğu ile dalga geçiyorlardı. Resmi makamlar ise Suriyelilerin bu paylaşımlarını provokasyon olarak niteledi ve provokatörlere gereken yanıtın verileceğini açıkladı. Gözaltına alınanlar oldu, bunların sınır dışı edileceği açıklandı.
Gerçek o ki, Suriyeli göçmenlerin büyük çoğunluğu sefil koşullarda yaşamlarını sürdürme uğraşı veriyor. Muz alabilenler de vardır kuşkusuz. Ama bu olaylardan sonra alabilenlerin bile almaya çekindikleri haberleri çıktı yayın organlarında.
Gelinen yerde göçmenlerle ilgili anketlere yansıyan sonuçlar
Çeşitli kaynaklarda, araştırma yazılarında, yükseköğrenim kurumlarındaki tez çalışmaları gibi belgelerde ve benzeri kaynakların derlenmesi biçiminde konuyla ilgili yer verilen internet platformlarında çok sayıda anket verisi yer alıyor. Bunların Türkiye kamuoyunun göçmenlerle ilgili düşüncelerini yansıttığını kabul edebiliriz, çünkü kendi pratiğimizde de hemen hemen aynı görüşlere benzer oranlarla tanık oluyoruz.
Vikipedi’ye göre “Uluslararası Göç Örgütü’nün 636 kişiyle yaptığı araştırmada katılımcıların yarısına yakınının Suriyelileri ‘daha az yetenekli bir ırk’ olarak gördüğü tespit edilmiştir. Ayrıca katılımcıların üçte biri Suriyeli mültecilerin savaş mağduru olmadığına inandığını dile getirmiştir. Katılımcıların yarısından fazlası Suriyelilerle her gün karşılaştığını belirtse de, sadece %22’si Suriyelilerle herhangi bir iletişim kurduğunu açıklamıştır.
2021 yılında Aksoy Araştırma’nın yaptığı araştırmada, ankete katılanların %58,9’u Suriyelilerin yan dairelerine yerleşmesinden rahatsız olacağını belirtti. Aynı araştırmada katılımcıların %46,9’u çocuklarının Suriyeli bir çocukla sıra arkadaşı olmasını istemediğini söyledi. Araştırmada yapılan bir diğer ankette katılımcıların %67,9’u çocuklarının Suriyeli biriyle evlenmesinden rahatsız olacağını ifade etti. Fabrikalarda ucuz Suriyeli işçi çalıştırılmasına karşı olanların oranı %64,1, evlerinde tadilat, temizlik gibi işlerde Suriyeli çalıştırılmasına karşı olanların oranı ise %56,9 olarak bulundu”.
Suriyeli Barometresi 2019 anketine göre genelde her on kişiden biri, sınır illerinde ise her on kişiden ikisi Suriyelilerden “kişisel zarar” gördüğünden söz etmiştir. Bu zararlar, “hırsızlık” (%43,5), “sataşma/taciz” (%40,5), “şiddet” (%38,2) ve “huzursuzluk / gürültü” (%38) biçiminde belirtilmiştir. “Toplumsal algıyı anlamaya yönelik yapılan anket çalışmaları, çoğunluğun, Suriyelileri suç işleyerek toplumsal düzene zarar verdiğine inandığını ortaya koymaktadır”.
BMMYK (UNHCR) tarafından yayımlanmış 2019 anket sonuçlarına göre ankete katılmış T.C. vatandaşları, “Suriyeliler bize kültürel bakımdan ne kadar benziyor?” sorusuna %80,2 oranında “hiç benzemiyorlar” ile “benzemiyorlar” demiştir. Bu soru değiştirilerek Suriyelilere yöneltildiğinde %56,9’u “çok benziyorlar” veya “benziyorlar” cevabını vermiştir. Suriyelileri tanımlamaları istendiğinde ankete katılanların ağırlıklı olarak olumlu sıfatlardan kaçındığı, olumsuz nitelikleri daha güçlü bir biçimde uygun gördüğü tespit edilmiştir. “Çalışma anket sonuçlarını değerlendirerek Türk kamuoyu ve Suriyeliler arasında ‘çok belirgin’ bir sosyal mesafenin var olduğunu belirtmiştir”.
Ankette “Türkiye’de bulunan Suriyeliler nerede yaşamalı?” sorusuna %44,8 oranında “Suriye’de kurulacak güvenli bölgelere gönderilmeli ve orada yaşamalılar” ve %25 oranında “Her halükârda geri gönderilmeliler” cevabını vermiştir. “Suriyelilerle huzur içinde bir arada yaşayabiliriz” seçeneğinde ise yaklaşık %75 oranında “katılmıyorum” yanıtı verilmiştir. Bu oran, “geri gönderilmeliler” seçeneği ile aynıdır; huzur içinde bir arada yaşanabilineceğinin olanaksızlığını düşünenler, Suriyelilerin geri gönderilmesini de isteyenlerdir. Benzer oranda kişi Suriyelilerin hiçbir şekilde vatandaşlık almaması gerektiğini savunmuştur. Suriyelilere yerel ve genel seçimleri kapsayacak bir seçme-seçilme hakkının verilmesi %3’lük bir kesim tarafından desteklenmiştir.
Başka bir kaynakta çok sayıda anket sonucuna –bunlar kendi araştırmaları yanında başka araştırmalardan da kaynak belirtilerek aktarılmıştır– bir arada yer verilmiştir (dergipark.org.tr sitesinde yayınlanan Mithat Arman Karasu’nun “Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacıların Kentlerde Neden Oldukları Güvenlik Riskleri” adlı makalesi, 2018). Buradan şu sonuçları derledik.
“Suriyelilerin ülkede kalmasının büyük sorunlara yol açacağını düşünenlerin oranı %76,5 gibi yüksek bir orana ulaşmaktadır… Halkın yalnızca %20’si Suriyelilerin Türkiye’ye uyum sağlayacağını düşünmektedir. Başka bir araştırmada, Suriyelilerin uyum sağlayamayacağını düşünenlerin oranı %66,9’dur…”
Aşağıda özellikle Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı sınır bölgelerdeki anket sonuçlarının daha vahim olduğu görülüyor.
“Şanlıurfa’da halkın %86’sı, Gaziantep’te %84’ü, Hatay’da %78’i, Kilis’te %54’ü ücretlerin düşmesinden Suriyelileri sorumlu tutmaktadır. Aynı kentlerde gıda fiyatlarında yaşanan artıştan Suriyelileri sorumlu tutanların oranı Şanlıurfa’da %63, Gaziantep’te %70, Hatay’da %66, Kilis’te %74’dür. Kira artışlarının nedenini Suriyeli sığınmacılar olarak gören yurttaşların sayısı Şanlıurfa’da %99, Gaziantep’te %97, Hatay’da %100, Kilis’te %89’dur”.
“Kırıkhanlıların %26’si konut ve kira fiyatlarının artışından, %24’ü işsizliğin yaygınlaşmasından, %26’si kamu hizmetlerinin artan yükünden dolayı Suriyelileri suçlamaktadır. Kilis’te yaşayanların %86’sı Kilis’te işsizliğin Suriyelilerden dolayı arttığını düşünmektedir. Ankete katılanların yalnızca %6,5’i Suriyelileri işsizlik üzerinde etkisi olmadığını düşünmektedir”.
“Yaygın söylemde aslında devletin Suriyelilere hak etmedikleri bir yardım yaptığı, bu nedenle hem ülke ekonomisinin zayıfladığı hem de kendi içinde yardıma muhtaç insanların dışarıdan gelenler için terk edildiği düşüncesi yaygınlaşmaktadır. Suriyeliler hem yardım almakta hem de insanların işsiz kalmasına neden olmaktadır”.
“Şanlıurfa’da yapılan bir araştırmada, Urfalıların %56,3’ü Suriyeli sığınmacıların gelişiyle birlikte kentte suç oranlarının arttığına inanmaktadır”.
“Kilis’te yapılan bir çalışmada, ankete katılanların %69,5’i Suriye’den gelen sığınmacılar içinde Türkiye’de karmaşa çıkarmak isteyenlerin olduğuna inanmaktadır. %80,5’i Suriyelilerin Türkiye’de her yere serbestçe gitmesini doğru bulmazken, %77,5’i Suriyeli sığınmacıların suç oranını artırdığını düşünmektedir”.
“Hacettepe Üniversitesi tarafından yapılan bir başka araştırmada, Suriyeli sığınmacıların bulundukları yerlerde şiddet, hırsızlık, kaçakçılık ve fuhuş gibi suçlara bulaşarak toplumsal ahlak ve huzuru bozduğunu söyleyenlerin oranı %62,3’tür. Bu oran Suriye ile sınırı olan kentlerde %70’e yaklaşmaktadır. Halkın yarıdan fazlası, %52,3’ü Suriyeliler ile komşuluk yapmak istememektedir”. “Kırıkhanlıların %34,5’i sığınmacılardan dolayı gece sokağa çıkamamakta, %31,7’si gündüz dışarıda çocukları oyun oynarken endişe etmektedir”.
Buradaki sonuçlar, insanların algı operasyonları ile nasıl yönlendirildiklerine örnekler oluşturuyor. Sorun olarak görülen hemen her şeyin sorumlusu Suriyelilerdir, göçmenlerdir. Dikkatlerin nasıl ustalıkla, sistem kaynaklı sorunlardan başka alana kaydırıldığını görüyoruz. Kiraların özellikle Suriyelilerin yoğunlaştıkları bölgelerde artışlarının nedeni olarak onlar, onların varlığı görülüyor. Sistemle hiçbir bağ kurulamıyor; kapitalist ekonominin işleyişine bağlı arz / talep ilişkisinin rolü görülmüyor, enflasyonist artışların rolü görülmüyor. Ev sahibinin enflasyon karşısında kendi durumunu koruma kaygısı ile hareket etme güdüsü ve bazılarının da bu durumu fırsat bilerek mümkün olduğunca fazla kazanmak güdüsü ile hareket ettiğini görmüyor ya da görmek istemiyor. Kira vb. diğer konularda sorunların enflasyonun yükselmeye başladığı 2018 sonrası dönemde yoğunlaştığı görülüyor. Bu tarihten önce de Suriyeliler yoğun olarak bulunuyordu buralarda. O zamanlar böylesi artışlar var mıydı?
Gıda fiyatlarındaki artışlarla ilgili de aynı şey geçerlidir. Göçmenler olmasaydı, bu enflasyonist ortamda fiyatlar artmayacak mıydı? Göçmenlerin bulunmadığı dönemlerde böyle enflasyonist artışlar yaşanmadı mı? Daha fazlası bile ve uzun yıllar olmak üzere yaşandı.
Sorunun temelinde kapitalist sistemin yattığı gayet açıktır!
Ve gerçekler
Aynı makalede gerçek verilerin ne olduğuna da yer verilmiştir.
“Toplumda oluşan bu kesin kanaate karşın, yayınlanan suç verileri aynı görüşü doğrulamamaktadır. Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin, adli olaylara karışma ve suç oranı 2011-2014 arası dönemde %0,3’dür. Suriyelilerin karıştığı olayların %61’i belgede sahtecilik, %21’ini adam yaralama, %12’si hırsızlık, %2,4’ü cinsel olaylar ve %0,6’sı adam öldürmedir. Bu rakamlar Suriyelilerin toplam nüfus ortalamalarının çok altında bir oranla suça karıştıklarını göstermektedir. 2011-2013 yılları arasına Suriyeli sığınmacılardan yalnızca %0,4’ü suça karışmıştır”. “En son Başbakan tarafından yapılan açıklamada Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin ülkede işlenen tüm suçların yalnızca %1,32’sini işlediği açıklanmıştır (milliyet.com., 05.07.2017)”.
Aralık 2021’de İçişleri Bakanı, 3,7 milyon Suriyeliden 2020’de 37 bin 418, 2021’de 50 bin 231’inin suça karıştığını duyurdu. 2021’deki artan sayıyı temel alsak bile oran %1,35’e denk geliyor.
Aynı yıl Türkiye genelinde verilen mahkûmiyet kararları 2,5 milyon civarında idi; bu da tüm nüfus içinde oranın %2,94 olması anlamına geliyor. Yani Türkiye’de bulunan Suriyelilerin, kendi nüfuslarına göre suç oranı Türkiye’de toplam işlenen suç oranının yarısı kadar bile değildir.
2021 yılında Türkiye’de toplam şüpheli sayısı 14 milyon civarındayken, bu sayının 383 binini yabancı uyruklular oluşturdu. Bu, %2,7’lik bir orana karşılık geliyor. Yabancı nüfusun Türkiye nüfusu içindeki oranının çok altında bir orandır bu.
Demek ki, Suriyeliler de dâhil yabancılar, sanılanın aksine, Türkiye ortalamasının çok altında, çok daha az suç işliyorlarmış.
Gel gör ki, kendini bunun tam tersine inandırmış insanlara durumun bu olduğunu göstermek ve onları ikna etmek pek kolay değildir. Sıkıştıkları noktada verilere de inanmadıklarını söyleyiverirler. Düzenin bu insanların beyninde oluşturduğu düşünce yapısı, böyle davranmaları için bir zemin oluşturmuştur zaten. Üzerine algı operasyonlarıyla yayılanlar eklenince sonuç böyle oluyor. Bu önyargılar salt Suriyeli ve diğer göçmenlerle ilgili oluşmuş da değildir. Bu vb. düşünceler ve bu düşünce kalıbına uygun davranışlar onlardan önce de vardı. Örneğin iç göçlerle ilgili düşünceler, iç göçün öznesi aynı ülke yurttaşları olmasına karşın hiç farklı değildi. Cumhuriyet tarihi boyunca ama özellikle son yarısında artan biçimde, kapitalist gelişmenin tetiklediği, ülkenin geri bölgelerinden gelişmiş bölgelerine doğru yoğun iç göçler yaşandı. Büyük kentlere akın eden insanlara bakış hiç de farklı olmadı ve örneğin bir ara İstanbul’a yeni gelişlerin yasaklanması talepleri bile oldu. Yeni gelenlerin hor görülmesi gündelik bir durum gibiydi. Ve bu günümüzde de böyle sürmektedir. Örneğin görece varlıklı kesimlerin oturdukları bölgelerde, bu kesimden bazı aileler, çocuklarının kapıcı çocukları ile oynamasını dahi istemez. Okul arkadaşları bile ailelerinin maddi durumuna göre seçilir. Bu anlayışa göre davul bile dengi dengine olmalıdır.
Kısaca Suriyelilere karşı tavır sadece onlara karşı değildir. Sorun sistemseldir! Sorun sistemin insan bilincine yansıması ve buna uygun davranış kalıplarındadır!
Cumhuriyet tarihi boyunca yine örneğin İstanbul’un demografik yapısının nasıl değiştiğine bakın. Nüfus içinde oran olarak ciddi bir yeri olan gayrimüslim azınlıklar ne oldu örneğin? Önemsiz bir düzeye düştü bu oran. Bu insanlar yerlerinden edildi. Buna neden olan anlayış ile şimdi Suriyelileri istemeyen, dışlayan anlayış arasında hiçbir fark yoktur.
Bir dizi alanda sorunlar yaşandığı açıktır. Örneğin yine sınır bölgelerinde sağlık hizmetlerinin kötüleşmesinden şikâyetler olduğu görülüyor. “Kamu Denetçiliği Kurumu’nun 2018 yılındaki raporuna göre özellikle sınır illerindeki hastanelerde toplam hizmetin %30 ile %40 arasında bir oranı Suriyelilere hizmet vermektedir, bu nedenle de bu hastanelerde kapasite sorunu yaşanmaktadır. Yeterli hizmet alamadığını düşünen yerel halk da bu duruma tepki göstermektedir. Türkiye’de sık görülmeyen çocuk felci, kızamık, şark çıbanı gibi bazı hastalıklar özellikle sınır illerinde görünür hâle gelmiştir”. İnsanlar işin öncesi ile sonrası arasında bir fark görüyorlarsa, bu farkın nedenini bölgeye yoğun olarak gelenler olarak algılıyorlar. Bu anlaşılır bir şey, sistemin işleyişine hemen her alanda bir yük bindiği açık. İş, soruna nasıl bakıldığında düğümleniyor. Bölgedeki gelişmeler bugünden yarına birdenbire patlak vermedi. 2011 sonrası gelişmelerin böyle olma olasılığı görülüyordu. Burjuva devletin bununla ilgili gereken önlemleri alması gerekiyordu. Bu önlem, burjuva devletlerin önemli bölümünün yaptığı gibi kapıları kapatmak biçiminde olmamalıydı kuşkusuz. Türkiye’ye milyonlarca Suriyeli göç etmek zorunda kaldı. Bu yoğunluktaki göçün sorun yaratmayacağı düşünülemez ama sorumluluğu göç etmek zorunda kalan insanlarda aramak doğru değildir. Sorumlu olan, bu gelişmeleri görmeyen, görmek istemeyen burjuva devlettir. Bu vb. ani gelişen durumlarla ilgili olarak devletin bir yedek harcama kaleminin olması gerekir; afet vb. durumlarda devlet bu yedek bütçeyi kullanır. Ayrıca artık öngörülebilir duruma gelmiş olan göç vb. olaylara hazırlık olarak hemen ayrı bir bütçe hazırlanıp devreye konmalı ve her alanda önceden gerekli önlemler alınmalıdır. Tabii bunlar burjuva devletin karakteri bilindiğinde fazla şey beklemek oluyor ve gelişmeler de bu gerekliliğin yerine getirilmemiş olduğunu gösteriyor. Devlet bütçeleri esasta egemen burjuvazinin çıkarları için kullanıldığı için geniş yığınlara fazla bir şey kalmıyor. Sonuç olarak gerekleri yerine getirmeyen devlet birinci dereceden sorumludur. Bu gerçek ortada dururken, sorumluluğu, yaşadığı toprakları ölüm korkusuyla terk etmek zorunda kalan mağdur ve mazlum insanlara yüklemek hiç doğru değildir.
Sorumluluğun Suriyelilere ve diğer göçmenlere yüklenilmesinin yanlış olduğu ve esas sorumlunun devlet olduğunun gösterildiği yerde verilen yanıt, “devletimiz” bu kadarını yapabiliyor şeklinde oluyor. Çıkarlarının bu devlet tarafından temsil edilen kesimlerin böyle düşünmesine diyecek bir şey yok. Ama bu kesim etkisini toplumun tümüne yayıyor, bu devlet tarafından ezilen, baskı altında tutulan toplum kesimleri de aynı düşünce ve davranış kalıplarını benimsiyor; onların da “devletimiz” diyerek, yapılan yanlışlara arka çıktığını görüyoruz. Bizim açımızdan sorunun büyüğü burada yatıyor. Bu insanlara gücümüz yettiğince doğru olanları anlatmaya çalışıyoruz. Bununla beraber, kendini ezen, sömüren ve sömürülmelerine aracı olan bu devlete kendi devletleri imiş gibi bakmaları karşısında, onlara bu bilinci veren burjuvazinin ne denli başarılı olduğunu da görüyoruz.
Anketlerdeki hemen tüm konularda benzer şeyler görüyoruz; tümünün ardında aynı anlayış yatıyor.
Aşağıda yer verdiğimiz başka bir araştırmadaki anket sonuçları ise bunlara yanıt niteliğindedir. Bu defa Suriyelilere sorulmaktadır (dspace.ankara.edu.tr – Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı, Bilgen Türkay, Yüksek Lisans Tezi Ankara-2019) [1] Sonuçlar şöyle:
“Ailelerin %89’u en az tercih edilen ve en ucuz yiyecekleri alırken, %59’u günlük olarak yedikleri öğünleri azaltmıştır. %58’i diğerlerinden yiyecek ödünç almakta ya da yardımlarla geçinmektedir. %29’u öğünlerin porsiyon miktarını azalttığını belirtmiş, %14’ü çocuklarını beslemek için daha az yemeyi tercih ettiklerini söylerken, yetişkinlerin %9’u yemek yemeden günler geçirdiğini söylemiştir.
Araştırmaya göre ailenin temel ihtiyaçlarını karşılamak için en yaygın yöntemler borç para almak ya da krediyle yiyecek almak (%44), çocuklarını çalışmaya göndermek (%12), birikimlerini harcamak (%11) ve ev eşyalarını satmaktır (%6). Bunu %5’le dilencilik izlemektedir. Diğer %2 ise okul masraflarını karşılayamadığı için çocuklarını okuldan almak zorunda kaldığını belirtmiştir.
Kadınların %31’i, erkeklerin ise yüzde %32’si harabelerde yaşamaktadır. Kamp dışında yaşayan Suriyeli mültecilerin %43’ü uyku malzemelerinin yetersiz olduğunu belirtmiştir. %58’i konutlarındaki mobilya / ev eşyalarının yetersiz olduğunu, %41’i ise giyim malzemelerinin yetersiz olduğunu ifade etmiştir”.
Yukarıda alıntı yaptığımız Karasu’nun makalesinde Suriyelilerin sorunları ile ilgili şu saptamalar yer almaktadır:
“Kayıt altına alınma, barınma, savaş ve şiddet ortamının neden olduğu travma, dil bilmeme, yetersiz eğitim, hak ve hizmetler hakkında bilgi eksikliği, toplumda dışlanma, işsizlik Suriyelilerin başlıca sorunları arasındadır. Dil bilmedikleri için insanlarla anlaşamayan Suriyeliler bulundukları evden dışarı çıkmaktan korkmakta, kendilerini toplumdan dışlamaktadır. Bu ortamda Suriyeli sığınmacılarda derin bir güvensizlik hâli hâkimdir. AFAD araştırmasına göre, Türkiye’ye gelen Suriyelilerin %30’u hâlihazırda devam eden iç savaşta bir yakınını kaybetmiştir. Çoğu Suriyeli sığınmacı ciddi psikolojik sorunlar yaşamakta, bir şekilde şahit olduğu şiddetin izlerini taşımaktadır.
Suriyeli sığınmacıların bir bölümü park veya duraklarda kalırken, %25’i yıkık binalarda ya da kimsenin kalmadığı riskli binalarda yaşamını sürdürmektedir. İstanbul Eminönü ve Bayramtepe’de görüşme yapılan Suriyelilerin kaldıkları evler hem sağlık hem de güvenlik açısından yaşamaya uygun değildir. Şanlıurfa’da Suriyeli sığınmacıların kaldıkları evlerin % 50,1’inde hijyen malzemesi, %77’sinde ise yemek pişirmek için yeterli miktarda tencere, tava gibi mutfak aleti bulunmamaktadır.
Suriyeliler önemli bir bölümü işsizdir. İşi olanlar ise, kayıt dışı ekonominin insafına terk edilmiştir. Uzun mesai süreleri, ağır çalışma koşulları, düşük ücretler, yabancı olduğu ve dil bilmediği için yasa ve hukuktan yararlanamamak Suriyeli sığınmacıların çalışma hayatında yaşadıkları başlıca sorunlardır”.
Görüldüğü gibi algılarla gerçekler arasında uçurum vardır. Suriyeli göçmenlerin yaşamı hiç de güllük gülistanlık değildir; yaşamlarını son derece zor koşullar altında sürdürmektedirler. Onlar için harcandığı iddia edilen 100 milyar dolar tutarındaki kaynak nereye gitmiştir diye merak ediyor insan.
Burada değinilen konular dışında, Suriyeliler ve diğer göçmenler bir dizi eziyete maruz kalmaktadır.
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığının “İnsan Ticareti ile Mücadele” 2020 yılı raporunda bir tablo hâlinde “İnsan ticareti mağdurlarının sömürü türleri (2016-2020)” yer alıyor. Bu 5 yıllık süreçte her tür sömürüde bir artış olduğu görülüyor. Sömürü türleri, oranları ile birlikte şöyle sıralanmıştır: “Cinsel Sömürü” (%65,3), “İşgücü Sömürüsü” (%22,3), “Zorla Dilendirme” (%10,8), daha küçük oranlarda olmak üzere “Zorla Evlendirme”, “Çocuk Satışı” ve “Organ-Doku Ticareti”; “Çocuk Asker” ise saptanamamış.
İnsan ticareti mağduru olabileceği şüphesi ile 2020 yılında görüşme yapılan kişi sayısı bir önceki yıla göre üçte bir oranında artarak 4.919’a yükseldiği, bunlarla yapılan görüşme sonrası tanımlanan mağdur sayısının ise aynı oranda artışla 282’ye ulaştığı bilgisi yer alıyor. Mağdur destek programından faydalanmak isteyen 209 mağdura değişik resmi kurumlara bağlı sığınma evlerinde barınma imkânı sağlanmıştır, buraya sığınanlara 300 TL beraberindeki çocuklara 50 TL destek verildiği belirtiliyor.
Bu veriler bize bir tablo vermekle birlikte, bunların gerçek durumu yansıtmaktan uzak olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Sonuçta bunlar saptanabilen vakalardır. Bu işle uğraşan görevli sayısı örneğin on kat arttırılsa bambaşka bir sonucun, daha yüksek sayıların çıkacağından emin olabilirsiniz. Ayrıca böyle mağduriyetlere konu olan insanların, yaşamlarını sürdürebilmek için bu duruma razı olmak zorunda kaldıklarını ve seslerini çıkaramadıklarını da öngörmemiz lazım. Bununla birlikte az gibi görünen sayıların bile, kendi başlarına da aynı olayların gelebileceği kaygısı ile yaşayan göçmenler üzerinde bir travma yarattıkları açıktır.
Araştırmadaki diğer tablolardan şunları görüyoruz. Tanımlanan insan ticareti mağdurlarının yaş aralığına bakıldığında, 2016-2020 yıllarında mağdurların %31’inin çocuk olduğu %61’inin ise 18-35 yaş aralığında olduğu görülmektedir. Türkiye’deki mağdurların çoğunluğu cinsel sömürü maksatlı insan ticaretine maruz kalan kadınlardan oluşmaktadır. Son beş yılda tespit edilen mağdurların yaklaşık %81’i kadındır. En fazla insan ticareti mağduru sıralamasında ilk beş uyruğu Suriye, Özbekistan, Kırgızistan, Fas ve Afganistan uyruklu yabancılar oluşturmaktadır (yaklaşık %70’i).
Suriyelilerin ve diğer göçmenlerin şiddete eğilimli oldukları iddiası
Bu, sadece Türkiye ve insanlarını değil, tüm göç alan kapitalist ülkeleri, bu ülkelerde yaşayan insanları ilgilendiren bir konu. Bu konuda ortaya atılan iddialarla böyle bir algı oluşmuş durumdadır.
Kapitalist sistemin oluşturmuş olduğu ve geniş bir yelpazeye yayılan korku ortamı, genel olarak insan psikolojisini saldırganlaşma yönünde etkiler. Göçmenlerde durumun daha vahim olması doğal ve olağandır. Çünkü onlar açısından korku ortamı katmerlidir. Bilmedikleri tanımadıkları bir yere, yabancı bir ortama gelmişlerdir ve üzerlerinde çok yönlü bir baskı vardır. Yukarıda gördüğümüz gibi işgücüne gereksinim duyulan bölgelere bazen zorla getirme söz konusu olmuştur. Her halükârda göçmenler yerli işçilerin sahip olduğu haklardan çok daha azına razı olma durumundadırlar. Kaynaklara erişim, olanaklardan yararlanma, hareket özgürlüğü vb. alanlarda kısıtların varlığı, bu vb. alanlarda yerli halkın sahip olduklarından yoksun olmaları göçmenler üzerinde olağan ve alışılmış olanın dışında da bir psikolojik yük oluşturur. Her türlü haksızlık yanında her tür şiddete maruz kalmaya da açık insanlardır göçmenler. Bir bölümü yaşamları pahasına ve insan tacirlerine kendi bütçelerine göre büyük tutarlar ödeyerek ya da belki son varlıkları vererek yolculuklarını tamamlamaya çalışıyor.
Bu durumda olan göçmenlerin kendilerini koruma içgüdüsüyle hareket etmek zorunda kalmaları da görece saldırgan bir yapıyı tetikleyebilir.
Şiddet eğilimini oluşturan koşulları doğru tespit edip, anlarsak, bunun göçmenlere ait bir özellikmiş gibi algılanmasının ne denli yanlış olduğunu görürüz. Böyle şiddet eğilimi söz konusu olduğunda suçlu göçmenlermiş gibi algılamak doğru değildir. Onları bu duruma sokan koşulların ne olduğuna, sorumlunun ne olduğuna yazı boyunca bakıyoruz. Göç olgusuna neden olan sistem, göçmenlerin de içine yuvarlandıkları bu olumsuz psikolojik durumun nedenidir.
Sistemin oluşturduğu bu psikolojik durum ama hemen şiddete yol açar mı, eğilim eyleme dönüşür mü? Yukarıda suça karışma oranlarını ele aldık. Suriyelilerin suça karışma oranlarının Türkiye ortalamasının çok altında olduğunu gördük.
Göçmenler göç alan ülkelerde ekonomiyi olumsuz etkiler mi?
Burada hangi açıdan bakıldığı ve bundan ne anlaşılması gerektiği önemlidir. Kapitalist sistemin karakteristik özelliklerinden biri işsizliğin, yedek işçi ordusunun varlığıdır. Genel bir yıkımın söz konusu olduğu, savaş, büyük doğal afetler vb. sonrası üretici güçlerde ciddi kayıpların yaşandığı dönemin hemen sonrasındaki belli bir zaman dilimi hariç, bu yedek işçi ordusu tüm dönem boyunca kaçınılmaz olarak varlığını sürdürür. Zaten işsizliğin olduğu durumda, gelen göçmenlerin tamamı istihdam edilemeyeceği ve ama bu insanlar aç ve açık bırakılamayacağı için, bu durum, ülke ekonomisine, bütçeye bir ek yük getirebilir.
İşe işletme sahibi burjuvazi açısından bakıldığında, ucuz göçmen işgücünün onun kârını yükseltecek bir etki yaptığı açıktır. Göçmenler arasında burjuva hukuk kurallarınca kategoriler oluşturmak ve onlar arasında yaratılan hiyerarşide özellikle “düzensiz”, “kaçak” vb. durumda olup sömürüye en açık olanları, güvenceleri olmaksızın ve masraf gerektirmeyecek biçimde çalıştırmak, burjuvazinin çıkarlarıyla örtüşür.
Zaten işgücüne gereksinim duyulduğu dönemlerde ucuz göçmen emeği ithal edilir.
Göç alan ülke insanlarının önemli bölümü, tam istihdamın olduğu ve göçmen emeğine gereksinim duyulduğu dönemler hariç, ödedikleri vergilerle göçmenleri besledikleri gerekçesiyle onlara karşı durum alırken, bunları çalıştırıp kârına kâr katan burjuvazi gayet hoşnuttur. Böylece genel olarak bakıldığında ülke ekonomisinde bir durumda söz konusu olabilecek kayıp, diğer durumda elde edilen ekstra kârlarla telafi edilmiş olur.
Suriyeliler Devletten Maaş Alıyor mu?
Suriyelilerin maaş aldıkları ile ilgili öylesi iddialı paylaşımlar söz konusu ki, neredeyse insanların çoğu bundan emin gibidir. 1 Ocak 2022 tarihli “multeciler.org.tr” sitesinde yer verilen bilgiye göre “Türkiye Cumhuriyeti devleti ne şimdi ne de bundan önce kendi kaynaklarını kullanarak Suriyelilere bir aylık bağlamamıştır. Bir kişinin devlet bankasının önünde sıra beklemesi veya banka ATM’sinden para çekmesi onun devletten maaş aldığı anlamına gelmez. Suriyeliler için yapıldığı söylenen harcamalardan kasıt, onlara verilen maaşlar değil, kampların kurulması, alt yapı, gıda, sağlık, eğitim ve güvenlik gibi alanlarda yapılan harcamalardır”.
Devamında belli koşullara uyan insanlara Avrupa Birliği’nin yardım ettiği vurgulanıyor. “Geçici koruma” statüsündeki insanlara yapılan bu yardımlar, paranın elden ulaştırılmasının olanaksızlığı nedeniyle Kızılay’ın “KIZILAY KART” sistemi ile yapılıyor. Aylık tutar 155 TL’dir. Bu parayı ATM’lerden çeken Suriyelileri gören insanlar paranın devlet ya da Kızılay tarafından dağıtıldığını düşünmekte ve bu yönde algı operasyonu yapılmaktadır.
Aslında her Suriyeli de bu yardımdan yararlanamıyor.
“AB’nin vermeyi taahhüt ettiği 3+3 milyar avroluk mali destek programından karşılanan sosyal uyum yardımı aşağıdaki şartları sağlayan kişilere verilmektedir:
Tek başına olan, kimsesi olmayan 18-59 yaş arası kadınlar,
Tek başına olan, kimsesi olmayan 60 yaş ve üzeri yaşlılar
18 yaşın altında en az bir çocuğu olan yalnız anne veya yalnız babalar
Engel düzeyi %40 ya da üzerinde bir ya da daha fazla engelli bireyi olan aileler (engel durumu, yetkili devlet hastanesinden alınacak engelli raporu ile belgelenmelidir).
4’ten fazla çocuğu olan aileler.
Çok sayıda bakmakla yükümlü olunan bireyi (çocuk, yaşlı, engelli) olan aileler (bu kriter ailedeki sağlıklı yetişkin -18-59 yaş arası- birey başına 1,5 ya da daha yüksek oranda bakmakla yükümlü olunan birey düşmesiyle belirlenir)”.
Bu yardım neden yoksul T.C. yurttaşlarına verilmiyor diye soranlara da yanıt bulunuyor sitede:
“Yardım sadece geçici koruma veya uluslararası koruma altındakiler içindir. Çünkü parayı veren Avrupa Birliği paranın sadece bu kişilere dağıtılmasını istemektedir… programda fon olduğu sürece nakit yardımı almaya devam edeceklerdir. Türk hükümetinin bu yardımı devam ettirme gibi bir taahhüdü yoktur”.
Maaş konusundaki iddialar ve buna bağlı algı operasyonları bağlamında olgular böyle.
Göçmenler için harcandığı iddia edilen tutar ve bunun üzerinden yürütülen tartışma
Peki, göçmenlerle ilgili yapıldığı iddia edilen ve 100 milyar doları bulduğu söylenen masraf abartılı değil mi? Bu tutar nereye harcanıyor?
Yukarıdaki alıntıda dendiği gibi, “Suriyeliler için yapıldığı söylenen harcamalardan kasıt… kampların kurulması, alt yapı, gıda, sağlık, eğitim ve güvenlik gibi alanlarda yapılan harcamalardır”. Bu 100 milyar tutarını gerek hükümet gerekse muhalefet dillendiriyor. Ama bu tutarın nasıl hesaplandığı ve ne denli tutarlı olduğu belli değil. Merkezi devlet bütçesinde bu harcamalarla ilgili ayrı bir kalem bulunmuyor.
İşin uzmanlarınca açıklanan belli veriler bulunuyor, ama bunun parasal karşılığı nedir sorusuna net bir yanıt yok. “Bu güne kadar Suriyelilere verilen 32 milyonu aşkın poliklinik hizmeti, 1 milyondan fazla ameliyat, 35 milyondan fazla reçete, milyonlarca aşı, yatan hasta var. Ya da bu güne kadar okula giden toplam sayısı 1 milyona yaklaşan eğitim alan çocuklar var” diyor örneğin 2017 yılı sonundaki Gazete Duvar’a yaptığı açıklamasında Prof. Dr. M. Murat Erdoğan. Bunlar küçümsenecek sayılar değil kuşkusuz. Ayrıca bu kalemde yapılanları günümüze uyarlarsak sayıları iki katsayısı ile çarpabiliriz. Bu vb. kalemlerin bir yük bindirdiği açık olmakla birlikte bunun sayısal değerini saptamak pek kolay değildir. Çünkü örneğin milyonlarca göçmene poliklinik hizmeti verilmesi sistemin işleyişine yük getirebilir; doktorlar örneğin daha çok muayene yapmak zorunda kalabilirler. Ama bu nedenle doktorun maaşı için yapılan ödeme ne denli artmış olur ki? İlaç, aşı, ameliyat gibi konular ekstra bir parasal yük bindirebilir ama ne kadar?
Bu, büyük olasılıkla bu alanda yapılan harcamaların kişi başına bölünmesi ve sonra göçmen nüfusa göre hesaplanması ile elde ediliyor. Bu yöntemin dışında tek tek her göçmen için ne kadar harcama yapıldığının saptanması çok zor.
Kamplarda yaşayanların yukarıdakiler dışında beslenme giderleri de söz konusudur. Kamplardaki harcamaları hesaplamak daha kolaydır ama oralarda yerleşik olanların sayısı toplamın yüzde biri kadardır, bu yüzden burada elde edilen veriler tüm göçmenlerle ilgili yapılan harcamalar hakkında sağlıklı bir bilgi vermez.
Belli sosyal yardımlar söz konusudur. “Şartlı Eğitim Yardım Programı” (2017 sonrası verilen tutar 1,6 milyar TL’dir ama burada AB dışında ABD ve Norveç’in katkıları söz konusudur), diğer “Sosyal Uyum Yardımı” programı vb.lerinin de T.C. kaynaklarından karşılanmadığı bilgisi mevcuttur (mülteciler.org.tr).
Güvenlikle ilgili harcamadan ne anlaşıldığı belli değil. 7 kamptan söz edildiğinde buraya harcanan tutar önemli olmamalıdır. Acaba Suriye kuzeyinde Suriyelilerle ilgili olarak yapıldığı da iddia edilen “güvenli bölgeler” için yapılan harcamalar da buraya mı dâhil edilmektedir?
Toplam harcama tutarını, sanki bu Suriyelilerin eline para olarak ödeniyormuş gibi algılayanlar, algılatanlar da söz konusu ki, bu tam bir saçmalık. Harcama kalemlerine bakıldığında bunun toplam maliyet olduğu anlaşılıyor.
Suriye’den gelen göçmenlerin tümü için aynı sınıfsal konumda oldukları söylenemez. Tersine, içlerinde hâli vakti yerinde insanlar da vardır. Bunların içinde Türkiye’de yatırım yapanlar bile bulunuyor.
Yukarıda alıntıladığımız verilerde şikâyetçi olanların oranı belli ve onların durumu hiç de iyi değil, ne denli yardım aldıkları soru işaretleri ile dolu. Durumu iyi olanlar ise zaten bu vb. yardımlardan yararlanmaya gereksinim duymuyorlar. Böyle olunca bu tutar abartılı gibi duruyor.
Hem iktidar hem de muhalefet ama bu abartılı tutar üzerinden siyaset yürütüyor.
İktidar, dünya kamuoyuna yönelik olarak yapılan fedakârlığın boyutunu büyütmek gayreti içinde olabilir. Bu konuyu bir pazarlık unsuru olarak masada tutmak isteyebilir. Avrupa Birliği’nin 3 + 3 milyar avro verme taahhüdüne yeni tutarlar eklemek isteyebilir. Her sıkıştığında hükümet, kapıları açma tehdidi ile göçmenleri pazarlık konusu yapıyor zaten. Aynı şekilde Suriye’nin kuzeyindeki güvenli bölge inşasında destek beklentisini de sıklıkla dile getiriyor. Ayrıca iç kamuoyunda da, bunalımın kendi yönetimi altındaki kapitalist sistem ile hiç ilgisi yokmuş gibi, kaynakların bir bölümünün zorunlu olarak bu konuya ayrılmasının bu bunalımın nedenlerinden biri olduğu gibi bir izlenim yaratmak isteyebilir.
Muhalefetin ise harcama tutarının abartılması işine gelir. Çünkü böylece, hükümetin beceriksizce politikalarının neden olduğu göç olaylarının heba ettiği kaynağın ne denli büyük olduğu ve dolayısıyla hükümetin halka ne denli zarar verdiği üzerinden politika yapabilir.
İleride başka ülkelerle ve Suriye ile yapılmak zorunda kalınacak pazarlıklarda, bu yapıldığı iddia edilen harcamalar konusu burjuvazi tarafından kullanılacaktır.
Göçmenler işyerlerini ele geçirip T.C. yurttaşlarının işsiz kalmasına neden oluyor mu?
İlk önce şunu belirtmemiz gerekir ki, hiçbir yabancı Türkiye’de çalışma izni hakkına sahip değildir. Avukatlık, doktorluk, eczacılık gibi mesleklere sahip yabancıların ise bu alanlarda çalışmasına, anayasa gereği izin bile verilememektedir; ancak T.C. vatandaşlığına geçenler doğal olarak bu hakkı kazanmış olurlar, tabii kendi ülkelerinde elde ettikleri diplomalarına denklik alabilmişlerse.
Bu durum da abartılarak algı operasyonu nedeni olmaktadır. Yabancı olduğu örneğin konuşmasından anlaşılan kişi, T.C. vatandaşı olup olmadığına ya da çalışma izni olup olmadığına, bu iznin gerekçesine vb. bakılmaksızın algı operasyonuna konu edilmektedir.
T.C. vatandaşlığı almış kişinin çalışmasına hiçbir itiraz da bulunulamayacağı açık olmasına karşın, toplumda var olan önyargılar bunun bile sorun hâlinde algılanmasına yol açmaktadır.
Bunun dışında çalışma izni elde etmiş göçmen sayısı 2018 sonu itibariyle 115.837’dir ve bunların yaklaşık yüzde 30’u Suriyelidir (Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2019 verilerine göre Türkiye’de çalışma izni verilen 96 bin 972 yabancıdan Suriyeli olanların sayısı 31 bin 185 kişidir). Elimizdeki son veriler bu olmakla birlikte 2017 ile kıyaslandığında genelde artış oranının yüzde 33 olmasına karşın, izin alan Suriyeli sayısındaki artışın yüzde 65 olduğu görülüyor (mülteciler.org.tr). Artışlar aynı hız ve oranda sürmüş ise günümüzde toplam çalışma izni almış göçmen sayısının 350-400 bin civarında olduğu ve bunların yarısından biraz fazlasının Suriyeli olduğu tahmin edilebilir. 85 milyonluk ülkede çalışma izni verilmiş 400 bin kişinin, çalışma yaşamına etkisinin pek büyük olacağı düşünülemez.
Göçmenlere çalışma izni alınması konusunda T.C. hukuk mevzuatında ciddi kısıtlamalar vardır. “Çalışma izinlerindeki kısıtlamalar göçmenler için birçok zorluğa ve sömürüye yol açmaktadır. Örneğin, çalışma izni olan bir göçmen işçi bu izin boyunca çalışma alanını ya da çalışma yerini değiştirememektedir. Bu nedenle göçmen işçi belirli işverenlere bağlanmakta, bu da sömürüyü tetiklemektedir. Sonuç olarak göçmen işçiler sömürüye boyun eğmek zorunda kalmaktadırlar… geçici koruma statüsündekiler bağımsız olarak ya da çalışma izni olmadan çalışamazlar. Herhangi bir iş yerinde geçici koruma statüsündeki mülteci sayısı, aynı işi yapabilecek Türk vatandaşı kalifiye işçi bulunmadığı işveren tarafından kanıtlanmadığı sürece, orda çalışan Türk vatandaşlarının %10’unu geçemez” [1] (a.y.).
Vikipedi’den edindiğimiz bilgiye göre “Kızılay ve Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’nın 2019 yılı ‘Refugees in Turkey: Livelihoods Survey Findings’ raporuna göre Türkiye’de düzenli işi olmayan mülteciler ayda 1.058 Türk lirası, düzenli işi olan mülteciler ise 1.312 TL almakta”dır. En yüksek maaş aylık 1.332 TL ile tekstil sektöründe, en düşük maaş ise 756 TL ile tarım sektöründedir. Raporda yer almış bireylerin % 84’ü düzenli veya düzensiz işlerde çalıştıklarını belirtmiş ve bu kişilerden %3’ü kayıtlı çalıştığını aktarmıştır. Maaş tutarları o günkü net asgari ücret olan 2.020 TL’nin altındadır. Bu, göçmenlerdeki sömürü oranının çok daha yüksek olduğunu gösterir. Kaçak çalıştırma söz konusu olduğu için de, SGK prim ödemeleri, vergi ödemeleri vb. yan giderler bulunmamaktadır.
“Çalışmaya göre mülteci kadınların işsizlik oranı %32 ile erkeklerin iki katından fazladır” (başka bir kaynağa göre ise 15-65 yaş arası erkeklerin %71’i çalışırken, bu oranın kadınlarda %11,2 olduğu tespit edilmiştir). Yani ortalama olarak Suriyelilerin yaklaşık dörtte biri işsizdir (diğer kaynağa bakılırsa yüzde 55-60’ının işsiz olduğu görülüyor). İşi olanların da ezici çoğunluğu kaçak olarak çalışmaktadır. Bu sayı değişik kaynaklarda yaklaşık 1 milyon civarında tahmin edilmektedir. Toplam 13-14 milyon ücretlinin olduğu yerde bu sayı oransal olarak küçümsenemez. T.C. vatandaşlarından anketlere katılanlarının bir bölümünün, “işyerlerimizi elimizden alıyorlar” dedikleri büyük olasılıkla bu kaçak çalıştırılanlar olabilir. Ancak bu konuda bazı araştırmalarda, Suriyelilerin çalıştıkları işlerin T.C. vatandaşlarınca tercih edilmeyen işler olduğuna dair bilgiler yer almaktadır. [2]
Tabii işsiz sayısının artması da aslında sistemseldir, kapitalist sisteme bağlı bir durumdur bu. Kapitalizmin tipik buhranları ve çalışma saati süresi ile ilgilidir bu. Çalışma saati süresi uzatılırsa işsiz sayısı artar, kısaltılırsa azalır. Ama kapitalizmde patronun tercih ve uygulaması, sömürü oranını arttırmak ve daha çok kâr elde etmek için çalışma saati süresini arttırmaktır. Bu durumdur işsiz sayısını arttıran, gelen göçmenler değil. Çalışma saati süresi birkaç saat azaltılsın bakalım işsiz kalıyor mu? İnsanların bilinç düzeyi bunu düşünmekten uzak, onlar var olan durumdan yola çıkıyor ve başka türlüsünü düşünemiyor. Yasal günlük çalışma süresi nasıl 8 saate düşürüldü, bunu aklına bile getirmiyor.
Öte yandan Suriyelileri kaçak olarak istihdam eden burjuvalarımız, bu yoldan ekstra kâr sağladıkları için Suriyeli yoksul emekçilerin varlığından gayet hoşnuttur. Suriyelilerin geri gönderilmesi talebinin geniş kitleler arasında yankı bulması karşısında AKP’li bazı milletvekillerinin, “siz bunu bir de Suriyeli çalıştıran işverenlere sorun bakalım, onlar gitmelerini istiyor mu?” gibi, patronların hislerine tercüman olan açıklamalarını duyduk yakın dönemde.
Öte yandan Türkiye’de göçmenlerin çalışabilmeleri belli kurallara tâbidir. Buna bağlı aynı AKP hükümeti kaçak Suriyeli çalıştırma ile “mücadele” de etmektedir. Konuyla ilgili değişik devlet kurumları (Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı vb.) yaptıkları teftişlerle işin peşindeler. Kendi internet sitelerinde bununla ilgili veriler yer alıyor. Buradan, bu konuda yapılan tespitlerin devede kulak bile olmayacak kadar olduğu görülüyor; bir milyon kaçak çalışma olduğu tahmini karşısında 2020 yılında ancak 1.185 yabancının mevzuata aykırı çalıştığı tespit edilebilmiştir.
İşin bir de Türkiye topraklarında yatırım yapmış Suriyeliler tarafı var. Bunlar istihdam sağlayıcı işler yapıyor ve sisteme yük olmak şöyle dursun katkıda bulunuyorlar.
Ticaret Bakanlığı’na göre Şubat 2019’da en az bir ortağı Suriye uyruklu olan şirket sayısı 15 bin 159 olmuştur.
Türkiye’de kurulmuş olan onlarca Suriyeli sivil toplum örgütlerinden biri olan Harmoon Çağdaş Araştırmalar Merkezi Genel Müdürü Samir Seyfan, 24 Haziran 2022 tarihli açıklamasında (indyturk.com)
“Yaklaşık 2 milyon Suriyeli bir şekilde çalışarak Türkiye’nin ekonomisine katkı sunuyor. 15 bin Suriyeli iş insanı Türkiye’de faaliyet gösteriyor. Bunlar istihdam sağlıyor. Bunun dışında binlerce küçük yatırımcı faaliyet yürütüyor” demektedir. Ona göre “Burada yaşayan Suriyeliler, Türk hazinesinden bir şey almıyor… Halep, Suriye ticaretinin başkentiydi. İç savaşla birlikte binlerce Halepli işadamı ve girişimci ellerindeki tüm imkânları, bilgi, birim ve tecrübeleriyle Türkiye’ye geldi. Bunlar Antep, Antakya ve Kilis’e yerleşti. Bu kentlerin gelişmesine katkı sundu”. İşin bu tarafını da görmek gerektiği açıktır.
Ama ne görüyoruz? Özdağ ve kafasındakiler Suriyelilerin yatırım yapmasına da karşıdır. Bu girişimler Türkiye açısından büyük tehlikedir!? Bir yıl kadar önce Suriye kökenli bir kuyumcuyla ilgili şöyle bir tweet atmış: “7 sene önce Türkiye’ye gelmiş. Türkçesi çok az. Vatandaşlık almış. Üstüne silah ruhsatı. Şanlıurfa’dan aldığı kuyumculuk kimlik kartı ile İzmir’de kuyumcu dükkânı açmış. Bunlardan 900 bin tane daha var. Türkiye, tehlikenin farkında değil misin?”
Tehlikeden ne kastedildiğini anlamak bile zor. Bu vb. kişilerin vatandaşlık almış olması mı? Kuyumcu açmış olması mı? Özdağ herhâlde bunların da işsiz olmalarını tercih ediyor.
Samir Seyfan’ın katkı sunuyorlar dediği olguyu tehlike olarak görmek nasıl bir düşünce tarzının eseri olabilir? Bu olsa olsa zamanında Nazilerin Yahudileri tehlike görmesi gibi bir şeydir. Asıl tehlike ise işte bu bakış açısındadır; Nazilerin aynı anlayışla Yahudilere neler yaptıklarını biliyoruz.
Burada Özdağ yine sayılarla istediği gibi oynuyor. “Bunlardan 900 bin tane daha var” dediği tümü vatandaşlık almış olanlar değildir, ama o havayı veriyor. Vatandaşlık alan reşit insan sayısı, bu verdiği sayının sekizde biri kadardır. Buradaki sayı Samir Seyfan’ın, çalışan 2 milyon Suriyeliden kaçak çalışanlar dışında kalan “binlerce yatırımcı” dedikleri insanlar olmalıdır.
Göçmen öğrenciler üniversitelere rahatlıkla girebiliyorlar mı?
İddialardan biri de budur. Suriyeliler vb. diğer ülkelerden gelen öğrenciler rahatlıkla üniversitelere girebilmekte, Türk öğrencilerin bir anlamda haklarını gasp etmektedirler. Bu anlayış ve buna uygun paylaşım ve algı operasyonları ile yükseköğrenime ulaşamayan ya da istediği bölüme giremeyen gençler Suriyelilere karşı kışkırtılıyor.
Oysa sayısal veriler ortadadır (goc.gov.tr). “Türkiye’de öğrenim gören yabancı uyruklu öğrencilere ilişkin Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı verileri incelendiğinde; 2016-2017 eğitim-öğretim yılında toplam 103.727 yabancı öğrenci ülkemizde eğitim gördüğü görülmektedir. Bunlardan Azerbaycan vatandaşları 15.036 kişi ile ilk sırada, Suriye vatandaşları 14.765 kişi ile ikinci, Türkmenistan vatandaşları ise 10.642 kişi ile üçüncü sırada yer almaktadır”. Toplam 7-8 milyon yükseköğretim öğrencisinin var olduğu bilindiğinde yüz binli yabancı öğrenci sayısı nedir ki? Yüzde 1,5 oranının bile altında bu sayı. Yani bir bardak suda fırtına koparılmaya çalışılıyor. Üstelik Suriyelilerin oranı çok daha düşüktür. Yabancı yükseköğretim öğrencilerin %14’ü, toplam öğrencilerin %0,2’si Suriyelidir!
Daha sonraki yıllarda (Haziran 2021) Suriyeli yükseköğrenim öğrenci sayısının daha arttığına (48.192 –diken.com.tr, 27.08.2022) dair bilgiler de var ama oran 0,5’e yükselse ne olur? Hepsi bu işte.
Peki, bu öğrenciler üniversitelere sınavsız girebiliyorlar mı? Hayır. Bunlar için uygulanan “Yabancı Öğrenci Sınavı (YÖS)” olarak adlandırılan bir sınav sistemi var. Bu sınavdan 85 puan ve üzerinde puan almak gerekiyor.
Bunun dışında Suriyeli öğrencilere bolca burs veriliyor iddiası var. Onlar için bir uluslararası burs programı mevcut: BMMYK ile ortak Albert Einstein Alman Akademik Mülteci Girişimi (DAFI) Burs Programı. Buradan burs elde edebiliyorlar. “Bizim ülkemizde onlar alıyor, biz neden alamıyoruz?” gibi soruların yanıtı net: Çünkü bunun ilk koşulu, geçici koruma statüsünde olmak.
Daha küçük yaşta olanların eğitim durumlarına da değinelim. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre Haziran 2021’de anaokulunda 35 bin 707, ilkokulda 442 bin 817, ortaokulda 348 bin 638 ve lisede 110 bin 976 Suriyeli eğitim görüyor. Eğitim yaşına gelmesine rağmen okula gitmeyen Suriyeli sayısı ise verilere göre 432 bin 956 kişi (diken.com.tr).
Okul çağındaki Suriyeli çocukların üçte biri eğitim alamıyor. Barınma merkezlerinde eğitim alan çocukların oranı daha yüksek (%90). Geçici Eğitim Merkezlerinde, bugüne dek revize edilmiş Suriye eğitim müfredatı uygulanıyordu. “Revize edilmiş”… Bu, Türk egemen sınıfların çıkarına uygun hâle getirilmiş demektir. Bununla da yetinilmiyor artık; Milli Eğitim Bakanlığı, Geçici Eğitim Merkezlerini kapatarak, kendine bağlı okullarda Türkçe eğitime geçmeyi amaçlamadığını açıklıyor. Artık tam bir asimilasyon politikasına geçilecektir anlamına geliyor bu.
Suriyeliler kolaylıkla vatandaşlık hakkı elde edebiliyorlar mı?
Irkçı muhalif çevrelere bakarsanız çok kolay biçimde vatandaşlık alıyorlar. Hatta AKP hükümeti bunları seçimde kullanabilmek amacıyla bolca vatandaşlık hakkı veriyor iddiasındalar. Özdağ, vb.leri de yukarıda değindiğimiz gibi 1.750.000 kişiye vatandaşlık verildiği iddiasını öne sürüyor. Bununla da kalmıyorlar, iddialarına göre hükümetin sayıyı seçimlere dek 3 milyona çıkarma planları var. Özdağ bu konuda AKP içinden de teyit almıştır! İddiası böyle.
Oysa her burjuva ulus devletin, vatandaşlık hakkı verme konusunda birbirine benzerlik gösteren katı kuralları vardır. Bu kurallar hiç gevşetilmez değildir kuşkusuz. Örneğin nüfusun bir biçimde ve istem dışı azalma gösterdiği durumlarda, nüfusun dengelenmesi amacıyla gevşetme yönünde belli önlemler alınabilir. Bunun tam tersi uygulamalar da duruma göre devreye sokulabilir.
T.C.’de vatandaşlık alabilmek için önce ülkede belli bir süre oturma ve çalışma izni sahibi olarak bulunmuş olmak gerekir. Tüm burjuva devletlerde böylesi bir koşul mevcuttur, bulunma süresinin ne kadar olduğu konusunda farklar söz konusudur. Bu koşul yerine getirildiğinde duruma göre zorlaştırıcı bir dizi engeli aşmak gerekir. Kısaca vatandaşlık almak öyle kolay bir iş değildir. Nitekim kaç Suriyelinin vatandaşlık aldığı bellidir, buna yukarıda değinmiştik.
Suriyelilerin büyük çoğunluğu açısından vatandaşlık elde etmeleri olanaksız gibidir. Çünkü onlar “geçici koruma statüsü” altında burada bulunuyorlar. Oturma ve çalışma iznine sahip değiller. Türkiye’nin Suriye’den kaçışların yoğunlaşması üzerine ve AB ile göçmenlerle ilgili anlaşmanın imzalanmasından sonra, AB mevzuatından yararlanarak hazırladığı bir geçici koruma yönetmeliği var. AB yönetmeliğine göre, geçici koruma yönergesi yürürlüğe girdiği andan itibaren milyonlarca mülteciye çalışma hakkı tanınırken, Türkiye yönetmeliğinde bu hak tanınmamış ve ancak 2018’de izne bağlı olarak kayıtlı çalışma imkânı verilmiştir.
Bunun dışında, kapitalist ülkelerin önemli bölümü tarafından yıllardan beri uygulanan, AKP’nin de gündeme getirip uygulamaya koyduğu, yatırım karşılığı vatandaşlık hakkı kazanma uygulaması söz konusudur. Muhalefet bu uygulamaya karşı “vatandaşlık hakkı satılamaz” gibi bir kampanya yürütüyor. Bunu, bu uygulama sanki vatanı satmakla eşdeğer bir şeymiş havasında yapıyor. Oysa bu çoğu kapitalist ülkenin yaptığı gibi, sermaye çekmenin yollarından biri hâline gelmiştir. Burjuvazi, vatandaşlık hakkını da bir meta hâline getirmiştir. Türkiye’de bu hakkı kazanmak için yapılması gereken yatırım miktarı, yatırımın türüne göre değişim göstermekle birlikte, 500 bin dolarken, bir ara 250 bine düşürüldü. Şimdiler en düşük yatırım tutarı 400 bin dolarlık gayrimenkul alımı olarak uygulamadadır. Böylece hangi ülkeden olursa olsun varlıklı kesim T.C. vatandaşlığı alabiliyor; Suriyeliler de buna dâhil doğal olarak.
Bazı araştırmalarda, vatandaşlık verilenlerin, zamanında Anadolu’dan Suriye’ye çeşitli nedenlerle göç etmek durumunda kalan Türk kökenli ailelerin soyundan olduğunun ortaya konduğu biçiminde yaklaşım da yer almaktadır.
“Sorunun” çözümü; burjuvazi ve sınıf bilinçli proletaryanın konuya yaklaşımı
İçinde bulunduğumuz kapitalist-emperyalist dünya sisteminde bu “sorun” çözülebilir mi?
Tek sözcükle Hayır!
Yukarıda “Göçlerin nedenleri ve bunların ardındaki ana neden” bölümünde ortaya koymaya çalıştığımız gibi günümüzde yaşanan göç olaylarının nedeni bizzat bu sistemdir. Sistemin varlığı sürdüğü müddetçe bu “soruna” çözüm yoktur. Aslında göç ve göçmen “sorunu” denen olay bir sonuçtur: Emperyalist sömürü sisteminin ortaya çıkardığı sonuçlardan biridir. Sorun olan bu sistemin kendisidir.
Burjuvazi soruna nasıl yaklaşır ve bu yaklaşımın ardında hangi nedenler yatar?
Burjuvazi bu işi çözemez. En başta kapitalizm, adı üzerinde, merkezinde azami kârın durduğu bir sistemdir. Bu sistemde hemen her şeye bu gözlükle bakılır. Göç ve göçmenlik söz konusu olduğunda da bu çerçevede tutum sergilenir.
Aslında göç ve göçmenlikten söz ederken bunu başlı başına ve esas nedenlerden bağımsız biçimde “sorun” olarak görüp, böyle adlandırmak da, bu olguya neden olan esas sorunu gölgelediği için sakıncalıdır. Günümüzde sorunun esas kaynağı ve nedeni, dünyada egemen olan kapitalist-emperyalist sistemdir. Sorunu yaratan sistemin baş aktörü olan burjuvaziden çözüm beklemek abesle iştigalden başka bir iş olmaz.
Görece ucuz işgücü, burjuvazinin daha çok kâr elde etme hırsını tatmin eden unsurlardan biridir. Rakipler karşısında avantajlı konuma gelmek ve bu konumda kalmak isteyen patronların ucuz göçmen emeğine gereksinimi eksik olmaz.
Bunun yanında burjuvazinin gerçek durumu gizleme çabasıyla “kara ekonomi” gibi tanımlamalar kullandığı, ama kapitalizmin ayrılmaz parçası olan bir alan bulunuyor. Bizzat sistemin ürünü olan bu parça ile sözüm ona mücadele edilmektedir ama boşuna, çünkü bunlar sistem tarafından günbegün üretilmektedir zaten. Yukarıda insan ticareti mağdurlarının sömürü türlerinden söz ettik. Bunlar kapitalizm tarihinde yeni bir unsur değildir. Ve bunlara karşı “mücadele” de yeni değildir. Bu mücadelenin yerel olarak sürdürülmesinin yetersizliği görüldüğünde, savaşım daha etkili olur umuduyla, uluslararası düzleme yayılmaya çalışılmıştır. “Mücadele” geçen yüzyılın başlarına kadar gidiyor. 18 Mayıs 1904 tarihinde “Beyaz Kadın Ticaretine Karşı Etkili Himayenin Sağlanmasına Dair Uluslararası Düzenleme” yapılmış örneğin. 4 Mayıs 1910 tarihli “Beyaz Kadın Ticaretinin Cezalandırılması Konusunda Paris Sözleşmesi” veya 30 Eylül 1921 tarihli “Kadın ve Çocuk Ticaretinin Men’ine Dair Milletlerarası Sözleşmeler” buna örnek olarak gösterilebilir. Peki, bu vb. uğraşların sonucu ne olmuştur? Hiçbir şey! Çünkü bu olgunun nedeni olan sistem içinde mücadele lafta kalır. Bu girişimler ancak, bu vb. olguların sistem içinde düzelebileceği umuduyla yola çıkan küçük burjuva duyguları tatmin eder. Bunların hiçbir işe yaramadığı zaten aradan geçen 100 yıldan fazla süre içinde pratikte de kanıtlanmıştır.
Burjuvazi ana nedenin kendi sisteminde yattığını gizler; tek, tek ayrı gibi gözüken nedenleri ön plana çıkararak ve nedenlerin böyle görülmesinin sürekliliğini sağlayarak olaya yaklaşır.
Sanki onun sınıfsal çıkarlarının ortaya çıkardığı sistemin gelişen bu göç olayları ve buna bağlı gelişen sorunlarla ilgisi yokmuş gibi davranır: Örneğin bir ülkede kıtlık varsa ve insanlar oradan göçmek zorunda kalmışlarsa, kıtlığın nedeni olarak tembellik, iş bilmezlik, doğa olayları vs. gösterilir. Ya da bir çatışma vardır ve insanlar kaçmaktadır. Bunun nedeni olarak ise bazı kötücül insanların zalimce eylemleri gösterilir.
Burjuvazinin sistemi, kendi açısından mükemmeldir. Ya da şöyle derler: “Demokrasi mükemmel değildir, ama daha iyisi bugüne dek bulunmuş değil”. Ve ellerindeki muazzam propaganda ve beyin yıkama gücü sayesinde bunu geniş yığınlara da yayarlar. Sorun sistemde değil, sisteme uyum sağlayamamış kişilerde, ülkelerdedir vb. Sonunda –ve en kötüsü de belki budur– sorunun kendi sisteminde olduğunu gizlemek için sorumlu göçmenlermiş gibi gösterilir. Ona göre bir sistem sorunu yoktur, sığınmacı, mülteci “sorunu” vardır.
Burjuva teorisyenler de bunu destekleyici işlev görürler; örneğin göçmenlerin oluşturabileceği tehlikeler üzerine “çalışmalar” yaparlar. Göçmenler ile suç ilişkisi üzerine günümüzde sürüyle akademik araştırma bulunuyor. Bunların önemli bölümü, beklendiği üzere, burjuva ön yargılarla doludur. Hatta bu konuda kuramlar geliştirmiş akademisyenler de bulunuyor. Örneğin onların neden suça eğilimli olabileceği hatta olduğu üzerine bolca ahkâm kesilir bu kuramlarda. Bu tip araştırmalar yapılırken, işin sistemle ilişkisinden özenle kaçınıldığını, nedenin başka yerlerde arandığını görürüz: “Birey tanımadığı çevrede ayıplanma korkusunun olmayışı sayesinde daha fazla sapkın davranış ve suça yönelmektedir” gibi (Şikago Okulu’ndan 2015 tarihli Park ve Burgess çalışmasından aktaran Doç. Dr. M. A. Karasu – “Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacıların Kentlerde Neden Oldukları Güvenlik Riskleri” – dergipark.org.tr).
Ne kadar bilimsel değil mi? Bu anlayışa göre kimse yerinden kımıldamasın sorun çözülür!
Yine burjuva anlayışa sahip akademisyenler örneğin göçmenler arasında etnik kökene göre ayrım yapıp, sorunun farklı –ülkede egemen olan ulusun etnik kökeninden farklı– etnik kökenden gelen göçmenler tarafından oluşturulduğunu savlarlar. Onlara göre aynı etnik kökenden insanlar göçmen olarak gelselerdi pek bir sorun olmazdı!?
Geçmiş yıllarda göç edip gelen ve egemen ulus ile aynı etnik kökenden olan insanlar, onlara göçmen, hatta soyu sopu belirsiz göçmen denildiğinde neden kendilerini “biz göçmen değiliz, muhaciriz” demek gibi bir itirazda bulunmak zorunda hissediyorlardı? Sözcüğün yalnızca anlamı açısından bakılırsa bu ikisi aynı şey; biri Türkçe diğeri Arapça ve bu açıdan yapılan itiraz anlamsız oluyor. Ama ardında İslam retoriği –muhacir / ensar ilişkisi– bulunduğunda bir anlam kazanıyor: “Din kardeşi olarak buraya geldik bize sahip çıkın, yardım edin!”.
Hiçbir sorun olmasaydı göç eden insanlar böyle bir anlayışın ardına sığınmak zorunda kalırlar mıydı?
Göçmenlerle ilgili hukuksal kurallara baktığımızda, burjuvazinin hukuk sisteminde göç biçimleri gibi kavramlar uydurulmuş ve farklı göçmen kategorileri oluşturulmuş olduğunu görürüz. Bu biçimsel ayrılıklarla, burjuvazi çok yönlü yarar sağlama peşindedir: Ucuz işgücü sağlama, göçmenler arasından gereksinimi olan en iyi ve kalifiye insanları seçme, kategorileri ayırdığı emekçileri, onlara farklı olanaklar sunma yolu ile bölerek, birbirine düşürme ve böylece onları sınıf savaşımı merkezinden uzaklaştırma vb.
Yükün, göçe kaynaklık eden ülkelerin komşu ülkeler olmasına bağlı olarak bunların sırtına yüklenmesi de cabası. Bu komşu ülkeler büyük çoğunlukla belini zor doğrultan ülkelerdir zaten.
Burjuva devrimleri döneminde onun bayrağında yazılı olan “özgürlük”, “eşitlik”, “kardeşlik” gibi kavramlar geçerliliğini çoktan yitirmiştir. Burjuvazinin bu kavramları kendinin o günkü çıkarına uygun olarak geliştirdiğini biliyoruz. Daha geri sistemlerle savaşım içinde geniş yığınlara desteği olduğu dönemde bunlara gereksinimi vardı. Ve bunlarda, geniş emekçi yığınlarının çıkarlarına bir nebze denk düşen yanlar da bulunuyordu. Ama bunlar çok gerilerde, tarih sayfalarında kaldı artık. Burjuvazi şimdi tüm alanlarda olduğu gibi, göçmenler konusunda da, bu işi nasıl yönlendirebileceğinin ve bu olgudan nasıl yararlanabileceğinin peşinde. Onun bir zamanlar savunduğu “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kavramlarının bugün hiçbir önemi, değeri kalmadığını, göçmenler konusunda yaşananlardan da görüyoruz.
Sistemin çıkarlarına uygun biçimde oluşmuş ideolojik yapı ve bunun insan bilincine yansıması sonucu yerkürenin hemen her yerinde göçmenlerle ilgili ortak bir tavır gelişmiş, yerleşmiş durumdadır.
26.12.2021 tarihli Deutsche Welle haberinde, “Avrupa’nın 10 ülkesinde yapılan bir araştırmaya göre vatandaşların yüzde 60’ı ülkelerinin son 10 yılda aldığı göçün ‘çok fazla’ olduğu görüşünü” taşımakta olduğu belirtilmiştir. “YouGov” “kamuoyu yoklamasına göre Almanya’da bu oran yüzde 67 düzeyinde, yani her üç kişiden ikisi Almanya’nın ‘çok fazla’ göç aldığı fikrinde”.
Aralık ayında yapılan “ankette Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Polonya, İspanya, İsveç, Macaristan, Belçika ve İsviçre’den yaklaşık 12 bin kişiye sorular yöneltildi. Ankete katılanların çoğunluğu düzensiz göçle mücadelede sınırlara duvar ve çit örülmesini destekliyor. İlk sırada gelen Macaristan’da duvar örülmesinden yana olanların oranı yüzde 71’i buluyor. Son sıradaki İsviçre’de ise duvardan yana olanların oranı yüzde 28 düzeyinde”.
Başka bir araştırmada “çok kültürlü ortak yaşamın model ülkesi İsveç’te bile, nefret suçlarında artış yaşanmakta” olduğu belirtiliyor; 2011 sonrası 6 yılda “nefret suçu vaka sayısı” yüzde 27 artmıştır. “Fransa, Hollanda, Macaristan, Avusturya ve Almanya’da son dönemde oy oranlarında ciddi artış gösteren aşırı sağ partilerin tüm seçim söylemi, göçmen karşıtı vaatler üzerine inşa edilmektedir” (Karasu).
Ülkelerimizde burjuvazinin “çözüm projeleri”
Önce burjuva yaklaşımın, öz olarak, ırkçı önyargılarla dolu bir milliyetçilik olduğunu vurgulamalıyız. Öyle ki soydaşları kabul ettikleri insanlara, onların yerleşik yaşadıkları diğer ülkelerde herhangi bir baskı uygulandığında bunlar birdenbire insan haklarını hatırlar. Durum hemen protesto edilir. Ne var ki kendi ülkesinde bunlar, buranın yerli halkları ve ulusları üzerinde benzer politikaların uygulayıcısı ve destekçisidir. Milliyetçilik böyle bir şeydir işte.
Aynı davranışı dışarıdan gelmiş olan göçmenlere de göstermelerinde şaşılacak bir şey yoktur.
Bunlar Suriyeli diyerek aynı coğrafi bölgeden gelen insanları bir bütün şeklinde dışlar. Ancak gelenler arasında sınıfsal, ulusal, dinsel açıdan farklar vardır.
Sınıfsal açıdan bakıldığında gelenlerin ana gövdesi emekçi yığınlardan oluşuyor. Onlar buradaki emekçilerin sınıfsal açıdan kardeşi. Gel gör ki sanki düşmanlarmış gibi bir olgu yaratmıştır burjuvazi.
Sermayesi ile gelen kişi, ülkede, yasalara uygun biçimde yatırım yapmakta ve hatta vatandaşlık hakkı bile edinebilmektedir. Ama memleketteki ırkçı unsurlara göre bunlar da “pis Arap”tır; memleketin kaynaklarını sömürüyorlardır. Bu anlayıştakilerin sermaye karşıtı oldukları sanılmasın, tersine. Kendileri ya ufak da olsa sermaye sahibidir ya da bunun hayaliyle yaşamaktadır. Dışarıdan gelip benzer bir iş yapan Suriyeliyi rakip görür ve bu nedenle karşıdır.
Kendi sermayesine ya da herhangi bir büyük çaplı yabancı sermayeye ses etmez, Suriyeli söz konusu olduğunda kıyameti koparır.
Bunlar bazen sanki sermayeye, özellikle yabancı sermayenin bazılarına karşıymış gibi bir hava içinde kendilerine göre bir tür toplumculuğu savunurlar. Şu kapıya çıkar bu yaklaşım: Milliyetçi sosyalizm, nasyonal sosyalizm!
Bu tür ırkçılar, yerkürenin her yerinde ortak olan, söylem ve eylemlerle hareket ederler ve ilk fırsatta eylemlerini saldırganlığa dek götürmekten çekinmezler. Böyle bir anlayış ve davranış ortamının varlığı söz konusudur denebilir.
Bu ortamda “sorunun” çözümü konusunda her kafadan bir ses çıkıyor; ortak nokta ise Suriyelilerin geri gönderilmesi biçiminde.
Bu çözümlerden biri, Ümit Özdağ’ın “evlere şenlik” denilecek cinsten olan, Suriyeli göçmenleri nasıl geri gönderecekleri ile ilgili projesidir. Partisinin adına göndermede bulunarak yaptığı “Zafer Turizm” paylaşımı, tam bir “Zihni Sinir ‘Procesi’”dir: Gazeteci ayrıntıları öğrenmek amacıyla, Özdağ’a, “Nasıl yollayacaksınız?” diye soruyor. Özdağ “Karayolu ile” diye yanıt veriyor. Hakkını yemeyelim, göçmenlerin, diplomatik anlaşma sonrasında, Türkiye’nin dostları olarak ve hukuka uygun biçimde göndereceklerini eklemeyi ihmal etmemiş. 2023 seçimlerinde Türk halkı Zafer Partisi’ne oy verirse, bu görevi büyük bir gururla yerine getireceklerini de belirtmeden geçmemiş.
Sorunun bu kafayla çözülmesinin en ufak bir olasılığı yoktur.
“Diplomatik anlaşma sonrası” diyor Özdağ. Diğerleri de özünde farklı bir şey söylemiyor. Var olan koşullarda diplomatik anlaşma kısa sürede çözüme kavuşturulabilecek gibi gözükmüyor. Her şeyden önce Türk egemenler, Suriye’de işgal altında bulundurdukları yerlerden çekilmeliler. Peki, buna hazırlar mı? Hiç de öyle görünmüyor.
“Hukuka uygun biçimde” diyor Özdağ. Bunu diğerleri de söylüyor zaten. Peki, hangi hukuka uygun olacak bu geri gönderme? Türkiye’nin de kabul ettiği konuyla ilgili uluslararası hukuka göre “geçici koruma” statüsündeki insanlar geri gönderilemez; Suriye’de koşulların radikal biçimde değişmesi gerekir. Bunun yakın ve orta vadede gerçekleşme olasılığı oldukça zayıf. O zaman taraf olunan bu anlaşmaların reddine gidilecek. Bunu yapabilirler mi? Yapabilirler. İstanbul Sözleşmesi konusunda bunu gördük. Sonuçta iş meclisteki birkaç yüz kişinin el kaldırıp indirmesine bakıyor. Aynı şekilde yeni düzenlemeler de yapabilirler. Burjuva hukuku böyle bir şeydir.
Ama bu durumda göçmenler ülkelerine “Türkiye’nin dostları” olarak gönderilebilir mi? Bu imkânsız. Çünkü bir dizi nedene bağlı olarak, göçmenlerin büyük çoğunluğu burada kalma eğiliminde. Burada doğmuş, büyümekte olan ve sayıları milyona yaklaşan çocuklar var. Burada eğitim görmüş yüzbinlerce çocuk var ve bunlar şimdi ağırlıkla Türkçe eğitim görüyorlar.
Özdağ, vb.lerinin yaptığı, oy kotarma gayretiyle yığınların en geri kesiminin duygularına hitap etmekten başka bir şey değil.
Bu vb. muhalefet, devlet yönetiminde bulunmadığı için, aklına estiği gibi –kelimenin tam anlamıyla– sıkıyor. Devlet yönetiminde olan siyasal iktidarın, “çözüm” için biraz daha farklı anlayış ve davranış içinde olduğu görülüyor; böyle davranmak zorundadırlar da. Bunun ardında büyük devlet anlayışı ve emperyal çıkarlar yatıyor.
Bunlar, ucuz göçmen emeğini sömürerek bundan ekstra kâr elde eden burjuvazinin de temsilcisi sonuçta. Burada elde edilen yararın yitirilmesini istemezler ve bu durumu dikkate alarak “çözüm” geliştirmeye çalışırlar. Bunlar da, göçmenlere karşı gelişen tepkiyi görmezden gelemezler ve buna göre politika geliştirmek zorundadırlar. Var olan koşullarda geri dönüşün nasıl olanaklı hâle getirileceğini dikkate alan projeler geliştirmeye çalışıyorlar. Suriyeli göçmenlerin geldikleri bölgelerin yaşanılır kılınması için bir dizi girişimde bulunduklarını söylüyorlar. Geri dönüşü teşvik etmenin; barınmadan tutun çalışma koşullarına kadar, sağlık, eğitim olanaklarının hazırlanması ve geliştirilmesi gibi ve bölgede güvenliğin sağlanması gibi ayakları bulunuyor.
Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturma gayretleri ve bu bölgenin bir bölümünü işgal altında bulundurma nedenlerinden biri olarak, geri dönecek Suriyelilerin güvenliği olduğunu öne sürüyorlar. Denetim altında bulundurdukları bölgelerde, geri dönüşü teşvik edici biçimde girişimlerin de olduğu açık. Şimdilerde uygulamaya koydukları barınma amaçlı 61 bin briket konut inşası söz konusu. Sayıyı kısa zamanda 100 bine çıkarmayı düşünüyorlar.
Harmoon Çağdaş Araştırmalar Merkezi Genel Müdürü Samir Seyfan, bu yılın Haziran ayındaki açıklamasında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ile birlikte bir proje hazırladıklarını söylüyor. “Suriye’nin kuzeyinde ve Türkiye’nin kolaylıkla ulaşabileceği bazı noktalara sanayi ve ticari amaçlı yatırımları amaçladık. Oralara geri dönüşü teşvik edecek altyapısı oluşturulmuş ortamların planlarını yaptık” diyor.
Bu da projelerden biri gibi, hükümetin çözüm olarak savunduğu projenin bir ayağı gibi duruyor.
Burjuvazimizin bir bölümü Kuzey Suriye topraklarında belli yatırımlar yaparak çalışma sahalarının açılması ve bununla geri dönüşün çekici duruma getirilmesi biçiminde “çözümler” önermektedir. Bu ve benzeri “çözüm” önerilerinin, eğer uygulamaya geçirilirse, geri dönüş açısından cazip yanı olduğu açıktır. Bu ama diğer yandan burjuvazinin sömürü alanını genişletmesi anlamına da gelir; Türk burjuvazisinin sömürüsü böylece Suriyeli emekçilerin geldikleri bölgede sürdürülecektir. Bu, doğal olarak, burjuvazinin bölgede kalıcılığının garanti altına alınmasını gündeme getirir. O hâlde Suriye’de buna göz yumacak bir yönetim gereklidir. Yani burjuvazi açısından Suriye’nin içişlerine karışmak kaçınılmazdır. Böylece burjuvazinin her “çözümü” yeni sorunlara gebe demektir.
Proletaryanın soruna yaklaşımı ve sorunun çözümünde ortaya koyduğu nitel fark
Bizim yukardaki görüşlerimiz ve eleştirilerimize bağlı olarak, “siz sanki başka türlü mü yapardınız?” gibisinden sorularla karşılaşmamız mümkündür. Bu nedenle bitirmeden işin bu yanına da değinmeliyiz.
İlk önce göç ve göçmenlik olgusunun olmadığı ya da bunların sorun olmadığı bir dünyanın olanaklı olduğunu vurgulamalıyız.
Yukarıda bu olguyu ortaya çıkaran nedeni ortaya koyduğumuz yerde, aslında çözümün de ne olduğu bellidir: Bu olaylara neden olan sistemin tarihin çöplüğüne atılması!
Dünya çapında hemen her ülkede proletarya önderliğinde sosyalist ve halk demokrasisi sistemleri egemen olduğunda böyle göç olaylarının nedenleri ortadan kalkacaktır.
İki sistemin –sosyalist ve emperyalist sistemlerin– karşı karşıya ve ama bir arada bulunduğu dünyada iş biraz daha karmaşıklaşır. Böyle bir durumda, emperyalist sistemin dayatmalarından, zulmünden kaçan geniş yığınların oluşturduğu göç olguları söz konusu olacaktır. Ve bu göç dalgalarının sosyalist ülke(ler) doğrultusunda olması da olasıdır.
Böyle bir göç sosyalist ülke açısından bir sorun yaratmaz mı?
Kapitalist bir ülkede olduğu gibi bir sorun yaratmayacağı kesindir!
Ancak durum doğal olarak hiçbir şey olmamış gibi değildir kuşkusuz. Sonuçta söz konusu olan, kısa zaman diliminde milyonlarca insanın sosyalist ülke topraklarına akın etmesidir. Ülkelerimiz somutunda, nüfusunun %4’ü, 5’i gibi göçmen alındığında bu o oranda bir fark yaratabilir.
Bu ama kapitalist ülkedeki gibi sonuçlar doğurmaz.
Burjuvazinin egemenliğindeki sistem ile proletaryanın egemenliğindeki sistem birbirine zıt, karşıt sistemlerdir. Proletaryanın sınıf olarak iktidarda olduğu sistemin adı sosyalizmdir. Sosyalizmde sömürüye, insanın insan tarafından sömürülmesine yer yoktur. Sistemin merkezinde, doğal çevresi ile birlikte insan, insan yaşamı ve emeği bulunur.
Göç etmek zorunda kalıp gelenler, ana gövdesi itibariyle iktidardaki proletaryanın sınıf kardeşleri ve dostlarıdır. Sosyalizmde üretilen değerler, kapitalizmde olduğu gibi sürekli olarak para babalarının cebine gitmediği için, bu vb. ani gelişmeler, doğal afetler vb. için fon ayırma çok daha olanaklı ve kolaydır. Proletarya elindeki olanakları ve yetenekleri sınıf kardeşleri için hızlı biçimde harekete geçirebilir.
Gelen insanlara, kapitalist sistemde yapıldığı gibi bir sömürü nesnesi gözüyle bakılmaz; birlikte üretip, birlikte yaşamı sürdürmenin önkoşulları zaten mevcuttur.
Sosyalist ülke yaşayanları ile göçmenler arasında dil açısından var olan farklılıkları aşmanın yolları kısa sürede bulunabilir. Bertolt Brecht’in “Dayanışma” şiirinin –içinde derin anlam barındıran– dizelerinde dediği gibi “kendileri konuşsalar, halklar hemen dost olur”.
Göç ve göçmen “sorununun” hiç oluşmamasının yolu dünya sosyalist sisteminin egemen hâle gelmesinden geçiyor. Emperyalist dünya sisteminin doğurduğu göç ve göçmenlik olgusu koşullarında ise umut yine sınıf bilinçli proletaryada, onun iktidarındadır.
Eylül – Ekim 2022