Aslında bütün dünyada olduğu gibi Kuzey Kürdistan-Türkiye’de de burjuvazinin “Savunma Sanayii” adını verdiği alan, savaş araçlarının üretildiği alandır. Yani burjuvazinin “savunma” sanayi adını verdikleri ve burjuvazi açısından en kârlı sanayi dallarından biri olan “savunma sanayii” gerçekte savaş sanayiidir. Bu alanda Türk burjuvazisi son dönemde küçümsenmeyecek “başarılar” elde etti. Gün geçmiyor ki görsel ve yazılı burjuva yayın organlarında Türk “savunma” sanayiinde yaşanan yeni gelişmelerle ilgili haberler çıkmasın. Şu silah sistemi, bu platform üretilmiş ve ordu envanterine ya girecektir ya da girmiştir. Bunlarla ilgili olarak Ar-Ge çalışmalarına, buna bağlı ortaya çıkarılan ürünlere ve alt sistemlerdeki gelişmelere de sıklıkla rastlanıyor haberlerde. Ve böylece üç beş on yıl öncesine göre daha görünür duruma geldi, getirildi.
Gelinen yerde artık bu konu ile ilgili haber ve yorumlara salt yerel medyada rastlanmıyor, çok sayıda ülkenin, bazıları dünya çapında etkiye sahip yayın organlarında da sıklıkla yer buluyor bunlar. Gelişme görmezden gelinemiyor artık. Askeri alanda birçok şey ete kemiğe bürünmüş durumda. Üstelik bunlardan bazıları ancak birkaç ülke tarafından üretilebilir şeyler, bazı ürünler için ise iddialı şekilde dünyada bir ilk ya da en iyisi deniyor. Savaş sahalarında denenenler de oluyor ve bunların tayin edici etkileri görülüyor.
Giderek görünür duruma gelen başka önemli bir nokta, rakip güçlerle yaşanan çelişkiler ve bu çelişkilere bağlı dalaşmada Türk burjuvazisinin gücü yettiği, ulaşabildiği alanlarda başat bir güç imiş gibi işin içinde yer almasıdır. Bu durumla, askeri yeteneklerde gelinen düzey arasında birebir ilinti var kuşkusuz.
Türk burjuvazisinin yayılmacı edimleri, açıkça dile getirilen emperyal hedefler büyük / küçük rakiplerin hoşuna gitmiyor doğal olarak. Bunlar, askeri alanda da, açık-örtülü ambargolar, yaptırımlar uygulayarak hizaya çekmeye çalışırlarken, Türk burjuvazisinin buna çok yönlü yanıtları oluyor. Öte yandan ambargo ve yaptırımlara maruz olma konumu, bunların etki durumuna ve oranına göre, “savunma” sanayii bağlamında farklı alanlarda ve değişik biçimlerde bağımlılık durumunun da bir göstergesi anlamına geliyor.
Egemen sınıf siyasi sözcülerinin değişik kanatlarından “savunma” sanayiinin gelişimi konusunda farklı sesler yükseliyor. Uç örneklerde bunlar, siyasi iktidarla muhalefet arasında, birinin neredeyse süper güç düzeyine yükselmekte olunduğu hatta bu konumun yakalandığı, diğerinin aslında pek bir şey yapılmadığı biçimindeki görüşler arasında gidip geliyor.
Konu ile ilgili daha önceki bir yazımızda (TÜRK “SAVUNMA” SANAYİSİ ÜZERİNE, YDİ Çağrı, sayı 182, Temmuz-Ağustos 2016) “savunma” sanayiinde gelinen noktanın ne olduğunu, gelişmenin yönünü ve bunların ne anlama geldiğini incelemiştik. Aradan 7 yıla yakın zaman geçti. Şimdi konuya eğilmenin, öngörülerimizin ne ölçüde isabetli olduğunun muhasebesini yapmamızın zamanıdır. Aynı zamanda bu, aradaki dönemde yaşanan gelişmelerin durumunu da gösterecektir.
7 yıl önceki yazıda burjuvazinin oldukça planlı programlı biçimde askeri alanda eksikliklerini giderici girişimlerde bulunduğunu belirtmiş, Savunma Sanayi Müsteşarlığının 2016-2021 Stratejik Planıyla gerçekleştirmek istediklerine yer vermiştik. Şimdi hedeflerin ne ölçüde gerçekleştiğine bakacağız.
Bu alanda yaşanan gelişmeler, burjuvazinin edinmiş olduğu yetenekler, onun kapitalist-emperyalist dünya sistemi içindeki konumunu değiştirmiş midir? Değiştirmiş ise, bu nasıl, ne kadar ve ne yönde olmuştur sorularına yanıt bulmaya çalışacağız.
Önce işe son gelişmelerle, öncesi ile günümüzdeki durumu karşılaştırarak başlayalım.
Son 7 yılda nereden nereye
Temel göstergelerdeki farklara bakılırsa kabaca şöyle bir durum görülüyor:
2016 yılındaki yazımızda “2000’li yılların başlarında savunma ve havacılık sanayisinde 60 küsur şirket yer alıyordu” saptamasını yapmıştık. O tarihten önceki on yılda şirket sayısı açısından pek fazla bir değişiklik olmamıştı, üretimde ise bir artış söz konusuydu.
Dönemin SSM (Savunma Sanayi Müsteşarlığı) (Günümüzde adı SSB – Cumhurbaşkanlığına bağlı Savunma Sanayi Başkanlığı olarak değiştirildi) yetkilileri büyük şirketlerin, az bir bölümü hariç, alt şirketlere / KOBİ’lere iş vermediği, oysa işin tabana yayılmasının bir zorunluluk olduğu yönünde görüş belirtiyordu. Hedef iş yükünün yüzde 30’unun KOBİ’lere verilmesi olarak belirlenmişti.
Günümüzde, bu işi tabana yayma sorununun, önemli derecede çözümlendiği görülüyor. Önemli derecede diyoruz, çünkü hâlâ sorunlar olduğu yönlü paylaşımlar da söz konusu.
KOBİ’lere iş verme oranı yüzde 50’ye yükseltilmeye çalışılıyor. Bu konuda verilen uğraşın belli bir etki yaptığı görülüyor.
Gelinen yerde savunma sanayiinde yer alan şirket ve firmaların sayısı iki bini aşmış durumdadır.
Dünya pazarlarına sunulan ürün çeşitliliğindeki zenginleşme, kuşkusuz, gelişmenin göstergelerinden biridir. “SSM SAVUNMA SANAYİ ÜRÜNLERİ KATALOĞU 2015– 2016’da, 80 şirket, kurum ve kuruluşa ait, uluslararası pazarda gelişmiş ülkelerin ürünleriyle boy ölçüşebilecek nitelikte ve çok geniş bir yelpazede 500 kadar ürün ve hizmet sunulmuş bulunmakta” idi. Son SSB SAVUNMA SANAYİ ÜRÜN KATALOĞU’nda ise 215 şirket, kurum ve kuruluşun 1500 üzerinde ürünü yer alıyor. Gerek şirket gerekse ürün sayısı artmıştır ve artışın alt sistemlerde daha fazla olduğu dikkat çekmektedir.
2016 itibariyle ilgili kurumların örgütlendiği SASAD – Savunma ve Havacılık Sanayii İmalatçılar Derneği bünyesinde 47 üretici yer alırken, günümüzde sayı 230’a yükselmiştir.
Savunma sanayi kuruluşlarının sayıca böyle artmasına paralel olarak gerek üretim hacmi gerek ihracat hacmi ve bunların parasal değeri gerekse YİKO – Yurtiçi Karşılama Oranı önemli ölçüde yükselmiştir…
2014’te 5,101 milyar dolar olan sektör cirosu 2019 sonu itibariyle 10,884 milyar dolara yükselmiştir. 2015’te 1,673 milyar dolar olarak verilen ve sonradan 1,855 milyar dolar olarak düzeltilen sektör ihracatı 2019 yılında 3,068 milyar dolara ulaşmıştır. Bu sektörde küresel ihracat sıralamasında Türkiye, 2014’teki 16. sıradan 2019’da 12.’liğe yükselmiştir.
2020 yılında Covid salgınına bağlı özel koşullar nedeniyle geçici sekteye uğradığı görülen gelişme, daha sonra artış biçiminde devam etmiştir. 2021 yılında ihracat 3,2 milyar dolara yükselmiş, küresel ihracat sıralamasındaki yer bir basamak yükselme ile 11.’liğe çıkmıştır.
2022 yılı ihracatı 4,3 milyar dolarla artışını sürdürmüştür. 2021 yılındaki sıralamada Türkiye’nin üzerinde yer alan İngiltere, Güney Kore, İspanya ve İsrail’in ihraç tutarları 4 milyar doların altında idi. 2022 yılında, Rusya’nın Ukrayna’ya 8 yıldır süren savaşa doğrudan katılmasıyla boyutlanan savaş nedeniyle silah satışlarında büyük artış yaşandı. 2022 rakamları henüz kesin rakamlar olarak yok. Fakat Türkiye’nin bu pazarda yüzde 1’in üzerindeki pay ile konumunu koruyacağı bellidir.
Sektör cirosu henüz açıklanmamış olmakla birlikte SSB Başkanı İsmail Demir bunun 10 milyar doların çok üzerinde bir değer olacağını belirtmiştir. 10 milyar dolarlık ciro 2019’da yakalanmışken, bir yıl sonra yüzde 11 civarında bir düşüş olmuştur. SSB Performans Raporlarında ise 2021 için 19,7 milyar ve 2022 için 23,1 milyar dolarlık ciro planlanması ve hedeflemesi yapılmış olduğunu burada belirtelim.
Aynı biçimde ihracatta ancak 2023’te ulaşılabileceği 6 milyar dolar tutar, aynı raporda 2021 yılı için 6,2 milyar dolar olarak hedeflenmişti.
Artış olmakla birlikte üretim ve ihracat hedeflerine tam ulaşılamadığı görülüyor. Bunun ana nedeninin ambargolar olduğu görülüyor; buna aşağıda değineceğiz.
Savaş Sanayii’nde net ithalatçılıktan, net ihracatçılığa doğru
2016 yılında ithalat ile ihracat arasında bir denge mevcut iken SIPRI (Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) raporuna göre, Türkiye’nin küresel silah ithalatındaki payı yüzde olarak 2019’da 2014’e göre yarı yarıya gerilemişken, ihracattaki payında %60 artış olmuştur.
2022 yılı ihracatında bir önceki yıla göre artış yüzde 34,4 oranında iken, “savunma” ve havacılık ithalatı ise yüzde 7,2 artış ile 3,6 milyar dolara yükselmiştir. İthalatın 2,2 milyar dolarlık büyük kısmının, yolcu uçağı alımından kaynaklanmış olması da dikkat çekici bir unsurdur.
Böylece Türkiye, “savunma” ve havacılık sektörü dış ticaretinde net artı veren bir konuma kavuşmuş duruma geldi.
2022 yılında sektöre olan dış talep ve sipariş tutarı, yurtiçinden yapılan sipariş tutarının üzerine çıktı; bu durum, ihracatın daha hızlı artacağını gösterir bir veridir. 2023 için 6 milyar doların üzerinde bir ihracat beklentisi olduğu İsmail Demir tarafından açıklandı. Bunlar, Türk burjuvazisinin bu alanda uluslararası konumunu güçlendirme yönünde ilerleme sağlayacağının göstergesi.
Sektörün 2021 yılında 48,4 dolar olan kilogram başı ihracatı, 2022 yılının ilk 11 ayında 55,9 dolara yükseldi. Bu bir yandan dışsatımda platformların oranında artış olduğunu gösterirken, aynı zamanda ileri teknoloji ürünleri ihracatının toplam ihracat içindeki payının olumlu yönde etkileneceğine işaret ediyor.
2015’te 904 milyon dolar olan ürün ve teknoloji geliştirme harcaması 2019’da 1,672 milyar doları bulmuştur.
2015’te Defence News dergisinin dünyada en fazla ciro yapan 100 “savunma” şirketi listesinde 2 Türk şirketi yer alırken, 2022’de bu sayı 3’tür ve Aselsan artık ilk 50 içindedir. 2020 yılında listede 7 Türk şirketi listede yer bulmuş ve bir yıl sonra sayı 2’ye düşmüştü. Türkiye’den birkaç şirket daha bu yıl için aday diyebiliriz, çünkü örneğin SİHA üretimiyle hızlı bir çıkış yapan BAYKAR, 2022 cirosunu 1,4 milyar dolara yükseltti.
2015 yılında “savunma” sanayii sektöründe istihdam 31.375 kişi iken, bu sayı 2017’de 44.740’a 2019’da 73.771’e yükselmiştir. 2023’te sayının 80.000’e yaklaşacağı öngörülmektedir.
İsmail Demir’in yayın organlarına düşen açıklamasına göre “2002’de sadece 62 savunma projesi yürütülürken, bugün bu sayı 750’nin üzerine çıkmıştır. Yaklaşık 5,5 milyar dolar bütçeli savunma projeleri yürütülürken, geldiğimiz noktada yaklaşık 11 katlık bir artışla 60 milyar dolarlık proje hacmine ulaşıldı. İhale süreci devam eden projeler de göz önüne alındığında bu rakam 75 milyar dolar seviyesine çıkmıştır”. Değer bazında 2015 yılına göre 2,5 kat artış anlamına geliyor bu tutar.
SSB Performans Raporunda yer verilen bilgilere göre “Savunma Projeleri Toplam Sayısı” 2015, 2017, 2019 ve 2021 yılları için sırasıyla şöyle verilmiştir: 416, 553, 744 ve 793.
“Savunma” sanayinin yurtiçi gereksinimi karşılama oranı (YİKO) yüzde 76’yı bulmuştur, 6 yıl önce bu oran yüzde 60 civarında idi. Oranın 2 yıl içinde yüzde 80’i geçeceği öngörülmektedir.
2016 yılında birkaç büyük “savunma” şirketinin ulaştığı boyutun göstergesi olarak şunları saptamıştık: “ASELSAN’ın % 60’ı mühendis olan 5.205 çalışanının 2.152’si Ar-Ge elemanıdır. 5.000’e yakın çalışanı olan TUSAŞ, Ar-Ge bölümünde 1.003 kişi istihdam etmiş ve 225 milyon TL’lik Ar-Ge harcaması yaparken, 2.000’e yakın çalışanı bulunan ROKETSAN, 602 Ar-Ge çalışanı ile 108 milyonluk kaynak ayırmıştır”. “2014 yılında bu konuda birinci durumda olan ASELSAN, cirosunun %32’sini bu iş için ayırmıştır; kaynağın boyutu 807 milyon TL’dir”.
Bugün ASELSAN çalışan sayısını ikiye katlamış durumdadır. 2021 yılı Ar-Ge yatırımları tutarı 5 milyar 615 milyon TL’ye ulaşmış, Ar-Ge personel sayısı 5 bini aşmıştır. ASELSAN’ın 8 Ar-Ge merkezi bulunmaktadır. 2022 ilk 9 ayında geçen yılın aynı dönemine göre ciro artışı yüzde 72’dir.
TUSAŞ’ın çalışan sayısı 14.000’i buldu. 2022 yılında 1.600 mühendis ve 1.400 teknisyen işe alınmıştır. Şirket müdürü Temel Kotil, bu yıl için de, işe alım konusunda aynı uygulamayı yapacaklarını söylemektedir. Kotil, şimdi seçim kampanyası içinde adı RTE tarafından KAAN olarak açıklanan, MMU (Milli Muharip Uçak) projesinde 2.000 mühendisin çalıştığını, 6 yıl önce bunların olmadığını ifade etmektedir. Şirket son yıllarda cirosunun yüzde 35-40 kadarını Ar-Ge için ayırmaktadır. 8 Ar-Ge merkezinde 3 binden fazla Ar-Ge elemanı istihdam etmiştir. Şirket 2021 yılında 51 ulusal, 33 uluslararası patent ve 22 faydalı model başvurusu yapmıştır. Aynı yıl 104 Ar-Ge projesi gerçekleştirmiştir.
ROKETSAN’ın 2021 itibariyle toplam 3.400 çalışanı bulunmaktadır. Bunlardan 1.400’den fazlası 4 Ar-Ge merkezinde çalışmaktadır. 2020 yılında yaptığı Ar-Ge harcama tutarı 1 milyar 446 milyon TL olmuştur.
“Savunma” sanayiinin boyutları, projelerin sayısı büyüdükçe, işin yönetici kurumunun da iş yükünün artması beklenilir bir gelişmedir. SSB bünyesinde çalışan kadro sayısı önceki döneme göre katlanarak 1.000 kişiyi aşmıştır.
Kısaca, önceki dönemde olduğu gibi son 6 yılda da bu sanayi dalında ciddi bir gelişme söz konusudur.
Stratejik planlar, hedefler, propaganda ve gerçekler
2016’daki yazımızda SSM 2012-2016 Stratejik Planı ile ilgili şunları söylüyoruz: “Şimdi 2016’da sonlanacak ikinci beş yıllık plan döneminde bulunuluyor. Birincinin devamı niteliğinde ve ondan çıkarılan dersler ışığında hazırlanan bu planda hedef artık ‘savunma ve güvenlik teknolojilerinde ülkemizi üstün kılmak’ biçiminde konulmuştur. Bu planda hangi konular öne çıkmaktadır? ‘Otonom sistemler, nanoteknoloji, alternatif enerjiler, enerji depolama, uzay, insansız araçlar, siber harp, ileri malzemeler, uzaktan algılama, siber istihbarat gibi ileri teknoloji alanları ve bunların savunma uygulamaları’ (Bkz.: SSM 2012-2016 Stratejik Planı) Burada artık daha yeni, gelişmiş ülkelerin de çalıştığı alanların gündeme geldiğini görüyoruz”.
Sonrasında 2017-2021 Stratejik Planı hazırlandı ve uygulamaya kondu. Devamında hükümetin 11. Kalkınma Planına uygun olarak yeni bir 2019-2023 Stratejik Planı yürürlüğe kondu. Şimdi yılsonunda bu son plan döneminin de sonuna gelinmiş olacak.
Kısaca iş planlı programlı olarak sürüyor.
Yapılanlar, yapılabilenler var ve gerçekleştirilemeyen ya da geciken işler var. Bunlar çeşitli vesilelerle gerek planlarda gerekse faaliyet raporlarında açık seçik ortaya konuyor. İşin başındaki teknokrat kadrolar – SSB içindeki çeşitli düzeyde insanlar ile işletmelerin üst düzey kadroları ve burjuvazinin bu alanda faaliyet yürüten çatı örgütü temsilcileri vb.– işi dersler çıkartarak sürdürüyorlar. Bunlar soruna, burjuvazinin iş başındaki siyasi temsilcileri ve onların yardakçılarından biraz daha farklı yaklaşıyorlar; bunların yaklaşımı çok daha objektif. Plan süresi içinde gerçekleştirilemeyen işler konusunda nedenlerini de ortaya koyarak, çözümler üreterek zorlukları aşma biçiminde yaklaşımları söz konusu.
Hükümet ve yakın çevresi ile yardakçıları, bir an önce bu alanda küresel bir güç durumuna gelme arzusu ile yanıp tutuşuyor. Hükümet kanadı yandaşları abartı dolu paylaşımlarıyla medyada yer alıyorlar. Verdikleri haberlerden hangisinin ne denli doğru olduğu karmakarışık bir görünüm sunuyor. Bu haberlerde son ürün hâline getirilip ordu envanterine alınan ya da ihracat şansı yakalayan ürünler de bulunuyor. Öte yandan Ar-Ge çalışması sonucu ortaya konan ürünlerle ilgili sanki bunlar hemen seri üretime sokulmuş, ordu envanterine girmiş gibi, “onu da yaptık, bunu da başardık” gibi haberler eksik olmuyor. Üstelik bunlardan bazıları yerküre çapında bir ilktir vb.
Oysa Ar-Ge çalışması sonucu ortaya konan ürün ile bunun seri üretime geçmesi arasında yıllar sürecek bir zorunlu dönem vardır. Araştırma çalışmaları esnasında görece çok daha fazla yabancı girdi kullanılmaktadır. Bu aşamada sayıca az miktarda ihtiyaç duyulan ve bu nedenle seri üretime gidilmesinin çok daha masraflı olacağı açık olan alt ürünler dünya piyasalarından elde edilmektedir. Seri üretim aşamasına gelindiğinde bunlar da önemli oranda –hatta gelinen yerde ambargolara bağlı olarak neredeyse tümüyle– yerli üretimle karşılanmak zorundadır. Denemeler, doğrulanma testleri vs. ve alt ürünlerin üretimi / yerlileştirme sürecinin belli bir zaman alacağı açıktır.
Son süreçte ne, ne kadar gerçekleştirildi
2016’daki yazımızda “geleceğe dönük planlar” başlığı altında, izleyen dönemde neler yapılmak istendiğini özetlemiştik. Bunların ne denli gerçekleştiğine bakalım.
“F-35 çok amaçlı avcı uçağı: Türkiye’nin de katıldığı konsorsiyumla ABD üretimi 100+20 adet; 2017’den itibaren envantere girmeye başlayacak” demişiz. Gelişmenin nasıl olduğu biliniyor; yaşanan çelişmelere bağlı olarak ABD ambargosu bağlamında Türkiye programdan çıkarıldı, pazarlıklar ise hâlâ sürüyor. Fakat alımda parası da peşin ödenmiş olan dört F-35’in, uçakların yazılımının kontrolunu elinde tutmak isteyen Türkiye’ye verilmeyeceği artık kesin. Bu yüzden ödenmiş paranın karşılığı olarak eldeki F-16’lara ek uçakların verilmesi konusunda pazarlıklar yürüyor. Türk burjuvazisinin kendi “Milli Muharip Uçak” projesine yoğunlaşmasını beraberinde getiren bir gelişme oldu bu.
“TUSAŞ tasarım ve üretimi HÜRKUŞ eğitim uçağı, 10 adet seri üretime başladı; ANKA İHA 40 adet seri üretime başladı, bunlardan ikisi envantere alındı” demişiz. Bugün envanterdeki değişik versiyonlarda toplam ANKA sayısı 40 adet civarındadır. Buna ek olarak bir üst sınıf olan (çift motorlu ve daha fazla faydalı yük taşıma yeteneğine sahip olan) AKSUNGUR’un da üretimi devam ediyor. Şu ana kadar bilinen teslim sayısı ise 6 adettir.
HÜRKUŞ’un üretimi ve tesliminde gecikme yaşandığı görülüyor. Buna karşın artık salt eğitim uçağı olarak üretilmemektedir; B ve C tipleri mevcuttur ve bu sonuncu versiyon silahlı yakın muharebe uçağıdır. TUSAŞ genel müdürü Temel Kotil, 2022 Ocak ayında yaptığı açıklamada, uçağı yeni baştan yaptıklarını, gövde malzemesinin alüminyum, boyasının kompozit olacağını ve 6 adetlik ilk partinin şubat ayında teslim edileceğini söylüyordu. Gecikmenin nedeni büyük olasılıkla Güney Kore’den alınmış olan eğitim uçaklarının ordu tarafından yeterli görülmesi ve yeni tasarımla C tipinde üretimin daha başka amaçla kullanılmasının uygun görülmesidir. Kompozit boya ve malzemeler, radar ışınlarını soğurma özelliğine ve böylece radarda görünmeyi, saptanmayı önleyici bir özelliğe sahiptir.
HÜRKUŞ üretimi aynı zamanda ihracata yönelik olarak da yapılmakta olup, ilk ihracatlar Afrika’da iki ülkeye gerçekleştirilmiştir.
“TF-X çok amaçlı avcı uçağı, ön ve kavramsal tasarım aşamaları tamamlandı, 2023 yılında prototipin uçuşa hazır hâle gelmesi bekleniyor ve 250 adet üretilmesi planlanıyor” demişiz. Şimdi 18 Mart tarihinde hangardan çıkışın yapılacağı ve en kısa sürede ilk uçuşun gerçekleştirileceği söyleniyor. Seri üretimin 2025 ve sonrasında mümkün olabileceği de ekleniyor açıklamalara, çünkü henüz motor sorunu tam çözümlenmiş değil.
Önceki yazımızda işin uzmanlarının “gelecek ile ilgili olarak, işlerin daha zorlaşacağını da değerlendir”diklerini söylemiş ve şöyle devam etmişiz: “Türk savunma sanayisinde eksiklik esas olarak; muharip uçak, uzun menzilli füze vb. platformlar ile büyük platformlarda kullanılan motorlar ve türbinler gibi sistemlerde henüz üretim yeteneği kazanılmamış olunmasıdır”.
Nitekim önceki döneme göre son 6 yılda gereksinimlerin yurtiçinden karşılanma oranı (YİKO) konusunda görece yavaş bir gelişmenin olduğunu görüyoruz; çünkü artık daha zor, karmaşık sistemlerin devreye sokulması ile uğraşılmaktadır. Önceki 10 yılda YİKO yüzde 25 düzeyinden yüzde 60 oranına hızlı bir çıkış (yüzde 140’lık bir artış anlamına geliyor bu) yakalanmışken, son 6 yılda yüzde 76 oranına ulaşılabilmiştir. Ancak öncekine göre bu yüzde 27’lik (16 puan) artışın önemli olduğunu belirtelim, çünkü burada gerçekleştirilenler bizim “henüz üretim yeteneği kazanılmamış” olduğunu söylediğimiz teknolojinin bir bölümünün elde edildiğini gösteriyor. Buna aşağıda daha geniş değineceğiz.
Başka nelere değinmişiz önceki yazıda? SSM internet sitesinden yaptığımız derleme ile devamla yapılması planlanan işlerin dökümünü yapmışız. Bu süreçte bunların önemli bölümünün gerçekleştirildiği görülüyor. “MİLGEM 3. gemi denize indirilecek, özgün denizaltı geliştirilmesine ilişkin fizibilite çalışması tamamlanacaktır” denmekte idi. MİLGEM projesindeki 4 korvetin üretimi tamamlanmış, envantere sokulmuştur. Bunlarda giderek artan oranda yerlilik payına ulaşılmıştır.
Özgün Denizaltı projesi kapsamında epey yol alınmış, bu konuda az sayıda ülkenin sahip olduğu yeni yetenekler kazanılmış olup MİLDEN projesi sürdürülmektedir. Bunun dışında 500 tonluk küçük denizaltılar yapımı için STM şirketi görevlendirilmiştir.
“MİLGEM projesinin devamı niteliğinde olan ‘İ’ sınıfı fırkateyn ile hava “savunma” fırkateyni dizayn çalışmaları İstanbul Tersanesi Komutanlığı’nda başlatılmıştır. Projelerde ilk gemilerin üretiminin de burada yapılması planlanmıştır. MİLGEM projesi gemileri ile %60 aynı olan ‘İ’ sınıfı fırkateynin dizayn ve inşa çalışmalarının daha hızlı kotarılacağı öngörülmektedir” denmekte idi. “İSTİF” sınıfı İstanbul fırkateyninin inşasına Temmuz 2017’de başlanmış, Ocak 2021’de denize indirilmiştir, kabul testlerinin ardından bu yıl envantere alınacaktır. Ambargo nedeniyle yerlileştirilmek zorunda kalınan ve başarıyla yerlileştirilen “Helikopter Yakalama ve Transfer Sistemi” gemiye entegre edilmektedir.
Planlanan diğer 3 fırkateynin bu yılın Ocak ayında üç ayrı özel tersanede eş zamanlı olarak 36 ay içinde inşasının tamamlanmasına karar verildi. Bu, özel sektörde bu tip yeteneklerin de sön derece geliştiğinin bir göstergesidir ve bu uygulama ile Türkiye yılda bir adet fırkateyn üretebilme yeteneğine kavuşmuş olduğunu göstermiş olacaktır. Öte yandan bu vb. uygulamaların özel sektöre iyi kâr kapıları açılması açısından önemi açıktır.
2016 yılında “Yüksek Hızlı Rüzgâr Tüneli, Füze Sistemleri Test Alanı, UMET (Uydu Montaj, Entegrasyon ve Test Merkezi)…hayata geçirilecektir” denmişti, bunların tümü gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. Bunlara ek olarak “Parçacık Radyasyonu Test Alanı” gibi, uzaya gönderilecek uyduların bileşenlerinin yerde radyasyona karşı dayanıklılığını test etmek amacıyla inşa edilen yerler ve birkaç başka test merkezi de bulunuyor.
Milli Muharip Uçak (MMU / TF-X) dışında Jet Eğitim Uçağının konsept tasarımının tamamlanacağı söyleniyordu. Gelinen yerde HÜRJET adı verilen uçağın 18 Mart’ta ilk uçuşunun yapılacağı açıklandı. Ve bu seçim öncesinde gerçekleştirildi. Bu, aynı zamanda ses üstü uçuş yeteneğine sahip hafif muharebe uçağı olarak üretilecek ve Türkiye’nin bu düzeyde ilk uçağı olacak.
2016’da değindiğimiz Orta ve Uzun Menzilli Tanksavar Füze Sistemleri artık envantere girmiş durumdadır.
O zaman “Geliştirilmiş Uzun Menzilli Bölge Hava/Füze Savunma Sistemi’nin ön kavramsal tasarım çalışmaları…başlatılacaktır” deniyordu. Şimdi bu füze (SİPER füzesi) son denemelerde 25 km yükseklik ve 100 km mesafe sınırını başarılı biçimde aşmıştır ve envantere girmek için gün sayıyor durumdadır.
“Radar Gözlem Uydusu ile ilgili Ön Tasarım Tanımlama aşaması…tamamlanıp İkinci Faz Sözleşmesi imzalanacaktır. Değişik platformlarda kullanılabilecek Faz Dizinli bir radar geliştirilecektir” deniyordu. Şimdi bu sonuncu tamamlanmış ve bunun çok ötesine geçilmiş bir durum söz konusudur; radar teknolojisinde önemli yetenekler kazanıldığını görüyoruz. Radar Gözlem Uydusu Göktürk-3’ün 2025 yılında fırlatılması planlanmıştır. Bu uyduda kullanılacak ve her türlü koşul altında görüntü sağlayabilecek Sentetik Açıklıklı Radar, ASELSAN tarafından geliştirilmiş bulunmaktadır. Bunun dışında artık görevini tamamlamış olan RASAT uydusu yerine daha gelişmiş özelliklere sahip İMECE uydusu yine seçim kampanyasının da parçası olarak fırlatıldı.
“Yüksek güç ihtiyacı olan kara platformları için Milli Güç Grubu (Motor ve transmisyon) geliştirilecek olup, 2016 yılı sonunda Kritik Tasarım aşaması tamamlanacaktır” denmekteydi. Bugün 1.500 BG gücüne kadar bir dizi motorun prototipleri üretilmiş olup, deneme ve geliştirme aşamaları sürmektedir. 750 BG güce kadar olan motorlar seri üretime sokulmuş ve platformlarda kullanılmaya başlanmıştır.
“2016 yılı sonuna kadar Turbojet Motor prototipi üretilmiş olacaktır” denmişti. Günümüzde birkaç şirket tarafından ayrı tip ve güçte turbojet motorların seri üretimine geçilmiştir; bunlar değişik füze tiplerinde kullanım bulmaktadır. En son geçtiğimiz Aralık ayında TEİ (TUSAŞ Motor Sanayi) daha önce geliştirdiği ve Türkiye’nin en güçlü motoru denilen TF6000 turbo motoru, art yakıcı ile 10.000 lbf itki gücüne (1 lbf yaklaşık olarak 1 BG) ulaştırdığını ve bu motorun da prototipini tamamladığını açıkladı.
“ALTAY tankı seri üretimine 2017 yılında başlanması öngörülmekte” idi. Burada işlerin istendiği gibi gitmediği görülüyor. Bunun başlıca iki nedeni var: Birinci olarak hükümetin seri üretime geçiş sürecindeki tercihinden söz edebiliriz. Kısaca iş seri üretim ihalesi sürecinde, öncesinde prototip üretimlerini tamamlayan OTOKAR (KOÇ grubunun kara platformları üretici şirketi) yerine BMC (AKP’ye yakınlığı ile bilinen Ethem Sancak grubuna ait) şirketine verildi. Bu şirketin işi layıkıyla kıvıramadığı görülüyor. İkinci olarak –ve bu, daha da önemli bir husus– büyük güçler tarafından uygulanan ambargolardır. Almanya’da üretim yapan ve motorları prototiplerde kullanılmış olan MTU şirketi, satış yapamayacağını açıklamıştır. Aynı şey transmisyon üreticisi RENK için geçerlidir. Bunun üzerine motorun yerli üretimi için TÜMOSAN (AKP’ye yakınlığı ile bilinen ALBAYRAK grubunun) seçilmiş ve o da alt yüklenici olarak Avusturyalı AVL şirketi ile motor geliştirme işine başlamıştır. Bir süre sonra aynı ambargo uygulaması Avusturya tarafından da gelmiştir. Motor geliştirme süreci şimdi BMC tarafından yerli olanaklarla sürdürülmektedir ve motor ile transmisyonun prototipleri ortaya çıkarılmıştır. Bununla birlikte tankın ilk partilerinde kullanılmak üzere hazır alım için bir Güney Kore şirketi ile anlaşma sağlanmış olup, seri üretime bu yıl içinde başlanacağı duyurulmuştur.
Mart ayında konu ile ilgili yapılan açıklamada yerli motorla tank üzerinde testlere başlanacağı ve geçen sürede boş durulmadığı tankta kullanılmak üzere bir dizi teknoloji geliştirildiği bilgisi paylaşıldı. Artık söz konusu olan tankın T3 yapılandırmasıdır ve şu ek yetenekler kullanım bulacaktır: Kule insansız duruma getirilecek ve otomatik doldurucu kullanılacak, farklı tür ve çapta ana silah kullanımı olanaklı duruma gelecek (son nesil tanklar 130 mm top sistemine sahiptir), ağırlık azaltılıp hareket yeteneği arttırılacak, mürettebat için koruma kapsülü olacak, İnsansız Kara ve Hava Araçları kullanım ve güdümlü mühimmat kullanım yeteneği olacak, uzaktan komutalı ikili silah sistemine sahip olacak, mürettebat 360 derece dış görüş olanağına kavuşacaktır. Bu özelliklere sahip ilk Altay Tankı da yine seçim kampanyası çerçevesinde görücüye çıkarıldı.
“Özel tersanelerde inşası devam eden LST ve LHD projeleri”nden söz etmiştik; “LST projesi kapsamında inşa edilen 2 amfibi gemi 2017’de, LHD projesi kapsamında inşa edilen 1 adet Havuzlu Helikopter Gemisi ise 2021 yılında envantere alınacaktır”. İki büyük amfibi gemi şu anda envanterdedir. LHD (Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi) projesi kapsamında inşa edilen TCG ANADOLU ise yine seçim kampanyası döneminde envantere girdi. İstanbul ve İzmir’de şenlikli bir şekilde halkın gezip, görmesine açıldı. Bunun helikopter gemisi olması yanında dünyanın ilk SİHA gemisi özelliğine sahip olduğu söylenmektedir.
“2023 hedefi savunma ve havacılıkta ilk 10 ülke arasında yer alma ve ihracatta 25 milyar dolar düzeyine ulaşmak olarak konmuş” idi. Bu yılki ihracat hedefinin 6 milyar doların üzerinde olacağı söyleniyor şimdilerde. Yani burada ciddi bir sapma söz konusudur. Burada büyük emperyalist güçlerin ambargo vb. uygulamalarla yola taş koymasının esas rolü oynadığını söyleyebiliriz; pahada ağır tank, helikopter gibi platformların üretimi ve ihracatı önüne çıkarılan engeller, hedefin gerçekleşmesini engellemiştir. Örneğin talep olmasına karşın (Pakistan’ın milyar dolarlık ATAK siparişi gibi) helikopter motorunun, bazı ülkelere yapılacak ihracatlarda kullanılmasını ABD yasaklamıştır. Şimdilerde bu helikoptere uygun bir motor TEİ tarafından geliştirilmiş ve TUSAŞ tasarımı olan ve üretimine başlanmış olan GÖKBEY helikopterinde kullanılmaya başlanmıştır. Aynı motorun ATAK’ta da kullanılacağı, böylece ambargonun üstesinden gelineceği söylenmektedir. Dolayısıyla birkaç yıllık gecikme ile olsa da 2023 için belirlenmiş olan hedefe doğru ilerlenildiği görülmektedir.
Gelişmenin yönü 6 yıl önceki yazıda da belirttiğimiz gibi belli idi. Orada yaptığımız saptamada olduğu gibi, 2015 yılına kadarki tedarik projelerinde yurt dışından temin edilen ürünlerin oranının giderek azaltılarak yüzde 10 gibi bir düzeye indirilmiş olması ve hatta 2015 yılındaki tedarik projelerinde bu oranın yüzde 1’in altına indirilmiş olması gelişmenin yönünü de gösteriyordu. Artık tedarik, Ar-Ge çalışmalarına bağlı olarak geliştirilen yurt içi ürünlere ağırlık verilerek yapılacaktı.
2022 yılında gerçekleştirilen çalışmalar
Dünyada 4-5 ülkenin üretebildiği, suyun altından gelebilecek tehditlere karşı yerli olarak üretilen Dalgıç Tespit Radarı ARAS 2023, TCG ANADOLU’ya entegre edildi; böylece su üzerinden gelecek tehditlere karşı donatılmış olan gemi sualtı tehditlere karşı da donatılmış oldu.
Milli Muharip Uçak Mühendislik Merkezi, ülkenin en büyük kompozit üretim binası ve Uzay Sistemleri Mühendislik Merkezi de hizmete girdi. MMU için 2025’te beklenen ilk uçuş tarihi 29 Ekim 2024’e çekildi.
Aşağıda da değineceğimiz gibi bir dizi ve birbirinden farklı özelliklere sahip İHA ve SİHA’ların teslimatları sürdü ve bunlara çeşitli güdüm kitlerinin ve mühimmatların entegrasyonu gerçekleştirildi.
Envanterdeki F-16’ların yapısal iyileştirmelerle hem ömürlerini uzatmaya devam edildi hem de bunlara yeni teknolojilerle yeni yetenekler kazandırıldı.
ATAK Helikopteri ve AKINCI TİHA ilk kez ihraç edildi.
Türkiye’nin ilk istihbarat gemisi TCG UFUK hizmete girdi. Yeni tip denizaltılardan Hızır Reis’in havuza alınması, Selman Reis’in ise ilk kaynak töreni gerçekleştirildi.
ULAQ, SALVO, SANCAR, MİR, ALBATROS, MARLİN gibi projelerle insansız deniz araçlarının donanmaya kazandırılması için ciddi yol alındı. Ayrıca Sürü İDA çalışmalarına da hız verildi.
Öte yandan kontrol botlarının yeni teslimatlarıyla sahillerin güvenliği daha da artırıldı.
Portatif hava “savunma” füze sistemi SUNGUR, tek er tarafından omuzdan atılan versiyonuyla hizmete girdi.
Tüm bu gelişmelere artı olarak Kaideye Monteli Cirit silah sisteminin ilk teslimatı yapıldı. Mini/Mikro İHA’ların imhası için geliştirilen ŞAHİN 40 mm Fiziksel İmha Sistemi ilk kez envantere girdi.
Hava Trafik Radar Sistemi ilk kez TSK’ya teslim edildi.
7,62 mm makineli tüfek, 5,56 piyade tüfeği, METE tabancası, TG40-BA bombaatar devreye alındı. Taşınabilir mühimmat sistemi, el bombası kutusu, pasif dış iskelet konularında da adımlar atıldı.
PMT 12,7 mm makineli tüfek seri üretime geçti.
Bu yıl içinde yapılacaklar
SSB başkanı İsmail Demir’in 2022’de yapılanlar ve 2023 yılında “savunma” sanayiinde gerçekleştirilecek işler konusunda DÜNYA gazetesine Ocak ayında verdiği demecinde açıkladıklarından yukarıda yer verdiklerimiz dışında olanları aşağıda derleyip, birleştirdik.
“Muharip İnsansız Hava Aracımız KIZILELMA, beklenenden de önce bir tarihte ilk uçuşunu gerçekleştirdi. Bundan sonra artık muhtelif manevra testleri, muhtelif silah, füze ve sistemlerin uçağa entegrasyonu, atış testlerinin yapılması gibi bir dizi faaliyetle yoluna devam edecek ve harekât alanında hizmete girmek için gün sayıyor olacak. Sadece KIZILELMA değil, diğer insansız hava araçlarımıza da yerli ve milli mühimmatlarımızın entegrasyonu, yeni geliştirilen mühimmat, füze ve bombalarımızın çeşitli fonksiyonlarla testlerinin, uygulamalarının devam edeceğini de söylemek gerekiyor.
BOYGA, TOGAN gibi çeşitli fonksiyonlara sahip mini İHA’larımız ve bunların kamikaze ailelere eklendi ve eklenmeye devam edecek. İHA’larımızdan GPS olmayan sahalarda görev yapabilme kabiliyetini oluşturduğumuz KERKES projesini de tamamladık ve teslimatını yaptık, harekât alanında kullanım konseptlerini de geliştirerek yolumuza devam edeceğiz…insansız sistemler…geleceğin muharebe sahasını oluşturacak. Bu anlamda da sadece SİHA’larımız, İHA’larımız değil, insansız deniz ve kara araçları, denizaltı araçları gibi konuların da gündemimizde olduğunu, çeşitli seviyelerde çalışıldığını ve muhtelif ürünlerinin 2022 yılında sahada denendiğini, bazı tatbikat ve harekâtlarda deneme kullanımlarının yapıldığını söyleyebiliriz”.
“ÖZGÜR Projemiz kapsamında aviyonik modernizasyonu tamamlanacak ilk F-16’ları teslim edeceğiz. Özgün Helikopterimiz GÖKBEY’in ilk teslimatlarını Jandarma Genel Komutanlığı’na gerçekleştireceğiz. ANADOLU gemisine konuşlandıracağımız Bayraktar TB3 SİHA ilk uçuşunu yapacak. 6’ncı ve son P-72 Deniz Karakol Uçağı teslimatıyla Meltem-3 projesi tamamlanacak. Milli ve yerli üretim LNA modülüne uzayda tarihçe kazandırılıp gemilerin konum ve rota bilgilerinin elde edilmesini sağlayacak KILIÇSAT Küp Uydu uzaya fırlatılacak…”
“Milli Muharip Uçak ile ilgili dost ve kardeş ülkelere davetimiz var. Endonezya, Pakistan, Malezya, Azerbaycan bu ülkeler arasında sayılabilir. Eğer talep olursa ki çeşitli seviyede bu konuyu kendilerine açtık. Bu ortaklığın her taraf için faydalı olacağını düşünüyoruz”.
“Deniz projelerinde, en büyük askeri gemimiz olacak Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemimiz ANADOLU’yu kullanıma sunacağız. Denizde İkmal Muharebe Destek Gemisi (DİMDEG) DERYA’yı teslim edeceğiz. İ Sınıfı fırkateynlerimizin ilki İSTANBUL’u hizmete alacağız. Yeni tip denizaltılarımızın ilki olan PİRİ REİS hizmete alınacak. Kara araçları projelerinde, Zırhlı Amfibi Hücum Aracı ZAHA’nın ilk teslimatını gerçekleştireceğiz. Yerli Motorlu Vuran, 8×8 Tekerlekli Konteyner Taşıyıcı Araçlar ve Amazon zırhlı araçlarının ilk teslimatlarını yapacağız. Yurt dışı ihracat lisansına tabi bazı alt sistemlerin yerlileştirilmesinin ardından ilk ALTAY tankının üretimini tamamlayacağız…
Hava savunma, silah, füze ve mühimmat alanında uzun menzilli hava savunma ve füze sistemimiz SİPER’i hizmete vereceğiz. BOZDOĞAN Görüş İçi ve GÖKDOĞAN Görüş Ötesi Füzelerimizin ilk teslimatlarını yapacağız. GÖKDENİZ Yakın Hava Savunma Sistemi’ni gemilerimize entegre etmeye başlayacağız. KARAOK füzeleri ilk kez envantere girecek. ŞİMŞEK Hedef Uçağı seyir füzesi konfigürasyonuyla ilk kez teslim edilecek. Denizaltı Torpidomuz AKYA’nın seri üretimine başlanacak.
Elektronik sistemlerde, AESA Burun Radarı ilk kez AKINCI TİHA’da kullanılacak ve ilk defa F-16’larımıza entegresyonuna başlayacağız. F-16’larımız yerli-milli Elektronik Harp Podu ve Elektronik Destek Podu entegre edilerek görevlerini icra edecek. Erken İhbar Radar Sistemi ERALP’in ilk teslimatları yapılacak. MERT Taşınabilir Elektronik Taarruz Sistemleri ilk kez kullanıma sunulacak…
AR-GE, sanayileşme ve destek faaliyetleri kapsamında yakıt pili teknolojileri OTAĞ faaliyetleri başlatılacak. Milimetre dalga / Terahertz Bandında Haberleşme AR-GE Projesi başlatılacak. Kızılötesi / Görünür Dalga boyunda Algılama Teknolojileri’ne yönelik OTAĞ faaliyetleri başlatılacak. Dökülebilir Duyarsız Patlayıcı Geliştirilmesi teknolojilerine yönelik AR-GE projesi başlatılacak. Savunma Sanayii Yatırım ve Geliştirme Faaliyetlerini Destekleme Programımız kapsamında, firmalarımıza sağlamış olduğumuz kredi tahsislerine devam edilecek.
TEKNOFEST, ROBOİK, Siber Güvenlik Yarışmaları’yla gençlerimize ve yeni girişimcilerimize destekler devam edecek. İstanbul’da düzenlenecek IDEF Fuarı ve dünyanın çeşitli yerlerindeki 6 uluslararası savunma sanayi fuarına katılım sağlanacak. Anadolu’nun savunma sanayi potansiyelini yerinde görmek ve yeni yatırım alanları oluşturmak için il buluşmaları programlarımıza devam edeceğiz.”
“5-6 sene önce çeşitli ülkelerde hava savunma konusunda muhtelif çalışmalar yaptık. Bugün bahsettiğimiz katmanlı hava savunma konseptinde birkaç katmanı kapsayacak birkaç ürünümüzü hizmete aldık. KORKUT’un üzerine SUNGUR, ondan sonra HİSAR A+, HİSAR O+ gibi kademeler oluşturuldu ve SİPER’in de başarılı testleri giderek artan irtifa ve menzil rakamları ile de ürünümüz, birçok tehdidi karşılayabilecek yetenekleri oluşturma yolunda devam ediyor.”
“TAYFUN füzesinde, 2022 yılında gösterilen başarının çeşitli örneklerini 2023’de de görmeyi planlıyoruz. 2022’de pek duyulmayan ama ihracat konusunda altını çizmek istediğimiz KAPLAN orta sınıf tankı Endonezya’ya teslim edildi. Ortak proje olan bu tankın bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı da Endonezya’da üretiliyor olacak.
Dünyada sınıfının en iyisi diyebileceğimiz PARS 6X6 mayına karşı korumalı araçlarımızı, modernize ettiğimiz zırhlı muharebe araçlarımızı da envantere aldık. SOM ve ATMACA füzelerinde kullanılacak, bizi yabancı bağımlılığından kurtaracak KTJ3200 Turbojet Motoru’nu teslim ettik ve seri üretimine başladık. Bu motorun çok daha uzun menzilli sistemlerde kullanılacak olan modelinin de çalışmalarını başlattık.”
“Burada geliştirilen teknolojilerin sivil alanlara yönelik uygulamaların da olması gayet tabii. Bunların birkaç örneğini de 2022 yılında gördük. Bunlardan bir tanesi X-ray araç ve konteyner tarama sistemi MİLTAR, Ticaret Bakanlığının İzmir Alsancak tesisine kuruldu”. “Kent Güvenlik Yönetim Sistemi ve Plaka Tanıma Sistemi Projesi kapsamında bütün kurulumlar tamamlanacak”.
Bunlara bu yıl ilk uçuşunu yapacak ATAK-II helikopterini de eklemek gerekir. Bu platform önceli olan ve onun üretiminden elde edilen deneyim ve bilgi birikim sayesinde geliştirilmesi olanaklı duruma gelen ATAK helikopterinden her açıdan daha güçlü ve büyüktür.
İsmail Demir’in sözünü ettiği Zırhlı Amfibi Hücum Aracı-ZAHA hakkında şunları ekleyebiliriz: Türkiye ABD’nin ardından bu tip bir aracı üretme başarısı gösteren ikinci ülkedir. ZAHA’nın ABD’de üretilen aynı tip araçtan daha üstün bir araç olduğu belirtilmektedir.
Yaptırımlar ve ambargolar
“Savunma” sanayisine uygulanan ambargolarla ilgili soru üzerine İsmail Demir aynı demecinde şöyle diyor: “Ambargolar devam edecektir, yumuşama olan yerler var ama bu bizim gerçekten ilgilenmediğimiz bir konu. Bize vermek için yalvarsalar dahi kritik ve stratejik hiçbir ürün ve teknolojide dışa bağımlılığı kabul etmiyoruz. Dersimizi aldık, durmadan yola devam edeceğiz. Bu konuda kararlıyız.”
ABD tarafından uygulanan CAATSA yaptırımları mağdurlarından biri olan SSB Başkanı nezdinde Türk burjuvazisinin olaya yaklaşımının özetidir bu.
CAATSA, “ABD’nin Düşmanlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası” adlandırmasındaki İngilizce sözcüklerin baş harflerinden oluşuyor. Adı üzerinde “düşmanlara karşı” uygulanmaya konan bir yaptırım türüdür bu ya da öyle olması gerekirdi. Türkiye ve ABD, geçmişi 3 çeyrek yüzyıla dayanan iki “dost ve müttefik” ülke değil miydi, ne oldu böyle?
2017 yılında yürürlüğe giren bu yasa şimdiye dek İran, Kuzey Kore, Rusya ve tabii esas rakip konomunudaki Çin gibi ülkelere uygulandı, uygulanıyor. 12 maddeden oluşan yaptırımlar Türkiye’nin mali kurumlarını değil, “savunma” sektörünü hedef aldı. ABD Savunma Bakanlığı da Türkiye’nin F-35 savaş uçakları programından çıkarıldığını açıkladı.
İşin uzmanlarına göre CAATSA yaptırımlarındaki ilk yedi maddeyle, bunlardan sonra gelenler katılık yönünden farklıdır. “Sondaki maddeler birtakım kişisel veya kurumsal yaptırımlara yönelik olarak düşünülmektedir. Türkiye’yle ilgili beş tane yaptırım da buradan seçilmiştir. Fiili olarak bakıldığında bunların fazla değeri yoktur” (Uluç Özülker, STM Yayını “TÜRK SAVUNMA SANAYİİNİN YÜKSELİŞİ VE AMBARGOLAR”). Bu, daha çok bir gözdağı verme niteliğinde bir girişim olmuştur. Duruma göre ilk 7 maddeye bağlı yaptırımlar da devreye sokulur mesajı verilmektedir ki, bunlar mali ve ekonomik ağırlıklıdır.
CAATSA yaptırımları yumuşatılmış biçimde uygulanmıştır ama sonuçta yapılanlar da meydandadır. İş salt F-35 programından çıkarılmakla kalmamış, ABD, parası ödenmiş ve Türkiye için üretilmiş bulunan 4 adet F-35 uçağının teslimini yapmamış olup, talep edilen F-16 Block 70 uçaklarının satışı konusunda ayak sürtmektedir. ABD aynı zamanda Türkiye’nin fırkateynlerinde kullandığı Mk41 Dikey Atım Sistemi (VLS)’nin satışına onay vermemiştir. Türkiye bu sistemi kendi tasarım ve üretimi olan İSTİF sınıfı fırkateynlerde de kullanacaktı.
Yine ABD, Türkiye’nin kendi olanaklarıyla geliştirdiği ADA sınıfı korvetlerde kullanacağı RAM Yakın Hava Savunma Füzesi’nin satışına onay vermemiştir.
Türkiye’ye bir dizi alt sistem satışı yapan NATO ülkeleri ise, bir bölümü ABD’den önce ve farklı gerekçelerle bazı örtülü ve açık ambargolar uygulamışlardır.
Kanada, Türkiye’nin insansız platformlarda kullandığı elektro-optik görüntüleme sistemlerine yönelik ambargo uygulamaktadır. Gerekçe olarak Karabağ’daki savaşta bu sistemin kullanılması gösterilmiştir. Kanada, birçok farklı ürünle ilgili olarak da Türkiye’ye ambargo uygulamaktadır. Yerli olarak üretilen savaş gemilerinde kullanılacak olan “Helikopter Yakalama ve Transfer Sistemi” bunlardan biridir.
Almanya yukarıda söz ettiğimiz gibi, Türkiye’nin kendi olanaklarıyla geliştirdiği ALTAY Ana Muharebe Tankı’nın seri üretiminde kullanılacak motorların satışına yönelik ambargo uygulamaktadır.
İtalya da bazı “savunma” ürünlerinin temininde zorluk çıkartmaktadır.
Fransa, Türkiye’ye yönelik birçok “savunma” ve havacılık alt sisteminin temininde ambargo uygulamaktadır.
Son olarak İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya başvurusunun Türkiye tarafından veto edilmesi üzerine bu ülkelerin de ambargo uyguladıkları kamuoyuna yansıdı. 2019 yılından beri İsveç elektronik alanında ve teknik destek konularında, Finlandiya ise zırh çeliği konusunda ambargo uygulamakta idi.
Ve ambargoların etki ve sonuçları
Bu yaptırım ve ambargoların ne gibi etkileri oldu?
Bunların çok yönlü etkileri oldu diyebiliriz.
Birinci olarak “savunma” sanayii projelerinden bazılarının gerçekleşmesi sekteye uğratılmış oldu. Ama sonuç olarak bu projeler gerçekleştirilemez duruma düşmedi, sadece gecikmeler oldu. Türk burjuvazisi alternatif çıkış yolları buldu. F-35 uçağı ile ilgili olarak Türkiye’nin yapmış olduğu yatırımlar ve üretim söz konusuydu; bunlar birdenbire boşa çıkmış oldu. Türkiye buradaki olanakları MMU projesine kanalize ederek projeyi hızlandırmaya ağırlık verdi.
İkinci olarak Türk egemenlerin böylesi yaptırım uygulamalarıyla öyle kolayca dize getirilemeyeceği görüldü. Aslında yakın olarak nitelendirebileceğimiz tarihsel dönem içinde bu vb. girişimlerin emperyalist güçler açısından arzu ettikleri sonucu verdiği de pek söylenemez. Örneğin 1974 yılında da bir ABD ambargosu söz konusu idi, Türk burjuvazisi buna ABD üslerini kapatarak ve alternatifler arayarak yanıt vermişti. 2016 yılındaki yazımızda “savunma” sanayiinde atılımın bu dönemde başladığına değinmiştik.
Üçüncü olarak rakip ülkelerle çelişkilerin arttığı görülmüştür. Ambargolar bunun bir yansımasıdır.
Dördüncüsü ise, bulunan çıkış yollarından en önemlisi olarak ülke içinde Ar-Ge çalışmaları ile bağımsız teknoloji geliştirme ve ambargo konan ürünlerin yurtiçinde üretim yeteneğinin geliştirilmesi oldu. Böylece kısa sayılabilecek süre içinde ambargo konan ürünlerin büyük çoğunluğu ülke yetenekleriyle üretilir duruma geldi. Bundan sonraki gelişme, öyle gözüküyor ki, her alanda (kara-hava-deniz) platformların, daha yüksek yerlilik oranıyla ve rakip güçlerin ihracat kısıtlamasını aşarak, dışsatımının hızla artarak 2023 yılı için konan hedeflere gecikmeli olarak olsa da ulaşılması yönünde olacaktır. Burada tabii hep bu konuda andaki yaklaşım ve siyasetin sürmesi hâlinde rezervi akılda tutulmalıdır. Emperyalistleşmeyi ancak Batılı emperyalist güçlerle sıkı işbirliği içinde düşünebilen bir siyasetle bu gelişmenin yavaşlaması ve hatta durması bile mümkündür.
Savaş sanayiinde yüksek teknoloji konusunda bağımlılıkta her ne kadar azalma yönünde gelişme olsa da yüzde yirminin üzerinde olan dışa bağımlılık durumunun varlığı atlanmamalıdır. Daha çok alt sistemler ve bunların bileşenlerinde bu durum söz konusudur ve burjuvazinin temsilcileri burada ciddi riskler olduğunu gündeme getirip, aşılması yönünde neler yapılması gerektiği konusunda kafa yormaktadırlar. Bağımlılık oluşturan kalemlerin bir bölümü dünya piyasasından ve çok farklı ülkelerden elde edilebilmektedir. Bununla birlikte çok sayıda ülke bu ürünlerin “savunma” sanayiinde kullanılmamasını koşul olarak dayatmaktadır. Bu sorun, aldatma biçimindeki girişimlerle aşılıyor. Sivil kullanım amaçlı ürünlerden gereksinimden fazla alınarak bir bölümü “savunma” sanayiine aktarılıyor.
Ancak ambargo uygulayan güçlü ülkelerin –ki bunların başını ABD çekiyor– bu uygulamanın farkına varmaması olanaksızdır. Çünkü Türkiye’de neyin üretildiğini ve ne konuda eksikler olduğunu, bazı kalemler gizlilik içinde üretilseler bile, aşağı yukarı biliyorlar. Türkiye’ye sevkiyat yapan ülkelere, söz konusu sivil kullanım olsa bile, ambargo koşullarını dayatma gücüne sahipler. Çelişkilerle dolu günümüz emperyalist sisteminde ise bunların bir biçimde aşılma yolları da bulunabilmektedir. Bu durum da maliyet artmaktadır tabii.
Öyle bileşenler söz konusudur ki, bunlar üründe yüzde bir oranında bir yer kaplasalar da, nihai ürünün akamete uğratılması için ambargo uygulanması yeterli olmaktadır. Aşağıda yer vereceğimiz yarı-iletken ürünler bu duruma iyi bir örnek oluşturmaktadır.
Sonuçta eğer “savunma” denen savaş sanayii alanında iddialı olunacaksa, hemen her şeyi üretme yeteneğine ulaşmak zorunlu gibi gözükmektedir. Yetenek sahibi olmak, ille de o kalemi üretmek anlamına gelmez. Ar-Ge çalışmaları ile başarılı ürünler çıkartıp, bunlar şimdilik çekmeceye konabilir. Gerektiğinde ama hızlı biçimde sanayi üretimine geçilebilmelidir.
Nitekim 15-20 yıl önce Ar-Ge çalışması yapan kurumlar tarafından geliştirilen teknolojilerin şimdi devreye alındığını görüyoruz. Ambargo uygulanan ürünlerde kısa sürede yerli üretime geçebilme, belli bir bilgi birikim sayesinde olanaklı duruma gelmiştir.
Teknoloji kazanımları ve geliştirilen yetenekler
Böylesi teknolojik yeteneklerin kısa sürede kazanılması nasıl olanaklı duruma geldi?
Yukarıda yapılan ve yapılması öngörülen işlerin bir dökümünü verdik. Bunların tümünün ardında teknolojik bir birikimin yattığı kuşku götürmez.
Ambargo konulan ürünlerin kısa süre içinde eşdeğerlerinin üretilmiş olması da bunu doğruluyor.
Yukarıda TSKGV (Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı) bünyesindeki üç büyük şirkette geçtiğimiz 6-7 yıl içinde ne gibi değişiklik yaşandığını belirtmiştik. Gerek Ar-Ge yatırımlarının gerekse Ar-Ge çalışanı sayısının ciddi biçimde arttığı görülüyor. Örneğin ASELSAN bünyesinde çalışan Ar-Ge elemanı sayısı yüzde 140, araştırma geliştirme harcamalarına ayrılan kaynak 6 kat artmıştır. Dönem içinde TL’de değer kaybı söz konusu olduğu için dolar bazında bakarsak artış yüzde 70’tir.
Diğer iki şirket açısından da durum çok farklı değildir.
2016 yılından başlayarak SSM / SSB, Ar-Ge panelleri düzenlemeye başladı. Son bir iki yıl içinde yapılanlara bakarsak;
Ocak 2022’de SSB, siber güvenlikten kompozit teknolojilerine dek 13 Ar-Ge projesini hayata geçirdi. Bu projeler, aralarında üniversitelerin ve ana yüklenicilerden KOBİ’lere kadar farklı büyüklüklerde firmaların bulunduğu toplam 24 paydaş tarafından yürütülüyor. Haberleşmeden sürü sistemlerine, yapay zekâ yazılımlarına, özel malzemelere, özel üretim tekniklerine dek bir dizi Ar-Ge çalışması yer alıyor.
Nisan 2022’de gerçekleştirilen panelde 9 Ar-Ge projesinin başlatılmasına, 1 alanda SAGA Çağrısı (“Savunma” Sanayi Ar-Ge Geniş Alan Çağrısı, belirlenen teknoloji alanlarında teknik ve taktik ihtiyaçların karşılanabilmesi için son ürün teslimatı içermeyen analiz veya masaüstü ölçekli prototiplerde doğrulanan teknik gösterimler üretilmesi) karar altına alındı.
Türk savaş sanayiinde Ar-Ge harcamaları için ayrılan kaynak tutarı 2021 yılında 1,64 milyar dolar olmuştur; aynı tutar 20 yıl önce 49 milyon dolar idi. 2022 yılsonu itibariyle tamamlanmış olan ve kritik öneme sahip Ar-Ge projesi sayısı 63’tür, bunlar dışında 64 proje çalışması sürmektedir.
Ocak 2023’te, sözleşme aşamasına gelen 8 Ar-Ge projesinin imza töreni gerçekleştirildi. 20 alanda SAGA çağrısı yapılmıştır. Aynı törende Kuantum Araştırma Merkezinin kurulduğu açıklanmıştır.
Tüm bu projelere burada içerikleri açısından ve tek tek yer vermemizin olanağı ve anlamı da yok. Meraklısı bunlara sosyal medya üzerinden ulaşabilir. Burada bunların yerlileştirmeyi arttıracak ve bağımlılığı azaltacak; ülkeyi bu alanda bir bütün olarak üst lige taşıyacak unsurlar barındırdığını söylemekle yetinelim. Bunların önemli bir bölümü alt sistemlerle ilgilidir. Yani zaten mühendislik ve üretim açısından yetenek kazanılıp envantere girmiş kimi ürünlerde dışarıdan temin edilen alt sistemlerin yerlileştirilmesi hedeflenmektedir.
Aynı ve benzer Ar-Ge çalışmalarının fazla sayıda üniversitede yapılması yerine SSB görev dağılımına gitmektedir. Bu, çalışmalarda harcanan kaynağın, emeğin boşa gitmemesi için alınan bir önlemdir. “Savunma sanayii”ne yetkin eleman yetiştirmeye yönelik olarak (SAYP gibi) ve belirlenen dallarda belli üniversitelerin uzmanlaşması amacı ile hazırlanan proje ve programlar söz konusudur. SSB önderliği ve aracılığıyla, uzmanlık alanlarına göre üniversiteler ve onların farklı bölümleri ile “savunma sanayi şirketleri” arasında protokoller yapılmakta ve işbirliği hâlinde çalışmalar yürütülmektedir.
Sayıları 100 civarında olan teknokentlerin çoğunda “savunma” sanayii ile ilgili Ar-Ge çalışması yürütülmektedir.
Geneli açısından bakıldığında son 7 yılda Ar-Ge konusunda aşağıda anlatacağımız biçimde bir gelişme olmuştur. Burada diğer alanlarda yapılan bazı araştırma sonuçlarının “savunma sanayii”nde uygulama bulduğunu anımsatalım. Bunun tersi de yani diğer alanlarda geliştirilenlerin “savunma sanayii”ne aktarılması da geçerli tabii. Burada çift kullanım söz konusudur.
Aynı dönemde Ar-Ge için ülke kaynaklarından ayrılan kaynağın GSYH’ya oranı yüzde 50 civarında artmış olup bu yıl bu tutarın 330 milyar TL’yi bulması beklenmektedir (TL. cinsinden artış 17 kat, dolar cinsinden artış 6,5 kat civarındadır) (Burada Ar-Ge harcamalarının GSYH’ya oranı hedefi yıllar önce yüzde 2 olarak saptanmış olmasına karşın bu hedefin tutturulamamış olduğunu belirtelim. 2023 hedefi yüzde 1,5 olarak saptanmıştır). TZP – Tam Zamanlı Ar-Ge personeli sayısı 2 katın üzerinde artmıştır. Uluslararası kabul görmüş dergilerde yayınlanan Türkiye kaynaklı bilimsel yayın sayısı da ciddi artış göstermekle birlikte dünya sıralamasında ancak bir iki basamak yükselme olmuştur (2020 yılında 17. sırada).
Hızlı yerlileştirmenin gerçekleştirilmesinde, daha önce üniversite araştırma kurumlarında Ar-Ge çalışmalarıyla başarılı ürünler ortaya konmasının da olumlu rolü olmuştur. Bunlar, araştırmaları yürüten öğretim görevlilerinin haklı biçimde şikâyetçi durumda oldukları gibi, seri üretime konmamış, çekmecelerde saklanan çıktılar olarak kalmıştır. Üretici şirketlerin önemli bölümü, yurtdışından hazır alım yolunu daha uygun görmüşlerdir. Bunlar böyle davranadursun, gerektiğinde devreye sokulacak bir elde edilmiş bilgi birikimin olduğu görülüyor.
Tüm bunların sonucunda ne gibi gelişme olmaktadır?
Örneğin bir ASELSAN yetkilisi 2022 yılında 160 farklı ürünü yerlileştirildiklerini söylemektedir. Son 3 yılda ise bu sayı 670’i bulmuş, böylelikle 500 milyon dolara yakın bir kaynağın ülkede kalması sağlanmıştır.
Burada kazanılan yeteneklerin hangi yolla gerçekleştirildiğine de değinmek gerekir. Kazanılan yeteneklerin tümü için bunlar Ar-Ge çalışması sonucu gerçekleştirilmiştir denilemez. Burada tersine mühendislik yöntemleri de uygulanıyor. Bunun dışında zaten başka ülkeler tarafından üretilmiş olan, teknik olarak nasıl yapılacağı bilinen ve ülkelerimizde de yükseköğrenimin ilgili dallarında teorik eğitimi verilmiş olan teknolojinin, pratiğe dökülmesi var. Bu hususlar da göz önünde bulundurularak söz edilen bir Ür-Ge (Üretim Geliştirme) kavramı da var.
Konu çok geniştir. Biz burada fazla teknik konulara girmeden, belli alanlarda kazanılan yetenekler üzerinde duracağız. Bakılması gereken ve belki daha da önem arz eden şey, sonucun ne olduğu, tüm bu Ar-Ge, Ür-Ge çalışmalarının sonucunda ne gibi ürünler ortaya çıktığıdır.
Motorlar ve türbinler vb. konusunda gelişmeler
Bunların hiçbiri sıfır noktasından başlamış değildir. Uzun yıllardan beri bir biçimde üzerinde çalışma yapılmış ama üretim aşamasına geçilmemiş ürünler vardır. Bir bölümünde ürün hâline getirme ve seri üretim söz konusudur. Ayrıca TEİ (TUSAŞ Motor Sanayi AŞ.) örneğinde olduğu gibi uluslararası konsorsiyumlara katılma, araştırma ortağı olma, büyük uluslararası havacılık şirketlerine türbin motoru parçaları üretme hatta bu konuda tek kaynak olma gibi durumlar söz konusudur. Günümüzde dünyada her iki uçaktan biri TEİ parçaları ile uçmaktadır; 50 farklı motor programı için 1.500 farklı parçanın üretimi TEİ tesislerinde yapılmaktadır. Yeni geliştirme çalışmaları ve ortaya çıkarılan ürünler bu önceki deneyim ve bilgi birikimi üzerine inşa edilmiştir.
Havacılık ve füze/roket alanında kullanılan motor ve türbinler konusunda son durum şöyledir:
TEİ özellikle son 8 yılda 12 tip motor üzerinde çalıştı.
Bunlardan biri SİKORSKY (S70 helikopteri) lisansı altında TUSAŞ tesislerinde üretilen T70 genel maksat helikopterlerinde kullanılan GE lisansı altında üretilen 2.000 BG gücündeki motordur. Bu tip üretimler de şirkete bir dizi yetenek kazandırmaktadır.
Diğer motorların tasarımı, geliştirilmesi ve üretimi TEİ’nin kendi bünyesinde özgün olarak yapıldı. Bunlardan sekizi İHA motorlarıdır; bunların da üçü (PD sınıfı diye adlandırılıyor) MALE sınıfı silahlı ve silahsız İHA’larda kullanım buluyor.
Bunun dışında TUSAŞ tarafından özgün olarak geliştirilip üretilen GÖKBEY genel maksat helikopterinde kullanılacak TS-1400 motoru da TEİ tarafından tasarlandı, geliştirilip üretildi. Aynı motorun ATAK helikopterlerinde de kullanılması düşünülüyor. Yine bu motorun çekirdeğine değişik bir dişli grubunun entegre edilmesi sonrası HÜRKUŞ uçağında da kullanılabileceği yetkililerce söyleniyor.
TJ300 motoru ise gemisavar füzelerde kullanım alanı buluyor.
Yukarıda söz ettiğimiz TF6000 motoru geliştirilme aşamasındadır. Daha ağır sınıf hava platformlarında, hücumbotlarda ve enerji santrallerinde kullanılabilecektir. Böylece bu türbin ile başka alanlara, bu arada deniz platformlarına da bir ürün sunulmuş oluyor.
Bu motorların yarısı türbin teknolojisi ile üretilen motorlardır ve bunlarda kullanılan özel alaşımlı malzemeler başlangıçta ithal ediliyor, işlenmesi, şekil verilmesi gibi işlemler ise TEİ tesislerinde yapılıyordu. Bu malzemeler yukarıda da söz ettiğimiz gibi teknoloji açısından bilinmiyor değildi; hangi alaşımda malzemenin hangi gerekçelerle motorun hangi bölümünde kullanılması gerekliliği bilinen konulardı. Henüz bu malzemelere talep oluşturacak sanayi bulunmadığı için olacak, deneysel girişimler hariç herhangi bir üretim de bulunmuyordu yurt içinde. Son 8 yıl içinde önce ciddi Ar-Ge çalışmaları yapıldı, değişik adlarla birkaç proje açıklandı ve devamında TEİ ve TÜBİTAK öncülüğünde ve sanayi-üniversite işbirliği ile bu malzemelerin tümü yurt içinde üretilir duruma geldi. Türbin modülünün en kritik parçası olan kanatçıklar, tek kristal döküm tekniği yolu ile üretildi ve böylece yüksek sıcaklıklara dayanıklı malzeme elde edildi. Böylece bu malzemelerde de dışa bağımlılık, ülke içinde birkaç özel sektör tesisinde üretilmeye başlanmasıyla, sonlandırılmış oldu.
TEİ kendi bünyesinde de, şirket ortağı durumunda bulunan GE şirketi ile 5. nesil bir savaş uçağı olarak tasarlanan MMU için yeni tipte bir motor geliştirme çalışmalarını sürdürmektedir.
KALE Grubu şirketlerinden KALE ARGE, değişik füze ve roketlerde kullanılacak motor üretimi yapmaktadır. KTJ3200 motoru SOM seyir füzelerinde ve ATMACA gemisavar füzesinde kullanım bulacaktır. Bunun dışında KTJ serisi iki motor ve ARAT gibi motorlar üzerinde çalışılmaktadır.
KALE ARGE’nin ROLLS ROYCE ile birlikte kurdukları TAEC şirketi üzerinden MMU için yeni tip bir motor geliştirme çalışması yürütülüyor.
Kara ve deniz platformlarına yönelik motor çalışmalarında gelinen son nokta
Otomotiv sektöründe gelişmiş konumda olan Türkiye’de motor üretilmediği düşünülemez. Değişik kara araçlarında kullanılan motorların bir bölümü lisans altında üretilmektedir. Bazı motor tiplerinde ise özgün geliştirmeler de mevcuttur.
Savaş araçlarında kullanılan motorlar ise bu araçların genellikle ağır tonajlı olması ve her tür zorlu yol koşulunda iş yapabilir zorunluluğu nedeniyle daha fazla güç ve tork gerektiren, zorlu koşullara uygun aktarım organı / transmisyon gerektiren durumdadır; bu yetenek ise ülke sanayiinde yok denilemese bile eksikti. Şimdi yapılan bu eksikliğin giderilmesidir.
BMC POWER şirketi 4 farklı motor üzerinde çalışma yürütmektedir. Bunlardan ikisi, 4 ve 6 silindirli olmak üzere Sıralı Dizel Motor Projeleridir. Diğer ikisi V8 ile V12 projeleridir. Tüm bunlarda prototipler üretilip çalıştırılması yapılmıştır. Birinci projede gerçekleştirilen 400 BG gücündeki motor seri üretim aşamasındadır. Motor BMC VURAN Zırhlı Araçlarına entegre edilmektedir.
600 BG’lik motor seri üretime hazır duruma getirilmektedir. Tank taşıyıcı araçlarda kullanılması düşünülmektedir.
2020 yılında ilk ateşlemesi yapılan 1000 BG gücündeki V8 motorun ve 2021 yılında ilk ateşlemesi gerçekleştirilen 1500 BG’lik V12 motorun doğrulama ve ölçümleme çalışmaları BMC POWER test merkezinde devam etmektedir. Bu motorlarla uyumlu olarak, dümenleme ve frenleme yeteneğine sahip ve yüksek tork aktarımlı transmisyon, yüksek verimli soğutma grubu ve çok fonksiyonlu kontrol ünitesi geliştirme projeleri de BMC POWER bünyesinde eş zamanlı olarak yürütülmektedir. 1000 BG gücündeki motor ve transmisyon grubunun FIRTINA obüsü ve benzer tonajdaki araçlarda kullanılması düşünülüyor.
1500 BG’lik V12 motor ve transmisyon ALTAY tankında kullanılacaktır; bunun için 2024 yılı hedeflenmiştir.
BMC ürettiği motorlar üzerinde yapılacak değişikliklerle bunları deniz platformlarına uygun duruma getirme çalışması da yürütüyor. Böyle bir motorun MARLİN SİDA – Silahlı Deniz Aracında kullanılması planlanmıştır.
TÜMOSAN şirketi uzun yıllardan beri 185 BG güce kadar motorlar üretirken, 2012 yılında TÜBİTAK destekli “YENİ NESİL DİZEL MOTOR GELİŞTİRME” projesini başlatmıştır. Bununla son teknoloji ürünü 155 ile 1000 BG aralığında 7 tip motor geliştirme amaçlanmıştır. Motorların bir bölümü tamamlanmış, diğerlerinde geliştirme çalışmaları sürdürülmektedir. Bu motorlara uygun transmisyon çalışmaları da sürmektedir.
Nisan ve Aralık 2019 tarihlerinde önce SSB ile FNNS şirketi arasında, sonrasında FNSS ile TÜMOSAN arasında imzalanan sözleşmelerle, FNSS’in TSK için üreteceği 8×8 ve 6×6 zırhlı araçlarında TÜMOSAN motor ve transmisyonların kullanılacağı kayıt altına alınmıştır. FNNS esas olarak ABD kaynaklı motor ve transmisyon kullanıyordu.
Yeri gelmişken burada SSB’nin yerli ürün kullanılması konusundaki dayatmasını anımsatalım. Aynı özelliklere sahip ve aynı işi görecek biçimde ortaya konmuş olan yerli ürün pahalı bile olsa platform üreticilerinin bunları kullanması zorunluluğu getirilmişti. Burada pahalılık sınırı önceleri yüzde 15’e kadar iken bu yüzde 25’e yükseltildi. Bununla yeni geliştirilen yerli ürüne bu açıdan da büyük destek sağlanmış oluyor.
TÜMOSAN 2022 Ağustos’unda 540 BG’lik motorun testlerine başladığını, 2023 yılında teslime hazır duruma geleceğini, uygun transmisyonun ise bundan 6 ay kadar sonra hazır duruma geleceğini duyurdu.
TÜMOSAN kendi geliştirdiği 4×4 zırhlı araç PUSAT’ı da kendi ürettiği 310 BG’lik motorla piyasaya sunmuş bulunuyor.
TÜMOSAN deniz araçlarına yönelik marin motorları da üretmektedir. 2020 yılında ürettiği 450 beygir gücüne sahip bir motoru bulunuyor. Şimdi bu motorun, ARES Tersanesi ve METEKSAN Savunma tarafından geliştirilen Türkiye’nin ilk Silahlı İnsansız Deniz Aracı (SİDA) olan ULAQ’ın motoru olarak kullanılacağı duyuruldu.
KOÇ grubundan OTOKAR, birincinin devamı olan ARMA II 8×8 zırhlı aracında, aynı şirket grubundan FORD OTOSAN’ın geliştirdiği ECOTORQ Motor ailesinden 720 BG güç üreten bir motor kullanacağını açıkladı. Böylece ARMA, öncekinden daha fazla yük taşıma kapasitesine sahip 40 tonluk bir araç hâline getirildi. Aracın 120 mm kalibreye kadar ağır silah sistemleri taşıma yeteneği ve daha çok koruma sağlayan zırh sistemi kazandığı belirtiliyor.
Ülkeyi “üstün kılmak”
Burada burjuvazinin 2012-2016 Strateji Plan çerçevesinde ortaya koyduğu “savunma ve güvenlik teknolojilerinde ülkemizi üstün kılmak” hedefinin neresinde olduğuna bakmanın yeri geldi.
Savaş sanayiinin bazı alanlarında Türkiye’nin başat güçlerden biri hâline geldiği görülüyor. Bunlar geleceğin savaş alanında belirleyici rol oynayacak insansız – robotik sistemlerle, elektronik alanında karıştırma, aldatma, köreltme ve karşı önlem sistemleri, görünmezlik teknolojileri olarak öne çıkıyor. Doğal olarak tüm bunların alt sistemleri ve bileşenleri ile ilgili ciddi gelişmelerin olması gereklidir. Aynı biçimde insansız sistemlerin üretiminde kullanılan malzemelerden (radar tarafından saptanamayan malzemeler) tutun, donanımlarındaki üstünlüklerine, taşıdıkları yüklerin niteliğine kadar bir dizi unsur dikkate alınmalıdır.
İHA / SİHA gücü olarak Türkiye
SİHA’ların savaşın yönünü değiştiren etkiye sahip olduğu yaşanan deneyimlerin de ışığında dünya çapında genel kabul görmüş durumdadır. Türk SİHA’larının bu alandaki rolü artık tartışma götürmez duruma geldi.
Türkiye envanterinde BAYKAR grubu tarafından üretilen Bayraktar TB2 SİHA sayısının 160-170 adet arasında olduğu tahmin ediliyor. Üretim adetleri bunun çok üzerinde (adet olarak 400 üzerinde olduğu bilgisi var); dışsatıma gidenler var, çatışma bölgelerinde kaybedilenler var.
Yine aynı grup tarafından üretilen Bayraktar AKINCI da geçtiğimiz yıldan itibaren envantere girmeye başladı. Bu platform sınıflandırmada TİHA (Taarruzi İnsansız Hava Aracı) olarak anılıyor. Şu ana kadar iki farklı sürüm olarak teslim edilen AKINCI sayısı 20 adet civarında.
Yine envanterde çok miktarda Bayraktar MİNİ İHA bulunuyor.
TUSAŞ tarafından üretilen ANKA ve ANKA-S araçlarının envanterdeki sayısı 40 adet civarında. Bunun dışında ihraç edilenler de bulunuyor. Geçtiğimiz Ocak ayında 90’ıncı ANKA’nın montajına başlandığı medyaya yansıdı. Bir üst sınıf olan AKSUNGUR’un da üretimi devam ediyor. Şu ana kadar envantere giren sayısı ise 6 adet.
Az sayıda KARAYEL İHA bulunuyor envanterde.
Toplam alındığında MİNİ İHA’lar hariç 250’nin üzerinde İHA-SİHA’nın bulunduğu söylenebilir.
Bunlar dışında KAMİKAZE İHA, insansız helikopter, deniz kuvvetleri için üretilen DİHA, GÖZCÜ ve Süpersonik İHA benzeri yüzlerce İHA olduğunu da belirtelim.
Tüm bu platformlarda üretim hızlanarak sürüyor.
2023 yılı ve sonrasında ANADOLU LHD Havuzlu Çıkartma Gemisinde kullanılmak üzere üretimine başlanan Bayraktar TB3, ilk uçuşunu yapan Bayraktar KIZILELMA ve önümüzdeki aylarda ilk uçuşunu yapacak olan TUSAŞ MİUS (GÖKSUNGUR süpersonik İHA) gibi sistemlerin de eklenmesiyle sayının ciddi biçimde artacağını öngörebiliriz.
Bu platformlarda yerlilik oranı giderek artmaktadır. Envanterdeki tüm araçlar için uygun motor seçeneği yerli olarak mevcuttur. Ancak ilk üretilen platformlarda yabancı kaynaklı motor kullanılmıştır. Yeni KIZILELMA ve MİUS gibi platformlarda başlangıçta ithal motor kullanılacağı görülüyor. Bu platformların geliştirilmesine paralel TEİ’nin motor çalışmalarını sürdürdüğü dikkat çekiyor. Örneğin TF 6000 motorun KIZILELMA’da kullanılabileceği söyleniyor.
Burada BAYKAR grubunun Ukrayna şirketleri ile iyi ilişkiler geliştirmiş olduğuna da değinelim. BAYKAR bilindiği ve çok ses getirdiği üzere Ukrayna’ya SİHA satıyor ve oradan uçak motoru alıyor. Son olarak BAYKAR’ın Ukraynalı şirketlerle ortak olarak Ukrayna’da insansız hava araçları üretecek bir fabrika yatırımı yapacağı ve yine ortak olarak Türkiye’de motor fabrikası kuracağı haberleri dolaşıyor.
SİHA’lara gelinen yerde ne gibi yetenekler kazandırıldığına bakmamız gerekir, zira bu teknolojinin günümüz ve geleceğin kapitalist-emperyalist dünyasındaki güç dengeleri açısından nasıl bir rol oynayacağı daha görünür hâle geldi.
Başlangıçta keşif, gözetleme, hedef işaretleme vb. amaçlarla üretilen İHA’lar, silahlandırılarak savaşan platformlara dönüştürüldü, SİHA düzeyine çıkartıldı. Bunlar ciddi güç çarpanı konumuna geldi.
Artık bu platformların nasıl bir güç oluşturduğu salt erişebildikleri uzaklık, çıkabildikleri yükseklik, havada kesintisiz kalma süreleri yanında üzerindeki “faydalı!” yüklerin bunlara ne gibi yetenekler eklediği dikkate alınarak saptanıyor. Burada üzerlerinde gelişmiş radar teknolojilerinin yer almasından tutun taşıdıkları keşif / gözetleme / hedefleme sistemlerinin kalitesine, silah sistemlerinin çeşitliliğine dek bir dizi unsur dikkate alınıyor.
Bu açılardan bakıldığında Türkiye’nin bu alanda dünya çapında başat güçlerden biri konumuna geldiğini söyleyebiliriz.
ANKA-S platformu aynı uçağın SAR sistemli (ASELSAN ürünü Sentetik Açıklıklı Radar) sürümüdür. Gece gündüz her hava koşulunda tespit yapabilme ve uydu güdüm özelliği sayesinde binlerce km uzaklığa erişme yeteneği bulunmaktadır.
Şimdilerde AKINCI platformuna AESA (ASELSAN ürünü Aktif Faz Dizinli Radar) sistemi entegre edildiği ve bunun İHA’lar açısından bir ilk olduğu haberleri dolaşıyor. Bu radar sistemi karşıt güçler tarafından hem kolay tespit edilmeme özelliği hem de karıştırma sinyallerine dirençli olması ile önem kazanıyor.
Silah, mühimmat bölümünde durum
Platformların boyutları büyüyüp, buna uygun motor kapasiteleri arttıkça “faydalı yük” ve bu arada silah, mühimmat taşıma yetenekleri de artıyor. Orta ve büyük sınıftaki (orta ve yüksek irtifa) tüm İHA’lar silahlandırma yeteneklerine kavuşturulmuş durumdadır. Büyük boy platformlar ise savaş uçaklarının görevlerine yakın hizmet verecek yönde mühimmatlarla donatılmaktadır. Orta boy İHA’lar havadan yere kullanılan mühimmatlarla donatılırken, büyük sınıftakiler hem daha fazla tahrip gücüne sahip havadan yere hem de havadan havaya mühimmatlar taşıma kapasitesine sahiptir.
Geçtiğimiz aylarda AKINCI üzerine takılan güdüm kitleri ile birlikte çok sayıda mühimmatın testlerinin yapıldığı medyaya yansıdı. Geçtiğimiz Aralık ayında TÜBİTAK SAGE tarafından geliştirilen GÖKÇE Güdüm Kiti bu platforma takılarak, onun güdümünde atışı yapılan 1.000 librelik (455 kg) MK-83 bombası ile hedefin 20 bin feet (6.100 m) irtifadan yüksek hassasiyetle vurulduğu açıklandı.
Bir hafta sonra bu defa ASELSAN tarafından geliştirilip üretilen LGK Güdüm Kiti ve CATS kamerası kullanılarak MK-82 bombası ile nokta atış yapıldığı duyuruldu.
Aynı ay içinde AKINCI TİHA’dan ateşlenen ROKETSAN üretimi, Türkiye’nin ilk havadan karaya süpersonik füzesi TRG-230-İHA ile 100 kilometre üzerindeki hedefin tam isabetle vurulduğu haberini duyduk. Dünyada ilkler –eğer ilk değilse– arasında yer alan böyle bir yetenekle S-300 ve Patriot gibi hava “savunma” sistemlerine karşı etkili bir silah elde edilmiş olunduğu söyleniyor.
Yine aralık ayında AKINCI’nın gövde altında taşıdığı 4 adet Minyatür Bomba (TOLUN) ile GPS/INS güdümü kullanılarak 30 kilometre uzaklıktaki hedefi 26.000 feet irtifadan tam isabetle vurduğu bildirildi.
Kasım ayında SUNGUR kara-hava füzesinin SİHA’lara entegre edileceği ve bununla bu platformların havadan hava hedeflerine angaje olacakları duyuruldu.
Ekim ayında AKINCI’nın 55 kilometrelik mesafeden 1 metre kalınlığındaki betonu delme ve onun içinde patlama kabiliyetine sahip ASELSAN üretimi MİNBO minyatür bombalarla donatıldığı duyurulmuştu.
Aynı ay içinde KAYI Güdümlü Minyatür Mühimmat Ailesi tanıtıldı. Buna göre “at-unut, hava-yer” sınıfında olan bu mühimmat, anti personel, zırh delici/nüfuz edici veya termobarik etkili harp başlıklarıyla SİHA’larda da kullanılabilecek.
Havadan havaya füzelerin geliştirilmesine de kısaca değinmek gerekir. ABD’li Raytheon şirketinin ürettiği ve birçok ülke hava kuvveti gibi Türk Hava Kuvvetlerinin de kullandığı AIM-9 ve AIM-120 füzelerinin pahalı olması yanında temininde karşılaşılan zorluklar (örtülü ambargo) nedeniyle 2013 yılında alınan bir kararla aynı amaca yönelik füzeler geliştirilmeye başlanmıştı. Başlatılan proje kapsamında TÜBİTAK SAGE tarafından BOZDOĞAN (Görüş İçi) ve GÖKDOĞAN (Görüş Ötesi) füzeleri ortaya çıktı.
Şimdi bunların büyük boy İHA’lara entegrasyonu üzerinde çalışılıyor; bu çalışmanın AKSUNGUR’da başarıyla tamamlandığı söyleniyor. Bununla bu tip İHA’ların, savaş uçaklarının bir bölüm işlevini üstleneceği düşünülüyor. SOM seyir füzesinin de bu İHA’lar tarafından taşınabileceği ifade ediliyor.
AKINCI ve AKSUNGUR gibi büyük boy / yüksek irtifa İHA’ların başka bir özelliği de dikkat çekiyor. Bunlar azami 40.000 feet gibi irtifada uçabildikleri (AKINCI 45.000 üzerine de çıktı) için birçok hava “savunma” sisteminin erişim menzili dışında kalabiliyorlar. Bunlar binlerce kilometrelik menzile de (AKINCI için 5.000 km operasyon yarıçapından söz ediliyor) sahip.
Bunun dışında Kamikaze Drone diye tabir edilen “havada dolanan mühimmatlar” bulunuyor. Birkaç farklı şirket tarafından üretilen bu İHA’lar, boyutuna, havada kalma süresine, taşıdığı başlıklara göre sınıflandırılıyorlar. Bunlar tekli olarak ve sürü teknolojisi ile kullanılabilecek.
Bu sistemlerden ALPAGUT (Sabit Kanatlı Vurucu İHA), KARGU (Döner Kanatlı Vurucu İHA) STM ürünü ve çatışma içinde denenmiş silahlar. KARGU-2 Libya’da karşıt güçlere karşı kullanıldı ve dünya çapında ses getirdi, hatta BM raporlarına da girdi.
2023 içinde envantere girecek ALPAGUT, STM ile ROKETSAN ortak yapımı; bunun insanlı – insansız hava ve deniz platformlarında kullanılacağı belirtiliyor. Bu, çok daha gelişkin bir sistem; karşıt güçlerce fark edilmeden ve elektronik karıştırmaya dayanıklı olarak, 300-1500 m. yükseklikte dolaşıp, hedef tespiti yapıp, ona yöneliyor. ALPAGUT, İHA’ların ulaşamayacağı veya sokulmasının riskli olabileceği ortamlarda, yaklaşık 60 kilometreden fazla bir menzilde, düşman görülen unsurları tespit ve imha etmek gibi bir yetenek sunuyor.
TİTRA Teknoloji şirketinin geliştirdiği Kamikaze İHA “DELİ”, TÜBİTAK SAGE’nin geliştirdiği harp başlığı kullanıyor, 75 dakika havada kalabiliyor, 85 kilometre ötedeki hedefleri vurabiliyor.
ASİSGUARD tarafından üretilen silahlı dron SONGAR ise REPKON Savunma tarafından üretilmiş olan ve sınıfının en hafifi diye sunulan 6’lı tamburalı bombaatar entegre edilmiş hâliyle görev yapıyor.
ROBİT teknoloji şirketinin geliştirdiği AZAB Kamikaze İHA’sı 500 km mesafeye kadar operasyon yeteneğine sahip.
LENTATEK şirketi KARGI adını verdiği bir Anti-Radyasyon İHA üzerinde çalışıyor. Dolanan mühimmat gibi işlev göre bu İHA hava “savunma” sistemlerinin baskılanması ve imhası görevlerinde kullanılacak.
Hâlihazırda “hedef uçak” olarak kullanılan ŞİMŞEK, şimdi GPS güdümlü otonom uçuş ile uzun menzildeki hedefleri vuran bir füzeye dönüştürüldü. Kamikaze İHA olarak da görev yapacağı anlamına geliyor bu.
HAVELSAN üretimi olan ve dikey kalkış yeteneğine sahip insansız hava aracı (DİHA) BAHA, piyasaya sunulmuş durumdadır. BAYKAR’ın da benzer bir DİHA’sı bulunuyor. Bunlar bulut altı irtifada hizmet görecek daha küçük platformlar ve pist gerektirmeyen özellikleri ile savaş gemilerinde ya da topçu birliklerinin hizmetinde istihbarat, keşif ve gözetleme görevlerinde kullanılması düşünülüyor.
Türkiye’de 15 civarında firmanın DİHA üzerinde çalıştığı söyleniyor.
BAYKAR şirketi ANADOLU gemisinde kullanılmak üzere TB-3 Katlanan Kanatlara sahip yeni bir İHA üretiyor. Bunun için özel bir mühimmat üretileceği söyleniyor.
ABD’li şirketten aynı amaca yönelik MQ-9B tipi SİHA’nın katlanır kanatlı varyantı üzerine çalışma yaptıkları açıklaması gelince, Selçuk Bayraktar, “Amerikalı bir firma, ‘kısa pistli gemiler için S/İHA’yı ilk biz yapacağız’ diye yayında bulundu ancak bakalım kim önce yapacak” diyerek bir meydan okumada bulundu.
Robotik askeri güç olarak Türkiye
İHA teknolojisi aynı zamanda bir robot teknolojisidir. Bir anlamda uçan robotlardır bunlar.
“At-unut” özelliğine sahip mühimmatlar için de aynı şey söylenebilir. Bunlar programlanabilen ve bazıları uçuş sürecinde yeniden programlanabilen özelliğe sahiptir. Güdümsüz bombalar bile üzerlerine güdüm kitleri monte edilerek güdümlü duruma getiriliyor ve bunlara “akıllı bomba” yakıştırması yapılıyor.
İş bunlarla sınırlı kalmıyor. Türkiye son dönemde kara ve deniz platformlarında da insansız araçlar geliştirmiş bulunuyor.
Geleceğin ordularında bu gibi sistemlerin önemli bir yer tutacağı biliniyor ve gelişmiş emperyalist devletler de ordularını bu sistemlerle donatmak istiyorlar. Türkiye’nin eş zamanlı olarak işin içine girdiği görülüyor. Bununla da kalınmıyor, bazı sistemlerde en önde olunduğu iddiasında da bulunuluyor.
Önümüzdeki yakın dönemde envantere alınacak böyle çok sayıda platform bulunuyor; tümü gerekli görülen çeşitli testlerden başarıyla geçip seri üretim aşamasına gelmiş ve bir bölümü de üretim hattındadır.
İnsansız kara araçlarında (İKA) gelişmeler
HAVELSAN, 3 tip İnsansız Kara Aracı (İKA) geliştirmiştir: BARKAN, BARKAN-2 ve KAPGAN. Bunlar arasındaki fark; boyut, hız, ağırlık ve bunlara bağlı taşıma kapasitesi, silah yükü vb. gibi unsurlardan kaynaklanıyor. Tümünde ortak olarak sürü yeteneği, keşif, kurtarma / yaralı taşıma, otonom devriye yapma, bağlantı kesildiğinde kendiliğinden eve dönüş gibi unsurlar yer alıyor. Tümü elektrikli itki sistemi ile donatıldığından sessiz hareket edebilmektedirler.
Boyut ve ağırlıkları dikkate alındığında belki küçük / hafif, orta, ağır sınıf olarak nitelendirilebilirler. HAVELSAN internet sitesinde KAPGAN’ı “Otonom Ağır Sınıf İKA” olarak adlandırmış.
BARKAN, 7,62 mm silah sistemi ve robotik kol ile (bununla bomba imha görevi de yapıyor) donatılmışken, BARKAN-2, 40 mm bombaatar ve yükseltilebilir çevre gözetleme direği ile ve diğerlerinden fark oluşturacak biçimde paletli olarak üretilmiştir. KAPGAN ise fark olarak, 2 km etkili menzile sahip 30 mm top sistemi ile donatılmıştır.
Bunlar farklı görev yükleri ile de donatılabilir kuşkusuz. Nitekim geçtiğimiz Ocak ayında KAPGAN’ın arazide sürüş performansını ortaya koyan bir sunumda farklı bir görev yükü taşıdığı basına yansıdı. UNİROBOTİCS şirketinin geliştirdiği silah kulesi üzerine yerleştirilmiş olan SAMSUN YURT SAVUNMA şirketinin geliştirmiş olduğu CANİK-M2 QCB 12,7 milimetre-ağır makineli tüfek monte edilmiş olarak gösteri yaptı. Dünya çapında rakiplerinden üstün olduğu iddia edilen ürünlerin bir araya gelmesi ile ortaya çıkan ürünün de iddiası ortadadır.
Son olarak bu İKA’larda taşınan silahlar arasına lazer güdümlü mini füze sistemi METE’nin de eklendiği bilgisi paylaşıldı. Çoklu atış lançeri tasarım çalışmasının ise sürdüğü açıklandı.
Burada 2 ve 4 ayaklı robotlara da değinebiliriz. Birkaç şirketin bu alanda yetenekler geliştirdiğini görüyoruz. 4 ayaklılara silah entegre edildikten sonra bunlara “silahlı robot köpek” gibi benzetmeler yapılıyor. İki ayaklıların ise gelecekte robot asker biçimine dönüştürüleceğini düşünebiliriz. AKINROBOTİCS şirketi gerek 2 gerekse 4 ayaklılarda yetenekler geliştirmiştir. 2018’den bu yana ARAT diye adlandırılan 4 ayaklı robotun şimdilerde 5. sürümü üzerinde çalışma yürütmektedir.
İnsansız deniz araçlarında (İDA) gelişmeler
İnsansız Deniz Araçları (İDA) sektöründe birkaç tersane tarafından, 2020 yılından bu yana değişik görev tanımlamaları ile üretilmiş araçlar bulunuyor. Beklenen yeteneklere göre bunların her biri birkaç “savunma” şirketinin işbirliğiyle üretiliyor. Zaten gelişkin su üstü platformlar üreten tersaneler ve aynı biçimde elektronik sistemler konusunda deneyim kazanmış ve uzmanlaşmış üreticilerin yan yana gelmesi ile bu ürünlerin ortaya çıkarılması çok zor olmamıştır, ya da bu işe sıfırdan değil, çok iyi bir noktadan başlanmıştır diyebiliriz. Her üretici grubu bunlara kendilerine göre ULAQ (Ares tersanesi ile Meteksan Savunma), SALVO (Dearsan tersanesi, Aselsan, Roketsan, Yaltes), SANCAR (Havelsan ile Yonca-Onuk tersanesi), MİR (Sefine tersanesi, Aselsan), ALBATROS (Aselsan ve alt yüklenici KOBİ’ler), MARLİN (Sefine tersanesi, Aselsan) gibi adlandırmalar yapmıştır.
Tümünde İHA’lardakine benzer ortak özellikler bulunmakla birlikte, aralarında boyutları, hızları, haberleşme mesafeleri taşıdıkları yükler bağlamında farklar bulunmaktadır. Tümü kompozit malzeme ile üretilmiştir. Hızları 40 ile 60 deniz mili (yaklaşık 70 ile 110 km) arasında olup, gelişkin manevra yeteneğine sahiptir. Bu yetenek ve hız ile daha büyük insanlı su üstü platformlar karşısında avantaja sahiptirler.
MİR ile ALBATROS-S platformlarına sürü teknolojisi kazandırılmıştır ve bunlar birlikte, birbiriyle haberleşerek hareket etme yeteneğine kavuşturulmuşlardır.
Bunlar İHA’lardakilere benzer görev yükü ile donatılmaktadır. Bazılarında su altı görev yapma özelliği de vardır. İHA’larda kullanılan tüm silahlar bu araçlarda da kullanılmaktadır. ATMACA gemisavar füzesinin daha küçük sürümü olan bir seyir füzesi –ÇAKIR– bu platformlarda kullanılabilmektedir.
Sıraladığımız tüm bu özellikleri ile İDA’ların, İHA’lar gibi oyun değiştirici rol oynayacakları düşünülüyor. Bunların da ciddi bir güç çarpanı oluşturduklarını düşünmek hiç de yanlış olmaz.
Bu tip platformların geliştirilip sahaya sürülmesi Türk burjuvazisine birçok açıdan avantajlar sunuyor.
İlk olarak bunların gelişkin araçlar olması ve ülke içinde üretilebilme yeteneğinin bulunması teknolojik açıdan bir sıçramaya işaret eder. İkinci olarak yeni ve etkili araçlar olmalarına bağlı olarak bunların önünde geniş bir pazar bulunuyor, yani iyi bir kazanç kapısı oluşturuyorlar. Üçüncü olarak burjuvazinin askeri gücü deniz alanlarında da daha etkin, daha çekinilecek bir duruma geliyor. Son olarak böylesi gelişmiş araçların üretilebildiği ülkeye dünya çapında bakış açısı kaçınılmaz olarak değişmeye başlıyor.
İDA’lardan ikisine su altı yetenekler de kazandırılmış olduğu görülüyor.
Bunlardan biri olan MARLİN, geçtiğimiz eylül ayında Portekiz’de gerçekleştirilen NATO tatbikatında, yerli geliştirilmiş bir yazılımla KOÇ SAVUNMA tarafından geliştirilmiş sonobuoy (denizaltı hedefleri saptayan bir sonar) kullanarak denizaltı tespit etti ve NATO komutanlarından övgüler aldı. ASELSAN yetkilisi dünyada bir ilki gerçekleştirdiklerini, elektronik harp yeteneği ve platforma eklenen farklı sensörler sayesinde engelden sakınma, yapay zekâ ile tespit / teşhis gibi ileri seviye yetenekleri ile NATO tatbikatında boy göstermekle herkesi şaşırttıklarını söylüyor. Üstelik bu platform zorlu hava koşullarında denize çıkan tek tekne olarak iyi bir denizci olduğunu da göstermiştir. MARLİN son olarak KUZGUN seyir füzesi atışı gerçekleştirerek bu yeteneğe sahip, Türkiye’de üretilen 3. İDA oldu.
ULAQ’ta ise Denizaltı Savunma Harbi (DSH) görev yüklü sürümünün üretimine başlandığı açıklandı. Böyle yeteneklere sahip platformların bir arada görev yapacağı düşünülebilir.
Askeri elektronik / elektrooptik / yazılım / nanomalzemeler / lazer teknolojisi / yeni nesil radar teknolojisi / mikro elektromekanik alanında durum
Bu denli gelişmiş, otonom ve yarı otonom sistemler başarmış olmak, elektronik ve yazılım mühendisliği gibi alanlarda da buna uygun gelişmişliğin önkoşul olmasını zorunlu kılar; bu açıktır. Yukarıda insansız savaş araçlarında elde edilen yeteneklere değinmiştik. Bunların ardında gelişmiş yazılım, elektronik, elektrooptik sistemlerin yattığı kuşku götürmez. Değişik platformlarda kullanılmak üzere geliştirilen SOJ (Elektronik destek ve elektronik saldırı sistemi) bu araçlara da uygulanabilecek biçimde uyarlanmaktadır.
Yazılım alanında gelişmenin eriştiği nokta açısından, Türk şirketlerin yazılım hizmetleri konusunda salt yerli şirketlere hitap etmedikleri, bu işi NATO çapında da gerçekleştirdiklerini vurgulamamız gerekir.
Geçtiğimiz ocak ayında, bu alanda da çalışma yürüten Türk şirketlerinden biri olan STM’nin bir yetkilisi, dünyadaki tüm NATO karargâhları ve üslerinin, istihbarat akışlarını STM’nin geliştireceği ve modernize edeceği yazılımlar üzerinden yapacağını açıkladı. Şirket, özellikle kriz durumlarında NATO’nun karar vermesine yönelik hem yazılım hem danışmanlık hizmetleri üretmekte, bunların paketler hâlinde ihracatlarını gerçekleştirmektedir; 2022 yılında 5. ve 6. paket için anlaşma imzalanmıştır. Yetkili, bu teknolojileri geliştiren, ilk kez kullanıma alacak firma olmalarının kendileri açısından son derece kritik olduğunu söylüyor. Bu işin geçmişi 10 yıl önceye dayanmaktadır. Daha önce savaş alanının tamamında durumsal farkındalığı önemli ölçüde destekleyecek NATO Integration Core (INT-CORE) Projesi’nin teslimi aynı şirketçe yapılmış, Afganistan’daki farklı ülkelerin komuta kontrol ünitelerine yönelik yazılımlar sağlanmıştır.
Aynı ay TUSAŞ ve CTech şirketinin, döner kanat platformlar için uçuş esnasında uydu üzerinden yer kontrol birimi ile haberleşme olanağı sağlayacak yeni bir sistem geliştirdikleri açıklandı. Bununla, helikopterlerde istihbarat, gözetleme, keşif, sınır güvenliği ve afet müdahalesi gibi konularda video ve veri trafiği komuta veya koordinasyon merkezine aktarılabilecek ve dünyanın her yerinden görüntü ve veri aktarımı sağlanacaktır.
Tanklara yönelik uygulamalarla bunlara bir dizi yetenek kazandırılmış, bunlar üst sınıf tanklar düzeyine çıkarılmıştır. ALTAY tankında kullanılması planlanan ve geliştirilip üretimi yapılan sistemlerdir bunlar. VOLKAN Tank Atış Kontrol Sistemi ASELSAN tarafından geliştirilmiş ve farklı tanklara yönelik farklı sürümler ortaya konmuştur.
ASELSAN’ın tanklara yönelik tanksavar roket ve füzelerini platforma zarar vermeden durdurmak üzere geliştirdiği aktif koruma sistemleri bulunuyor. Bu sistemlerden PULAT hâlihazırda kullanılıyor; M60T tanklarına bu yetenek eklenmiştir. Daha sonra geliştirilen AKKOR sisteminde üretim sürüyor. Şirket, radar teknolojilerinde elde ettiği birikimi burada kullanıma sokmuştur. Şirketin açıklamasına göre, böyle bir yetenekte Türkiye dünyada ilk 3 ülke içinde yer alıyor. Sistem, yüksek teknoloji radarıyla üzerine gelen roket veya tanksavar füzesini çok kısa sürede algılama kabiliyetine sahiptir ve üzerinde bulunan sensörler yardımıyla yaklaşan tanksavar tehdidini, taşıdığı mühimmatı hedefin en yakın olduğu anda fırlatıp patlatarak etkisiz hâle getirecektir.
M60T tankları için BİTES şirketi tarafından “Zırh Ötesi Görüş Sistemi” geliştirilmiş bulunmaktadır. Sistem sayesinde, artırılmış gerçeklik gözlüğü takan personel, başını hangi yöne çevirirse âdeta camdan bir zırh içindeymiş gibi aracın çevresini ve olası tehditleri görebilecektir.
ASELSAN, elektro-optik alanında geliştirdiği yeni teknolojilerin, görüşün zayıf veya sınırlı olduğu gece, sis, pus gibi doğal hava koşulları ile toz, duman, yangın ve kamuflaj gibi muharebe sahası koşullarında üstünlük sağlayacağını duyurdu. Teknoloji, hafif elektro-optik keşif gözetleme sistemlerinde ve kızılötesi arayıcı başlıklarda kullanılıyor.
Elektronik harp (EH) sistemleri
Elektronik harbin, teknolojik olarak karşıdakinden üstün olup onu aldatma, köreltme ve etkisiz hâle getirme olarak tanımlanabileceğini söylüyor işin uzmanları. Bu tür teknolojilere sahip olanlar için bunun çok büyük bir güç çarpanı olduğu da belirtiliyor.
Sistemin bileşenlerinden olan Elektronik Destek (ED), karşıt güçlerin yaydığı elektromanyetik dalgaları zamanında yakalıyor ve tanımlamasını yapıyor. Elektronik Taarruz (ET) ise rakip güçlerin savaş yeteneğini felce uğratmak amacıyla elektromanyetik enerjinin kullanılmasıdır. Bir de EK (Elektronik Koruma) söz konusudur ki, burada maruz kalınma durumunda elektronik taarruzdan korunma amaçlanmaktadır.
ET sistemleri kendi içinde “saldırı amaçlı” ve “aldatma amaçlı” olarak gruplandırılıyor. Bunların da altında farklı tipleri bulunuyor.
Türkiye’de ASELSAN tarafından geliştirilmiş olan en tanınan sistem KORAL’dır. 2016 yılında envantere alınan sistem geliştirilmeye devam etmektedir. Sistem, ED ve ET olmak üzere iki bölümden oluşuyor.
Karşıt askeri güçlerin tüm algılama ve haberleşme sistemleri KORAL ile felce uğratılıyor. Böylece yok edilmek istenen hedefler, hiçbir karşı direnç gösterilmeden vurulabiliyor. Karşıt ordu birimleri arasındaki haberleşme de köreltilip önleniyor. Sistemin devreye alınmadan 1.000 kadar testten geçirildiği belirtiliyor. Ancak gücü sınama tabii savaş meydanında oluyor ve KORAL ne denli etkili olduğunu Suriye, Libya, Karabağ savaşlarında göstermiş bulunuyor. Çoğunlukla Rusya kaynaklı karşıt hava “savunma” sistemleri KORAL ile hemen tümüyle devre dışı barıkılmıştır.
Ağustos 2020’de Türkiye’nin karasuları olarak gördüğü bölgede, Yunanistan ve yakın müttefiki Fransa’nın bunu hiçe sayarak aynı bölge için Navtex ilan edip ortaklaşa tatbikat girişiminde bulunduğunda, bölgeye giren Fransız fırkateyninin tüm haberleşme ve savaş sistemlerinin kilitlendiği ve gemi üzerinde kaptanın ne olduğunu anlayamadığı yüzlerce uçan cismin bulunduğu, bunun üzerine fırkateynin bölgeyi terk etmek zorunda kaldığı haberleri yansıdı medyaya. Sonrasında bir ABD savaş gemisinin bölgeye, Türkiye’nin nasıl bir sistem kullandığını anlamak üzere gönderildiği söylendi. Bunlar doğru ise, Türk burjuvazisinin başarılı bir EH örneği sunduğu söylenebilir. Ve tabii eğer bu doğru ise, o zaman Batılı “müttefik”lerin Erdoğan Türkiye’sine neden bu kadar kızgın oldukları da anlaşılabilir. Onlar açısından sorun söyledikleri gibi Türkiye’de demokrasi istemeleri, otoriter rejime karşı olmaları vb. değil, Türkiye’nin giderek ciddi bir rakip olarak karşılarına çıkma yönündeki gelişmesidir.
Aynı teknoloji temelinde birçok sistem üzerinde çalışıldığı, bunlardan bazılarının teslim edildiği görülüyor. İnsansız araçlara böyle yetenekler kazandırılıyor. KORAL’ın etkili menzilinin 150-200 km civarında olduğu bilgisi mevcut. Hareketli platformlar üzerinde yer alması da etki sahasını genişletiyor tabii.
Ordu envanterine girmiş olan KORAL dışında, REDET-II (VURAL) ED/ET, MİLKAR-3A3 (ILGAR) Elektronik Harp Sistemi, MİLKAR-4A2 (SANCAK), Yeni Nesil Muhabere Elektronik Taarruz Sistemi gibi elektronik harp sistemleri bulunuyor. Birkaç yıl içinde uçaklara monte edilmiş hâlde Hava-SOJ sistemi devreye alınacak.
MİT’e teslim edilen ve kullanıma alınan TCG Ufuk İstihbarat Gemisi ile ANKA İnsansız İstihbarat Uçağı da elektronik harp donanımlarına sahip platformlardır.
Bunlar dışında ayrı ayrı şirketler daha küçük, portatif sistemler üretiyor. Araç Tipi Karıştırma / Köreltme Sistemleri (ATEL şirketi) ve Sırtta Taşınabilir Elektronik Karıştırma Sistemleri (METEKSAN ürünü MERTER) ve Sırt, Araç ve Bomba İmha tipi sinyal bozucular (ASELSAN ürünü KİRPİ) ve bunların yanında benzer sistemleri üreten SDT, GATE Elektronik gibi şirketlerin ürünleri ordu ve diğer güvenlik birimlerinde yerini almış durumda.
Bunlar ek olarak ordu envanterine girmiş olan ve farklı amaçlara yönelik RFKS, SPEWS-II, EHPOD, HEHSİS, GERGEDAN, SAPAN, İHASAVAR, KANGAL, AKKOR, DAKA, ZOKA, LSS, ŞAHİ 209, EJDERHA gibi ET sistemleri bulunuyor. Envanterdeki ED Sistemleri ise şunlar: MİLKED 3S3, ARES (2LC/T, 2N ve 2SC/NS) ile Radar Elektronik Destek Sistemi.
Elektronik harbin, Yönlendirilmiş Enerji Silahları (Lazer ve Akustik silahlar), Yüksek Güçlü Mikrodalga Silahları, Anti Radyasyon Silahları gibi unsurları bulunuyor.
Korunma amaçlı olarak kullanılan Sarf Edilebilir Sistemler (Isı fişeği, sahte hedef vb.), Görünmezlik Teknolojisi, Uzaktan Kumandalı El Yapımı Patlayıcı Önleyici Sistemler de elektronik harbin unsurları sayılıyor.
Son dönemde geliştirilen lazer silah sistemleri ve elektromanyetik top gibi silahlar da söz konusudur.
Lazer silah sistemi çalışmalarında birkaç şirketin etkin olduğu görülüyor. Çalışmalar daha eskiye gitmekle birlikte Türkiye’de bu tip silahların denenmeye başlanması 2018 yılında oldu. Sistem konusunda ilk çalışma ve geliştirmeler TÜBİTAK BİLGEM’e dayanıyor. Onun geliştirdiği ve ARMOL diye adlandırdığı bir sistem var. Şimdi ise IŞIN projesini yürütüyor. Projede 20 kilovatlık lazer silahı IŞIN ile 1,5 kilometre mesafedeki hedeflerin 10 saniye gibi kısa bir sürede tahrip edilebildiği söyleniyor. Projede ilerleyen süreçte 60 kilovat güce ve 3 kilometre menzile ulaşılması hedefleniyor. Kıyas açısından ABD’nin 60 KW gücündeki bir sistemi savaş gemilerinde konuşlandırdığı biliniyor.
ASELSAN’ın Lazer Savunma Sistemleri (LSS) ve ROKETSAN’ın ALKA, METEKSAN’ın NAZAR adında başarılı sistemleri bulunuyor.
ARMOL, 2018 Ekim’inde yapılan test sırasında 1,5 kilometre mesafeden 3 milimetre kalınlığındaki çelik mühimmata benzer bir hedefi imha etmişti. Sistemin, ağırlık ve teknik özellikler bakımından AKINCI TİHA’ya entegre edilebileceği söyleniyor.
Aralık 2022’de yapılan son test atışlarında ALKA’nın, 750 metre tahrip menziline ulaştığı ve katmanlı hava “savunma” ağının zemininde kullanılabileceği açıklandı. Elektromanyetik karıştırma sistemi, hedef tespit radarı, hedef takip sistemine sahip ALKA’nın, hava hedeflerine karşı üstün tespit, takip ve saniyeler seviyesinde tahrip yeteneği sağladığı belirtildi.
METEKSAN’ın 2016 yılından beri üzerinde çalıştığı NAZAR, korunma amaçlı bir lazer silah sistemi. Karada konuşlu sistemler ordu envanterine girmiş durumda. Sistem elektrooptik ve kızılötesi arama başlığına sahip füzelere karşı, arama başlığını körelterek, etkin koruma sağlıyor. Deniz kuvvetleri için üretilen sürümünün, sistem büyükçe bir platform olduğu için LHD ANADOLU gemisinde kullanılabileceği, daha küçük platformlarda kullanılmak üzere sistemin küçük ve hafif sürümleri üzerinde çalışıldığı belirtiliyor. Sistem 2018 Kasım ayında GÖKOVA firkateynine de entegre edilmiş durumdadır.
Bu teknoloji açısından Türkiye’nin önde gelen ülkelerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Sistemi savaş alanında ilk kullanan ülke ünvanını, Libya’da 2019 Ağustos ayında elde ettiğini, uluslararası askeri çevreler kabul ediyor. Türkiye’nin desteklediği UMH hükümetinin karşısında yer alan Hafter güçlerine destek maksadı ile keşif ve saldırı görevi icra eden, BAE’ye ait Çin yapımı SİHA’nın Türkiye’nin “Özel Görev Gücü” tarafından zırhlı bir araç üzerinden lazer “savunma” sistemi ile vurulduğu haberi de medyaya yansıdı.
EH konusunda önemli sistemlerden biri de, GPS sinyallerinin karşıt güçler tarafından baskılanması ve uydu vb. unsurlar üzerinden haberleşmenin engellendiği durumlarda çözüm sunan sistemdir.
Yukarıda SSB başkanının açıklamalarında sözünü ettiği, GPS’den bağımsız konumlama sistemi KERKES bir STM şirketi ürünüdür. Bunun dışında benzer amaçla kullanılacak TUALCOM şirketi tarafından geliştirilen TRNAV adında bir sistem projesi tamamlanmış bulunuyor. Sistem 3-4 kg ağırlığında ve 3 dakikada monte edilebiliyor. Öncü birlikler tarafından kurulduğu zaman, konumlama sistemi o bölgelerde kullanılabiliyor. Şirketin açıkladığına göre sistem, yoğun elektronik harp olan bölgelerde kullanılmaya başlanmıştır.
AKSUNGUR ve ANKA İHA’larına baz istasyonu entegrasyonu gerçekleştirilmiş olup, bunlar yerli olarak tasarlanıp üretilen ULAK ile 4,5 G düzeyinde havadan hizmet verir konuma getirilmişlerdir. Yeryüzündeki olumsuz koşullarda mobil haberleşmenin kesildiği koşullarda bunlar kesintisiz iş göreceklerdir.
Türkiye’de büyük emperyalist güçlerin çalışmaları ile eşzamanlı olarak başlatılan elektromanyetik atış sistemi çalışmaları da söz konusudur. Üzerinde çalışmalar süren ve bazılarının envantere alındığı TUFAN, SAPAN, ŞAHİ 209 gibi top sistemleri ve bunların farklı sürümleri bulunmaktadır.
Sistemin klasik top sistemleri karşısında yüksek elektriksel güç gerekliliği ve güç depolamadaki kısıtlar gibi olumsuzlukları yanında avantajları bulunmaktadır. Yüksek namlu çıkış hızına bağlı çok daha büyük menzillere ulaşılabilmesi en önemli fark gibidir. ASELSAN, URBAN Savunma ve TÜBİTAK SAGE bu alanda çalışmalar yürüten başlıca kurumlardır.
ASELSAN tarafından 2014 yılından bu yana yürütülen çalışmalarla ortaya konan ilk sistem TUFAN olmuştur. 2016 yılı sonunda bu sistemle başarılı atışlar yapılmaya başlanmıştır. Ses hızının 6 katı (6 Mach) namlu çıkış hızına ulaşılmış ve hava araçlarına, balistik füzelere karşı etkin olarak kullanılması planlanmıştır. TÜBİTAK SAGE aynı yıllarda SAPAN sistemini başarıyla geliştirdi. Bu sistem daha yüksek namlu çıkış hızına, dolayısıyla daha uzun menzile sahip ve parçacıklı mühimmatla hava hedeflerine karşı kullanılabileceği düşünülüyor. URBAN Savunma şirketi ise ŞAHİ 209 adıyla anılan sistemi geliştirdi. Şu ana kadar ŞAHİ 209’un Blok 1 ve 2 sürümleri tamamlanmış ve 6 Mach namlu çıkış hızı ile 50 km menzile erişilmiştir. Üç ayrı prototip üzerine çalışmalar sürdürülmekte olup, 7 kg ağırlığındaki merminin 8 Mach hız ile 150 km menzile atılması hedeflenmektedir. Kıyas açısından ABD’nin bu teknolojili bir silah sistemi ile 185 km menzile eriştiği bilgisinin mevcut olduğunu belirtelim.
Radar teknolojileri
2022 Nisan ayında ASELSAN Genel Müdürü Halûk Görgün bir konuşmasında “Yüksek radar teknolojilerinde Türkiye global bir marka hâline geldi” diyor. Haksız sayılmaz. Bunların gelişmişlik düzeyine ve çeşitliliğine bakıldığında bunun böyle olduğu görülüyor.
Bu alanda çalışma yapan ve ürünler geliştiren bir dizi şirket çok sayıda ve değişik amaçlara yönelik gelişkin radarlar üretmişlerdir. Bir fikir vermesi amacıyla bunların aşağıda bir dökümünü veriyoruz.
Hava Platformu Radarları:
Sarper Sentetik Açıklıklı Radar
Akıncı İHA Burun Radarı
F16 AESA Burun Radarı
m-SAR Taktik Sar
TFX AESA Burun Radarı
Uzay Platformu Radarları:
Göktürk 3 SAR
Deniz Radarları:
ÇAFRAD Çok Fonksiyonlu Faz Dizinli Radar
MAR-D 3B Deniz Arama Radarı
AKR-D Deniz Atış Kontrol Radarı
Alper LPI Radarı
Keşif Gözetleme ve Silah Tespit Radarları:
ACAR Kara Gözetleme Radar Ailesi
ACAR-UAV UAV Tespit Radarı
SERHAT Havan Tespit Radarı
STR Uzun Menzilli Silah Tespit Radarı
SERDAR Sahil Gözetleme Radar Ailesi
Hava “Savunma” Radarları:
MAR Mobil Hava “Savunma” Radarı
AKR Atış Kontrol Radarı
KALKAN-II 3B Orta İrtifa Hava “Savunma” Radarı
EİRS Erken İkaz Radar Sistemi
Sivil Radarlar:
HTKR Hava Trafik Kontrol Radarı
Meteoroloji Radarı
Trafik Radarı
Duvarın arkasını gören sistemler:
STM DAR Duvar Arkası Radar
TÜBİTAK MİLTAR Duvar Arkası Görüntüleme Sistemi
Ve diğerleri:
ARMERKOM Gürültü Radarı
MİLSAR İHA Sar/Gmti Radarı
MİLDAR Atış Kontrol Radarı
ARAS 2023 Dalgıç Tespit Sonarı
YENER Yere Nüfuz Eden Görüntüleme Radarı
METEKSAN OKİS Otomatik Kalkış ve İniş Sistemi
ASELSAN MATESS Mayın Tespit Sonar Sistemi
TÜBİTAK Terahertz Görüntüleme Sistemi
BOS Mobile Üs & Sınır Güvenlik Sistemi
METEKSAN Karinaya Monteli Sonar Sistemi
ASELSAN İHTAR Anti-Drone Sistemi
RETİNAR OPUS Çevre Gözetleme Sistemi
ASELSAN PUHU Taşınabilir Dinleme ve Kestirme Sistemi
Bunlar dışında, gelişmiş birkaç ülkenin üzerinde çalışma yürüttüğü kuantum teknolojileri ve bunun radar sistemlerinde uygulama bulmasıyla ilgili gelişmeler var. Ocak ayında İsmail Demir, “Kuantum Araştırma Merkezi”nin açıldığını duyurduğu konuşmasında yenilikçi radar teknolojileri ile ilgili projeleri açıkladı: “Kuantum alanında bir süredir devam eden çalışmalarımızı artık projelendirdiğimizin haberini ilk kez buradan duyuruyoruz. ‘LIDAR’ ve ‘KUDAR’ projelerimiz kuantum teknoloji ile görünmez hedefleri ifşa eden, körleştirilemeyen, aldatılamayan sahada oyun değiştirici projeler olacaktır. Klasik radarlar tarafından tespit edilemeyen hedeflerin tespiti, ülke savunması için kritik öneme sahiptir. Her zaman vurguladığımız gibi hedefinizi, siz o farkına varmadan görmeniz, vurulmadan vurmanız gerekiyor. İşte bu projeler, bu anlamda bizlere katkı sağlayacaktır. Türkiye’nin ilk kuantum projeleri olarak hayata geçirilecek olan ‘LIDAR’ ve ‘KUDAR’ projeleri ile kuantum teknolojilerinde kritik bir eşik aşılmış olacaktır.”
ASELSAN Erken İhbar Radar Sisteminde (EİRS) AB-MikroNano tarafından üretilen GaN tabanlı transistörlerin ise kullanılmaya başlandığı açıklandı. AESA radarları için aynı transistörlerin teslimatı 2024 yılında yapılacağı açıklandı.
Yarı iletken teknolojisi
Tüm elektronik aygıtlar yarı iletken teknolojisini kullanırlar. Bu teknoloji olmaksızın gelişmiş elektronik aygıtlar üretilmesi olanaksızdır. Hatta bırakın gelişmiş olanlarını, basit ev elektroniğinde bile geçerlidir bu. Sivil alanda olduğu gibi askeri alanda da aynı şey geçerli. Yukarıda sıraladığımız üretimi yapılan tüm sistemlerde elektronik sistemler kullanılmaktadır.
Bu sanayi dalı hızlı bir gelişmenin yaşandığı ve gelişmenin hızlanarak devam ettiği bir alandır. Deyim yerindeyse, diğer alanlarda olduğu gibi burada da bir yarış söz konusudur. 2000’li yılların başlarında gelişmiş teknoloji ile üretim yapan dünyada 14 şirket varken, transistörde boyut 7 nm ölçüsüne indirildiğinde, bu düzeyde üretim yapabilen şirket sayısı 2’ye inmiştir.
Fazla teknik detaya girmeden, entegre / tümleşik elektronik devrelerin en önemli ve üretimi açısından özel yeteneklerin geliştirilmesine gereksinim duyulan bölümünün çip (yonga) üretim teknolojisi olduğunu belirtelim. Günümüzde gelişimi açısından öyle noktalara varılmıştır ki, iş çok büyük yatırımlar gerektirmektedir. Salt parasal kaynaklar da yeterli değildir bu iş için. İşin tasarım tarafından tutun, hammadde kaynaklarına, özel malzeme ve kimyasalların üretimine, üretimde kullanılan son derece gelişmiş makinalara ve bütün bu alanlarda yetiştirilmiş, konusunda uzman insanlara gereksinim duyulan bir ekosistemin yaratılması gerekir. Yatırım yapılırken su kaynaklarının bol olduğu yerlerin seçilmesi ve kimyasal atıkları işleyecek tesis yatırımlarının da yapılması gerekiyor (En büyük yarı iletken üretim tesisi olan Tayvanlı TSMC, çip krizi sırasında, bu krizin kuraklıkla ilişkisini vurgularken, kullandığı günlük su miktarını açıkladı: 156 bin ton! Şaşırmadık tabii; burjuvazinin herhangi bir teknolojik yenilik geliştirirken, buna doğal kaynakların hoyratça kullanılması, yok edilmesinin eşlik etmediği görülmüş şey değildir).
Yatırım boyutu açısından bu alanda gelişmiş iki ülke örneğine değinelim burada: ABD’li İntel, Avrupa’da yapacağı yatırımın büyüklüğünü 100 milyar dolar olarak açıklarken, Güney Kore yeni büyük bir yatırım için 230 milyar dolar ayırdığını söylüyor.
Günümüzde yonga teknolojisinde varılan noktada, transistör boyutlarının 3 nm (nanometre; milimetrenin milyonda biri) kadar küçültülebilmesi olanaklı duruma gelmiştir. 2 nm boyutu zorlanmaktadır; bu durumda bir tırnak büyüklüğündeki levha üzerine 50 milyar transistörün yerleştirilmesi mümkün olacaktır. Transistörlerin üzerine yerleştirildiği ince levhalar başlangıçta Germanyum, devamında ise günümüzde de yoğun olarak kullanılan Silisyum bileşiklerinden oluşuyordu. Yakın tarihte ise özellikle askeri alanda, radar teknolojilerinde daha üstün performans gösteren GaN (GalyumNitrür) kullanılması gündemdedir.
Yeryüzündeki 10 kadar ülkede, yonga teknolojisinde şu veya bu ölçüde gelişmiş biçimde üretim söz konusudur. ABD’de 6, AB’de 5, Japonya’da 3, Tayvan ve Güney Kore’de 2’şer, İsrail, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Malezya ve Singapur’da birer şirket üretim yeteneklerine sahiptir. Dünya toplam pazarı 500 – 600 milyar dolar olup, Tayvan tek başına toplam üretimin üçte ikisini yapmaktadır. Türkiye’nin pazardaki payı binde bir düzeyindedir.
Dünya üzerinde en çok üretim gerçekleştiren şirket ise Tayvan’daki TSMC adlı şirkettir. Şirket başlangıçta teknolojiyi ABD’li şirketlerden almıştır. Günümüzde başka ülkelerde tasarlanan yongaların ve mikroişlemcilerin üretimi de bu vb. şirketlerde yapılmaktadır.
Üretimde kullanılan makinalar açısından, alanında en büyük tekel olan Hollanda’nın ASML şirketi önemli yer tutar. Son yıllarda hızlı bir çıkış yakalamış olan şirket, ülkelerimizde adını, buradan devşirdiği mühendisler vesilesi ile duyurdu. Şirkette, günümüzden 2 yıl öncesinde, en iyi üniversitelerden mezun olup, Türkiye’deki şirketlerde deneyim kazanmış, yarısı ASELSAN’dan olmak üzere 800 kadar mühendis istihdam edilmişti.
Bu şirket dışında Japonya’da bir şirket (CANON) ve ÇHC’de bazı tipte makineler üretebilen bir şirket söz konusu ama 3 nm teknolojisini yakalamış olan ASML’dir.
Şimdi geliyoruz Türkiye açısından işin can alıcı noktalarından birine. Yazı boyunca Türk burjuvazisinin gelişmiş askeri araç-gereç, mühimmat ve platformlar ile Elektronik Harp konusunda ciddi yetenekler geliştirdiğinden söz ettik. Bunların ama tümünde şu veya bu oranda, gelişmiş elektronik aygıtlar ve bunların en önemli unsuru olan yonga teknolojisinin kullanıldığı açık. Ancak Türkiye’de Yonga seri üretimi yapan bir kuruluş bulunmuyor. O hâlde bu sorun nasıl kotarılıyor?
Önce işin ülkelerimizde tarihsel gelişmesine göz atalım.
Türkiye’de bu alandaki çalışmalar 1970’li yılların ortalarına kadar gidiyor. Birkaç devlet kuruluşunun ortak sermayesi ile kurulan TESTAŞ, bir ABD şirketinden teknoloji transfer ederek lisans altında yarı iletken üretilmesi amacıyla kuruldu. Yonga üretiminin farklı aşamaları için birkaç farklı kentte tesisler de kuruldu. Üretim için gerekli eğitim amacıyla yurtdışına elemanlar gönderildi, yurtdışında işin içinde olan kişilerin de alınması ile bir Ar-Ge ekibi ve yönetici kadro oluşturuldu.
Günün somut koşulları bu işin başarılı biçimde gelişmesine izin vermedi. İşler çok yavaş yürüdüğü için elde edilen teknoloji geri durumda kaldı. Ambargoya tâbi olunduğu ve dış güçlerce bu yeteneğin gelişmesine olumlu bakılmadığı bir dönemde olunması, dış ticaretin ekonomik koşullara bağlı olarak kısıtlar içinde olması, siyasi istikrarsızlık ve sık sık hükümet değişiklikleri ve bu gibi nedenlere bağlı siyasi irade eksikliği, işin başarılabileceği konusunda sivil-askeri bürokraside özgüven eksikliği, başlıca nedenler olarak sayılabilir.
1983 yılında Türkiye’nin stratejik yarı iletken ihtiyaçlarına göre özgün yarı iletken üretim teknolojileri geliştirmek amacıyla YİTAL (Yarı İletken Teknolojileri Araştırma Laboratuvarı) kuruldu.
YİTAL, bir süre TÜBİTAK BİLGEM bünyesinde yarı iletken teknoloji çalışmalarına devam etti. Sayısal tüm devre üretmek amacıyla 1992’de 3µm (mikron; milimetrenin binde biri) CMOS (tümleşik devre üretim teknolojilerinden biri) ve sonrasında 1998’de 1,5µm CMOS teknolojilerini geliştirdi. 2002-2005 yılları arasında 0,7 µm CMOS üretim sürecini geliştirdi. ROKETSAN mühendisleri ile ortak çalışılarak foto dedektör teknolojisi geliştirildi ve 2012 yılından beri foto dedektör üretimi sürmektedir. YİTAL’de geliştirilen özgün foto dedektörler SİHA’larda kullanılan MAM-L, MAM-C, helikopterlerde kullanılan CİRİT ve L-UMTAS gibi mühimmatların tamamında kullanılmaktadır. Bu ürünlerde elde edilen başarıların bir sonucu olarak, benzer konularda TÜBİTAK SAGE ve ASELSAN’la da çalışmalara başlanmıştır.
YİTAL 2014 yılında SSM Ar-Ge Dairesi’nin desteğiyle, 0,25 µm teknolojisi geliştirme çalışmalarına başlamış ve 2019 yılında bu sürece uygun 0,25 µm CMOS süreci geliştirilmiştir. Devam etmekte olan projenin yürütücülüğünü ASELSAN REHİS, projedeki tümdevre tasarım ve proses tasarım kiti hazırlama iş paketlerini ise MKR-IC firması yapmaktadır.
2017 yılı içerisinde, yarı iletken ve benzeri teknolojik malzemeleri içeren mikro ve nano boyutlu aygıtlarla ilgili faaliyet göstermek amacıyla, yüzde 51’i ASELSAN’a, yüzde 29’u TÜBİTAK’a ve yüzde 20’si “Savunma” Sanayii Müsteşarlığı’na ait olmak üzere “YİTAL Mikroelektronik Sanayi ve Ticaret AŞ” unvanlı şirket kurulmuştur. YİTAL’in, ticari bir şirket olarak “güvenilir yarı iletken üretim evi” statüsünde yoluna devam etmesi hedeflenmektedir.
YİTAL, tüm devre üretimi için gerekli olan tüm devre tasarımı, maske üretme, pul işleme (wafer processing), pul üzerinde test (wafer probing), kılıflama, devre testi ve yaşlandırma süreçlerinin tümünün gerçekleştirilmesini sağlayan altyapıya sahiptir. Burada yonga üretiminin tüm aşamaları yapılmaktadır, ancak 250 nm düzeyinin altına inilebilmiş değildir. Türk “savunma” sanayii açısından, öyle gözüküyor ki, şimdilik bu nano boyut ve birkaç mikron gibi daha büyük boyutlarda yongalar yeterli olmaktadır.
YİTAL’de üretilen foto dedektörlerin yurtdışında üretilen emsallerinden daha üstün olduğu, bir Fransız ürünü füze ile kıyaslama yapılarak söylenmektedir. Elektronik devreler içeren bir dizi aygıtın burada üretildiği, sitesinde verdiği bilgilerden anlaşılıyor. Güvenlik açısından sakınca görülmeyen durumda YİTAL’de tasarlanan tüm devreler yurtdışında ürettirilmektedir.
TESTAŞ fabrika ve arazisi 1998’de Teknoloji Geliştirme Bölgesi kurulması amacıyla ODTÜ’ye devredildi. 2008 yılında TESTAŞ tesisleri üzerinde Mikro Elektro Mekanik Sistemler (MEMS) Alanında Araştırma ve Uygulamalar yapan ODTÜ MEMS merkezi, 2019 yılında ise ODTÜ Teknokent Bilişim İnovasyon Merkezi kuruldu. Bu çalışmalar sürecinde 6 merkezin ticari kimlik kazandığı bilgisi de var. MEMS alanında bir dizi ürün çıktısı sağlandığı ve bunların üretim ve ticaretinin yapıldığı anlaşılıyor: Çeşitli çipler, bu yongaların kullanıldığı sensörler, dedektörler, termal kameralar, dönüölçer ve ivmeölçerler. Bu merkezlerden birinde geliştirilen termal görüntüleme çiplerinin katma değerinin yaklaşık 1,7 milyon dolar / kg civarında olduğu, Türkiye’nin ilk yerli çip ihracatının 2011 yılında buradan Tayvan ve ABD’ye yapıldığı söyleniyor. Bunlar niş alanlara mahsus çok özel tasarımlı çipler olmalıdır. Bu işlerin başında bulunan Prof. Tayfun Akın’ın dünya çapında uzmanlardan biri olduğu dikkat çekiyor; bu kişi uzmanlık alanlarında onlarca patente sahiptir.
Türkiye’de 10 kadar üniversite ve araştırma merkezinde yonga tasarımı ve üretimi yapılıyor. Ama bu, bir seri üretim biçimi değildir ve teknolojik açıdan henüz mikron düzeyinde yonga üretimi söz konusudur.
Öte yandan SBB (Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı) 2018 yılında yayınladığı “ELEKTRONİK SANAYİİ ÇALIŞMA GRUBU RAPORU”, YİTAL / ASELSAN işbirliği ile 65 nm transistörler üretme olanağının bulunduğu bilgisine yer veriyor. Raporda “ODTÜ MEMS Tesislerinde, MEMS teknolojileri konusunda dünya standartlarında araştırma altyapısı vardır. ODTÜ MEMS Merkezi, büyük savunma şirketleri ve Teknopark’ta kurulan KOBİ’ler tarafından yapılan araştırmalar sonucu kazanılan teknolojiler, sanayileştirme aşamasına geçirmeye başlamıştır. Türkiye’nin ihraç kısıtları ile aldığı bazı savunma amaçlı ürünlerin (MEMS teknolojisi ile üretilen yarıiletken bileşenler), seri üretime hazırlık çalışmaları hâlen devam etmektedir. İlgili tesiste var olan KOBİ’ler Biyo-Mems, enerji hasatlama, entegre devre tasarımı benzeri konularında çalışmaktadır. Ancak ülkemizde; burada geliştirilen teknolojileri seri üretime aktarabilmek için; büyük firmaların bu KOBİ’lerden ve bu araştırma merkezinden, direkt nihai ürünü istemek yerine, endüstrileşmeye aday teknolojileri talep edip, endüstrileşmeyi ise büyük firma – araştırma merkezi – KOBİ işbirliği ile yapma kültürünü edinmesi gerekmektedir. Ayrıca, yarıiletken üretimi alanında çalışan firmaların, özellikle seri üretim için gereken yatırımlar ve yıllık genel giderler (elektrik vs. gibi) konusunda devlet tarafından desteklenmesi gerekmektedir… ODTÜ KANAL (Kuantum Aygıtlar ve Nano-Fotonik Araştırma Merkezi) tarafından geliştirilen III-V Yarı-İletkenlere dayalı QWIP (Quantum-Well Infrared Photodedector) teknolojisi, sanayileştirilerek ASELSAN’da seri üretim hattı kurulmuştur. İlgili Merkez ve ASELSAN halen, savunma açısından yaşamsal önemi olan benzer II-VI gurubu yarıiletken teknolojileri üzerinde araştırma ve geliştirme çalışmalarını sürdürmektedir” bilgisi yer almaktadır (III-V ve II-VI grubu kavramları “Periyodik Sistem”de yer alan element grupları ve iki gruptakilerin oluşturdukları bileşikler; GaN gibi).
Raporun yazıldığı tarih itibariyle sektörün Türkiye’deki durumu gerçekçi olarak özetlenmiştir:
“Türkiye’nin küresel boyutta genel amaçlı yarıiletkenler pazarında yer almayı hedeflemesi günümüzdeki aşamada mümkün görülmemektedir. Bu alanda dünya pazarının %85’ini 3 firma elinde tutmakta ve yeni teknolojileri de bunlar geliştirmektedirler. Diğer firmalar yeni teknolojileri bu 3 firmadan lisanslayarak almaktadırlar. Türkiye’de yerli ve kısıtsız yarıiletken üretimi savunma sanayii açısından yaşamsaldır ve bunun eksikliğini duyan önder firma olarak ASELSAN birçok tesisin içerisinde yer almaktadır.
Türkiye’de, savunma sanayinin kendi ihtiyaçlarını karşılamasının dışında çok katlı baskı devre üretimi yapılmamakta, bu konuda yurt dışına bağımlılık yaşanmaktadır.
Elektronik sektöründe, üretimi 3-4 katına çıkartarak GSYİH’ya katkının iki katına çıkmasını hedefliyorsak, ilk adım olarak “çok katlı baskı devre” fabrikası kurulması önerilmektedir”.
YİTAL şirketinin bir yetkilisi Nisan 2021’de verdiği demeçte, üretim biriminin fabrikaya çevrilmesi zorunluğundan söz etmiştir.
Rapor, bu alanda üretim yapan şirketleri üç gruba ayırdıktan sonra “Özel Ürünlere Odaklanan Üçüncü grupta ise diğer büyük firmalarla doğrudan rekabete girmeyecekleri mikroelektronik üretim alanlarını seçen ve bu alanlarda fark yaratmaya çalışan firmalar yer almakta” olduğunu belirtip. Türkiye açısından kurulacak “üretim tesisi için uygun görülebilecek seçenek üçüncü gruptaki firmaların arasına katılmak olabilir” demektedir.
Konunun uzmanları Türkiye’de 1 milyar dolar düzeyinde yatırımla, önce 65 nm – 28nm boyutlarında üretim yapacak bir litografi yöntemiyle başlanması, sonrasında başka bir litografi yöntemiyle boyutun 5 nm ölçüsüne indirilmesi gerektiğini söylüyor. Bu ikincisi için de Türkiye’de litografi tekniğinin mümkün olduğu belirtiliyor.
Yonga seri üretimi konusunda yatırım yapılması açısından dile getirilen başka bir görüş, elektronik alanında tüketim malı üretimi yapan ve burada ithal çok sayıda yonga kullanan şirketlerin ortak girişimle bir yonga tesisi kurmaya özendirilmeleri gerektiği biçimindedir.
Sektörde yaşanan başka önemli gelişmeler olarak şunlar söylenebilir:
2013 yılı sonunda ASELSAN, TÜBİTAK BİLGEM ve İTÜ (İstanbul Teknik Üniversitesi) bünyesindeki MKR-IC, mikro bütünleşik devrelerin üretilebilmesine olanak sağlayacak bir işbirliğine imza attılar.
ASELSAN ile BİLKENT Üniversitesine bağlı NANOTAM Enstitüsü işbirliği ve ortaklığıyla 2014 yılında, GaN teknolojisi ile çeşitli elektronik sistemler üretmek amacıyla AB-MİKRONANO Şirketi kuruldu. Yapılan planlamaya göre şirketin 2019 yılında seri üretime geçmesi gerekiyordu. 2022 yılında şirket yöneticisi Prof. Ekmel Özbay, gecikmelerden sonra üretime başlanacağını açıkladı. Bununla kalmadı, GaN teknolojisine sahip dünyada 4. ülke konumunda olunduğunu da ekledi. Radar, uzay ve diğer alanlarda yüksek güç ve hız istendiğinde, bu teknoloji ile üretilen yongaların silisyum tabanlı olanlardan 3 kat daha hızlı olduğunu, aradaki farkları da belirterek anlattı.
YONGATEK – Yonga Teknoloji Mikroelektronik Ar-Ge şirketi yarı iletken teknolojileri konusunda belli yetenekler geliştirmiş durumdadır. Konusunda yetkin ve deneyimli, dünya lideri firmalarda her biri 15 yılı aşkın sektör tecrübesine sahip mühendisler tarafından 2014 yılında oluşturulmuştur. Şirket genellikle işlemci, elektronik kart tasarım ve doğrulama, gömülü yazılım geliştirme konularında ve görüntü işleme algoritmalarının donanım üzeri gerçeklenmesi ve hızlandırılması, bunların “savunma” sanayi ve endüstriyel uygulamaları konularında, diğerleri yanında, ASELSAN, C2Tech gibi “savunma” şirketlerine de hizmet vermektedir. YONGATEK tarafından geliştirilen ilk yerli video işleme çipi “KIRMIK”, ilk testlerini ve saha denemelerini başarıyla geçti. 2023’te seri üretime geçecek olan küçültülmüş sürümü ile “savunma” ve otomotiv başta olmak üzere birçok sektörde çok önemli bir girdi yerlileşmiş olacak.
2022 yılı Ağustos’unda ASELSAN ve TÜBİTAK BİLGEM ortaklığı ile geliştirilen Türkiye’nin ilk mikro işlemcisi “ÇAKIL” tanıtıldı. YONGATEK firması, ÇAKIL’ın yonga tasarım akışında önemli bir yeri olan fonksiyonel doğrulama işini üstlenmiştir. ÇAKIL 65 nm teknolojisine sahip, tek çekirdekli bir işlemcidir. Şimdi 2 kat hızlı ve dört çekirdekli bir işlemci üzerinde çalışıldığı belirtiliyor.
Bir dizi üniversite bünyesinde yarı iletken teknolojileri konusunda Ar-Ge çalışmaları yapıldığı ve bu çalışmalarla ilgili ürün çıktıları alındığını yukarıda belirtmiştik. Konuyla ilgili araştırma çalışmaları ve kupon üretimler yapan kurumlardan Bolu İzzet Baysal Üniversitesi Nükleer Radyasyon Dedektörleri Uygulama ve Araştırma Merkezi (NÜRDAM) bünyesinde, radyasyon sensörleri üretilmiş ve modül hâline getirilmiş olup, bu modül İMECE uydusunda kullanıma girmiştir. Kurum şimdi GaN tabanlı foto dedektör üzerine çalışma yürütmektedir.
Görünmezlik teknolojileri
Çıplak gözle, özel kameralarla ve radar aracılığıyla tespit edilmeyi önleyen özel teknolojiler üzerinde çalışmalar yürütüldüğü ve ürünler geliştirildiği görülmektedir. Çalışmalar 15 yıl ve öncesine kadar gidiyor.
BİLKENT NANOTAM yetkilisi Prof. Ekmel Özbay, 2009 yılında kendi önderliğinde yapılan bir doktora çalışmasında nanoteknoloji ürünü metamalzemeler kullanılarak “görünmezlik pelerini” olarak adlandırılan böyle bir teknoloji geliştirdiklerini açıklamıştı. Sonrasında dönem dönem medyada haber olarak gündeme gelen bu teknoloji sayesinde askeri araçların üzeri metamalzeme ile kaplanarak “pelerinleme” yapılabildiği söyleniyor. En son Eylül 2022 ayında askeri giysilerin bu vb. malzeme ile kaplanarak iyi bir kamuflaj sağlanacağı konusunda STM Teknolojik Düşünce Merkezi-“thinktech” bir rapor yayınladı.
Nisan 2014’te Hacettepe Teknokentinde faaliyet gösteren Türk “savunma” sanayi şirketlerinden TDU Teknoloji, 10 yıldır radarda görünmezlik teknolojileri üzerine çalıştıklarını belirterek, geliştirilen teknolojinin iki ayrı ürün şeklinde ortaya çıktığını açıkladı. Bunlardan biri radarda görünmezlik sağlayan kumaş yapılar, diğeri ise radara yakalanmayan kompozit malzemedir.
Nanoteknoloji temelli anti-radar özellikli kumaş, sabit ve hareket hâlindeki tankların ve zırhlı araçların radar ve termal kameralara yakalanmamasını sağlıyor. Dünyada bu anti-radar özellikli kumaşları üretebilen ülkeler olan İsrail ve ABD’nin ardından Türkiye 3. ülke olmuştur. Bu teknolojiyle üretilen “gizleme ağı” sayesinde, gereksinimin yerli olarak karşılanması durumunda yüz milyon dolardan fazla bir kaynağın yurtiçinde kalacağı açıklamaya eklenmiştir.
Hacettepe Üniversitesi ile şirket tarafından ortak yürütülen “Gizlem ağı” projesi nesnelerin de görünmez kılınmasını hedefliyor. Gizlem ağı, nesnelerin şeklini değiştirerek göz yanılsaması sağlıyor. Örneğin bir tank, ağaç olarak görünebiliyor. Askeri araçlar, radarlar tarafından tespit edilemiyor. Multispektral Kamuflaj adı verilen teknoloji ABD, Almanya ve Fransız ordularında da kullanılıyor.
Stratejik hammaddeler ve bunlarla ilgili teknolojiler
Nadir Toprak Elementleri (NTE) olarak 17 element tanımlanmış durumdadır. Bunlar yer kabuğunda diğer elementlere göre daha az bulunduklarından nadir element olarak adlandırılmışlar ve ileri teknolojili ürün üretiminde kullanılan hammaddeler olduğundan önem kazanmışlardır.
Konumuz açısından metalürji sanayiinde, lazer üretiminde, cam ve seramik üretiminde, robotik teknoloji, elektrikli araçlar, yakıt hücreleri, havacılık ve uzay teknolojileri, akıllı füzeler, bilişim ve internet teknolojileri alanında ve ileri teknoloji aygıtların üretiminde kullanım buldukları için önemi vardır.
NTE tüketiminin çoğu en büyük gelişmiş ekonomilere sahip olan 5 ülke (ÇHC, Japonya, ABD, Almanya ve Fransa) tarafından yapılmaktadır. Bilinen rezervlerin (121 milyon ton; naten.tenmak.gov.tr) büyük çoğunluğu 4 ülkede (ÇHC, Brezilya, Vietnam ve Rusya; yüzde olarak sırasıyla 36, 18, 18, 15) toplanmıştır. NTE’leri işleyip ürün durumuna getiren ülkeler ise ÇHC, Japonya ve Fransa’dır.
200 bin ton civarında olan dünya talebinin önümüzdeki 15-20 yıllık sürede katlanacağı varsayılmaktadır.
Bu gibi işler ülkelerimizde MTA ve ETİBANK gibi kuruluşların ilgi alanındadır ve bu konuda yukarıda belirttiğimiz ileri ülkelerin biraz gerisinde sorunu izledikleri, çalışma yürüttükleri görülmektedir. Şimdilerde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına bağlı birkaç enstitü oluşturulmuştur. Bunların geçmişleri başka kurumlara bağlı olarak söz konusuydu; şimdi tek elden yönetilmeleri daha uygun görülmüş olmalıdır. Enstitülerin üst kurumu olarak Bakanlığa bağlı TENMAK (Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu) bulunmaktadır. NATEN (Nadir Toprak Elementleri Araştırma Enstitüsü) de bu kuruma bağlıdır. Böyle bir örgütlenme tarzı, burjuvazinin bu işe daha önemle eğildiğinin bir işareti olabilir.
Konuyla ilgili kurumların sitelerinde T.C.’nin coğrafi sınırları içinde özellikle batı bölgelerde NTE rezervleri saptandığı ama geçmiş yıllarda yerli ve yabancı şirketlerin daha önceki çalışmalarında NTE kompleks cevherlerinden elementlerin ayrı ayrı kazanılamadığı belirtilmektedir.
MTA iki yıllık bir çalışma ardından 2020 yılında, bazı NTE ile bazı Ağır Nadir Toprak Oksitlerinin yüzde 99 saflıkta kazanıldığını bildirmiştir.
NATEN internet sitesinde 4 vilayet sınırları içinde NTE yatakları saptandığı, Eskişehir-Beylikova’da yüzde 3,14 tenörlü yaklaşık 52 milyon ton NTE rezervi olduğu bilgisi veriliyor. Temmuz 2022 tarihli Euronews haberinde ise Bakan F. Dönmez’in Beylikova’da 694 milyon tonluk NTE rezervi bulunduğunu açıkladığını, bunun 800 milyon ton rezerve sahip ÇHC ardından dünyada ikinci büyük rezerv olduğunu bildirdi (bu sayılar yukarıda “naten.tenmak.gov.tr” sitesindekilerden radikal biçimde ayrılıyor; ama sayılara değil olaya odaklanmak gerektiğini düşünüyoruz). Birçok uluslararası uzman kişi ve kuruluş ise bunun olasılık dâhilinde olduğunu söylemekle birlikte belli çekinceler belirtiyor. Rezervlerden hangi şirketlerin hangi yöntemlerle ne denli NTE elde edebileceği ve ÇHC ile rekabetin zorluğu konusunda odaklaşıyor bu çekinceler. Çevre sorunlarına da dikkat çekiliyor. Kimi uzmanlar ise bu hammaddeleri ikame edecek alternatifler bulunabileceği görüşünde.
İşlenmiş olarak pazara sunulan NTE fiyatları birkaç yüz dolar arasında değişiyor. Kullanım miktarına bakıldığında bunların birkaç milyar dolarlık bir pazar oluşturdukları görülüyor. Ancak bu hammaddelerin stratejik değerinin, parasal değerinin çok üzerinde olduğu anlaşılıyor. AB bu hammaddeleri stratejik olarak tanımlamıştır. Onu 2020 yılı sonunda çıkardığı bir kararname ile ABD izlemiştir. NTE’lerin önemi ÇHC’nin Japonya’ya bu hammaddelerle ilgili 2010 yılındaki ambargo girişimi ile daha görünür duruma gelmiştir. Hidrokarbon kaynakları uğruna dalaşta olduğu gibi burada da kapitalist-emperyalist güçler arasında bir çekişme söz konusudur ve NTE’ler de rakip güçlere karşı bir silah gibi kullanılmaktadır. 2011 yılında ÇHC, elektrikli araçların mıknatıs sistemlerinde, akıllı telefonlarda ve bazı askeri malzemelerde yoğun olarak kullanılan praseodymium adlı nadir elementin kg fiyatını bazı girişimlerle iki kattan fazla arttırarak 102 dolara yükseltmiş, sonrasında ihracata kısıtlama getireceği tehdidi ile 250 dolar / kg fiyatına ulaşmıştı.
Bandırma Bor Karbür tesisi açılışında, NTE rezervlerini işleyecek yıllık 1.200 ton kapasiteli bir tesis kurulacağından söz edildi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ise 2023 yılında bir pilot tesisin kurulacağını açıkladı.
Türk burjuvazisi egemen olduğu topraklar üzerindeki kaynakları değerlendirmeyi becerebilirse, hem kendi ileri teknoloji üretimi için gerekli olan NTE’leri kısıtsız kulanım olanağına sahip olacak hem de ÇHC’ye bu alanda rakip olarak, bu kaynaklara sahip olmayan rakip emperyalist güçler karşısında pazarlık gücünü arttıracak konuma gelecektir.
Bor ve teknolojileri
Yeryüzünde 10 kadar ülkede rezerv bulunmakla birlikte toplam rezervin yüzde 73’ü Türkiye coğrafyasında yer almaktadır ve dünya talebinin yüzde 55-60 kadarı buradan karşılanmaktadır. En büyük pazarları yüzde 55 ile Uzakdoğu (esas olarak Çin ve Hindistan) ve yüzde 26 ile Avrupa ülkeleridir.
Bor madenlerini, kurulduğundan günümüze kadar ETİBANK işletmiştir. Devlet işletmesi olarak oluşturulan kuruluş birkaç kez özelleştirme girişimine uğramış, son olarak bölümlere ayrılıp, banka bölümü özelleştirilmiş, içi boşaltıldıktan sonra TMSF’ye devredilip kapatılmıştır. Madencilikle ilgili bölümler, bor ile ilgili olan hariç özelleştirilmiş ve geri kalan bölüm esas olarak bor işletmeciliği yapan ETİ Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü olarak Hazineye bağlanmış, 2017’de de Varlık Fonu bünyesine alınmıştır. Şirketin yurtdışında farklı bölgelere sunum yapan 6 şirkete katılımı vardır ve geniş bir sevkiyat ağına sahiptir.
Borun kullanım alanları daha geniş olmakla birlikte biz savaş sanayii alanını ilgilendiren bölümüne odaklanacağız. Somut olarak görülen durum, “savunma” alanını ilgilendiren bor teknolojileri konusunda ve üretim anlamında yakın döneme kadar yurtiçinde Ar-Ge ve pilot üretimler dışında pek bir şey yapılmadığı biçimindedir.
Nerelerde kullanım bulmaktadır bor?
Kaliteli çelik üretiminde ferro-bor kullanılmaktadır. Özel zırh çelikleri üretiminde, zırh plakaları üretiminde; namlu, fişek vb. üretiminde; uzay ve havacılık sanayiinde sürtünmeye dirençli materyaller üretimi, özel yakıtlarda, hidrojen depolamada, görünmezlik teknolojisinde; optik cam sektöründe kamera, mercek, dürbün vb. üretiminde; elektronik ve bilgisayar alanında mikroçipler ve pillerin üretiminde; nükleer teknoloji alanında kullanılmaktadır.
Cam elyafında yüzde 1 ile 22,5 oranında bor bileşikleri bulunur ve tekstil cam elyaf uçak ve uzay sanayiinde kullanılır.
Bor, uzay ve havacılık sektöründe aerodinamikteki gelişmelerde, yüksek hız kanat uygulamalarında, yüksek ısıya dayanıklı gövdelerin tasarım ve geliştirme aşamalarında da kullanılmaktadır.
Bor nitrür, bor karbür ve bor hidrür önemli bor ürünleridir. Bor nitrür, sürtünmeyi minimuma indiren özelliğe sahiptir. Bor karbür, dünyadaki 3. en sert malzemedir. Sertliğinin yanı sıra hafif olması önemini artırır. Yüksek sıcaklığa, basınca, radyasyona, kimyasal reaksiyonlara, aşınmaya dayanıklıdır. Ayrıca nötron soğurucu özelliği vardır. Bor hidrür, geleceğin yakıtı gözüyle bakılan hidrojenin depolanması amacıyla kullanım bulmaktadır.
Bor karbür, zırh üretiminde son derece önemli bir yeri olan bor bileşiğidir. Bor karbürlü kompozit zırhlar birçok anti-tank mühimmata karşı etkin bir koruma sağlamaktadır. Metal alaşımlara göre çok daha hafif olması da tercih nedenlerinden biridir. Türkiye’deki çeşitli üniversiteler ve araştırma kurumlarında, geçmişi 15 yıl kadar öncesine giden Ar-Ge çalışmalarında bu malzeme üretilmiş ve hazırlanan alüminyum-bor karbür kompozit malzemeleri ile zırh plakaları başarıyla üretilmiştir. Ancak bu gibi çalışmalar henüz endüstrileştirilmiş değildir.
Türkiye yurtdışına basit bor bileşiklerinin pazarlanmasını yaparken, gereksinimi olan bor karbürü ithal etmekteydi. Zırhlı araç üretimindeki artış, tank üretimine soyunmuş olmak ve değişik platformlarda hafif, fazla ağırlık oluşturmayan zırhlarla korunma sağlanmasının önemli hâle gelmesi ile yurtiçi talebin artması ve bu alanda yurtdışı bağımlılığın ortadan kaldırılması gerekliliği gibi nedenler bu malzemenin yurtiçinde üretilmesini dayatmıştır. Üstelik hammadde yurtiçinde bolca mevcuttur. Üstelik katma değeri yüksek borlu ürünler ortaya çıkarıp bunların pazarlanması üretimi çekici kılmıştır.
2019 yılında Bandırma’daki bor tesisinin yakınında, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve “Savunma” Sanayii Başkanlığı işbirliğiyle Eti Maden ve SSTEK şirketlerinin ortaklığında kurulumuna başlanan Bandırma Bor Karbür Üretim Tesisinin açılışı geçtiğimiz günlerde gerçekleştirildi. Burada yıllık 1.000 tonluk bir üretim yapılacak.
Buradan elde edilecek deneyimle Kütahya Emet’te 5 bin ton üretim kapasiteli yeni bir bor karbür tesisi daha kurulacağı açıklandı.
Bandırma’da daha önce kurulan tesislerde Eti Maden, ton fiyatı 120-150 dolar olan bor cevherini işleyerek tonu 1.100-1.200 dolar olan borik asit hâline getiriyordu. Burada da büyük bir katma değer olduğu görülüyor. Ama bor karbürün ton fiyatı 40.000 dolardır. Bor karbür kullanılarak elde edilen ürün çıktılarında katma değer katlanarak artmaktadır. Örneğin takım tezgâhlarında kullanılan kesici uçlarda ton fiyatı 1,2 milyon dolara, roket nozullarında ise 4,1 milyon dolara çıkmaktadır. Üretimin çekiciliği ortadadır.
Dünya bor karbür pazarı 24.000 ton civarındadır ve Türk burjuvazisi bu alanda önemli bir oyuncu olma yolunda ilerlemektedir.
Değişik üniversitelerde bor alanında yapılan ve olumlu sonuçlanan Ar-Ge çalışması var. Aşağıda birkaç örnek veriyoruz.
2015 yılına giden araştırmalarda borlu malzeme üretim tesislerindeki endüstriyel atıklar içinde lityum, rubidyum, sezyum gibi elementler bulunduğu saptanmıştır. Dumlupınar Üniversitesi yaptığı araştırmalarda lityum ve rubidyumu atıktan ayrıştırıp kazanmış olup, o tarihte sezyum ile ilgili çalışmalarını sürdürüyordu. Burada büyük katma değer yaratılması söz konusudur. Üniversiteden yapılan açıklamada o tarihte bor işletmelerinde bir yılda 3,5 milyon ton endüstriyel atık çıktığı, bir ton atıkta 1000’er gram lityum ve rubidyum bulunduğu belirtildi. Bir kilogram rubidyumun uluslararası piyasalardaki fiyatının 72 bin dolar olduğu da açıklandı. Rubidyum gece görüş aygıtlarında, tıbbi görüntüleme cihazlarında, fiber optik telekomünikasyon ve tıp alanında kullanılıyor.
Bu gelişmeler sonucu 2020 yılı sonunda Eti Maden Eskişehir’de lityum karbonat üretim tesisi açtı.
Bilindiği gibi lityum, enerji depolama konusunda önemli bir element. Savaş sanayiinde telsiz, telefon, bilgisayar gibi birçok haberleşme ve bilişim alanında kullanım bulmaktadır. Son dönemde bir dizi zırhlı kara aracında Türk savaş sanayiinde hibrid motor teknolojileri kullanılmaktadır. Sessizliğin gerekli görüldüğü durumlarda araçlar elektrik enerjisi ile hareket etmektedirler. Dolayısıyla lityum tabanlı pillerin yurtiçi olanaklarla üretilmesi büyük avantajdır. Tesiste üretilen lityum ülke gereksiniminin yarısını karşılayacaktır ama kuşkusuz bu açıdan bağımlılığı ortadan kaldıracak sürecin ilk adımıdır.
Burada üretilen lityum ASPİLSAN tesislerinde lityum-iyon bataryalar üretilmesinde kullanılacaktır.
2015 yılında Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde yapılan açıklamada, Ar-Ge çalışmaları sonucunda bor ve hidrojen katkılı sıvı yakıt üretildiği, ürünün motorlu taşıtlarda yakıta eklendiğinde yüzde 20-25 oranında yakıt tasarrufu sağladığı ve uzun menzilli sıvı yakıtlı roketlerde ve içten yanmalı motora sahip insansız hava araçlarında da etkin olarak kullanılabileceği belirtildi. Verilen bilgiye göre “yalnızca yüzde 2-3 oranında katkı ile bile insansız hava araçlarının yüzde 20 oranında havada kalma süresini artırdığı tespit” edilmiştir.
Bir süre sonra aynı yıl içinde BOREN ile TÜBİTAK MAM işbirliğinde Bor ve Hidrojen Teknolojileri Yetkinlik Merkezi kurulduğu açıklandı. Merkezde çalışılan ilk proje, İHA’larda kullanılmak üzere bor ve hidrojen temelli yakıt pili geliştirilmesidir. Projede mini İHA’ların havada kalma süreleri yüzde 60 arttırılabilmiştir; hedef süreyi 3 kat uzatmaktır.
Türk burjuvazisinin bor sorununa yaklaşımı konusundaki değişimin 20 yıl kadar öncesine gittiğini belirtmiştik. Bunun göstergelerinden biri olarak BOREN Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü 2003 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına bağlı olarak kurulması olmuştur. Günümüzde Bakanlığa bağlı TENMAK BOREN enstitüsü olarak çalışmalarını yürütmektedir. Enstitünün 20 kadar patenti ve 18 patent başvurusu vardır. Enstitü borlu kaplamalar, ileri teknoloji seramikleri, alaşımlar, kompozit malzemeler, cam ve cam fiber, inorganik kimyasallar, sağlık, organoborlar ve yapı malzemeleri konularında araştırma çalışmaları sürdürmektedir. Özel şirketlerle işbirliği hâlinde ticarileştirilen ürünler söz konusudur. En önemlileri bor nitrür, elementel bor ve magnezyum diborittir (MgB2). PAVEZYUM Kimya Şirketi tarafından yüzde 86-95 saflıklarda ve yüzde 98,5 saflıkta nano boyutta elementel bor üretilmiştir. Saflık oranına göre kilo fiyatı 2.500 doları bulmaktadır. Yine aynı şirket kilo fiyatı 6.000 dolar civarında olan MgB2 süper-iletken tozunu üretmiştir. Enstitü, TÜBİTAK-MAM ile işbirliği hâlinde yakıt pili çalışmaları yapmaktadır.
Grafen
Bu karbon türevi olan iki boyutlu (sadece 1 atom kalınlığında, sadece bir katman karbon içermektedir), nano-teknolojik, çok önemli fiziksel özelliklere sahip olan ve bu nedenle savaş sanayii ile onunla bağlantılı sanayi dallarında kullanım bulan bir malzemedir. Isı ve elektrik iletkenliği çok iyidir. Neredeyse şeffaf olması ve olağanüstü elektrik iletken özelliği ile elektro-optik alanındaki önemini arttırır. Yüksek oranda esnekliğe sahiptir. Çelikten katbekat (200 kat) güçlüdür.
Teorik olarak daha eskiye giden çalışmalar olmakla birlikte ilk olarak 2004 yılında iki bilim insanı tarafından elde edilmesi başarılabilmiştir.
2014 yılından beri ticari olarak üretilmekte olup en önemli üretici ülkeler ABD ve ÇHC’dir. Polonya ve Güney Kore ciddi araştırmalar yapan ve bir dizi yetenek geliştirmiş ülkelerdir.
Türkiye’de grafen konusunda 5-6 yıl öncesinden başlayıp günümüze dek gelen, üniversite ve araştırma gruplarınca yapılan çalışmalar mevcut olmakla birlikte, endüstriyel seri üretimine 2021 yılında başlanabilmiştir. Üretimini NANOGRAFİ NANOTEKNOLOJİ şirketi yapmakta olup, 100 ton yıllık üretim kapasitesine sahiptir ve talebin artması durumunda üretimin arttırılabileceği açıklanmıştır. Şirket gram başına ihracat değerinin 150 dolara kadar çıktığını söylemekte ve ürünü 57 kadar ülkeye ihraç etmekte olduğu bilgisini paylaşmaktadır. Şirketin araştırmaları 2011 yılına kadar gitmektedir. Şirket yetkililerince yapılan açıklamada ürünün “savunma” ve havacılık sanayi, otomotiv, sağlık gibi daha birçok sektörde kullanım bulacağı, özellikle insansız hava araçlarında ürünün kullanılmasının uçağı hafifleteceği ve menzilini artıracağı, grafen sayesinde çok daha hafif kurşungeçirmez yelekler yapılabileceği, sürat teknesi imalatının da ürünün bir diğer kullanım alanı olduğu belirtildi.
Nanoteknoloji yol haritaları konusunda konuyla ilgili kurumların yaptıkları çalışmalardan bazıları şöyle:
Kasım 2015’te TÜBİTAK MAM koordinatörlüğünde “Nanoteknoloji Kümelenmesi” proje önerisi hazırlandığını belirtildi. Bu kapsamda düzenlenecek çalıştaya Doğu Marmara Kalkınma Ajansı (MARKA) ve Teknopark Ankara da destek vermiştir. Kümelenmeye farklı sektörlerden 32 firma, 4 Ar-Ge merkezi ve 24 üniversiteden gelen temsilcilerle katılım sağlanmıştır.
SSB önderliğinde planlanıp başlatılan OTAĞ faaliyetleri kapsamında, Mart 2020’de gerçekleştirilen toplantıda daha önce tanıtımları gerçekleştirilen Kompozit ve Eklemeli İmalat kritik teknoloji alanlarındaki çalışmalara bir yenisi eklendi. Grafen ve İki Boyutlu Malzeme Odak Teknoloji Ağı (OTAĞ) tanıtımı gerçekleştirildi. SSB çağrısı doğrultusunda sanayi, üniversite ve araştırma kuruluşlarının bir araya geldiği tanıtım toplantısına; 50 üniversite, 15 firma ve çeşitli araştırma merkezlerinden konusunda uzman 200’ün üzerinde seçkin akademisyen, personel ve araştırmacı katılım sağladı.
Ocak 2022’de yapılan toplantıda Elektronik/Optoelektronik, Kompozitler, Koruyucu Kaplamalar ve Boyalar, Enerji olmak üzere 3 ayrı alanda odak çalışma grubu oluşturulduğu belirtildi. Grafen ve iki boyutlu malzeme odak teknoloji ağı kapanış toplantısında “ülke olarak bu gelişen teknolojiyi dünya ile eşzamanlı olarak takip etmek için 54 üniversiteden 114 akademisyen, 19 firmadan 91 yetkin personel ve çeşitli araştırma merkezlerinden toplam 248 katılımcıyla Grafen ve İki Boyutlu Malzeme OTAĞ çalışması tamamlanmıştır” açıklaması yapıldı… “artık sadece günümüz ihtiyaçlarını karşılamaktan bir adım öteye gidip gelecekte fark oluşturacağını düşündüğümüz alanlara da odaklanmaya” başlandığı vurgulandı.
Tüm bu Ar-Ge çalışmalarına paralel 2020 yılında Grafen ile Güçlendirilmiş Hafif ve Mukavemetli Zırh Malzemelerinin Geliştirilmesi (GRAKOR) Projesi’ne başlandığını görüyoruz. Yürütülen projeyle grafen katkılanmış nanokompozitler, fiber kumaşlarla birleştirilerek, personel korumaya yönelik zırh malzemesi geliştirildi. Böylece zırh plakası ağırlığı 950 grama kadar düşürüldü. Bu piyasada var olan zırh plakalarına göre yüzde 30-40 daha az ağırlık anlamına geliyor.
Uzay ve uydu teknolojileri
Fırlatma Yeteneği / Uzay Roketleri
Türkiye’de bu alanda birkaç şirket, devlet kurumu ve üniversiteler çalışma yürütmektedir. Ulusal çapta olduğu gibi uluslararası düzlemde de değişik ülke, kurum ve kuruluşlarla işbirlikleri yürütülmektedir.
2018 yılı sonunda Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına bağlı TUA – Türkiye Uzay Ajansı kuruldu. Ardından bir ay kadar sonra Milli Uzay Programı Çalıştayı adlı bir toplantı düzenlendi. 2021 yılı başında uzay çalışmaları ile ilgili 10 stratejik hedef açıklandı. TUA aynı zamanda bu alanda çalışma yürüten kuruluşların koordinasyonunu sağlayacaktır.
Bu 10 hedefe ne denli ulaşılabileceği tartışma konusu olmakla birlikte, Türkiye’de gerek uzay ve gerek yer kesiminde belli altyapıların, yeteneklerin ve bir ekosistemin var olduğu söylenebilir.
Uzay roketleri konusunda iki şirketin çalışmalar yaptığını görüyoruz.
ROKETSAN katı ve sıvı yakıtlı roketlerle ilgili çalışma yürütüyor. Kurum 2017 yılından bu yana geliştirdiği roketlerle atışlar yapıyor. Öncesinde bir dizi ateşleme denemesi gerçekleştiriliyor. 2017 yılından beri birkaç kez uzay sınırı kabul edilen 100 km üzerinde irtifaya çıkılmış, her defasında farklı yetenekler denenmiştir. 2017’deki ilk sonda roketiyle 130 km irtifaya erişildiği açıklandı.
“Savunma” Sanayi Başkanlığı (SSB) ve ROKETSAN arasında 2018 yılında imzalanan sözleşme kapsamında Mikro Uydu Fırlatma Sistemi’nin (MUFS) geliştirileceği açıklandı. Mikro uyduların, bu tesisten alçak dünya yörüngesine fırlatılması planlanıyor. Ağır yüklerin ise ekvatora yakın bir dost ülkede inşa edilecek Uzay Limanı’ndan fırlatılacağı biçiminde açıklama yapıldı.
Aralık 2018’de kontrollü biçimde 100 km üzerine çıkıldı. ROKETSAN, ODTÜ İVMER yapımı radyasyon ölçeri, sonda roketi ile fırlatarak uzayda ölçümler yaptı ve bununla radyasyon ölçer teknolojisi kazanılmış oldu. 2020 Ekim ayında 136 km. irtifaya ulaşıldı ve burada manevra yeteneği ve ayrılma testleri yapıldı.
Son olarak bu yıl mart ayında, ROKETSAN tarafından geliştirilen ve 100 kg. faydalı yük kapasitesine sahip olan SR-1 Sonda Roketinin sonbaharda fırlatılacağı ve 300 km irtifanın hedeflendiği açıklandı. ROKETSAN uzay çalışmaları yol haritasında, 2027’de ŞİMŞEK-1 roketi ile 400 kg yük ile 550 km dairesel yörüngeye ulaşılma hedefleniyor. 2028’de bu defa ŞİMŞEK-2 dairesel yörüngeye fırlatılacak.
Uzay roketleri konusunda çalışma yürütenlerden ikincisi 2017 yılında kurulan DELTA V şirketidir. Çalışmaları yeni tipte bir hibrit motor geliştirme, tasarım ve üretimi üzerinde yoğunlaşmıştır. 2018 yılında Türkiye’nin kompozit gövdeli ilk hibrit roket motorunun ateşlenmesi yapılmış (Ağustos ayındaki GOSOR – Gösteri Sonda Roketi), Aralık 2018’de ikinci GOSOR roketi fırlatılmıştır. Bir yıl sonra dünyanın ilk parafin/sıvı oksijen yakıt çifti kullanan roketi fırlatılmıştır. Aynı yıl Türkiye’nin sıvı oksitleyici beslemeli en büyük roket ateşleme tesisinin kurulumu yapılmış, Türkiye’nin sıvı oksitleyici beslemeli en büyük roket motoru ateşlenmiştir. 2019 yılında toplam 11 adet Test Sonda Roketi (TESOR) fırlatılmıştır.
2020 yılında Türkiye’nin hibrit itki sistemine sahip en büyük roketinin fırlatılması (SORS) gerçekleştirilmiş, bir yıl sonra dünyanın en yüksek itki yoğunluğuna sahip hibrit roketlerinin ateşlenmesi gerçekleştirilmiştir. 2022’de ise dünyanın, yörünge operasyonları için geliştirilmiş ilk Hibrit İtki Sistemi (HİS) ateşlemesi yapılmıştır.
DELTA V internet sitesinde şu bilgi yer alıyor: “Sonda Roket Sistemi (SORS), dünyanın en kabiliyetli ve büyük sonda roketlerinden biridir. Hibrit sonda roketleri güvenli ve maliyet-etkin oluşları ve birden çok ateşlenebilme kabiliyetleri sayesinde mevcut sonda roket sistem alternatiflerine göre avantaja sahiptirler. SORS, 10’dan fazla kez başarılı şekilde fırlatılmış ve ilk uçuşu Aralık 2020’de gerçekleştirilmiştir.
Tüm gösterim testleri tamamlanan SORS, ticari ürün olarak kullanıma hazırdır”.
Türk burjuvazisinin bu yıl içinde Ay’a sert iniş gibi bir programı söz konusudur. DELTA V bununla ilgili şunları söylüyor: “Hibrit itki sistemi (HİS), Türkiye Uzay Ajansı ile yürütülen ve Türkiye Milli Uzay Programı Hedeflerinden olan Ay Araştırma Programı (AYAP) kapsamında Ay’a Sert İniş Görevi için firmamız tarafından geliştirilmektedir. HİS, dünyada yörünge operasyonlarında kullanılan ilk hibrit roket sistemi olacaktır”. Öyle anlaşılıyor ki, HİS önce daha büyük yabancı bir sistemle uzaya taşınacak ve buradan ateşlenerek Ay’a doğru gönderilecektir. Türkiye uzayda roket motoru ateşleyen 8. ülke olacak. Sonucu hep beraber göreceğiz.
Hibrit roket motorları konusu dünya çapında yeni bir teknolojidir ve Türkiye dışında Norveç ve Almanya’da da aynı dönemde başlayan çalışmalar vardır. Ama Türk şirketin de iddialı olduğu gözden kaçmıyor: “Hibrit roket motor teknolojimiz sayesinde çok düşük maliyetli aynı zamanda verimli ve çok yüksek toplam darbeli pek çok motoru başarıyla geliştirdik. Geliştirdiğimiz yeni, özgün ve ölçeklenebilir teknolojiler ile Dünya’nın en yüksek itki yoğunluğuna sahip hibrit roket motorlarını geliştirmeyi başardık”.
Bu süreçte bir dizi alt sistem geliştirme çalışmaları da yapılmış bulunmaktadır. 2010 yılında TÜBİTAK UZAY, Elektrik İtki Uygulama Araştırmaları ve Hall Etkili İtki Motoru Geliştirme Altyapı Projesi (HALE) ile elektrik itki motoru teknolojileri alanında araştırma yapan ve bu sistemlerin geliştirildiği bir tesis kurma işine başlamış, 1,5 kW gücündeki Hall itki motorunun ilk prototipi 2015 yılında tasarlanıp üretilmiş ve operasyonel testleri kurulan altyapıda başarıyla gerçekleştirilmiştir. Elektrikli itki sisteminin diğer parçalarını oluşturan Yakıt Besleme Birimi, Katot, Güç İşleme ve Kontrol Birimlerinin tasarımları gerçekleştirilmiş, ilk prototipleri üretilmiş ve testleri başarıyla tamamlanmıştır. Bu sistem şimdi, TÜRKSAT 6A Uydusunda deneysel olarak kullanılacaktır.
Uzay roketleri konusunda bir dizi yetenek geliştirildiği açık. Uzaya kontrollu çıkma becerebilinmiştir. Uzayda ateşlenecek roketle Ay’a ulaşma konusunda çalışmalar hayli ilerlemiştir. Bu ikisini de, Türkiye kendi teknolojisi ile bir arada yapabilme yeteneğine ulaştığında, bu aynı zamanda kıtalararası balistik füze üretme yeteneğine ulaşıldı ya da buna ramak kaldı anlamına gelir.
Uydu teknolojisi
Uzay çalışmaları belirli yeteneklere göre kategorilere ayrılmıştır. Bu kategoriler; Ay’a İnsanlı Uçuş, Uzay İstasyonu, İnsanlı Uzay Uçuşu, Dünya Dışı Yönetimler, Fırlatma Yeteneği ve Yapay Uydu üretme Yeteneği biçiminde gruplandırılıyor.
Türkiye’nin Fırlatma Yeteneği konusunda, henüz uzaya faydalı bir yük taşınıp orada konumlandırma işi tamamlanmış olmasa da, önemli aşamalar aldığı görülüyor. Baştaki üç yetenek zaten dünyada birkaç gücün becerebildiği bir iş; bunlar dünyanın diğer ülkelerinden radikal biçimde ayrılmış durumda.
Türk burjuvazisi Yapay Uydular kategorisinde de ciddi yetenekler geliştirmiş ve geliştirmeyi sürdürme konumuna gelmiştir. Bu kategoride yer alan gözlem uyduları, keşif uyduları ve haberleşme uyduları mevcuttur.
Birkaç üniversitede değişik amaçlara yönelik, önemli bölümü tasarım ve üretim yeteneklerinin geliştirilmesine yönelik deneysel küçük boyutlu kübik uydular (mikro uydu) üretilmiş ve uzaya farklı ülkelerin ticari roketleri ile fırlatılmış bulunmaktadır. Üniversitelerdeki araştırmaların olgunluk ve gelişmişlik düzeyine örnek olarak 2011 yılı Haziran ayında Amerikan Havacılık ve Uzay Enstitüsü (AIAA) ve Amerikan Astronomi Topluluğu (AAS) tarafından ABD’nin Texas eyaletinde düzenlenen, aralarında ABD ve dünyanın bu alanda iddialı çeşitli üniversitelerinden toplam 21 takımın katıldığı Dünya Mikro Uydu Yarışması’nda İstanbul Teknik Üniversitesi’nin HEZARFEN takımının birinci olmasını gösterebiliriz.
İlk iletişim uydusu 1994 yılında, henüz bu alanda hiçbir deneyime sahip olunmadığı dönemde Avrupalı üreticilere sipariş edilip uzaya gönderilmiş ve 12 yıl süre ile hizmet vermiş olan TÜRKSAT 1B iletişim uydusudur (Önceli 1A atılışı roketteki arıza yüzünden başarısız olmuştu). Sonraki süreçte böyle çok sayıda uydu ürettirilip uzaya gönderildi. Başlangıçta yurtdışındaki üretimlere Türkiye’de bulunan konu ile ilgili kurumlardan mühendisler de katıldı ve burada belli bir bilgi birikimi ve deneyim sahibi oldular. Aynı süreçte yurtiçinde bir takım alt sistem konusunda yetenekler geliştirildi; Ar-Ge altyapısı gelişti, üretilen sistemlerin uzayda nasıl davranacağının, uzay koşullarına dayanımının (radyasyon vb.) yeryüzünde test edilebilmesi olanağını sağlayan test laboratuvarları (USET – Uydu Sistemleri Entegrasyon ve Test Merkezi) oluşturuldu. “Savunma” sanayii tüm alt dallarında olduğu gibi burada da bir ekosisteme gereksinim olduğu açıktır. Diğerleri yanında Yer Kontrol İstasyonları yapımları tamamlanmış olup, uydular bu istasyonlardan yönetilir durumdadır. Böylece birbiriyle bağlantılı birçok sistem geliştirilmiş ve o alanlarda da yetkinlik kazanılmış oluyor. Son olarak, fırlatma için ABD’ye gönderilecek İMECE uydusunun nakliyesi için gerekli temiz oda konteyneri yerli bir şirket tarafından üretildiği açıklandı; bu iş daha önce yabancı şirketlere yaptırılıyordu.
Askeri amaçlı keşif ve gözlem uyduları, başlangıçta yabancı şirketlerin ana yükleniciliğinde ve ama yerli şirketlerin de alt yüklenici olarak katılım sağladıkları projelerle üretildi.
TÜBİTAK UZAY, bir Birleşik Krallık şirketi olan SSTL ile işbirliği hâlinde 2003 yılında BİLSAT uydusunun üretimine katıldı. Projede ÇOBAN ve GEZGİN adı verilen iki alt sistem yerli olarak tasarlanıp üretildi.
TÜBİTAK UZAY tarafından 2011 yılında uzaya gönderilmeye hazır duruma getirilen RASAT, Türkiye’de tasarlanıp üretilen ilk uydu oldu. 3 yıl ömrü olacağı düşünülen yer gözlem uydusu 11 yıl görev yaptı. Bu proje kapsamında yine TÜBİTAK tarafından geliştirilen bir dizi alt sistem denenmiş, kullanılıp kazanılmış oldu.
Kurumun tasarlayıp ürettiği en gelişmiş uydu olan İMECE de seçim kampanyası döneminde fırlatıldı. Kurum tarafından geliştirilmiş olan çok sayıda alt sistem bu uyduda yer almaktadır. Türkiye’de üretilen ilk metre altı çözünürlükte görüntüleme yeteneğine sahip bir gözetleme uydusudur.
Günümüzde TUSAŞ bünyesinde bir dizi uydunun önceleri tasarımı ve şimdi de onun ana yükleniciliğinde üretilme aşamasına gelinmiştir. Bu yıl fırlatılacak ilk yerli haberleşme uydusu TÜRKSAT 6A, Türkiye’de daha önce geliştirilen uydu projelerinde kazanılmış olan deneyimlerden yararlanarak TUSAŞ, ASELSAN ve CTECH şirketleri yükleniciliğinde üretilmiş olup, yıl içinde fırlatımı gerçekleştirilecektir.
TUSAŞ daha önce yabancı ortaklarla GÖKTÜRK 1 ve yerli ortaklarla GÖKTÜRK 2 uydu projelerini yürütmüştür. Askeri gelişmiş gözlem yeteneği bulunan GÖKTÜRK 1 uydusuna özellikle İsrail’den gelen tepki ve baskılar nedeniyle uydunun devreye alınmasında gecikmeler olmuş, bu arada TUSAŞ, daha düşük çözünürlükte görüntü alma yeteneğine sahip GÖKTÜRK 2 uydusunu üretip, daha önce devreye sokmuştur.
TURKSAT 5B uydusu AİRBUS tarafından üretilmektedir ama burada ASELSAN’ın gelişkin 2 adet haberleşme donatımı kullanılmıştır.
Daha önce uzayda yer alan uyduların bir bölümü görev süresini doldurmuş olup, şu an için Türkiye’nin aktif haberleşme uydu sayısı 5, toplam uydu sayısı 8 adettir. 2 adet uydu daha bu yıl uzayda yeri alacaktır.
Burjuvazi, bu sanayi / teknoloji alanı ülke açısından yeni de olsa ciddi yetenekler geliştirmekle kalmamış, bunları dünya pazarına sunmuş ve bir ilk olarak Arjantin’e uydu satışı gerçekleştirmeyi de becermiştir.
Burjuvazi içindeki farklı yaklaşımlar ve çelişkiler üzerine
Savaş sanayiindeki gelişme aslında burjuvazinin tüm kanatları açısından selamlanacak bir iştir. Bunun böyle olması doğaldır, çünkü adı üzerinde, bunlar burjuvazinin değişik çıkar grupları, iktidarda ve muhalefette olan siyasi temsilcileri ve bunların yandaşlarıdır. Bunlar birbirlerine karşı savaşımlarında her tür yola başvurur, algı operasyonlarına varan eylemlerde bulunurlar. Savaş sanayiindeki gelişmeler burjuvazinin değişik kanatları açısından alkışla karşılanacak bir olay olduğu için, algı operasyonları söz konusu olduğunda devlet yönetiminde olan siyasi kanat yapılanları abartarak, bunların tümü kendi eseriymiş gibi tavır alır, her şeyin kendi iktidarında gerçekleştirildiği iddiası, onu, kendinden önce yapılanları da bir kalemde silme eğiliminde olmaya iter. Muhalif kanat ise tavırlarında bölünmüş olmakla birlikte, genel olarak yapılanları küçümseme hatta uç noktada yok sayma eğilimindedir. Bunlar kendi iktidarları döneminde çok daha iyisini yapacaklarını iddia eder pozisyondadırlar.
Toplumda egemen olan burjuva düşünceleri ve düşünme tarzı, egemen sınıflar tarafından sadece oy potansiyeli gözüyle bakılan ve öylece tutulmaya çalışılan geniş yığınlarca da benimsenmiş durumdadır.
Düşünce yapıları egemenler tarafından esir alınmış geniş emekçi yığınlar zaten burjuva militarist düşün yapısının etkisindedir. Yıllardır süren askeri açıdan bağımlılığın getirmiş olduğu bir eziklik söz konusu olduğu için, bu alanda bağımsızlığa doğru atılan her adım geniş yığınlar tarafından da coşkuyla karşılanmaktadır. Bir de bunların üstüne, gelişen gücü ardına alıp, emperyalist güçlere karşı “eey” ile başlayan hot-zot çıkışlar eklenirse, bu durum siyasi iktidar hanesine artı puan olarak yansır.
İktidar bunun böyle olduğunu bildiği için, şimdi seçim öncesinde, bir dizi askeri platform peş peşe devreye sokulmakta, bu propaganda malzemesi yapılmaktadır.
Bu gelişme doğal olarak muhalefetin hoşuna gider bir durum değildir. Bu kesim, var olanı yok saymak ya da kötülemek, durum açık seçik durumda olunca da kendilerinin daha iyisini yapacakları iddiasında bulunmak arasında gidip gelmektedir. Var olanı yok sayma psikiyatri, psikoloji alanını ilgilendiren ciddi bir rahatsızlık durumudur. Kötüleme; sistemin yerli olmadığından ve sadece montaj olduğundan tutun işe yaramaz olduğuna dek gidiyor. Aslında neyin ne olduğu biliniyor ama bu alanda gelişme, karşıt olunan bir iktidar dönemine denk geldiği için böyle davranmak durumunda olmak gereği de dillendiriliyor bazen.
Bunlar sınai ve fikrî mülkiyet hakkına sahip olmanın ne anlama geldiğini bilmezden geliyorlar. Ürünün tasarlanması ve üretilmesi, bir dizi yabancı girdi kullanmak durumunda kalınsa bile, gelişmiş mühendislik yetenekleri gerektirir ve bu iş kotarılabiliyorsa, bu ülkede artık o yeteneğin bulunduğu anlamına gelir. Bu durumda olan ürünlerle ilgili şu kadarı ithal girdi diye bu durumu görmezden gelmek olacak iş değildir ama oluyor işte. Belli oranda ithal girdi kullanmak zorunda olmak doğal olarak bir eksikliği gösterir ve bu girdilerde bağımlı durumda olma burjuvazi açısından tehlikeli bir durum oluşturmaktadır. Ancak bu ikisi farklı şeylerdir. Durumun farkında olmak bu eksiklikleri giderme yönünde çalışmak ve yol almak bir şey, bunların işe yaramayacağı gibi bir tavır içinde olmak başka bir şeydir.
Öyle gözüküyor ki, her iki kesim de iktidar hırsı ile objektiflik yitimine uğramış, kendi yarattıkları düş dünyasında hareket etme durumuna düşmüştür.
Muhalefet cephesinden ya da anlayış ve davranış kalıbı açısından o cepheye dâhil olan unsurlardan örneğin ATAK helikopteri ile ilgili bunun bir İtalyan helikopteri olduğu, Türk helikopteri denmesinin doğru olmadığı vb. biçimde eleştiri yapılıyor. Kökenin İtalyan olduğu konusu açık (A129 helikopteri). İngiltere ortaklığı da bulunuyor. Motoru ise İngiliz-Amerikan ortaklığında üretiliyor. Bu burjuva “muhaliflerin” anlayışı ile bakılırsa, İtalya’da üretilmiş olmasına karşın İtalyan da değildir ATAK helikopteri.
Türkiye’de üretim söz konusu olduğunda, işe böyle bir yaklaşımla sınırlı olarak bakmak oldukça sığ bir yaklaşımdır. Yıllar süren pazarlıklar sonucu Türk burjuvazisinin bu üretimde ciddi kazanımlar elde ettiğini görmek gerekir. Örneğin İtalya ve Birleşik Krallık hariç dünya pazarlarına ürün sunma yetkisini TUSAŞ almıştır. Tek üretim yeri olma hakkını da almıştır. Fikrî mülkiyet ortağı da olmuştur. Türkiye’de üretilen helikopter (T129) İtalyan öncelinden bir dizi fark ile daha üstün performansa sahip bir platform hâline gelmiştir. İşin başlangıcında Türk şirketlerin iş payı yüzde 45 civarındaydı, yani yabancı ortağın da bu işten ciddi kazancı söz konusuydu. Ancak Türk tarafında öyle gelişme oldu ki, o gün için ithal olarak karşılanan bir dizi girdi yurtiçinde daha gelişkin olarak tasarlanıp üretilerek ikame edilir duruma geldi. Motor üretiminin devreye girmesi ile platform her şeyiyle yerli olacaktır. Bu üretim yöntemi, henüz bu yeteneğin bulunmadığı Türkiye gibi bir ülkede teknoloji elde etmenin, geliştirmenin yollarından biri olmuştur. ATAK helikopterinde bu tarz üretimle bir dizi yetenek elde edilmiştir. Gerek lisans altında üretilen Sikorsky helikopteri gerekse yurtdışına yapılan parça üretiminde edinilen deneyimle GÖKBEY, ATAK II gibi platformlar tasarlanıp üretiliyor duruma erişilmiştir.
Geçenlerde donanma envanterine giren LHD ANADOLU gemisi ile ilgili de bir tartışma alevlendi. Emekli bir amiral gemiyle ilgili eleştirel görüş bildirince iktidar yanlısı asker emeklileri onu taşa tuttular.
Bu LHD İspanya’da tasarlanıp üretilen aynı tipte geminin türevidir. Ama gemiye Türk ordusu taleplerine uygun bir dizi yetenek geliştirilip eklenmiştir. Yüzde 70 yerlilik oranıyla üretilmiş olup, gerektiğinde yerli olarak eklenebilecek başka sistemlerde inşa süreci içinde geliştirilmiş bulunmaktadır. Bir mühendislik çalışması ile gemiye kazandırılan en önemli yetenek, ALTAY tipi ağır muharebe tankının gemiye bindirilip indirilebilmesi olmuştur.
SİHA üreticisi BAYKAR ile ilgili olarak Ali Babacan, bu şirkete özel teşvikler verildiği duyumları aldığını, iktidara geldiklerinde bunları değerlendireceklerini, kimsenin dokunulmaz olmadığını söyleyince, iktidar yandaşlarınca hemen Türk “savunma” sanayi düşmanı ve düşmanlık yapan ülkelerin adamı vb. ilan ediliverdi. Bunun üzerine Kılıçdaroğlu’nun durumu düzeltme çabası içine girdiğini gördük.
Burjuvazi içinde bizzat sanayi burjuvazisinin farklı şirketleri arasında çelişkiler de söz konusu. Yukarıda anlattıklarımız biraz da bunun yansımasıdır. Şirketler birbirlerine karşı çeşitli ayak oyunları yapıyor, her biri rakibinin bir adım önüne geçmeye çalışıyor. Babacan’ın sarf ettiği sözler üzerine Bayraktar kardeşler, yöneltilen sorulara yanıt verirken kendilerine destek değil köstek olunduğunu örneklerle uzun uzadıya anlattılar. Ürettikleri prototiplerin denenmesi önüne bir dizi engel çıkarılmıştır. Konuşmalarında doğrudan söylemeseler de, anlattıklarından, kendilerinden katbekat güçlü VESTEL grubunun bürokrasi içindeki gücünü kullanarak bu işi yapmış olma olasılığı olduğu anlaşılıyor. İhalelerde yapılan deneme / gösteri uçuşlarında orada aslında işi olmayan bir takım subayların olduğu, bunların anlamsız zorluklar çıkardığı ve bunlardan birinin, o sıralarda askerlik hizmetini yapan ve izinli olarak gelen ağabey Bayraktar’ın tutuklanmasını bile istediği anlatıldı. BAYKAR’ın ihaleyi kazanmış olmasına rağmen, şartnamede belirtilen uçak miktarı daha sonra azaltılıp, VESTEL’e ihalesiz 10 uçak sipariş edilmiştir.
Bir şeyler döndüğü bellidir ve burjuvazi içinde böylesi ayak oyunları gayet doğaldır. Ali Babacan’ın kulağına VESTEL grubundan birilerinin bir şeyler fısıldamış olması da bir olasılıktır.
Çelişkilere çarpıcı bir örnek de yine aynı grupla ilgilidir. BAYKAR’a tek ciddi yardım, baba dostu Ergin Saygun’dan gelmiştir. Genelkurmay 2. Başkanlığına kadar yükselmiş olan Saygun, durumu anlamış ve denemeler için Çorlu’da bulunan ve neredeyse atıl durumda olan pistin kullanılmasına önayak olmuştur. İşin ilginç yanı bu subayın anti-Amerikancı bazı tavırları sonrası Balyoz davasında tutuklanması ve 18 yıl hapse çarptırılmış olmasıdır. Bilindiği üzere BAYKAR’a destek olduğu söylenen –ve gelinen yerde öyle de olan– kayınpeder RTE, o dönem Balyoz gibi davaların kendi deyimiyle savcısıdır! Çelişkiler görüldüğü üzere oldukça çeşitlilik sunar.
Bayraktar kardeşler başlarına gelen, getirilen olayları 1961 yılında Devrim otomobili sürecinde yaşananlara benzetmektedir. Önceleri Devrim otomobiline ve onu üretme çabası içinde olan ulusalcı yaklaşıma CHP vb. destek verirken, şimdilerde iktidar daha fazla sahip çıkar görünümündedir. CHP ise –bir bütün hâlinde olmasa bile kimi kadroları ve tabanındaki unsurlarca takınılan tavırla– o dönemin Devrim otomobili karşıtlarının konumuna düşmektedir. Kendini “ilerici” görenlerin, iktidar hırsı ile aldıkları, sanayideki gelişmenin karşısında olan tavırlarının ne denli gerici bir pozisyon olduğunu da görüyoruz böylece.
Burjuva muhalif kesimin bir bölümü de yapılanlarla dalga geçme gerici pozisyonundadır aynı zamanda.
Uzay çalışmalarında roket testleri ile ilgili video görüntüleri paylaşılıp, ateşlemeden bir süre sonra motorun durmasıyla dalga geçerler örneğin. Motor, ‘görüldüğü gibi’ işe yaramamıştır vb. Oysa yapılan zaten bir ateşleme denemesidir. Bu düşün yapısının, özünde, 60 yıl öncesindeki ORDOT Roket girişiminin akamete uğratan kafa yapısından hiçbir farkı yoktur.
Her burjuva siyasi iktidar kendi kadrolarına olduğu gibi, ardına aldığı ve destek bulduğu burjuva kişi ve gruplara da öncelik verir, alan açar, bunların daha da semirmesine hizmet eder. Çeşitli oyunlar ve müdahalelerle bu sermaye grupları, şu veya bu nedenle karşı pozisyonda olanlara karşı kayırılır. Türkiye’de AKP iktidarı döneminde bunun çok açık örnekleri yaşanmıştır. Her alanda olduğu gibi “savunma” sanayii alanında da olmuştur bunlar. Birkaç örnek verelim.
O dönem AKP / RTE ile ilişkileri iyi olan ve büyük destek veren Ethem Sancak ilkönce, Çukurova grubunun elinde bulunduğu sırada TMSF tarafından el konulmuş olan, askeri araçlar da üreten BMC şirketini ele geçirmiştir. Sonrasında ALTAY tankının prototiplerini üretmiş olan ve bu konuda bilgi birikim ve deney sahibi olan KOÇ grubu şirketlerinden olan OTOKAR’dan iş alınmış, Ethem Sancak’ın BMC’sine verilmiştir.
Bir dizi tersaneye gemi üretimi ile ilgili işler verilirken, bu alanda yetenekleri diğerlerinden az olmayan Koç grubu şirketi RMK Marine’ye son dönemde hiç iş verilmemesi dikkat çekicidir. Şirketle yapılmış olan son sözleşme 2008 yılındadır.
Aynı anlayışın devamı niteliğinde başka bir operasyonda, devlet kuruluşu olan TÜMOSAN 2004 yılında özelleştirildikten sonra AKP yandaşı Albayrak grubuna satılmıştır.
Dünya kapitalist-emperyalist sistemi içinde Türk kapitalizminin konumu
Sistem içinde yer alan kapitalist ülkelerin konumu güç dengelerine bağlı olarak belirlenebilir. Ve bu sistemde güç denilen kavramdan söz edildiğinde anlaşılması gereken, ekonomik, mali, askeri, kültürel vb. alanlardaki durumun nasıl olduğudur. Bunların yanında nüfus (sayısal olarak olduğu gibi daha önemlisi bunun ne denli eğitimli, kalifiye olduğu vb.), coğrafya (bulunulan bölgenin getirdiği olanaklar yanında riskler; doğal kaynaklar açısından sunulmuş olanlara ülke içinde ne denli sahip olunduğu ya da bunlara ne denli yakın olunduğu; çevre ülkelerle ilişkilerin durumu vb.), siyasi önderliğin durumu vb. gibi unsurlar da öneme sahiptir.
Genel bir değerlendirme için tüm bu hususların geniş bir şekilde araştırılıp, ele alınması gereklidir ve bu, askeri alandaki gelişmelerin ele alındığı bu yazının kapsamını aşmaktadır.
Buna karşın genel olarak ve kaba biçimde baktığımızda, bazı temel unsurlar şöyle bir görünüm sunuyor.
Dünya ülkeleri arasında Türkiye, ekonomik büyüklüğün cari fiyatlar üzerinden yapılan sıralamasında uzun zamandır ilk 20 ülke (G20) içinde yer alıyordu. 2021’de 21. sıraya gerilediği görülüyor; 2015’te 16. idi. SAGP’ne (Satın Alma Gücü Paritesi’ne) göre ise tam tersi bir gelişme söz konusu. 2015’te sıralamadaki yeri 15. iken, 2021 yılında 11. olmuştur. Yani bir yöntemle yapılan sıralamada geriye düşülürken, diğer yöntemle yapılanda tam tersi sonuç alınıyor. Burada kurlardaki gelişme ile enflasyon oranı arasındaki ilişki belirleyici oluyor ve her iki tür (cari fiyatlarla ve SAGP’ne göre) yapılan hesaplamada sorun olduğu görülüyor.
Beklendiği üzere muhalefet ilk hesaplama yöntemi üzerinden sıralamayı tercih ederek başarısızlığı ön plana çıkarıyor, iktidar ise ikinci yöntemi uygun bularak başarı hikâyeleri yazıyor.
Her halükârda 2023 yılı için hedeflenmiş olan ilk 10 ekonomi içinde yer alma gerçekleştirilebilmiş değildir. Belki itip kakarak, SAGP’ye göre 2023 hedefi olan 10. olma becerilebilir!
Genel olarak kabul ettiğimiz geçerli yaklaşım, eşitsiz gelişme yasasına göre kapitalist devletler arasında sıralamada yer değiştirmenin doğal ve beklenen bir gelişme olması ve kapitalist gelişmede geç kalan, daha sonra kapitalistleşen ülkelerin görece daha hızlı gelişmesidir. Farklı sanayi sektörlerinin değişik dalları arasında da eşitsiz gelişme olması, bazı dalların daha hızlı gelişip öne çıkması olağandır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin daha eski, gelişkin kapitalist ülkelere göre daha hızlı gelişme göstereceği (büyüme hızları arasındaki fark da bunu doğrulamaktadır) ve aradaki farkı kapatma yönünde yol alacağı düşünülebilir. Ancak görülüyor ki, kendine benzeyen rakipler de vardır ve bunların bir bölümü daha hızlı gelişme göstermişlerdir.
Başka veriler de var; örneğin bankacılık sektöründekiler. Geçen yılı 433 milyar TL kâr ile kapatan sektör, görece ve (kapitalizm koşullarında olabildiğince) sağlam bir görünüm sunuyor. Burada birikmiş mevduat tutarı (yabancı ve yerli para toplamı) 10 trilyon TL. civarında olup, bunun 8 trilyonu (yaklaşık 400 milyar dolar) krediye çevrilebilir mevduattır. Yabana atılamayacak boyutta, GSYH’nın kabaca yarısına denk düşen bu tutar, büyümenin parasal motoru olarak kullanılabilir ve bu alanda yurtiçi potansiyelin durumunu gösterir bir veridir.
Tüm bunlar ama bazı ipuçları olmakla birlikte yeterli değildir.
Salt askeri alanda değil, diğer alanlardaki gelişmelerle birlikte ve olası bağımlılık durumu vb. irdelenerek genel konum hakkında bir değerlendirme yapılabilir. Burada da önemli olan husus, diğer alanlardaki olası bağımlılık durumunun devletsel bağımlılığa yol açıp açmadığı ya da ne oranda açtığıdır.
Biz burada konumuz gereği savaş sanayi / askeri yetenekler açısından görünümün ne olduğuna odaklanalım.
Yukarıda savaş sanayiinde gelinen nokta, gelişim yönü, kazanılan yetenekler vb. konularda elden geldiğince somut bilgiler paylaştık.
“Türk savunma (savaş) sanayii”nin özellikle yeni geliştirilen, geliştirilmekte olan teknolojiler ve buna bağlı olarak ortaya konan ürünlerle ilgili, gelişmiş ülkelerle eşzamanlı olarak işin içinde aktif olarak bulunduğunu görüyoruz. Öyle ki işin hükümet yanlısı uzmanları bu alanda ilk birkaç ülkeden biri konumuna gelindiğini övgüyle vurguluyor. Olgu, Türk burjuvazisinin bu alanlara zamanında giriş yaparak yukarıda somut verilerle ortaya koyduğumuz sonucu alabilmiş olmasıdır. Ve bazı alanlarda bazı gelişmiş ülkeleri de geride bırakılmış oldukları görülüyor.
Geleneksel teknolojiler alanında işe sonradan girilmekle birlikte ciddi yol alındığı ve gelişkin ürünler ortaya konduğu görülüyor. Motor, türbin vb. alanlarda durum böyledir. Burada da bir şey gözden kaçmıyor: Burada üretilenler gelişkin ekonomilerdeki ürünlerin kötü kopyaları değildir. Bunun böyle olmadığı yerli ürünün en yakın benzeri (ve rakibi) ile yapılan kıyaslamada ortaya çıkıyor; her ürünün gereklerine bağlı değişik özelliklerinde bu fark görülüyor. Bu alanlarda daha önce ortaya konan ürünlerin ve teorik alanda gereken bilgilerin varlığı, işe sıfırdan değil, en gelişmiş düzeyden başlama olanağını beraberinde getiriyor. Ön çalışmalar ve prototip üretimleri sırasında bunlara en yeni, gelişmiş özellikler eklenirken, rakip gelişmiş ülkelerin o ana dek tekel konumunda bulunan ve belki bu yüzden o an için daha geliştirilmesine gerek görülmeksizin pazarda egemen durumundan yararlanarak satılan ürünleri birdenbire geride kalıyor. Tüm ürünler bazında bu geçerli olmamakla birlikte, bu durumun söz konusu olduğu durumlarda yerli üreticinin “biz daha iyisini yaptık” diye övündüğüne tanık oluyoruz.
Dünya piyasasındaki benzer ürün, daha iyi ve daha ucuz durumda pazara sunulduğunda bunun da sonuçları oluyor. Türk savaş sanayi ihracatındaki artış bunun bir sonucu, bir göstergesidir. İhracatın artması ve artmaya devam edecek gibi gözükmesi, Türk burjuvazisinin sistem içinde daha iyi bir konuma doğru gittiğinin de bir göstergesidir. Ama bir yıl öncesine göre yüzde 30’lar düzeyinde hızlı bir artış gösterse bile, henüz 4-5 milyar dolar düzeyinde olan bu sonuç ile özellikle siyasi iktidar ve yandaşlarının yaptığı gibi olmadık sonuçlar çıkarmamak ve haddini bilmek gerekir. Bu alanda konumu diğer güçlerden ayrılan ve uç örnek oluşturan ABD ile bir kıyaslama, durumu gözler önüne serer. ABD’nin 2022 askeri satışları bir yıl öncesine göre yüzde 50’ye yakın artışla 200 milyar doları aşmıştır. En çok silah ihracatı yapan ülkeler sıralamasında Türkiye’nin ilk 10 içinde ikinci beşlik grubu hedeflemesi onun için gerçekçi olandır.
Gereksinimin yerli olarak karşılanma oranının yüzde seksenlere doğru seyretmesi başka bir sonuçtur. Bu açıdan gelişmiş ülkelerdeki oranlar bazı ülkelerle kıyaslandığında yakalanmış, bazılarına göre ise yakalanma yönünde gelişmektedir. Bu, burjuvazinin silahlı kuvvetlerinin ve “güvenlik” güçlerinin bağımsız bir biçimde daha iyi donatılmasını beraberinde getiriyor.
Sanayideki üretim yeteneğinin bir uç noktası olarak, savaş uçağı için gerekli gücü verecek türbin motorun yerli olarak üretimi sorununun önümüzdeki 5-6 yıl içinde çözümleneceğine dair öngörüler yapılıyor. Burjuvazinin buna uygun bir yol haritası hazırdır. Burada, yukarıda söz ettiğimiz İngilizlerle ortak kurulan TAEC şirketinde olduğu gibi bir dizi pazarlık söz konusudur. Bu gibi olaylar gelişmenin süresini etkiliyor kuşkusuz. TEİ’nin eli bu açıdan daha rahat gözüküyor. Bu iş kotarıldığında, bu motorun türevleri büyük deniz platformlarında da kullanılabileceği için, Türk savaş sanayiinin dünya çapında başat bir güç hâline gelmiş olacağını öngörmek yanlış olmaz.
Günümüz için ise, geliştirdiği yeteneklerle çok ciddi, hatırı sayılır ve rakipler tarafından dikkate alınması gereken ve alınan bir güç durumuna geldiğini söyleyebiliriz. Burjuvazi dikkat çeken biçimde elindeki olanakları iyi kullanmayı beceriyor ve böylece eksiklikleri ikame edebiliyor. ABD tarafından uçak verilmemesi üzerine SİHA’larına eşsiz özellikler kazandırıyor ve uçakların bir bölüm görevini bunların almasını sağlıyor. Şimdi donanmaya teslim edilen LHD’de uçak yerine gelişkin SİHA’larını konuşlandırarak gemiyi “Dünyanın ilk SİHA gemisi”ne dönüştürebiliyor.
Bu gelişme, başlangıçta da dediğimiz gibi, dünya çapında ilgiyle izleniyor. Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Die Welt, Ocak ayındaki bir haberinde, Türkiye’nin iddialı bir yeniden silahlanma planı yürüttüğünü belirtti. Yazının başlığı “Türkiye’nin bir silahlanma gücü olarak şaşırtıcı yükselişi” idi.
Yine aynı ay içinde, dünyanın en önemli teknoloji yayın organlarından biri olan MIT Technology Review, Bayraktar TB2 SİHA’larını 2023’ün çığır açan teknolojileri arasında gösterdi.
Geçen ekim ayında Birleşik Krallık “Savunma” Bakanı, Türk İHA’ları ile ilgili olarak “modern savaşı önemli ölçüde değiştirdiler” gibi ifadeler kullanmıştı.
Daha önceki bir BM raporunda, Türkiye’nin Libya’da düşman gördüğü güçlere karşı düzenlediği saldırıda ölümcül otonom silah sistemlerinin de kullanıldığı ve bunun son derece etkili olduğu ifade edilmişti.
Geçen yıl içinde FORBES dergisinde Türk “savunma” sanayii ile ilgili olarak birkaç ay aralıkla birkaç yazı yayınlandı; gelişmenin çarpıcı olmasının getirdiği bir olgu bu.
Tüm bu gelişmeler sonucu olarak konum bağlamında şunları söyleyebiliriz:
- Türk savaş sanayiinde erişilen düzey, burjuvazinin ordusunun savaş gücü ve yeteneğini yurtiçi / yerli üretimle tatmin edici biçimde karşılıyorsa,
- Bu üretimin niteliği / kalitesi rakip güçlerin ürünlerinden aşağıda kalmıyor hatta bazı durumlarda daha üstün performansa sahip ise,
- Bu durumun somut göstergesi olarak askeri alanda net ihracatçı pozisyona doğru gelindi ise,
- Buna bağlı olarak Türk burjuvazisi “savunma” araç-gereçleri alanında pazarını rakipler aleyhine geliştirme becerisi gösterebiliyorsa,
- Bu alanda yurtdışı yatırımlar da artarak sürüyor ve bu yolla pazarda denetim gücü artıyor ise,
- Yerli olarak geliştirip ürettiği gözetleme uyduları aracılığıyla dünyanın her noktasını takip edecek yeteneğe sahip duruma gelmiş ise,
- Ve genel olarak gelişmenin yönü bu alanda işin yetkinleşerek süreceği doğrultusunda ise…
Bu alanda bir konum değişikliği olduğu açıktır. Konum değişikliği, askeri alanda var olan bağımlılığın tasfiye edilmesi ve bağımsızlığa doğru gelişme biçimindedir.
Konum değişikliği ile ilgili yaptığımız saptamaya itirazlar olabilir; çünkü –bizim de yazı boyunca değindiğimiz gibi– henüz tüm “savunma” sanayi üretim dallarında tam bağımsızlık sağlanmış değildir. Ama hangi gelişmiş kapitalist ülkede, hatta büyük emperyalist güçlerde bu tamdır ki? Somut bakıldığında en gelişmiş olanlarda bile “savunma” gereksinimini yurtiçinden karşılama oranının yüzde 85-95 arasında olduğu görülür. Türk burjuvazisi bu oranları yakalamanın eşiğindedir. Hemen tüm büyük emperyalist güçler örneğin çip krizi sırasında bir sarsıntı geçirdi. Birçok alanda üretimde yavaşlamalar görüldü. Bunların da çip üretiminde büyük oranda dışa bağımlı olduğu görüldü. Emperyalist büyük güçlerle Türkiye arasında, “savunma” gereksinimlerinin yerli üretimle karşılanması konusunda eksiklerin tamamlanması bağlamında farklar bulunabilir. Büyük güçlerin eksikliklerini daha hızlı tamamlama olanağı ve kapasitesi olabilir. Dolayısıyla burada söylediklerimizde bu vb. farklar da gözden kaçırılmamalıdır.
Burada önemli ve belirleyici olan, birincisi teknik olarak bu eksik olan yönlerin ne denli hızlı olarak kapatılacağı, bu yeteneğin ne denli var olduğu ve ikincisi artık elde edilmiş olan yeteneğin bağımsız savaş yürütme ve böylece burjuvazinin çıkarlarını savunabilme kapasitesinin olup olmadığıdır.
Türk burjuvazisinde askeri alanda böyle bir yeteneğin var olduğu, son yıllardaki gelişmeler içinde de eylemli olarak görülmüş bulunmaktadır. Emperyalist güçlerin karşısında, dolaylı çatışmalar içinde yer alındığı durumlarda bile bu böyle olmuştur.
Konum değişikliğinin bazı sonuçları olur ve olmaktadır
Varlığını sürdüren bu dünya düzeninde, kapitalizmin karakteri gereği olarak, bağımsızlık kazanmak ile yerküre çapında yayılım göstermek, kendinden güçsüz ulusları kendine tâbi duruma getirmek at başı gider. Türk burjuvazisi etki alanını ister istemez genişletmek zorundadır. Bu sistemde başka türlüsü de olmaz, yok olup gitmemek için burjuvazi böyle davranmak zorundadır. Sonuçlardan biri budur. Türk burjuvazisi askeri alanda var olan ve gelişmeye devam eden gücünü ardına alıp, bu güce uygun yeni bağlaşıklar geliştirme çabası içine de girebilir.
Yayılma, dünya pazarlarında etkin olan oyuncularla çelişki oluşmasını ve çelişkinin keskinleşmesini beraberinde getirir.
Bu da gelişmenin gelinen yerde ortaya koyduğu başka bir sonuçtur.
Türk burjuvazisinin bu alanda elde ettiği kazanımlara bağlı olarak ulaştığı bu yeni konumun, rakip güçlerle ilişkilerde başka bir düzlemin oluşmasını beraberinde getirme olasılığının yüksek olduğu akla yatkındır. İçinde hem çatışma potansiyelini barındıran hem de başka düzeyde bir ortak, bir bağlaşık olarak dikkate alınma durumunu ortaya çıkaran bir düzlemdir bu.
Türk burjuvazisinin dünya emperyalist sistemi içinde elde ettiği konuma uygun talepleri olması beklenen bir gelişmedir ve birkaç alanda bu, kendini zaten göstermektedir.
Bu durumla ilgili bir konu da NATO-Türkiye ilişkilerinin nereye doğru gelişeceği ile ilgilidir. Emperyalist büyük güçlerle Türk burjuvazisi arasındaki çelişkilerin burada yansıma bulmaması düşünülemez. Bu büyük güçler burjuvazisinin bazı kanatlarından Türkiye’nin, tabii bugünkü “Otokrat Erdoğan” yönetimindeki Türkiye’nin, NATO’dan çıkartılması gerektiği yönünde görüşler geliyor. Çıkarlar çatıştığı oranda böylesi sesler yükselmesi doğal olmakla birlikte bunun gerçekçi bir talep olmadığı da ortada. Birincisi; böylesi kararlar ancak oybirliği ile alınabiliyor. –Hâl böyle olduğu için var olan NATO’yu dağıtıp, yeni bir NATO kurulmasını savunanlar bile var!– İkincisi; Türkiye’nin NATO’dan dışlanması, onun “Batı dünyası” olan ilişkilerini iyice zayıflatır. Türkiye vaz geçilemeyecek, NATO karşıtı kampa itilemeyecek kadar büyük ve önemli bir NATO üyesidir. Üçüncüsü Türk burjuvazisi içinde NATO ve “Batı dünyası” ile ilgili olarak bugün izlenen politikayı “180 derece” değiştirmeyi isteyen büyük bir bölüm vardır.
Türk burjuvazisi ise, bütünü ile NATO üyesi olmanın avantajlarını kaçırmak istemez. Üye ülkelere, ürettiği “savunma” sanayi ürünleri ile hitap etmek, buraları pazarı hâline getirmek hedeflerinden biridir. Böylece ittifak içindeki konumunu da güçlendirmiş olur.
Üzerinde kısaca durmamız gereken bir husus da savaş sanayiindeki gelişmenin diğer sanayi dallarına ve genel olarak ülkenin durumuna nasıl yansıdığı ile ilgilidir. Burjuvazinin egemenlik altında tuttuğu bölgelerde, hem kendi iktidarı altındaki ülkede hem de uluslararası arenada çıkarlarını savunmasının vazgeçilmez unsuru savaş sanayiidir. Bu alanda rakiplerden üstün olmak bir gerekliliktir. Bu nedenle ülkedeki tüm sanayi dalları arasında “savunma” sanayiinin öncelikli bir konumu vardır. Hemen her kapitalist ülkede, teknolojik açıdan yenilikler, geliştirmeler ağırlıklı olarak bu alanda yaşanır ve buradaki çıktılar başka sanayi dallarına da yansır. Dolayısıyla bu sanayi dalındaki bir atılımın hemen devamında diğer dallarda da gelişme yarattığı görülür. Türkiye’de de farklı olmayacaktır bu ve şimdilerde bu yansımalar görülmeye başlanmıştır. Örneğin sağlık sektöründe katma değeri yüksek olan bir dizi aygıtın başarılı prototipleri ortaya konmuş, üretimine başlanmıştır. ASELSAN, gelişmiş birkaç ülke şirketinin tekelinde bulunan, MR, röntgen aygıtları, yaşam destek sistemleri vb. gibi alanda üretimlerde bulunuyor. Ar-Ge çalışması ile bu alanda yeni teknolojiler geliştiriyor, patentler alıyor vb. Yeni geliştirilen MPG görüntüleme aygıtının dünya için bir ilk olduğu söyleniyor. Başka dallarda da böyle gelişmeler söz konusudur. Ve bu tip çalışmaları “savunma” sanayi alanındaki birçok şirket yapmaktadır.
Bu gelişmenin başka dallarda var olan bağımlılığı azaltma, ortadan kaldırma gibi bir etkisi olacağı açıktır. Öte yandan bu tip yüksek katma değerli ürünlerin üretilebiliyor olmasının gerek ülke GSYİH’sında gerekse ihracatta teknoloji yoğun ürünlerin oranının artması biçiminde yansıması olacaktır.
“Savunma” sanayiindeki gelişmenin ortaya çıkardığı başka bir sonuç olarak da bu gelişme gösterilebilir.
Üretici güçler açısından bu gelişmeler ne gösterir ve bunun anlamı nedir?
Hem savaş sanayi alanında hem de onun tarafından teşvik edilen dallarda yaşanan gelişmelerin genel anlamda üretici güçlerin gelişmesinde olumlu rol oynadığını belirtmeliyiz. Gelişkin ürünler görece daha nitelikli üretim araçları aracılığıyla üretilir. Bu, makine ve aksamları üretiminde daha gelişkin olanların geliştirilmesini ve üretilmesini teşvik eder. Savaş sanayiinde giderek genişleme yönünde gelişen Ar-Ge, tasarım ve üretim alanlarında daha uzmanlaşmış ve kalifiye işgücüne gereksinim artar. Burjuvazi ve onun izinden gidenler burada kapitalizmin nimetlerini görür ve övgüler düzerler.
Bize göre de bu olgular, eskiyle kıyaslandığında kapitalizmin “ilerici” denen yanını oluşturur. Ama bu, öyle bir ilericiliktir ki, genel bir kepazelik içinde süregiden sistem açısından ve onun genel gerici karakteri bağlamında hiçbir belirleyiciliği yoktur.
Merkezinde aşırı kâr hırsının durduğu sistemde bu, böyledir ve başka türlü de olamaz.
Somut olarak savaş sanayii açısından bakıldığında, buradaki her gelişmenin burjuvazinin sınıfsal çıkarlarınca dikte edildiği açık seçik görülmektedir. Bunun gericilik bağlamında iki sonucu vardır.
Birincisi; bu savaş araç-gereçleri esas olarak kendi sınıf iktidarını korumak içindir. Bunlar ülkede kendi iktidarı aleyhine gelişebilecek her gelişmeyi bastırmaya hizmet ettiği gibi, başka ülke halklarının baskılanması amacıyla da kullanılır. Burjuvazi küresel çapta çıkarlarını korumak, sağlamlaştırmak ve yaygınlaştırmak için gerekli gördüğünde bu gelişkin silahların kullanılması yoluyla halkların birbirini boğazlamasına neden olmaktan kaçınmaz.
İşin başka bir gerici yanı, teknolojik geliştirmelerin genel halkın çıkarı için değil sermayenin çıkarı için yapılmış olmasının ortaya çıkardığı sonuçtur. Ar-Ge vb. çalışmalar sonucunda ortaya çıkartılan, olgunlaştırılan teknolojiler, genel halkın refahı için kullanılma durumu olan bir sistemde hemen devreye sokulacakken, burjuvazinin çıkarının dikte ettiği koşullarda –görüldüğü üzere– uzun süre çekmecelerde kalır. 10-15 yıl öncesinde edinilen teknolojilerin üretime sokulmasının zamanı burjuvazi için ancak gelebilmiştir. Yaygın olan bu uygulama ilerlemenin önünde açık bir engeldir.
Burada şu beyin göçü sorununa da kısaca değinelim.
Son birkaç yıl içinde artan biçimde yurtdışına bir beyin göçü yaşandığı biliniyor. Bunların önemli bir bölümü savaş sanayi sektöründe yaşanıyor ve bu da iktidar ile muhalefet arasında bir tartışma alanı oluşturuyor. İktidar bu gelişmeyi daha çok dış güçlerin bir operasyonu olarak görme eğiliminde iken, muhalefet ülkedeki baskıcı ortama bağlıyor. Ona göre gençler bu baskı ortamından kaçıyor.
Öyle ya da böyle bu beyin göçünün üretici güçler bağlamında olumsuz bir gelişme olduğu açıktır.
TUSAŞ genel müdürü bir konuşmasında, geçen yıl 200 mühendisin şirketi terk ettiğini buna karşılık 1.200 yeni mühendisin işe başladığını açıkladı. Gidenin yerinin fazlasıyla doldurulabilecek bir kapasitenin varlığı üretici güçler bağlamında olumlu bir yanı gösteriyor. Ama gidenlerin bilgi, beceri, deneyim konularında gelenlerden ne denli farkları olduğunu da hesaba katmak gerekiyor.
Sorunun farkına vardığında, iktidarın, yönetsel önlemlerle bu işin önüne geçmeye çalıştığı görülüyor. Muhalefet çevreleri ise onları kaçmaya yöneten koşulların değişmesi ile işin çözümleneceğini düşünüyor. Ama değişmesi gereken koşulların esas olarak yaşam biçimine müdahalede düğümlendiği görüşünde.
Oysa asıl neden burjuvazinin aşırı kâr hırsı ile ücretleri baskılaması ve yurtiçi ile yurtdışı arasında ücret farklılığının epey artmış olmasıdır. Burjuvazi pazarda daha avantajlı konumda olmak için ücretleri baskılamak, aşağı çekmek eğilimindedir. Bu da somut olarak görüldüğü üzere üretici güçlerin gelişimi üzerinde olumsuz bir rol oynamaktadır.
Yukarıda kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesine tek yanlı yaklaşılıp, gelişmenin, burjuvazi ve yandaşlarınca alkışlandığına değindik. Kapitalizm şartlarında üreteci güçlerin gelişmesi, öncelikle ve esas olarak burjuvazinin kârlarına kâr katması; güçlenmesi anlamına gelir. Proletarya ve onun temsilcileri gelişme olgusunu tespit eder. Gelişme karşısında onu ne olumlar, ne de kötüler. Sadece bu gelişme içinde sınıf mücadelesinin nasıl daha ileri götüreleceği sorunu ilgilendirir işçi sınıfını.
Salt üretici güçlerin gelişmesi bağlamında değil, savaş sanayiindeki gelişme ve buna bağlı burjuvazinin edimleri de farklı ve yanlış değerlendirilebilir. Kimileri bu edimlerin ardında, onun yayılmacı yanını görmezden gelip, sanki emperyalizme karşı kendi ülkesini “savunma” yanı geliştiriliyormuş gibi bir tür anti-emperyalistlik görebilir. Bu, proletaryayı burjuvazinin kuyruğuna takmakla eşdeğer ciddi bir sapma olur. Tabii tersi de mümkündür. Bu gelişmenin siyasi olarak anda yönetimi elinde bulunduran kliğe kazandırdığı olgusundan yola çıkarak, bu gelişmeleri yok saymak, küçümsemek vb. de yaşadığımız bir tavırdır. Kendine devrimci ve sosyalist diyenlerin böyle tavırlarla ilgisi olamaz, olmamalıdır.
Soruna doğru bakış, doğru yaklaşım şu biçimde olmalıdır:
Burjuvazi, kapitalizm sürecinde zorunlu olarak üretici güçlerin gelişmesine neden olur. Bunun ardında rakiplerin karşısında üstün durumda olmak, emeğin verimliliğini arttırarak kâr oranını arttırmak vb. nedenler durmaktadır. Ardında aşırı kâr hırsının durduğu bu sürecin “ilericiliği” bu bağlamda anlaşılmalıdır; üretici güçlerde eskiye kıyasla ileri doğru bir gelişme olmaktadır.
Proletarya açısından, onun iradesi dışında olan bu gelişmenin kimi olumlu sonuçları da vardır. Birincisi, burjuvazi kapitalizmi geliştirerek kendi mezar kazıcısını geliştirmiş olur. Proleterleşmenin, ücretli köleliğin gelişmesi proletarya saflarını nicel olarak büyüttüğü gibi, nitel olarak gelişmeyi de kolaylaştırıcı bir rol oynayabilir. İkincisi, kapitalizm ne denli gelişmişse, ilerde sosyalizmi inşa sürecinde üstesinden gelinecek sorunlar görece az olur. Üçüncüsü, gelişkin bir savaş sanayi sektörü söz konusu olduğunda, proletaryanın kendi iktidarı koşullarında belli bir süre –sosyalizm bir dünya sistemi hâline gelinceye dek– devletini, sosyalizmi savunmak için gereksinim duyacağı savunma araç-gereci hazırdır demektir. Ve fakat tespit edilmesi gereken bütün bu “olumluluklar” hiçbir şekilde proletaryaya bu gelişmeyi desteklemek görevini yüklemez. Proletaryanın görevi burjuvazinin üretici güçleri geliştirmesini desteklemek değil, burjuvazinin iktidarını devrimle yıkmaktır! Üretici güçlerin emekçiler lehine gerçek anlamda, sınırı ancak doğa ile uyum içinde üretimle sınırlanan gelişmesini sağlayacak olan tek şey proletaryanın ve emekçilerin kendi sınıf iktidarıdır.
Bugün için yapılması gereken şey, burjuvazinin savaş sanayiini geliştirmedeki çabalarının nedeninin ne olduğunu, bunun ne anlama geldiğini açık bir biçimde ortaya koymaktır. Burjuvazi açısından temel neden, her alanda egemenliğini pekiştirmek, küresel çapta da egemenlik alanlarını genişletmektir. Burjuvazi geliştirdiği bu araç-gereci, ülkesinde sınıf iktidarını tehdit eden işçi sınıfı önderliğinde geniş emekçi yığınların savaşımını baskılamak için kullanacaktır. Bunun yanında Türk burjuvazisinin emperyalist sistemi içindeki yerini güçlendirmek, emperyal amaçlarını gerçekleştirmek için kullanılacaktır bu savaş araçları. Bu gerçek, proletaryanın savaşımında bu sanayi dalındaki işçiler başta olmak üzere burada çalışan tüm ücretliler içinde örgütlü bir çalışma yürütmenin ne denli gerekli olduğunu gösterir.
Burjuvazi iktidarı altında her ulus devletin bir orduya ve onu her açıdan besleyen kaynaklara kaçınılmaz biçimde gereksinimi olduğu açıktır; devlet olabilmenin en önemli önkoşullarından biridir bu. Bu gerçek, küçük burjuva unsurların, silahlanmanın azaltılması, şu veya bu silahın üretiminin durdurulması ve yasaklanması vb. yönündeki çabalarının safça bir iyi niyet ve burjuvazi tarafından her zaman boşa çıkarılacak bir uğraş olduğunu gösterir. Mücadele silahlanmaya karşı değil, burjuvazinin silahlarının elinden alınması ve devrim için kullanılması için verilmelidir. Barış için mücadele, burjuvaziye karşı devrim mücadelesi olarak yürütülmelidir.
Çözüme ancak sınıf bilinçli proletarya önderliğindeki bir savaşımla burjuva devlet iktidarının yok edilmesi ve bu sanayi dalındaki üretim araçlarının kendi devletinin denetimi altına alınması ile ulaşılır.
Şubat – Mayıs başı 2023
Konu hakkında diğer makalelerimiz: