Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı.
Lozan Antlaşması, Sevr ile karşılaştırıldığında Türk burjuvazisi açısından kazanılmış bir zaferin ifadesidir.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının galibi emperyalist güçler Lozan Antlaşması ile Türkiye devletinin kurulmasına onay verdiler.
“Türk Kurtuluş Savaşı” Cumhuriyetin ilanı ile mantıki sonucuna ulaşmış; yeni “Türk devleti”, yeni siyasal yapılanmasıyla kuruluşunu resmen de ilan etmiştir.
Dönüşüm Yayınlarından çıkan, H. Yeşil tarafından kaleme alınan Kemalist Devrim kitabının “Lozan Konferansı” bölümünü yayınlıyoruz.
Okurlarımız “Türk Kurtuluş Savaşı”nın ayrıntılı değerlendirmesini Kemalist Devrim kitabından okuyabilirler.
(Kemalist Devrim? Birinci kitap, H. Yeşil, ikinci baskı Temmuz 2021)
Lozan Konferansı
Ankara Hükümeti ile Birinci Dünya Savaşı galibi olan ve fakat Türkiye’yi işgal edip sömürgeleştirme girişimlerinde başarısız olan devlet temsilcileri arasındaki barış konferansı 21 Kasım 1922’de İsviçre’nin Lozan kentinde başladı. Türkiye Devleti bu görüşmelerde —daha önce Dışişleri Bakanlığı’na da getirilen— İsmet Paşa başkanlığındaki bir heyet tarafından temsil ediliyordu. Heyette Trabzon Milletvekili Hasan Bey ve Sinop Milletvekili Rıza Nur Bey yer alıyordu.
Konferansın, Sovyetler Birliği temsilcilerinin de katıldığı Boğazlar konusundaki bölümleri dışında, bir tarafta Birinci Dünya Savaşı galipleri İngiltere, Fransa, İtalya, Yugoslavya, Romanya ve Yunanistan, diğer tarafında kurtuluş savaşı galibi Türkiye’nin temsilcileri yer alıyordu. Her ikisi de değişik savaşların galibi olan bu iki taraf arasındaki pazarlıklar kolay sonuçlanmadı. İngiltere ile daha en baştan üzerinde anlaşılması mümkün görülmeyen Musul sorunu askıya alındı. Boğazların mümkün olduğunca kapalı tutulmasını, bunun için de Türk egemenliğine verilmesini isteyen Sovyetler Birliği ile İngiltere arasında bir tartışma görünümü alan Boğazlar sorununun görüşmelerinde, Türkiye İngiltere’den aldığı bazı tavizler karşılığında İngiliz görüşlerinden yana tavır aldı. Yunanistan’dan savaş tazminatı alınması, Osmanlıların Fransa’ya olan borçlarının ödenme şartları ve emperyalist ülkelere verilen imtiyazların durumu konularındaki tartışmalarda Konferans tıkandı. Lozan Konferansı’nın birinci tur görüşmeleri 4 Şubat 1923’te kesildi. (İsmet İnönü anılarında bu konferansın gidişatı ve ortaya çıkan çelişmelerle ilgili oldukça geniş bilgi verir. Pazarlıkların hangi konularda yürüdüğünü bilmek açısından, ekte onun anılarında bu konuda anlattıklarını özetleyen bir yazı yayınlıyoruz. Bkz. Ek 23, s. 430)
Lozan Konferansı’nın ikinci turu 23 Nisan 1923’te başladı. Yunanistan’dan istenen savaş tazminatı sorunu, Karaağaç yöresinin Türkiye’ye devriyle çözüldü. İmtiyazlar, Türkiye’nin istediği gibi kaldırıldı. 24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması imzalandı. Lozan Anlaşması, Türkiye’nin bugünkü sınırlarını (Hatay dışında) çizen anlaşma oldu. Mustafa Kemal’in “Türk milletine karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir” biçiminde değerlendirdiği Lozan Anlaşması, bir yanı ile gerçekten de Sevr’i çöpe atan bir anlaşma olarak Türk burjuvazisi açısından kazanılmış bir zaferin ifadesidir. (Sevr ile, daha sonra emperyalistlerin yaptığı barış teklifleri ile Lozan arasındaki farklılıkları, Mustafa Kemal “Nutuk”’ta değerlendirir. Bunun için bkz. Ek 24, s. 447; Nutuk, II. Cilt, s. 506-518)
Fakat bu anlaşma aynı zamanda, yeni Türkiye devletinin kendini emperyalist sistem içinde gördüğünü açıkça ortaya koyduğu bir anlaşmadır. Birinci Dünya Savaşı galibi emperyalist güçler bu anlaşmayla, kendilerinin Ortadoğu’daki çıkarları açısından vazgeçilmez olmayan topraklar üzerinde, kendilerine ilke olarak karşı olmayan ve pazarlığa açık bir Türkiye devletinin kurulmasına onay verdiler. Bu onlar açısından, Anadolu’daki milli hareketin gücü karşısında verilmek zorunda kalınan bir tavizdi. Ankara’nın emperyalist sistem dışına çıkmayacağı konusundaki ikna edici tavırları, Lozan’da varılan sonuçta önemli rol oynadı.
THİF Lozan’ı
“‘Batı ile Milli Misak dışında anlaşarak Batının, Doğuyu sömürme sayesinde ölümünü biraz daha geciktirmesine imkân vermek’ karşılığında emperyalizmle barışık, onun tarafından tanınan bir devlet kurma hakkı”nın elde edilmesi (bkz. “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”, Cilt 6, s. 1865, İletişim Yayınları) olarak değerlendirir. Bu değerlendirme doğru bir değerlendirmedir.
Lozan Konferansı Sürecinde İç Politik Gelişmeler
Askeri zaferin kazanılmış olması ve şimdi Birinci Dünya Savaşı galipleri ile barış masasına oturulmuş olması, yani dış düşmanın yenilmiş olması, Türkiye’nin kendi içinde iktidar mücadelesini daha da sertleştirdi.
Askeri zafer Mustafa Kemal’in siyasi prestijini olağanüstü derecede artırmıştı. O hem Başkomutan, hem Meclis Başkanı, hem de kurduğu ARMH Grubu (1. grup) Başkanı olarak elinde olağanüstü bir güç toplamıştı. Saltanatın kaldırılması ertesinde, ileriki dönemde yönetimin nasıl bir yönetim olacağı konusundaki tartışmalar dinmek dursun, daha da kızıştı. Mecliste daha önce de belirttiğimiz gibi, ikinci grup diye adlandırılan bir muhalefet de vardı. Ve bu grup yer yer birinci grubun istemediği yönde kararlar alabilecek güce de erişebiliyordu. (Örneğin Bakanlar Kurulu’nun meclis tarafından gizli oyla seçilmesi kararında olduğu gibi.) İkinci grup denilen grup, daha önce de belirttiğimiz gibi homojen bir grup değildi. İçinde saltanat ve hilafeti savunanlar, Kemal’in diktatörlüğüne bu nedenle karşı çıkanlar; eski İttihatçılardan Enver Paşa yanlıları; Kemal’e göre emperyalizm karşısında daha tavizkâr ve teslimiyetçi olanlar olduğu gibi; ‘meclisin üstünlüğü’, ‘kişi hak ve özgürlükleri’nin savunulması noktalarında burjuva liberal denebilecek muhalefet yürütenler de bulunuyordu. İkinci grubun varlığı, Kemal’in diktatörlüğünü tehdit ediyordu. Hilafet makamının varlığı da potansiyel olarak Ankara iktidarına karşı bir iktidar odağı olabilme olasılığını içinde taşıyordu.
Meclis içindeki tüm muhalefetin birleştiği ortak payda, “tek adam” yönetimi ilkesine karşı, meclis egemenliğinin savunulması idi. Birinci grup için ise muhalefetin ortak özelliği “mürteci”lik, saltanat ve hilafet yandaşlığı, biraz daha ileri giderse vatan hainliği idi!
Muhalefet grubu, her fırsatta M. Kemal’in âdeta meclis denetimi dışında ‘tek adam’ yönetimine karşı tepkisini dile getiriyordu. Buna karşı Kemalistler, —Mustafa Kemal’in bizzat saltanatın kaldırılması tartışmalarında yaptığı müdahalede de görüldüğü gibi— meclisin istenen kararları almaması hâlinde o meclisin dağıtılacağı, kafaların kesileceği tehditlerini artırıyordu. Bunlara bir örnek, Yunus Nadi’nin 26 Kasım 1922’de Yeni Gün gazetesinde yayınlanan “Yeni bir Cidal Devri” başlıklı başmakalesidir. Yeni Gün gazetesi o dönemde yarı resmi hükümet organı görünümündedir. Yunus Nadi Mustafa Kemal’in basındaki sözcülerinden biri konumundadır. Yunus Nadi, bu makalesinde çok açık olarak, meclis eğer şu veya bu şekilde saltanatı yaşatmak isterse dağıtılır, bu konuda “hürriyet ve serbestiden söz edilemez” görüşünü savunur. Yunus Nadi, meclisin kendine kendinde olmayan bir güç atfetmesinin yanlış olduğunu, iktidarın gerçek sahibinin millet olduğunu açıkladığı yazısında, milletin çıkarları gerektiriyorsa, meclisin dağıtılabileceğini savunmaktadır. Peki ama ‘milletin iradesi’ nasıl belirlenecektir? Bu iradeyi temsil eden güç seçilmiş delegelerden oluşan meclis değilse kimdir? Meclisi kim dağıtacaktır? Kafaları kim kesecektir? Bunun da cevabı vardır: Ordu!
Meclisteki muhalefet, bu açık tasfiye tehditleri karşısında karşı saldırıya geçti. Yunus Nadi’nin yazısı yayınlandıktan 3 gün sonra 29 Kasım 1922’de, mecliste ordu mensuplarının —özellikle yüksek rütbeli subayların— yaptıkları yolsuzluklar hakkında bir soru önergesi verildi ve bu önerge üzerine gizli bir celsede görüşüldü. Hükümet yolsuzluklar yapılmış olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. (Bkz. TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, s. 1133-1135) Bundan bir hafta önce de Refet Paşa’nın İstanbul’daki davranışları nedeniyle soru önergeleri verilmişti. Başkumandan Mustafa Kemal’in ve hükümetin meclise danışmadan, meclisin haberi olmadan iş yapması sert eleştirilere uğramıştı. (Age., Cilt 3, s. 1068-1123) Muhalefetin, doğrudan doğruya Mustafa Kemal’in milletvekilliğini engelleme anlamına gelecek bir seçim yasası değişikliği tartışmasını 2 Aralık 1922’de bir önerge ile meclis gündemine getirmesiyle, mecliste ilişkiler iyice sertleşti. Söz konusu yasa tasarısının 14. maddesinde şöyle deniliyordu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için, Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak veya kendi seçim bölgesi içinde yerleşmiş bulunmak şarttır. Ondan sonra göçmen olarak gelenler yerleştirildikleri tarihten itibaren beş yıl geçmiş ise seçilebilirler” (Nutuk, II. Cilt, s. 489). Bu tasarının yasa hâline gelmesi şartlarında Selanik doğumlu (yani bugünkü sınırlar dışında) olan ve bir seçim bölgesinde de yerleşmiş bulunmayan M. Kemal’in milletvekili seçilme şansı ortadan kalkıyordu. Gerçekte bu yasa tasarısı, Mustafa Kemal’in şahsına yönelen bir yasa tasarısı idi. Mustafa Kemal ve taraftarları, meclisteki bu saldırıya, bütün ülke çapında bu tasarıyı protesto eylemleri düzenleyerek cevap verdiler. Artık ipler kopma noktasına gelmiş, Kemalistler açısından meclisteki muhalefet iyice rahatsız edici duruma gelmişti. Ve İstanbul basınında da muhalefete destek giderek artıyordu. Bu ortamda Mustafa Kemal, 6 Aralık 1922’de “Halk Fırkası” adı altında bir siyasi parti kuracağını açıkladı. Mustafa Kemal, parti kurulması ile ilgili açıklamasında, toplumun kalkınmasının sağlanmasının ancak uzun vadeli bir programla olabileceği, böyle bir programın da ancak halkın tümünü kucaklayan bir siyasi parti aracılığıyla gerçekleştirilebileceğini savunuyor ve bütün aydınlara böyle bir partinin programına katkıda bulunma çağrısı yapıyordu. “Tüm ulusu temsil” eden, tüm halkı kucaklayan ve parti kavgalarına izin vermeyen bir tek parti! Mustafa Kemal böyle bir “devlet” partisiyle katılınacak yeni seçimlerde, meclisteki rahatsız edici hâle gelmiş muhalefeti bütünüyle dışlamayı ya da kontrol altına almayı planlıyordu.
Mustafa Kemal, Lozan Konferansı’nın birinci turu henüz sürerken ve Ankara’da mecliste iktidar/muhalefet arası çelişmelerin iyice sertleştiği bir ortamda, 14 Ocak 1923’te bir ‘Anadolu gezisi’ne çıkar. Nutuk’ta bu geziyi şöyle gerekçelendirir.
“Efendiler, saltanatın kaldırılması ve hilafet makamının yetkisiz kalışı üzerine, halk ile yakından temasa geçmek, halkın içinde bulunduğu psikolojiyi, düşünce ve eğilimlerini bir daha incelemek önem kazanıyordu. Yeni seçim dolayısıyla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni siyasi bir parti durumuna getirmeye karar vermiştim. Barış gerçekleşince, cemiyet teşkilatımızın, siyasi bir partiye dönüşmesini gerekli buluyordum. Bu konuda da doğrudan doğruya halk ile görüşüp konuşmayı yararlı sayıyordum. Zaferden sonra, eğitimle uğraşmaya başlamış olan ordumuzu da yakından görmek istiyordum. İşte bu maksatlarla Batı Anadolu’da bir gezi yapmak üzere, 14 Aralık (Ocak —BN) 1923 tarihinde Ankara’dan hareket ettim.” (abç.) (Nutuk, II. Cilt, s. 476)
Mustafa Kemal bu gezisinde Eskişehir, İzmit, Bursa, İzmir ve Balıkesir’e uğrar. Bu gezi başladığı sırada Ankara’da, Karahisar Milletvekili Hoca Şükrü Efendi’nin “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir broşürü milletvekilleri arasında dağıtılır. Bu broşür, siyasi rejim konusunda dine dayalı bir rejimden yana olanların görüşünü yansıtan bir broşürdür. Broşürde, açıkça halifenin meclisin, dolayısıyla da Türkiye devletinin başkanı olarak kabul edilmesi gerektiği savunuluyordu.
Hoca Şükrü Efendi, meclisteki en tutucu ve dinci olan, hilafet yanlısı olan mebuslardan biri idi. Kuşkusuz bu broşürde savunulan görüşler, bir bütün olarak ikinci grubun görüşleri değil, onun içindeki bir azınlığın görüşleri idi. Fakat, şimdi Kemalist iktidar modelinin (tek partili, devletin dini kendine bağladığı bir diktatörlük) karşısına çıkarılmış açık bir başka iktidar modeli (şeriat hükümlerine göre yönetilen, dinsel liderin aynı zamanda devlet başkanı olduğu dinci bir diktatörlük) vardı. Ve çatışma hep bu iki model arasındaki bir çatışma olarak gösterilebildi. Toplum içinde de gerçekte halkın desteği açısından çarpışan iki iktidar modelinin bunlar olduğu, bir yandan Mustafa Kemal lehinde yapılan gösterilerde, diğer yanda da ‘halifeye bağlılık gösterileri’nde açıkça görülebiliyordu. Kemalist diktatörlük henüz kendini halifeliği de kaldırdığını ilan edecek kadar güçlü görmüyordu. Bu yüzden bu gezi sırasında İzmit’te basın mensuplarıyla yaptığı bir görüşmede, “Yeni hükümetin dini olacak mı” sorusu karşısında çok zorlandığını Mustafa Kemal şöyle anlatır:
“İtiraf edeyim ki, böyle bir soru ile karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Sebebi, pek kısa olması gereken cevabın, o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemeyişimdir. (…)
Efendiler, karşımdaki gazetecinin sorusuna ‘hükümetin dini olamaz!’ diyemedim. Aksini söyledim.
– Vardır efendim, İslam dinidir, dedim. Fakat, hemen arkasından ‘İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır’ cümlesiyle cevabımı açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum.” (Nutuk, II. Cilt, s. 484)
Lozan Konferansı sırasındaki gelişmeler de muhalefetle, M. Kemal ve taraftarları arasında yeni çatışmalara yol açtı. En baştan Lozan’a gidecek heyetin başkanlığı ve dışişleri bakanlığı konusunda Mustafa Kemal’in kararı nasıl yalnız başına biçimlendirip aldığını kendi sözleriyle anlatmıştık. Fakat, bu konuda muhalefet, yöntem yanlış olmasına rağmen, fazla bir gürültü çıkarmadı. Esas sorun, Lozan görüşmeleri sırasında emperyalist güçlerle yapılan pazarlıklar konusunda BMM’ye ne ölçüde bilgi verildiği/verileceği; işbaşında bulunan ve başvekilliğini hâlâ kâğıt üzerinde Rauf Orbay’ın yaptığı bakanlar kurulunun bu bağlamda ne ölçüde bilgilendirildiği/bilgilendirileceği noktasında koptu. Konferans boyunca olan, heyet adına İsmet Paşa’nın sürekli olarak M. Kemal’e bilgi vermesi, ona danışması ve ondan direktif almasıydı.
İsmet Paşa, Lozan Konferansı’nın birinci dönemi kapandıktan sonra Türkiye’ye döndüğünde, Ankara’ya gelmeden önce 18 Şubat’ta Eskişehir’de M. Kemal ile buluşup, Ankara’ya onunla birlikte gelmiştir. İkisinin yaptığı ortak değerlendirme, bu ilk turun Türkiye açısından başarılı geçmiş olduğu şeklindedir. Buna karşı meclisteki muhalifler, konferansın barış anlaşması yapılmadan kesilmesini bir başarısızlık olarak değerlendirmekte, bunu da İsmet Paşa’nın hatalı tavırlarına bağlamaktadırlar. İsmet İnönü’nün “Hatıralar”ında bu konuda şu tespitler yapılmaktadır:
“Mecliste müzakereler çok hararetli, tenkitler çok sert oluyordu. Hiç unutmam, Lord Curzon’un konferansa gelmesini, benim hatam yüzünden sulh olmadığı iddialarına gerekçe gösteriyor ve şöyle diyorlardı: İngiltere Hariciye Nazırı, bulunduğu vazifenin cihanşümul mahiyetine, işlerinin son derece geniş olmasına rağmen, bunları bilerek, Lozan’a gelmiş, iki buçuk ay uğraşmış. Hiç şüphe yok ki, bu adam sulh yapmak istiyordu. Niçin yapılmadı? Münhasıran İsmet Paşanın hatası yüzünden yapılmadı.
Konferansın inkıtaa uğramasını bu gerekçeye bağlayıp, benim her suretle kusurlu ve eksik olduğumu söze başlamanın ve tenkide başlamanın ilk maddesi olarak ele alıyorlar ve söylüyorlar. Bu suretle benim hakkımda başlayan münakaşa bir iki satır sonra; bir iki cümle sonra yeni bir hücum noktası bularak, nihayet Atatürk’ün üzerinde toplanıyordu. Fırsat buldukça Atatürk’ün mesuliyetine, onun idaresinin bizi sulha götürmeyeceğine işaret ederek, böyle bir taktik kullanıyorlardı. Hulasa Mecliste yapılan tenkitler, murahhas heyetinin hatalarını belirtip, sorumluluklarını tescil ettikten sonra, arkasından Atatürk’ün idaresinde sulh yapılamayacağı neticesine vardırılmak isteniyordu.
Bu müzakerelerin devam ettiği esnada, Atatürk aleyhinde esasen birikmiş çok husumet vardı. Bu husumet iç politikada kendi hasımları tarafından beslenmiş ve işlenmiş bütün konularla beraber dile geliyordu. Onların tesiri söylenerek, söylenmeyerek işletiliyordu. Lozan Konferansının ilk safhasının inkıtaa uğraması, bunların hepsinin, bütün birikmiş hırsların ve iddiaların ortaya dökülmesi için vesile sayılmıştı. (…)
Meclisteki müzakereler son derece haşin ve mütecaviz bir hava içinde devam ediyordu. Bazı meseleler üzerinde çok duruyorlar, bazı meseleleri fazla mühimsemiyorlardı. Mesela Boğazların emniyeti meselesinde çok ısrar etmediler. Çünkü buna herkesin aklı fazla ermiyordu. Fakat Musul üzerinde kıyamet kadar ısrar oldu. Keza, Milli Misakın söylediği gibi, Garbi Trakya’nın, kamuoyuna müracaat edilerek kurtarılması tezi temin olunmadı diye, bunun üzerinde de büyük gürültüler oldu. Garbi Trakya’nın behemahal kurtarılması için ısrar etttiler. Arazi meselelerinde Meclisin havası son derece sert idi. Adalardan bahsolundu. Hiç olmazsa Meis Adasının mutlaka kurtarılması isteniyordu. Hatta bir mebusun hatırlatması üzerine, Tuna Nehri içinde bulunan Romanya elindeki Adakale’nin de kurtarılması lazım geldiğini karar altına aldılar. Adakale, Berlin Muahedesinde unutulmuş ve bizde kalmıştı. Bu sefer de kurtarılması karara bağlandı. (…)
Meclisin müzakereleri 6 Mart’a kadar sürdü ve nihayet bir karara varıldı. Meclisin kararı üç maddelik bir tebliğ hâlinde neşrolundu. Bu tebliğde şöyle deniliyordu:
‘1 – Müttefiklerin verdikleri sulh projesini olduğu gibi kabul etmekliğimize imkân yoktur. Zorlarlarsa, kendimizi mesuliyetten kurtulmuş sayarız.
2 – Hayati meselemiz olan Musul’un kısa bir zamanda halli lazımdır.
3 – Mali, iktisadi, idari meselelerde hayat ve istiklal haklarımızın temini şartı ile sulh teşebbüslerine devam için Vekiller Heyetine izin verilmiştir.’” (İsmet İnönü, Hatıralar, 2. Kitap, s. 98-101, Bilgi Yayınevi)
Sonuçta, meclis aldığı çoğunluk kararıyla, vekiller heyetinin göreve devam etmesini onaylamıştır, fakat bu, İsmet İnönü’nün belirttiği gibi, “kolay olmamıştır.”
Meclisteki bu görüşmelerin ardından Ankara bir siyasi cinayetle birlikte yeniden karıştı.
Birinci Büyük Millet Meclisi’nde, II. grubun önde gelen isimlerinden biri, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’di. Emekli deniz kurmay binbaşısı olan Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal’i sürekli eleştiren milletvekillerinden biriydi. Meclis, onun pek çok konuda Mustafa Kemal’le kıyasıya tartıştığına tanık olmuştu. İsmet İnönü, Ali Şükrü Bey için “Meclisin en sert bir üyesi ve özellikle Atatürk’e karşı son derece insafsız ve kırıcı ifadeler ve hareketlerle muhalefet eden bir unsuru idi.” değerlendirmesini yapar (Age., s. 103). Bu Ali Şükrü Bey, 1923 yılı mart ayının sonunda birdenbire ortadan kaybolur. Konu meclis gündemine gelir ve çok sert tartışmalar yaşanır. Bunun üzerine güvenlik güçleri sıkı bir araştırmaya girmek zorunda kalırlar. Ali Şükrü Bey’in cesedi kent dışında, toprağa gömülü olarak bulunur. Şimdiki dönemin bilinen tanımıyla Ali Şükrü Bey ‘faili meçhul’e kurban gitmiş, ‘kaybolmuş’tur! Mecliste, hükümetten katillerin derhal yakalanması ve olayın aydınlatılması talepleri yükselir. Araştırmalar sırasında, alınan bir ihbar üzerine önce Mustafa Kemal’in Muhafız Birliği’nde görevli Mustafa Kaptan adlı biri yakalanır. Mustafa Kaptan cinayeti Muhafız Birliği Komutanı Topal Osman’la birlikte kendisinin işlediğini itiraf eder! Olayın böylece açığa çıkması üzerine, Ankara İstiklal Mahkemesi Topal Osman’ın tutuklanıp yargılanmasına karar verir. Ancak Topal Osman teslim olmaz. Bunun üzerine yapılan bir silahlı çatışmada yaralı olarak ele geçer, kısa süre sonra da ölür. Fakat Topal Osman’ın bu şekilde ‘feda’ edilmesi de bu siyasi cinayetin gerisinde muhalefeti susturmak düşüncesinin yattığı gerçeğinin üzerini örtemez, gruplar arasında sertleşen hava, bu siyasi cinayetle artık iyice zehirlenir. Mecliste artık karşılıklı güvensizlik had safhadadır ve bu yapısıyla meclis çalışamaz duruma gelmiştir.
Bu noktada meclis, Mustafa Kemal’in önerisiyle 1 Nisan 1923’te “yeni seçim” kararı alır. Bu seçim kararının alınmasını Mustafa Kemal “Nutuk”’ta şöyle anlatır:
“Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, olaylarına işaret ettiğimiz tarihte gösterdiği karışık ruh hâli, (Bu “karışık ruh hâli”nden anlaşılanın mecliste M. Kemal’e karşı muhalefetin sertleşmesi, işlerin siyasi cinayet boyutuna kadar büyümesi olduğunu biliyoruz. Bu arada “Nutuk”’ta, Ali Şükrü Bey’in ‘kaybolması’ konusunun sessizlikle geçiştirilmiş olması da ilginçtir. Hâlbuki tam da seçim kararının alındığı dönemde en önemli tartışma bu konuda yürümektedir. — BN) üzerinde ciddi olarak durup düşünülmeyi gerektiren bir durum almıştı. Bütün millette (Bunu Mustafa Kemal ve Kemalistlerde diye okumak doğru olur! Kemalistlerin ‘bütün millet’ adına konuşup karar verme alışkanlıkları kaynağını M. Kemal’de bulmaktadır. — BN), Meclisin görev yapamayacak bir duruma geldiği endişesi doğmaya başladı. (…) Artık şüpheye yer kalmamıştı ki, Meclis yenilenmedikçe (ve Kemalizm’e karşı olanlar meclisten temizlenmedikçe! — BN), millet ve memleketin ağır ve sorumluluk bekleyen işlerini yürütmeye imkân yoktur. (…)
Konu, aynı gün, 1 Nisan 1923’te Meclise götürüldü. Yüz yirmi kadar üye, bir önergeyle, seçimlerin yenilenmesi için bir kanun teklifi sundu. Meclis, ‘Seçimlerin yeniden yapılmasına karar verilmiştir’ şeklindeki bir kanunu oybirliği ile çıkardı.” (Nutuk, II. Cilt, s. 492)
Bu kanunun oybirliği ile çıkarılması, gerçekte muhalefetin de meclisteki durumdan hoşnut olmadığını ve yeni seçimlerden umutlu olduğunu göstermektedir. Fakat seçim öncesi çıkarılan kimi kanunlarla, ikinci meclise Mustafa Kemal’in denetiminden geçmeyen bir tek kişinin bile girememesi ‘yasal’ olarak sağlanmıştır.
Mustafa Kemal, onun demokrasi anlayışını çok iyi bir biçimde ortaya koyan seçim hazırlıkları ile ilgili olarak da şunları anlatıyor:
“Efendiler, Lozan Konferansı, 23 Nisan 1923’te yeniden toplandı. Delegeler Hey’etimiz Lozan’da yeniden barışı sağlamaya çalışırken, ben de yeni seçimler ile meşgul oluyordum.
Yeni seçimlere, bilinen ilkelerimizi ilan ederek katıldık. Görüşlerimizi kabul edip milletvekili olmak isteyen kimseler, önce ilkeleri kabul ettiğini ve görüşlerde birleştiklerini bana bildiriyorlardı. Adayları ben tespit edecek ve zamanı geldiğinde partimiz adıyla ilan edecektim.
Bu yolu benimsemiştim. Çünkü, yapılacak seçimlerde, milleti aldatarak, çeşitli maksatlarla milletvekili olmaya çalışacakların çok olduğunu biliyordum. Konuşmalarım ve uyarmalarım memleketin her tarafında büyük bir samimiyet ve güvenle karşılandı.
Bütün millet (!!! — BN), ilan ettiğim ilkeleri tamamen benimsedi. Bu ilkelere, hatta şahsıma muhalefet edeceklerin milletçe milletvekilliğine seçilmesine imkân kalmadığı anlaşıldı.” (abç.) (Nutuk, II. Cilt, s. 492)
Tek partinin katıldığı bir seçim; o partide aday olacakların tek kişi tarafından tespit edilmesi temelinde yapılacak seçimler! İşte Kemalizm’in demokrasisi böyle bir demokrasi olarak doğdu! BMM ikinci seçimlerine yeniden dönmek üzere şimdi, Lozan Konferansı’nın birinci dönemi tamamlandıktan sonra gerçekleşen önemli bir kongreye geçelim. Söz konusu kongre, birçok yerde yapıldığı yere atfen İzmir İktisat Kongresi olarak da adlandırılan, I. Türkiye İktisat Kongresi’dir. Bu kongrenin Lozan’daki birinci tur görüşmeleri sonrasında, ikinci tur görüşmeleri öncesinde yapılmasının bir pratik anlamı vardır. Bu kongreyle, oluşmakta olan Kemalist devlet, iktisat politikasının kapitalizm/emperyalizm çerçevesinde olacağını belirlemiş, emperyalist güçlere “korkulacak bir şey olmadığı”, Kemalist rejimin ilkesel olarak emperyalizm düşmanı olmadığı mesajını vermiştir. Siyasi ve askeri alanda daha önce Kemalizm’in solunda bulunan güçlere vurulan darbeler (Yeşil Ordu’nun tasfiyesi; TKP önderlerinin öldürülmesi, THİF’nın yasaklanması, yöneticilerinin tutuklanması vb.) İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar dolayısıyla iktisadi alanda verilen güvencelerle de tamamlanarak, Türkiye’de emperyalist sistem içinde kendi ‘bağımsız’ devletiyle yer almak isteyen bir burjuva rejimin gündemde olduğu anlaşılır bir biçimde ortaya konmuştur. Lozan’da yapılan ikinci tur görüşmelerinde barış anlaşması imzalanmasının şartları böylece iyice olgunlaşmıştır.
…
Lozan Konferansı’nın İkinci Bölümü ve İçteki Siyasi Gelişmeler
İçteki siyasi gelişmelerde bundan sonraki çatışmalar da yine Lozan Konferansı’nın devamı sırasında yaşanır. Burada Türk delegeler heyeti ile, hükümet başkanı Rauf Bey arasında bir dizi anlaşmazlık çıkar.
Birinci anlaşmazlık, Yunanistan’la olan pazarlıklar konusundadır. İsmet Paşa, Karaağaç’ın Türkiye’ye devri karşılığında savaş tazminatı talebinden vazgeçilmesi taraftarıdır; Rauf Bey hükümet adına “Karaağaç’a karşı tazminat parasından vazgeçmeyiz” demektedir. Bir başka anlaşmazlık konusunda İsmet İnönü Rauf Bey’e şunu yazmaktadır:
“Kabotajın kayıtsız şartsız olarak kaldırılmasını veya konunun barıştan sonraya bırakılmasını uygun gördük ve istedik. Ancak, bu meseleyi belirli şartlar altında, iki yıllık özel bir sözleşmeyle çözümlemek imkânını bulabildik. Oysa: bu konu üzerinde de yeniden değişmez şartlar içinde ısrar edilmesini bildiriyorsunuz.” (Nutuk, II. Cilt, s. 522)
Bu görüş ayrılıkları konusunda, İsmet İnönü, aynı zamanda, bu konularda esas karar verecek olanın “BMM Başkanı” olduğuna da dikkat çekmekte, Mustafa Kemal’in tavrına göre hareket edeceğini bildirmektedir. Hükümetin gerçekte bir yetkisi olmadığı, Mustafa Kemal’in gerçekte son karar mercii olduğu bir kez daha belgelenmektedir.
Bu arada, 1 Nisan 1923’te alınan meclis kararı gereği, “seçimler” yenilenir. Seçim deyince akla belli bir yaştan itibaren bütün vatandaşların katıldığı, gizli oy açık sayım ilkesine vb. dayalı seçimler gelmesin. Seçimler Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinde, bu cemiyet üyelerinin yaptığı seçimlerdir. Bu seçimler öncesinde, ARMHC Başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal bir bildiri yayınlar. Bildirinin giriş bölümünde; milletten aldığı yetkiyle oluşan BMM’nin görevlerini büyük ölçüde yerine getirdiği ve yeni seçimlere karar verdiği açıklanır. Bundan sonraki dönemde barış olacağı, barış dönemi içinde ekonomik kalkınma hamlesi içine girileceği belirtilir. Bu yeni dönemde meclisin çoğunluğunu bir amaç etrafında birleştirmek, bu yolda ulusal egemenlik temelinde bir Halk Fırkası kurmak yolunda hareket edileceği, mecliste mevcut olan ARMH grubunun Halk Fırkası’na dönüştürüleceği açıklanır. Bu arada Halk Partisi’nin kuruluşuna temel olacak 9 “umde” de açıklanır. Bunların önemlileri şunlardır:
Ulusal egemenliğe bağlılık; saltanatın kaldırılması kararının değiştirilemezliği; ülkede güvenliğin sağlanması; adli mekanizmanın hızlandırılması; ekonomik ve sosyal alanda kalkınma; Ziraat Bankası sermayesinin ve kredi olanaklarının arttırılması; sanayinin desteklenmesi; demiryolu yapımı; ilkokullarda eğitimin birleştirilmesi ve öğretmenlerin düzeyinin yükseltilmesi; sağlık hizmetleri ile sosyal yardımın arttırılması; ormancılık, hayvancılık ve madenciliğin geliştirilmesi; zorunlu askerlik hizmetinin kısaltılması; ordu mensuplarının refahının sağlanması; yedek subaylara, malûl gazilere, emeklilere, dul ve yetimlere yardım sağlanması; kamu görevlerinde aydınlardan da yararlanılması; bürokraside reform yapılması; bayındırlık alanında ortaklıklar kurulması; ekonomide kişisel girişimlerin desteklenmesi.
Belgenin “Sulhle ilgili görüşümüz” başlıklı maddesinde “ulusal, ekonomik ve idari bağımsızlığın kabulünün barışın ön şartı olduğu” tespiti yapılıyordu.
Milletvekili seçilmek isteyenler, önce bu ilkeleri kabul ettiklerini açıklayıp Mustafa Kemal’e başvurmakta, o gelen adaylar arasından uygun gördüklerini listeye almakta ve seçim bunların seçilmesi biçiminde olmaktadır! İşte böyle bir “seçim” sistemi temelinde yapılan seçimlerle, II. BMM oluşturulur. 11 Ağustos 1923’te ilk toplantısını yapan II. Dönem BMM’de Amasya mebusu Ali Rıza (Özdarende) Efendi, Biga mebusu Mehmet (Dinç) Bey ve Kırşehir mebusu Rıza Bey dışında, tüm mebuslar M. Kemal’in gösterdiği listeden seçilmiştir!
II.Meclis’in ilk toplantısından dört gün önce, 7 Ağustos 1923’te, ARMHC’nin kimi milletvekilleri Halk Fırkası’nın tüzüğünü hazırlamak için Ankara’da bir araya geldiler. Bu konuda ikinci toplantı 19 Ağustos’ta yapıldı, tüzük taslağına son şekli 9 Eylül’de verildi. 9 Eylül’de yapılan toplantıda Tüzük kabul edildi. Bu tarih aynı zamanda Halk Fırkası’nın kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Partinin kuruluş dilekçesi ise dahiliye vekaletine ancak 23 Ekim’de verildi. 11 Eylül’de yapılan seçimle HF Genel Başkanlığı’na Mustafa Kemal Paşa seçildi. Kurulan partinin henüz bir programı yoktu. Ancak kabul edilen nizamnamenin (tüzük) umumi esaslar bölümünde partinin amaçları belirtiliyordu. Buna göre, HF ulusal egemenliğin halk tarafından halk için uygulanmasına yol gösterecek, Türkiye’yi çağdaşlaştıracak ve hukuk devletini egemen kılacaktı. Parti, sınıflar üstü bir halk tanımından hareketle, her tür ayrıcalığa karşı olduğunu açıklıyordu. Halk Fırkası’na “her Türk” ve dışardan gelse de “Türk uyruk ve kültürünü benimseyen herkes” üye olabilecekti.
Cumhuriyetin ilanından sonra, tüzükte öngörülmemesine rağmen, İsmet İnönü M. Kemal tarafından partinin “genel başkan yardımcılığına” atandı. Onun 20 Kasım 1923’te yayınladığı bir genelge ile ARMH Cemiyetleri HF’nın parti örgütlerine dönüştürüldüler!
Toparlarsak, Lozan Konferansı’nın ikinci dönemi sürecinde, Türkiye’deki iç siyasi gelişmeler açısından en önemli olay, Mustafa Kemal’in ARMHC’ni, HF’na dönüştürmesi, bu arada kendine muhalif olanları da çok büyük ölçüde meclisten dışlaması, mecliste tam bir Kemalist egemenlik sağlamasıdır. Fakat bu siyasi çatışmaları ortadan kaldırmamıştır. Çünkü önce, Mustafa Kemal, ARMHC listesinde kendine belli ölçülerde muhalif oldukları bilinen ve fakat aday gösterilmemeleri büyük tepki yaratacak kişilerin tümünü eleyememiştir. Ve ikincisi, meclis 1 Nisan kararı sonrasında dağılmış olmasına rağmen, henüz seçimler yapılmadığı için eski vekiller heyeti iş başındadır. Ve tartışma hükümet içinde yürümektedir. Kimi görüş ayrılıklarına rağmen, Mustafa Kemal’in verdiği direktiflerle sonuçta Lozan Konferans’ının sonuç belgesi, 24 Temmuz 1923’te Türk heyeti tarafından imzalanmıştır.
İsmet Paşa ile olan görüş ayrılıkları —ki bunlar aynı zamanda Mustafa Kemal ile olan görüş ayrılıklarıdır, çünkü İsmet Paşa sonuç olarak Mustafa Kemal’in direktiflerine göre hareket etmiştir— nedeniyle hükümet başkanı Rauf Bey, II. Meclis’in toplanmasının hemen ardından Mustafa Kemal’in de isteği üzerine hükümet başkanlığından istifa eder. Yerine, o zamana dek içişleri bakanlığı görevini yapan Ali Fethi Bey seçilir (13 Ağustos 1923). 23 Ağustos 1923’te yeni meclis Lozan Anlaşması’nı onaylar.
13 Ekim’de Ankara’nın başkent olduğu kararı mecliste alınır. Bu karar öncesinde, başta Refet Paşa olmak üzere birçok milletvekili İstanbul’un başkent olmasının daha doğru olacağı görüşünü savunurlar. Uzun tartışmalar sonrası Ankara’nın başkent olması büyük çoğunluk tarafından benimsenir.
24 Ekim ’de Ali Fuat Paşa, meclis ikinci başkanlığından —Mustafa Kemal’in şahsi yönetimine duyduğu tepkiyle— istifa eder.
İçişleri ve başvekil konumunda olan Fethi Bey, hükümet başkanlığına yoğunlaşmak gerekçesiyle, İçişleri Bakanlığı’ndan çekilir; 25 Ekim’de parti toplantısında, boşalan İçişleri Bakanlığı’na, Fethi Bey’in önerisi üzerine Sabit Bey, boşalan meclis ikinci başkanlığına —ki bu, pratikte, Meclis Başkanı olan M. Kemal toplantıların büyük çoğunluğuna katılmadığı için meclis başkanlığı anlamına geliyordu— yine Fethi Bey’in önerisi üzerine daha önce M. Kemal’le olan çelişmeleri yüzünden hükümet başkanlığı görevinden istifa eden Rauf Bey seçilir.
Kendisinin dışında olan bu gelişmeyi Mustafa Kemal “Efendiler, yeni Meclis, ilk döneminde, gizli bir muhalefet grubunun tuzağına düşme durumuyla karşı karşıya kaldı. (…)
Kötülük, Hükümet’in Meclis’çe seçilmesinden ileri geliyordu. Bu gerçeği çoktan görmüştüm” diye yorumlar. (Nutuk, II. Cilt, s. 540)
Hükümet ve meclis ikinci başkanlığı için yapılan ve Mustafa Kemal’in hoşuna gitmeyen seçim Mustafa Kemal’in deyimiyle ona “uygulanması için sırasını beklediği bir düşüncenin uygulanma zamanının geldiğini” gösterir (Age., s. 540). Bu seçimin yapıldığı gün ve onun ertesi günü, Mustafa Kemal, hükümet üyelerini Çankaya’ya toplar ve kendilerine “Gerek Hükümet Başkanı Fethi Bey’in ve gerek diğer bakanların istifa etmeleri zamanının geldiğini, bunun gerekli olduğunu” bildirir (Age., s. 540). Ayrıca meclisin yaptığı seçimde, andaki bakanlar kurulundan herhangi biri yeni hükümete seçilecek olursa, onların da istifa edip, yeni hükümete katılmayacakları kararı alınır. Yalnızca Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa bu kararın dışında tutulur.
Mustafa Kemal’in bu siyasi manevrayı yorumlaması şöyledir:
“Efendiler, bu türlü hareketin ve alınan kararın nasıl bir maksada dayandığı incelenirse, şu sonuca varılır: İhtiraslı grubu (Siz bunu Mustafa Kemal’in her direktifini itirazsız yerine getirmeyen grup biçiminde okuyun. Çünkü bu grubu belirleyen temel özellik budur. — BN), hükümet kurmakta tamamen serbest bırakıyoruz. (Bu tam bir safsatadır. Gerçekte yeni seçilen mecliste —ki hükümeti seçecek olan bu meclistir— yukarıda da belirttiğimiz gibi, bizzat Mustafa Kemal’in listesi dışında seçilen yalnızca üç kişi vardır. Seçilecek hükümetin, Mustafa Kemal’in işareti doğrultusunda seçileceği açıktır. Bir ‘yanlışlık’ olması hâlinde ise, zaten ‘istifa’ mekanizmasının işletileceği önceden karara bağlanmıştır. — BN) Şimdiki kabinede bulunan bakanlardan hiçbiri katılmaksızın, tamamen istedikleri kimselerden oluşan, istedikleri gibi bir kabine kurarak memleket mukadderatına hâkim olmalarında bir sakınca görmüyoruz. (!!! — BN) Fakat ne hükümet kurmaya ve ne de kursalar bile memleketi yönetme iktidarı göstereceklerine emin bulunuyoruz.” (Nutuk, II. Cilt, s. 540-541)
Mustafa Kemal’in bu döneme kadar siyasi rakiplerine karşı hangi yöntemleri kullandığı bilindiğinde, söz konusu kişilerin hükümet kuramayacakları, kursalar bile iktidar olamayacakları konusunda emin olması gayet anlaşılır bir durumdur.
(Kemalist Devrim? Birinci kitap, H. Yeşil, ikinci baskı Temmuz 2021, sayfa 314-330)