Yeryüzündeki tüm kötülüklerin gerçek suçlusu sömürü sistemleri olduğu halde, bunun büyük çoğunluk tarafından fark edilmemesi işlevini de gören “ruhsuz dünyanın ruhu” “halkın afyonu” (K. Marx) olan din, çeşitli biçimleriyle emekçilerin hayatını önemli ölçüde belirliyor.
Din örgütlenmesini tamamladığı oranda sosyal yaşama da etkin müdahelede bulunur.
İstisnasız tüm dinlerin en önemli silahları korku, umut ve tehdittir. Kölelik anlayışı kulluk anlayışı ile iç içedir. İstisnasız tüm tek tanrılı dinlerin ahlakı üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin kutsanması üzerine kuruludur. Din simsarlarının kendileri yaşar, sana elindeki ile yetin der. Çünkü Rabbin/Tanrı/Allah istediğine verir, istemediğine vermez. Bu anlamda adaletsizlik başından beri tüm kutsal kitaplarda temel sorundur. Tüm dinlerde en büyük hırsızlar hırsızlığa karşı yasa koyanlardır. Tanrının yeryüzündeki gölgeleri olan tüm ruhban sınıfı, kâhinler, din adamları Rab/Tanrı/Allah adına beleş yaşayan asalak yiyicilerdir. Tüm dinler adına vaat edilenler yalan ve aldatmacadır. İstisnasız tüm dinlerde merhamet ve hoşgörü en iyi durumda kendinden olanla sınırlıdır. Kapitalizmin şafağına kadar devlet din ilişkisinde; devlet aynı zamanda dinin de temsilcisidir. Çünkü devleti elinde bulunduran Kral/Padişah/İmparator aynı zamanda kutsal olanı da temsil edendir. (Din konusunda kapsamlı bilgi için Dönüşüm Yayınları’ndan çıkan “DİNİNİ VE KİTABINI İYİ TANI” kitabına başvurulabilinir.)
Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi;
“Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği (iktidara geldiği) her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı doğal efendilerine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında, çıplak öz çıkardan, katı “nakit ödeme”den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın ilâhi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim değerine indirgedi ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.” (“Komünist Partisi Manifestosu”, Marx/Engels, İnter Yayınları, Aralık 1998, İstanbul, s. 41)
Burjuvazi iktidara yerleştiği oranda din ve devlet işine de ayar vermeye başlamış ve din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelen laiklikte kapitalist devletlerde yer bulmaya başlamıştır.
Laik kelimesi Eski Yunanca laos/laikos sıfatından türemiştir. Latincesi laicus’tur. Laos, halk, kalabalık, (köleler hariç) kitle demektir ve zıddı ruhban sınıfını tanımlamak için kullanılan kleros’tur. Laikos, halka ait, ruhban olmayan demektir. Laicus, dinsel olmayan demektir. Laos/kleros karşıtlığı MÖ 3. yüzyılda, din yönetiminde iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ilk yüzyılından itibaren kilise adamlarına klerikoi (Latince clerici), bunların dışında kalanlara laikoi (Latince laici) denilmiştir.
Eski Yunan’daki bu ayrım Roma döneminde de din adamlarına “Clerici” din adamı olmayanlara da “Laici” adı verilerek yapılır.
Burjuvazinin kapitalizmi egemen kılma çabaları elbette Avrupa’da 15. yüzyıl sonlarına doğru başlayan Rönesans ve Reform hareketlerinin hız almasına yol açmıştır.
Rönesans’ın sonuçları
Avrupa ülkelerinde bilim, sanat, edebiyat alanlarında yeni bir dünya görüşü ortaya çıkmıştır.
Skolâstik (dine/teolojiye dayalı felsefi akım) düşünce yıkılır. Ve pozitif düşünce için serbest bir ortam doğar, deney ve gözleme dayanan pozitif düşünce ortaya çıkar.
Kilise zayıflar ve bu durum reform hareketlerini başlatır.
Avrupa’da insan faktörü öne çıkar ve İnsanlar kendi haklarına sahip çıkar duruma gelir.
Reform hareketlerinin sonuçları
Avrupa’da mezhep birliği bozulur. Katolik ve Ortodoks mezhepleri yanında Protestanlık, Kalvenizm ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıkar. Mezhepler arasında çatışmalar başlar.
Din adamları ve kilise, eski itibarını kaybeder.
Katolik Kilisesi de, kendisini çok sınırlı da olsa yenilemek ve düzenlemek zorunda kalır.
Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik bir eğitim sistemine geçiş sağlanır.
Papa ve kilisenin Avrupa ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi önemli ölçüde geriler.
Katolik ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek amacıyla Engizisyon Mahkemeleri kurulur, insanlar diri diri yakılır.
Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak hâkimi olur.
Mezhep savaşları, otuz yıl savaşları (1618-1648) Osmanlı devletinin Avrupa’da ilerlemesini de kolaylaştırır.
Bütün bu altüst oluşlarda dine ve kiliseye en büyük darbeyi vuran elbette 1789 Fransız burjuva devrimidir.
Fransız Devriminin sonuçları
Yıkılmaz diye düşünülen, hatta egemenlik hakkını Tanrı’dan aldığı iddia edilen mutlak krallıkların yıkılabileceği ortaya çıkar.
Burjuva demokrasisi, kıta Avrupa’sında da gelişmeye başlar ve süreç içinde burjuvazinin yaygın siyasal egemenlik biçimi haline gelir.
Sözde de olsa egemenliğin tanrıdan alınıp halka/ulusa ait olduğu kabul edilir.
Milliyetçilik ilkesi, siyasi bir karakter kazanarak, çok uluslu devletlerin parçalanmasının yolunu açar.
Burjuvazinin içeriğini belirlediği biçimiyle eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri yaygınlaşmaya başlar.
Şahsi güçlere, zekâya ve girişim yeteneğine ortam hazırlanır.
Fransız İhtilâli, sonuçları bakımından evrensel bir rol oynar.
Dağınık halde bulunan milletler, siyasi birliklerini kurmaya başlar.
İnsan Hakları Bildirisi, Fransızlar tarafından dünya çapında bir bildiriye dönüştürülür.
Bu sonuçların bizim konumuz açısından önemi; insanlık tarihinde insanın “kul” olma haline karşı savaş ilanı olmasıdır. İnsan Hakları Bildirisi’nin konumuz açısından aşağıda aktardığımız maddeleri “kulluğa” isyanın maddeleridir.
Madde 1: İnsanlar, haklar bakımından özgür ve eşit doğar ve yaşarlar. Sosyal farklılıklar ancak ortak faydaya dayanabilir.
Madde 2: Her bir politik birleşmenin amacı; doğal ve dokunulamaz insan haklarını korumaktır. Bunlar; özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı, güvenlik hakkı ve baskıya karşı direnme hakkıdır.
Madde 3: Egemenliğin temeli, esas olarak ulustadır. Hiçbir kuruluş, hiçbir kimse açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz.
Madde 10: Hiç kimse, dışavurumu (düşüncelerini açıklaması-BN) yasalarla oluşturulan düzene zarar vermediği sürece inançları nedeniyle sorumlu tutulamaz.
Madde 11: Düşüncelerin ve inançların serbestçe dışavurumu (açıklanması) en değerli insan haklarından bir tanesidir.
Karl Marx, Fransız devrimi konusunda yaptığı değerlendirmede şöyle der:
“Burjuvazi bu devrimlerde galip geldi; ama burjuvazinin bu zaferi, o sıralar, yeni toplum düzeninin zaferi, burjuva mülkiyetinin feodal mülkiyet karşısındaki, milliyetin bölgecilik karşısındaki, rekabetin lonca karşısındaki, miras taksiminin büyük evlat hakkı karşısındaki, toprak sahibinin toprağın kendi sahibi üzerinde egemenlik kurması karşısındaki, aydınlığın hurafe karşısındaki, ailenin aile adı üzerindeki, sanayiin kahramanca tembellik karşısındaki, medeni yasanın ortaçağ ayrıcalığı karşısındaki zaferiydi. 1648 Devrimi, 17. yüzyılın 16. yüzyıl karşısındaki zaferi, 1789 Devrimi ise, 18. yüzyılın 17. yüzyıl karşısındaki zaferiydi. Bu devrimler, içinde yer aldıkları dünya kesiminin, İngiltere’nin ve Fransa’nın gereksinmelerinden çok, o günkü dünyanın gereksinmelerini ifade ediyorlardı.“ (“Burjuvazi ve Karşı-Devrim, Seçme Yapıtlar”, Marx-Engels, cilt 1, s. 171, Sol Yayınları, Aralık 1976)
Konumuzu ilgilendiren yan “aydınlığın hurafe karşısındaki zaferi” ve “medeni yasanın ortaçağ ayrıcalığı karşısındaki zaferiydi” cümlesidir. Buna insanın kul olmaktan çıkışının da ilanı da denilebilir.
Laikliğin içi nasıl doldurulmalı?
Hümanizm, Rönesans ve reform hareketlerinin Fransız devrimindeki ortaya çıkardığı sonuçlarla gerçek anlamda laikliğin içi aşağıdaki noktalarla doldurulmalıdır:
Felsefi anlamda evrenin insan aklı ile açıklanabilir olduğu, yaratıcıya gerek olmadığı kabul gördüğü oranda dinin evreni açıklamadaki mutlak tekeli yıkılmıştır.
Siyasi anlamda egemenlik tanrıda değil ulustadır, devlet idaresi ulusun (siz burjuvanın okuyun) kontrolünde onun egemenliği altında olmalıdır.
Düşündüğünü açıklama (bu tanrının varlığını red etse de) en değerli insan hakkıdır, isteyen yaratıcıya da inanabilir.
Bilim dine bağlı değildir.
Hukukun kaynağının ilâhilikten çıkarılıp beşerî (insani tabii) kılınması sağlanmıştır. İnsan iradesinin ilahi iradeden bağımsızlığı kabul görülmüştür.
Artık hukuk, toplumsal düzene ilişkin din kurallarını, kamu düzeniyle (burjuva egemenlikle) çelişen ibadet kurallarını yasaklayabilir durum oluşmuştur.
Laiklik, liberalizmin fikri kaynaklarından biri sayılıp ve siyasi kudretin dini kudretten ayrılmasını ifade eder olmuştur.
Teokratik devletten burjuva demokrasisine geçişte devlet üzerindeki din otoritesi sınırlandırılmıştır.
Laikliğin çağdaşlaşma ve buna uygun insan hakları kavramları gündemde yer almaya başlamıştır.
Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapmamalı, bütün dinlere eşit mesafede durmalı ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale etmemelidir. Bununla birlikte din adına burjuva devlet düzenini bozacak davranışları önlemelidir.
Lâiklik devletin din sahası dışında kalması anlamını içerir.
Din işlerine karışmaması; ne anlama gelir; vergi şeklinde topladığı paralarla -veya devlet bütçesine her ne şekilde olursa olsun giren paralarla- dini mabetler inşasına kalkışmaması; mevcut din ve mezheplerden herhangi birine mali yardımlarda bulunmaması demektir.
Bir dini herhangi bir başka bir dine tercih edecek veya kayıracak şekilde kanunlar çıkarmaması; hiç kimseyi mevcut bir dinin icrasına, bir ibadete veya ayine mecbur kılmaması.
Hiç kimseyi herhangi bir dine girmekten veya ibadet veya ayinden mahrum kılmaması.
Hiç kimseyi, bağlı bulunduğu dini inançları veya dine aykırı fikirleri ve düşünceleri sebebiyle cezalandırmaması.
Din eğitimini mecburi kılmaması ve devlet okullarında din dersleri verilmemesi.
Laik “devletin dini” söz konusu olmaz. Kişilerin din açısından eşitliği kuralı geçerlidir.
Laik bir siyasal sistemde, devletin yasal, toplumsal ve siyasal yapının dinsel kurallara uygun olması zorunluluğu söz konusu değildir.
Laik devlet sistemlerinde “din” kamu hizmeti olarak kabul edilmez.
Rönesans ve reform hareketlerinin Osmanlı’daki etkileri
Türk, Fars ve Arap kültürlerinin bileşiminden oluşan ahlaki ve sosyal değerlerinde islamı temel alan ganimete dayalı bir imparatorluk olan Osmanlı’da burjuva anlamda yenilenme hareketleri çok geç “batı”ya göre geç başlamıştır. İlahi emirlere ve kurallara dayandırılmış Osmanlı’da, ne siyasal ne de sosyal hayatta bu kural ve emirlerin dışına çıkma, onlar üzerinde değişiklik yapmaya imkân olmamıştır. İnsanın kul olarak görüldüğü bir yapıda insan iradesinin (beşeri iradenin) herhangi bir hükmü elbette olmaz. Çünkü tanrının (Allah’ın) yeryüzündeki temsilcisi (halife) Osmanlı padişahları ve etrafındaki ulema kesimi hep en iyisini bilenlerdir. Bunun için kullara “Padişahım sen çok yaşa!” demek, vergisini vermek düşer!
Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu-3 Kasım 1839) Osmanlı’da rönesans ve reform hareketlerinin ürünüdür.
Bu fermana göre Osmanlı’da ırk, din, dil ayrımı yapılmaksızın bütün halkın ırz, namus, can ve mal güvenliği devlet tarafından sağlanacak denilmesinin yanı sıra;
Kanun önünde herkes eşittir.
Mahkemeler herkese açık olacak ve mahkeme edilmeden hiç kimse cezalandırılmayacak.
Rüşvet ve iltimas kaldırılacak.
Herkesten kazancı oranında vergi alınacak ve vergi alma işleminde adaletsizlik yapılmayacak.
Askerlik, vatan hizmeti kabul edilecek, gayr-i müslimler de askerlik yapacaktır.
Askere alma işlemleri belli bir düzene göre yapılacak ve askerlik süresi kısalacak.
Bu fermandan sonra gelişmeler, I. Meşrutiyet (Meclisle İdare Olan Hükümet) ve Kanun-i Esasi (23 Aralık 1876 -İlk Anayasa-) ilanına varmıştır. Osmanlı devletinde rejim değişikliğine gidilmesinin yanı sıra;
Osmanlı’da halk ilk kez yönetime katılmış; sadece erkekler için de olsa halk seçme, seçilme ve temsil hakkını kullanmıştır.
Azınlıklar da meclise girmiş ve mecliste gayr-i müslim üye sayısı Müslüman üyelerin sayısını geçmiştir.
Kanun-i Esasi, Türk tarihindeki ilk Anayasa olarak ilan edilmiştir.
Padişah iradesinin millet iradesinin üstünde olduğu kabul edilmiştir.
Kanun-i Esasi’nin bazı maddeleri:
Osmanlı devletinin yönetim şekli meşrutiyettir.
Padişahın yanında iki tane meclis vardır: Ayan Meclisi/Mebusan (Avam) Meclisi.
Ayan Meclisi padişah tarafından atanır ve ömür boyu mecliste kalır.
Bakanlar Kurulu padişaha karşı sorumludur.
Meclisi açmak ve kapamak padişaha aittir.
Kanun teklifini yalnız hükümet yapabilir.
Barış antlaşmalarını padişah onaylar.
Padişahın izni olmadan bir kanun mecliste görüşülemez.
Yasama yetkisi Ayan ve Mebusan Meclisi’ne aittir.
Yürütme yetkisi padişah ve Bakanlar Kurulu’na aittir.
Mebuslar Meclisi üyeleri dört yılda bir seçilir.
Padişah, uygun gördüğü durumlarda meclisi feshedebilir, milletvekillerini sürgüne gönderebilir.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) başlaması ve meclisten bir karar çıkarılamaması bahanesiyle Padişah II. Abdülhamid, meclisi kapatmış, Kanun-i Esasi’yi yürürlükten kaldırmıştır. (1878) Buna rağmen I. Meşrutiyetin ilanı, Genç Osmanlıların (Jön Türklerin) Avrupalılaşma yönünde bir zaferi olarak görülebilir.
T.C. kurulana kadar tüm ”Islahat“ (Yenilik) hareketlerinde devletin dini islamdır, din devlet ilişkisi devam etmektedir. Dine dokunan yoktur! Şeriat yasaları sosyal yaşamda hükmünü sürdürmesine rağmen 31 Mart 1909 ayaklanmasında temel şiar yine ”şeriat istiyoruz“ dur.
20 Ocak 1921’de kabul edilen Büyük Millet Meclisi Anayasa’sı veya Teşkilât-ı Esasiye Kanunun konumuzu ilgilendiren en önemli maddeleri şöyledir:
1 — Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim şekli, halkın mukadderatını bizzat ve fiili olarak yönetmesi ilkesine dayanır.
7 — Şeriat hükümlerinin uygulanması, bütün kanunların yürürlüğe konması, değiştirilmesi, yürürlükten kaldırılması, antlaşma ve barış imzalanması ve vatan savunmasıyla ilgili savaş ilâm gibi temel haklar Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Kanun ve tüzüklerin düzenlenmesinde, halk için en yararlı ve zamanın ihtiyacına en elverişli fıkıh ve hukuk hükümleriyle, örf ve âdetler ve teamüller esas “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Denmesine rağmen şeriat hükümleri hâlâ geçerlidir. Bir taraftan egemen şeriat gereği “tanrı”, diğer taraftan “millet.” Bu durum Nisan 1924’te kabul edilen yeni Anayasa’ya kadar böyle devam eder. Mart 1924’te zaten artık pratikte hiçbir değer taşımayan “halifelik” resmen kaldırılırmıştır.
1924 yılında yapılan yeni Anayasa’daki ”şeriat hükümlerinin” uygulanması da kaldırılır, fakat 2. madde deki “Türkiye Devletinin dinî islâmdır: Resmi dili Türkçedir; başkent Ankara şehridir.” 10 Nisan 1928 tarihinde yapılan değişikliğe kadar devam eder. Bu tarihte yapılan bir değişiklikle “Türkiye devletinin dini islâmdır” hükmü de çıkarılmıştır. Ayrıca milletvekillerinin yeminlerindeki vallahi kelimesi “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle yer değiştirir. 1937 yılında yapılan bir değişiklik ile Meclisin görevleri arasında yer alan “ahkam-ı şer’iye’nin tenfizi” (dinsel hükümlerin yerine getirilmesi) hükmü Anayasa’dan çıkartılmış ve laiklik anayasaya girmiştir.
Devletin kontrolündeki Diyanet İşleri Başkanlığı
3 Mart 1924 tarihinde Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin yerine kurulan, islam dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli yeni kurumun ismi Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu kurum Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı’na bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur. Osmanlı’daki Şeyhül İslam’ın Cumhuriyet Türkiye’sindeki karşılığı Diyanet İşleri Başkanlığıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı, kurulduğundan beri doğrudan devletten beslenen ve yıllık bütçesi bir dizi bakanlığın ve devlet kurumunun bütçelerinden fazla olan bir kurumdur.
Devletin kontrolünde ve mali desteğinde olan Diyanet İşler Başkanlığı’nın varlığındaki amaç din işlerindeki kontrolün devlet tekelinde olmasıdır. Yani 1937’den bu yana sözde laik olduğunu ilan eden T.C. hiçbir dönem gerçek anlamda laik olmamış, laikliği devletin kontrolünde tuttuğu din olarak kavramış ve uygulamıştır. “Laik TC”nin dini vardır. Kendi kontrolündeki islamın sünni mezhebi. Bu mezhebin dışındaki inançlı insanlar açısından kurumun hiçbir görevi ve yararı söz konusu olmamıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’na 2015 yılında ayrılan 5,743 milyar TL’lik ödenek yetmemiştir.
DİB 2015 yılı bütçesi ödeneklerinin % 95’i personel harcamalarından oluşuyor. 2013 Haziran sonu itibariyle DİB’in 128.751 bini kadrolu (tamamı memur) olmak üzere toplam 141.911 çalışanı mevcuttur. 2015 yılında ise 8861 yeni kadro alınacağı kurumun bütçe tasarısında belirlenmiştir.
Bir karşılaştırma yapılırsa; 2013 yılında, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 17.683; Çevre Bakanlığı’nın 27.307; Bilim Sanat Teknoloji Bakanlığı’nın 5139; Ekonomi Bakanlığı’nın 4690 ve Kalkınma Bakanlığı’nın sadece 2019 çalışanının olması, hükümetin yıllardır nasıl bir kalkınma ve gelişme içinde olduğunu da görmek isteyene göstermektedir. Fakat DİB’in, T.C. devletinin en büyük istihdama sahip kurumlarından biri olması olgusu yeni değildir. Bu T.C. kurulduğundan bu yana böyle gelmiştir.
Eğer gerçek anlamda laiklik “din işlerinin devlet işlerinden ayrılması ve devletin tüm dinlere aynı uzaklıkta olması”demekse, T.C. devletini laik görenler büyük bir yanılgı içindedir.
Bir taraftan bireyin “özgür iradesinden” bahsedeceksin, diğer taraftan ondan aldığın vergi ile ona sormadan bir dinin bir mezhebin yayılması ve güçlenmesi için onu besleyeceksin.
Bir taraftan “inanç özgürlüğünden” bahsedeceksin, diğer taraftan Müslüman sünni mezhebinin egemenliği için elinden geleni yapacaksın.
Dincilerin laiklik anlayışı
Bu konuda özellikle son 14 yıldır hükümet olan AKP’nin yaklaşımlarını belirleyen RTE’dir. Bizde bu konuda RTE’nin söylediklerini çıkış noktası almaktayız! Buna göre değişik zamanlarda RTE’nin söylemlerini aktarıyoruz:
“Türkiye’de Anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. “ (14.09.2011 Vatan)
“Ben Mısır’ın da laik bir Anayasa’ya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir. “ (Mısır ziyaretinde 14.09.2011 Vatan)
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye’de Anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Mısır’ın da laik bir Anayasa’ya sahip olmasını tavsiye ediyorum” (15.09.2011, NTV)
“Türkiye, kendisine din olarak Kemalizmi almış, başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte ettirmiştir. Oysa en üst belirleyici islamın ilkeleridir. Herşey ona göre belirlenir.” (Cumhuriyet Tartışmaları -Yeni Arayışlar, Yeni Yönelimler-; Metin Sever ve Cem Dizdar; Ankara, Başak Yayınları, 1993)
„Elhamdülillah Müslümanım diyenlerin, şeriatçıyım demesi de gerekir Elhamdülillah şeriatçıyım” (RTE 21.11.1994, Milliyet)
„Ben, dindar bir nesil yetiştirmek hedefimiz” dedim. Bu sözlerimin arkasındayım.“ (RTE 2012)
„Bizim tek derdimiz var: İslam, İslam, İslam.“ ( 2015 /Endenozya’daki konuşmasından)
Aktarmaları uzatmanın gereği yoktur. Farklı zamanlarda ortama uygun laflar edilmiştir. Ama temel anlayış asla değişmemiştir. Müslüman Sünni kesime devletin sunduğu din hizmeti. Bu hizmetin masrafları T.C. devleti tarafından tüm vatandaşlardan toplanan vergilerden ödenmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, din hizmetleri konusundaki 2012’de yaptığı program açıklamasını da önemli gördüğümüzden belirli bölümünü aktarmayı gerekli gördük.
Diyanet İşleri Başkanlığı açıklamasının özeti:
“…Çocuklar, gençler, kadınlar için cami dışı din hizmetleri artırılacak. Kurumun 2012-2016 Stratejik Planı’nda yer alan bilgilere göre, gençlerin ahlakını korumak amacıyla dini içerikli romanlar yazılacak, yaygın eğitimde kullanılmak üzere ücretsiz yayınlar hazırlanacak. Kurumun 4 yıllık Strateji Planı’nda yer alan bazı projeler şöyle:
– Başkanlık merkezinde ‘irşat ekipleri’ oluşturulacak. Aile irşat ve rehberlik bürolarının hizmet etkinliği arttırılacak.
– Cami dışı din hizmetleri için özel kadrolar oluşturulacak.
– Din görevlileri cami dışı din hizmetlerine teşvik edilecek. Cami derslerine etkinlik kazandırılacak.
– Aile konusunda çalışma yürüten diğer kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapılacak.
– Gençlere ve yetişkinlere yönelik dini bilgiler içeren eden eserler hazırlanacak.
– Öğrencilere yönelik umre hizmetleri geliştirilecek.
– Medyada yer alan dini programlara Diyanet temsilcilerinin katılımı sağlanacak.
– Sürekli bakıma muhtaç olan engelli, yaşlı ve hastalara yönelik din hizmeti sunulacak.
– İllerde ve nüfusu 50 binin üzerinde olan ilçelerde işitme engellilere dini hizmet verilecek.
– Merkezi camilerde ‘dini danışmanlık’ büroları açılacak.
– Şehirlerin uygun yerlerindeki camilerde ve başkanlık hizmet binalarında Diyanet Okuma Salonu adı altında salonlar açılacak.
– Mültecilere yönelik dini hizmet alanları üretilecek.
– Engellilere yönelik olarak umre hizmetleri geliştirilecek.
– Kadınların dini sorunlarını konu alan eser hazırlanacak.
– ‘Kura’n-ı Kerim Müzesi’ kurulacak.
– Yaygın eğitimde kullanılmak üzere ücretsiz dini yayın dağıtılacak…” (02.02.2012, Akşam Gazetesi)
Söylemlerde görüldüğü gibi devletin imkânları ile kitlelerin dini duyguları hep sömürülmüştür. Din afyonunun etki alanı daha fazla genişlemiştir!
Yani T.C. Anayasa’sının;
“Madde 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
T.C. devleti Anayasa’sında bu madde de söylenenlerin hepsi yalandır. Türkiye’nin gerçeği ile alakası yoktur.
Sonuç olarak
T.C. gerçekten laik bir devlet değildir! Devlet doğrudan din sahasının içindedir!
T.C. devleti Müslüman/Sünni dinin yaygınlaşması için özel çabalar sarf etmekte, bu çabaları finanse etmektedir.
En değerli insan hakkı olan düşündüğünü açıklama sürekli ve sistemli olarak devlet eliyle köreltilmiştir, dönem dönem getirilen yasaklarla bu hakkın kullanımı engellenmiştir. Din eleştirisi dönem dönem ”dine küfür“ olarak algılanmış, yapanlar kovuşturmaya ve idari cezalara çarptırılmıştır.
Her doğal felakette ”takdiri İlahi”nin işi olarak gündemde tutulmuş, tutulmaktadır.
Bir din, onun da bir mezhebi diğer dinlere göre üstün kılınmış ve kılınmaktadır.
Kamu hizmetlerinde Müslüman/Sünni kesimin (oran olarak %99 gösterilir -çarpıtmadır-) avantajlı durumdadır. Dini bayramlar yalnız Müslüman/Sünnilere göre resmi tatil olarak kabul edilmiştir.
Din eğitimi ve müfredatı ilk ve orta eğitimde Müslüman/Sünni anlayışı temelinde zorunlu kılınmıştır.
Son söz, laiksen her dine eşit uzaklıkta ol! Ama unutma din sömürücü sınıfların elinde kitlelerinin beynini ablukaya alma ve uyuşturma aracıdır!
07.04.2016