Devrim, devrimci şiddet olmaksızın mümkün değildir!
“Devrim yapmak ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya, ya da nakış işlemeye benzemez; o kadar zarif, o kadar sakin ve yumuşak, o kadar ılımlı, uysal, kibar, ölçülü ve alicenap olamaz. Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketedir.”diyor Mao Zedung ilk yazılarından biri olan “Hunan’daki Köylü Haraketi İle İlgili Araştırma Üzerine Rapor” başlıklı yazısında. (“Seçme Eserler, cilt I”, Mao Zedung, s. 29, Aydınlık Yayınları, Ekim 1976 İstanbul)
Aslında bu yalnızca proletaryanın önderliğindeki devrimler için değil, istisnasız tüm devrimler için geçerli olan bir tespittir. Bütün devrimlerin ilk ve temel sorunu devlet iktidarı sorunu, var olan devlet iktidarının yıkılması sorunudur. Devletin kendisi sonuçta bir sınıfın iktidarının, bu iktidarı sürdürmek için örgütlenmiş şiddetidir. Devlet iktidarda olan sınıf adına “şiddet tekeli”ni elinde tutar. Ve egemen sınıf, iktidarını tehdit eden güçlere karşı devlet şiddetini acımasızca kullanır. Devlet iktidarını elinde tutan bir sınıfın, bu iktidarı bir başka sınıfa barış içinde terk ettiği görülmemiştir. Bunun tarihte bir tek örneği yoktur. Egemen sınıf sonuçta şiddete dayalı iktidarını elinde tutmak için her şeyi yapar. O iktidarı yıkmak için şiddet –onun kullanılış biçimlerinden bağımsız olarak– tek yoldur. Şiddetsiz devrim olmaz. Bütün insanlık tarihinin bize gösterdiği yalın bir gerçektir bu.
Bütün devrimler için geçerli olan bu gerçeğin kavranması, ilkede kendinden önceki bütün devrimlerden farklı olan proletarya önderliğindeki devrimler için çok daha hayati önemdedir. Çünkü proletarya önderliğindeki demokratik ve sosyalist devrimler bir sömürücü sınıf iktidarının, bir başka sömürücü sınıf tarafından alaşağı edildiği, sonuçta sömürü sisteminin bir başka biçiminin eskisinin yerini aldığı devrimlere benzemez. Proletarya önderliğindeki devrimler bir bütün olarak sömürü sistemini ortadan kaldırmaya giden yolu açan devrimlerdir. Proletarya önderliğindeki devrimler, kendilerinden önceki devrimlerden ayrı olarak, var olan devlet iktidarını ele geçirip, onu kendi sınıf iktidarlarının aracına dönüştüremezler. Proletarya önderliğindeki devrimler öncüllerinden çok daha radikal devrimlerdir.
Devrimci şiddet nedir?
Devrimci şiddet birçok halde aslında mücadele biçimlerinden yalnızca biri olan silahlı mücadele, küçük burjuva çevrelerde de öncelikle “iyi silahlanmış, iyi eğitilmiş öncü güçler”in, devlete karşı silahlı mücadelesi ile eşitlenir. Bu devrimci şiddeti dar bir alan içine sıkıştıran yanlış bir eşitlemedir.
Devrimci şiddetin ve şiddet kullanımının çeşitli biçimleri vardır. Devrimcilerin egemen sınıflara, onların devletine karşı yönelen silahlı bir eylemi nasıl devrimci şiddet kullanımının bir biçimi ise, örneğin bir fabrikada, devrimcilerin önderliğinde işçilerin belli taleplerini elde etmek için işi bırakması, grev yapması, grev kırıcılarının çalışmasını engellemesi, fabrika önündeki grev çadırını sökmeye gelen polise karşı silahsız direnişi de devrimci şiddet kullanımıdır. Yüz binlerce işçinin örneğin bir yasayı engellemek için sokağa dökülmesi de, doğru bir önderlik altında, devrimci şiddet kullanımıdır.
Öncü bir örgütün kendi örgütlü insanları ile siper kazıp, hendek yapıp, o hendekler arkasında o hendekleri kapamak için üzerine gelen egemen sınıfın silahlı güçlerine karşı silahlı mücadele yürütmesi nasıl şiddet kullanımı ise; yüz binlerce insanın egemen sınıfların bu şiddet eylemlerini ezmek için yürüttüğü savaşa karşı çıkmak için silahsız gösterilerde sokağa dökülmesi de şiddet kullanımıdır. Ve biz son olarak Kuzey Kürdistan’da birincisini başarmanın, ikincisini başarmaktan daha kolay olduğunu gördük.
Bugünün Kuzey Kürdistan/Türkiye şartlarında yüz binlerin, diyelim ki her hafta sonu, ilk bakışta gayet pasifist görünen “Barış hemen şimdi” temel sloganıyla silahsız kitle eylemleriyle büyük şehirlerin sokaklarına dökülmesi, meydanlarını doldurması, şu ya da bu karakolun örgütlü öncü güçler tarafından bombalanmasından daha devrimci bir eylemdir. Çünkü yüzbinlerin günün sınıf mücadelesi açısından can alıcı sorununda seferber edildiği bir eylemde devrimin gerçek öznesi tarih sahnesindedir. Orada sınıf adına değil, sınıfın kendisinin eylemi söz konusudur. Öncelikli olan bunun başarılmasıdır. Devrimci şiddet ile eşitlenmesi baştan yanlış olan öncünün silahlı eylemleri, her dönemde devrimin gerçek öznesi olan işçi sınıfı ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlenme seviyesini yükseltmeye hizmet ediyor mu sorusu temelinde sorgulanmak zorundadır. Eğer buna hizmet etmiyorsa, bu şiddet eylemleri devrimci enerjinin çarçur edilmesidir.
Devrimin öznesi
Devrimci şiddet nedir sorusuna cevap verirken önce devrimin öznesi kimdir, nedir sorusuna doğru bir cevap verilmelidir. Kimdir proletarya önderliğindeki devrimin öznesi? Bu öznenin işçi sınıfı ve onun –devrim aşamasına göre değişkenlik gösteren– müttefikleri olduğu konusunda kendisine komünist diyen hemen herkes hemfikir olacaktır. Fakat iş pratik devrimci faaliyete geldiğinde bu hem fikirlik olgusu ortadan kalkar. Yerini birçok halde işçi sınıfı adına hareket eden, başlangıçta –ve birçok halde sonrasında da– işçi sınıfından kopuk “öncü” alır. Neden? Bunun nedeni her toplumda egemen düşüncenin egemen sınıfın düşüncesi olduğu gerçeğinde yatar. Burjuvazinin egemen olduğu bir toplumda işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde egemen olan düşünceler burjuvazinin düşünceleridir. İşçi sınıfı, sınıf olarak çıkarı sosyalizmde/komünizmde olmasına rağmen, kendiliğinden sosyalist değildir. Sosyalizm işçi sınıfına sınıf mücadelesi içinde dışarıdan bir öncü örgüt tarafından taşınılmak zorunda olan bir bilimdir. Bu öncü örgüt işçi sınıfının en mücadeleci, ileri, öncü kesimini kendi içinde örgütleyen komünist partisidir. Gerçek bir komünist partisi devrimin öznesinin sömürülen sınıf(lar) olduğunun bilincinde hareket eder. Bu yüzden de onun tüm faaliyeti, her eylemi sınıfın bilincini yükseltmeye, örgütlenmesini ilerletmeye, sınıfı harekete geçirmeye yönelik olmalıdır. Gerçek bir komünist partisi için devrimci şiddet, öncelikle ve esas olarak işçi ve emekçi kitlelerin, ezilen, sömürülen sınıfların kitlesel şiddetidir. Öncü örgütün, kendi örgütsel gücüne dayanarak geliştirdiği şiddet eylemleri –zorunlu olan kendini savunma eylemleri dışta tutulduğunda– ancak sınıfsal harekete ivme kazandıran, onu ilerleten eylemler olduğu ölçüde devrimci şiddet eylemidirler. Sınıf mücadelesinden kopuk, onu ilerletmeyen öncü eylemleri, bu eylemleri yapanlar ne kadar devrimci düşüncelerle ve güdülerle hareket eder olursa olsunlar, ne kadar yiğitçe eylemler olursa olsunlar, devrimci maceracılık sınıflandırmasına girerler.
Devrimci enerjinin yanlış bir öncü savaşı anlayışı temelinde yanlış kullanımıdır bu gibi şiddet eylemleri. Nedir yanlış öncü savaşı anlayışı dediğimiz şey? Öncü kendini sınıfın sözcüsü olarak sınıf yerine geçirir. Yaptığı her işi zaten sınıfın çıkarları için yapmaktadır. O halde, sınıf mücadelesinin gerçeği ne olursa olsun, sınıfın bilinç, örgütlenme, mücadele düzeyi ne olursa olsun, öncü sınıf adına devlete karşı savaşa girer. Böyle bir savaşla, Mahir Çayan’ın sözleriyle “oligarşinin bağrı öncü tarafından gümbür gümbür dövülür.” Uyuyan işçi ve emekçiler de, bu savaşta oligarşinin zayıflığını görerek cesaretlenir ve öncüyü destekler. Böyle bir öncü savaşı anlayışı, bütün dünya devrim tarihini yanlış okuyan bir anlayıştır. Sonuçta en iyi halde “Hain tuzaklarda, kan uykularda, vurulduk ey halkım unutma bizi” ağıtlarında; en kötü halde halkın hainliğine edilen küfürlerde konaklar.
Evet devrim için devrimci savaş gereklidir. Evet devrimci savaş için onun bir öncü örgütü, bir kurmay heyeti gereklidir. Doğru çizgiye sahip, sınıfın en iyi unsurlarını içinde barındıran bir öncü örgütsüz başarılı bir devrim mümkün değildir. Fakat devrimin öznesi öncü örgüt değil, sınıfın kendisidir. Öncü örgütün, devrimci şiddet konusunda yapması gereken doğru çalışma, sınıf adına devrimci savaş yürütmek değil, sınıfı devrimci savaşa hazırlamak, devrimci savaşında ona önderlik etmektir.
Ne yazık ki bu gerçek bugün kendine marksist-leninist, komünist, sosyalist diyen bir dizi grup ve kişi tarafından kavranılmamakta, sınıf mücadelesinden kopuk öncü eylemleri devrimciliğin zirvesi olarak, “en devrimmmciliğin” göstergesi olarak savunulmakta ve uygulanmaktadır.
Devrimci şiddet, öncelikle işçi ve emekçilerin hakim sınıflara yönelen örgütlü şiddetidir.
Devrim, işçi ve emekçi yığınların adına hareket eden örgütlü öncünün “halk adına” “devrim adına” hakim sınıflarla vuruşması ve hesaplaşması değil, örgütlü öncünün yönetip yönlendirdiği, içinde yer alıp en önünde yürüdüğü emekçi kitlelerin eseridir.
Yanlış eylem çizgisi temelinde kimi başka yanlışlar
Bugün ülkelerimizde yukarıda üzerinde durduğumuz yanlış öncü savaşı anlayışı temelinde yükselen eylem çizgisi yanlıştır. Bu yanlış eylem çizgisi temelinde kimi gurupların gerçekleştirdiği silahlı eylemlerde gerçek anlamda devrimcilikle ilgisi olmayan başka yanlışlar da vardır. Burada bunların bazılarına kısaca dikkat çekelim:
Halk içindeki çelişmelerin doğru çözüm yönteminden uzaklaşmalar
Kimi eylemlerde halk içindeki çelişmelerin doğru çözüm yönteminin ideolojik mücadele yöntemi olduğu, halk içindeki çelişmelerin çözümünde komünistlerin şiddet kullanımını red etmelerinin, burada gerçek öncüler olarak örnek olmaları gerektiğinin önemi kavranmıyor. Tabii ki halk içindeki çelişmelerde çelişme ideolojik mücadele yolu ile çözülemiyor, sorun aşılamıyorsa, orada idari tedbirler de gündeme gelir. Fakat hiçbir şart altında bu idari tedbir şiddet kullanımına (Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir!) kadar genişletilemez.
Burada doğrunun hakim kılınabilmesi için bütün devrimci gurupların şöyle bir ortak açıklama yapması –tabii açıklama yapanların buna harfiyen uyması gerekir– doğru olur:
Bizler halk içindeki çelişmelerin çözümünde şiddet kullanılmasını ilke olarak red ediyoruz, şiddet kullananı devrimci çevre içinde barındırmayacağımızı açıklıyoruz.
Aslında halk içindeki çelişmelerde ideolojik mücadele yönteminin terk edilmesi kendini birçok örgütün kendi iç ilişkilerinde ve devrimci örgütler arası ilişkide çokça gösteriyor. Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’deki örgütler somutunda kendi içindeki ideolojik mücadelelerde elini kana bulamayan, kendi içindeki muhalif insanları silahlı şiddet kullanarak tasfiye etmeyen örgüt yok gibidir. Bu ölümcül tasfiyelerde kılıf hazırdır: ‘Karşı devrimci. Partimize karşı tasfiye hareketi içinde yer aldı!’ vs. Sınıf mücadelesinde karşı devrimin devrimci örgütler içine ajanları ile sızmaya çalışması normaldir. Bundan korunmanın yolu, bu konuda kuşku duyulan kişilerin örgüte alınmaması, alındıysa dışlanması, eğer deliller sağlamsa söz konusu kişilerin bütün devrimci çevre içinde açıkça teşhir edilmesidir.
“Sol” örgütler arasındaki ilişkilerde de –son dönemde belli düzelmeler olsa da– öldürmelere kadar varan karşılıklı şiddet eylemleri çokça yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Şiddet burada haklılığın aracı yapılmaktadır. Bir alanda daha güçlü olan, o alanı başkalarının çalışmasına kapatma hakkını kendinde görmekte, devrimcilik adına, “devrimci şiddet” kullanmaktan çekinmemektedir. Bu bağlamda kullanılan şiddetin devrimci şiddet olmadığı, tersine sol içindeki çatışmaların, şiddet kullanımının yalnızca karşı devrimin işine yaradığı, “Sol”u halktan tecrit etmenin bir aracı olduğu açıktır.
Burada yapılması gereken bir tek şey vardır. Kendine devrimci sıfatını yakıştıran bütün partiler, gruplar iki satırlık bir ortak açıklama yapmalıdır ve tabii buna uygun davranmalıdır:
Biz devrimciler olarak, grupların kendi içlerindeki ilişkilerde ve gruplar arasındaki ilişkilerde şiddet kullanılmasını ilke olarak red ediyor, şiddet kullananın karşı devrimci bir edim içinde olacağını, onu devrimci çevreden dışlayacağımızı ilan ediyoruz.
İstenmeyen “sivil kayıplar” sorunu
Günümüzde yanlış öncü savaşı anlayışı temelinde gerçekleştirilen bir dizi silahlı eylemin aslında kim tarafından yapıldığını en baştan anlamak neredeyse imkansız gibi. Birçok eylemin gerçekte kim tarafından yapıldığını ancak resmi bir üzerlenme olduğu zaman anlayabiliyoruz. Bazen resmi açıklamalar da, sonradan eksik veya yanlış açıklamalar olarak “düzeltiliyor.” Herhangi bir örgütün doğrudan üzerlenmediği silahlı eylemlerde ise fail meçhul kalıyor. Neden?
Çünkü birincisi kullanılan eylem biçimleri aynı: Silahlı baskın; taciz ateşi açılması; insan kaçırma; suikast; daha önceden bir yerlere yerleştirilmiş bombaların uzaktan kumanda ile patlatılması; intihar yeleği ile canlı bomba eylemi; içi bomba dolu bir araçla gerçekleştirilen intihar eylemleri, şehirlerde araba yakmalar, otobüs molotoflamalar vb.
Bu gibi silahlı eylemlerin biçimlerinden yola çıkarak, bu devrimcilerin eylemidir, bu mesela DAİŞ’in, MHP’nin, derin devletin, bozkurtların, Osmanlı Ocakları’nın vs. eylemidir demek imkanı yok. Çünkü hepsi bu eylem biçimlerini kullanıyorlar. Bunun böyle olduğu yerde at izinin it izine karışması kaçınılmaz. Bu çokça da oluyor.
Bunu devrimciler açısından engellemenin yolu aslında içinde bulunulan anda hangi eylem biçimlerinin devrimci faaliyeti ilerletme açısından uygun, kullanıldığında işçileri/emekçileri devrime bir adım yaklaştıracak eylem biçimleri olduğu sorusuna verilecek somut cevapta yatar. İçinde bulunduğumuz dönemde silahlı eylem biçimlerinin hiçbiri işçi sınıfı ve emekçi kesimlerini devrimci faaliyete yakınlaştırma açısından yararlı ve uygun olan eylem biçimleri değildir. Bugünkü somut durumda –Kuzey Kürdistan’da PKK’nin aslında egemen sınıfların dayattığı savaşta kendini zorunlu savunma eylemleri dışında– silahlı eylem biçimleri, sınıf mücadelesinin andaki durumunda onun içinden çıkıp gelen, onun gerektirdiği mücadele biçimleri değildir. Ve anda devrimciler açısından öncü savaşı olarak yürütülen silahlı eylemler işçi ve emekçi kitleleri devrime yakınlaştırmıyor, tersine ondan uzaklaştırıyor. Aslında bugün devrimciler açısından esas mücadele biçimleri –egemen sınıfların dayattığı zorunlu savunma eylemleri dışında– silahsız mücadele biçimleridir. Bu ileriki silahlı mücadelelere bugünden hazırlanmak gereğini ortadan kaldırmaz. Kuzey Kürdistan/Türkiye devrimci hareketinin çok büyük bölümü bu gerekli tespiti yapmaktan kaçınıyor. Bu tespiti yapana gelecek olan, onun devrimcilikten uzaklaştığı, pasifizme saptığı suçlamalarından korkuyor.
Varsayalım, bizim yaptığımız bu tespit yanlış olsun. Bugün aslında Kuzey Kürdistan/Türkiye’deki sınıf mücadelesi devrimcilerin önüne silahlı mücadeleyi esas mücadele biçimi olarak koymuş olsun. O zaman yukarıda saydığımız silahlı eylem biçimlerinden bazılarını devrimcilerin kullanmayacağını söyleyebilir miyiz? Aslında söyleyebiliriz ve söylemeliyiz.
Doğrudan doğruya halkı karşısına alan hiçbir eylem biçimi devrimciler açısından doğru değildir.
Örneğin bir halk, ya da belediye otobüsünün molotoflanması, ya da daha ötesi bombalanması devrimcilerin yapacağı bir eylem değildir.
Yine doğrudan doğruya halkı karşısına alan şehirlerde –öncelikle de normal halkın oturduğu mahallelerde– arabaları yakmak devrimcilerin yapacağı bir eylem değildir.
Halkın yoğun olarak bulunduğu alanlarda, ’sivil kayıplar’ın kaçınılmaz olduğu eylemlerden devrimcilerin kaçınması gerekir. “Aslında hedefimiz siviller değildi, fakat isteğimiz dışında sivil kayıplar da oldu” özürleri, gerçekte özür değildir. Bu gibi eylemler devrimi değil, karşı devrimi güçlendirir.
Diğer yandan hangi biçimde olursa olsun, kimi örgütlerin “Feda eylemi” olarak yüceltip sahiplendikleri “intihar eylemleri”, devrimciler açısından ancak çok olağanüstü durumlarda, zorunlu kalındığı zaman kullanılabilir bir eylem biçimidir. Anda bu eylem biçimi esasta DAİŞ gibi ölüm sever örgütlerin eylem biçimidir.
Filistin’in özgün koşullarından türeyen ve şeriatçı örgütler tarafından gerçekleştirilen intihar eylemlerinin, aynı zamanda bu örgütlerin ideolojilerinin, dini inançlarının bir parçası olduğu asla unutulmamalıdır. Belli bir biçimde ölerek (şehitlik) kendilerinin başka bir dünyada (cennette) yaşayacaklarına inananların ‘geliştirdiği’ ‘ölme biçimi’nin devrimci ve ulusal mücadeleye monte edilmesi yanlış bir eylem çizgisidir. Devrimci mücadelenin ve marksist-leninist ideolojinin tüm gerçekleri açıkken, intihar eylemlerini yüceltmek, kitle mücadelesinin bir biçimi olarak savunmak bireysel terörizmin yüceltilmesidir. Devrimcilik, bir “feda kültürü” değildir ve olamaz. Bir devrimcinin fedakar olması başka bir şeydir, “feda kültürü” bir başka şeydir. Bunlar arasındaki fark ortadan kaldırıldığında, ortaya çıkan sonuç, sadece ve sadece “ölme biçimi”dir.
İntikam eylemleri ve şehitlik
Devrimcilik adına gerçekleştirilen silahlı eylemlerin bir bölümü “intikam eylemi” olarak değerlendirilmekte, intikam bu eylemlerin gerekçesi olarak ileri sürülebilmektedir. İntikam aslında kendine sosyalist, komünist, devrimci diyenlerin eylem gerekçesi olamaz, olmamalıdır. İntikam insanlığın en ilkel, içgüdüsel tepkilerinden biridir. “Göze göz, dişe diş” anlayışı, intikam anlayışı bütün dinlerin temelinde yatan bir ilkelliktir. Devrimciler intikamcı değildir. İntikamı savunmazlar. İntikam amacıyla eylem yapmazlar. Devrimcilerin eyleminin çıkış noktası, işçi ve emekçi kitleleri devrime yakınlaştırmaktır. Eylemlerimizin gerekçesi budur. Eylemlerin intikamla gerekçelendirilmesi, emekçi kitleler arasında da yaygın olan intikam ve intikamcılık düşüncesini körüklemekten, bu ilkel, emekçileri bölen, gerici düşünceyi yaygınlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. İntikam anlayışı, haklı olarak karşı çıktığımız “kan davası”nın da temelinde yatan düşüncedir
Şehitliğe gelince: Şehitlik de, aynı intikam gibi dinden ödünç alınmış bir düşünce ve kavramdır. Aslında hayatı seven, büyük insanlık için sömürüsüz, sınıfsız bir hayat mücadelesi veren insanlar, kendilerine komünist, sosyalist, devrimci diyen insan ve gruplar/partiler için şehitliğin yabancı bir kavram olması gerekir. Şehitlik “kutsal bir ülkü veya inanç uğruna savaşırken ölmek” olarak tanımlanıyor Türk Dil Kurumu sözlüğünde. Böyle tanımlandığında şehitlik bir insan için varılabilecek en yüksek mertebedir. İslamda şehitlerin yerinin Tanrı katında Muhammed’in hemen arkasında olduğunun anlatıldığını biliyoruz! DAİŞ ve benzeri cihatçı örgütler intihar eylemcisi bulmada hiç mi hiç zorluk çekmiyor. Çünkü cihat yolunda ölenler için cennet garanti! Cihat yolunda dövüşürken ölmeyenler aslında talihsiz kişiler! Aslında bu dünyanın yalan dünya olduğunu, gerçek hayatın ölümden sonra “öbür dünya”da başladığına iman edenler için cihad ederken ölmek, onların başına gelebilecek en iyi şeydir. Onlar böyle bir ölüm için can atarlar. Sadece Müslümanlıkta değil, diğer dinlerde de bu böyledir. Katolik İspanya’da iç savaşta faşistlerin temel sloganlarından biri bu yüzden “Yaşasın Ölüm”dü. Ölümü yücelten bu tavırlar “devrim şehitleri” düşüncesi ve tavrıyla genel olarak ‘Sol’da ve devrimci saflarda da yansımasını buluyor. Bir zamanlar PKK önderliği Serok Apo ve şehitlerden oluşuyordu. Apo dışında ancak şehit olanlar önderlik kurumu içinde sayılıyordu. Yani o kadar önemli idi şehitlik. Apo dışında yaşayan kadroların hiçbirinin bu seviyeye yükselme durumu ve şansı yoktu! Devrimci saflarda genelde devrim için savaşırken ölenlerin hepsi de şehitlerimiz oluyor! Yani bir devrimcinin gerçek ve üstün bir devrimci olabilmesi için devrim için savaşırken ölmesi gerekiyor. Ölenlerin arkasından şehitlik mersiyeleri okuyoruz. Bu tavır insanları direnmeye, ”düşmana inat mücadelede bir gün daha fazla yaşama”ya değil, devrim uğrunda ölmeye teşviktir. Devrimci bir tavır değildir bu. Bu dinci şehitlik düşüncesinden uzaklaşmamız gerekir. Biz hayatı, gerektiğinde onun uğrunda ölmeyi de göze alacak kadar sevdiğimiz için devrimciyiz, sosyalistiz, komünistiz. Hiçbir devrimcinin “şehit olma” amacı yoktur. Biz devrim için mücadeleden yanayız. Bu mücadelede ölümler de olabilir, olacaktır. Fakat bu mücadelede ölenlerin, bu mücadele içinde ölmeyenlere göre daha değerli vb. oldukları anlamına gelmez. Bize mümkün olduğunca çok “şehit” değil, mümkün olduğunca çok ve bütün yaşamları boyunca mücadele eden devrimciler gerekli. Mücadelede karşı devrime karşı savaşta ölen, karşı devrimin öldürdüğü her insanımız devrimci mücadele açısından bir kazanç değil kayıptır.
Mücadele biçimlerine marksist–leninist yaklaşım
Mücadele –ve ona bağlı olarak örgütlenme– biçimleri, Dünya Komünist Hareketi’nin tarihinde derinlemesine tartışılmış, bu tartışmalar içinde bugün de komünistlere rehber olan leninist tavır berraklaşmıştır. Lenin “Partizan Savaşı” başlıklı makalesinde şu tespitleri yapar:
“Her Marksist’in, mücadele biçimleri sorununu araştırırken koymak zorunda olduğu temel talepler nelerdir? Birinci olarak Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden, hareketi herhangi bir belirli mücadele biçimine bağlamamasıyla ayrılır. O, en çeşitli mücadele biçimlerini tanır ve bunları ‘kafadan uydurmaz’, bilakis devrimci sınıfların, hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve onlara bilinç unsurunu taşır. Marksizm her türlü soyut formüle, her türlü dogmatik reçeteye kesinlikle düşmandır ve hareketin gelişmesiyle, kitlelerin bilincinin artmasıyla, iktisadi ve siyasi buhranların keskinleşmesiyle birlikte sürekli olarak yeni ve çeşitli savunma ve saldırı yöntemleri ortaya çıkaran kitle mücadelesinin dikkatle incelenmesini talep eder. Bu yüzden Marksizm hiçbir zaman hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm kendini asla yalnızca verili anda mümkün ve mevcut olan mücadele biçimleriyle sınırlamaz, aksine verili dönemde hiç kimsenin bilmediği yeni mücadele biçimlerinin verili toplumsal konjonktürün değişmesiyle ortaya çıkmasını kaçınılmaz addeder. Marksizm bu açıdan, eğer böyle ifade etmek gerekirse, kitle pratiğinden öğrenir ve kitlelere, meclis ‘sistemcilerinin’ keşfettiği mücadele biçimlerini öğretme iddiasından uzaktır. Örneğin Kautsky sosyal devrimin biçimlerini incelerken, ‘gelecek buhranın bizim şimdiden göremediğimiz yeni mücadele biçimleri getireceğini biliyoruz’ diyordu.
İkinci olarak Marksizm, mücadele biçimleri sorununun mutlaka tarihi olarak araştırılmasını talep eder. Bu sorunu, somut tarihi durumun dışında ele almak, diyalektik materyalizmin alfabesini anlamamak demektir. Ekonomik evrimin çeşitli anlarında, çeşitli siyasi, milli-kültürel, sosyal ve diğer şartlara bağlı olarak çeşitli mücadele biçimleri ön plana çıkar, mücadelenin ana biçimleri haline gelir ve buna bağlı olarak ikinci dereceden mücadele biçimlerinde, tali mücadele biçimlerinde de öz değişikliklerine uğrar. Belli bir mücadele aracının uygulanmasını, gelişmesinin verili aşamasında verili hareketin somut durumunu iyice incelemeden, onaylamaya veya onaylamamaya çalışmak, Marksizm’in zeminini tamamen terk etmek demektir.
Bize yol gösterecek olan işte bu iki temel teorik öğretidir. Marksizmin Batı Avrupa’daki tarihi bize, bu söylenenleri doğrulayan sayısız örnekler vermektedir.Şu günlerde Avrupa sosyal-demokrasisi parlamantarizmi ve sendika hareketini esas mücadele biçimleri olarak görmektedir; eskiden ayaklanmayı tanımıştı ve Rus Kadetleri ve Besaglavzi türünden liberal burjuvaların görüşünün aksine, durum değiştiği taktirde gelecekte de tanımaya hazırdır.1870’lerde sosyal-demokrasi, her derde deva sosyal bir ilaç olarak, burjuvaziyi siyasi olmayan yoldan derhal devirme aracı olarak genel grevi reddetmiştir- ama sosyal demokrasi (özelikle 1905 Rus deneyiminden sonra) siyasi kitle grevini belirli şartlar altında gerekli olan bir mücadele biçimi olarak tanımıştır.Sosyal-demokrasi 1840’larda barikat savaşını tanımıştır, ama 19. yüzyılın sonunda beli şartlar yüzünden onu reddetmiştir ve bu son görüşünü düzeltmeye ve K. Kautsky’e göre yeni bir barikat taktiği ortaya çıkaran Moskova deneyiminden sonra barikat savaşını amaca uygun bir şey olarak kabul etmeye tamamen hazır olduğunu açıklamıştır. (“Proleter Devrimin Strateji ve Taktiği, 7. Defter“ V. İ. Lenin, s. 28-30, İnter Yayınları, Temmuz 1992 İstanbul)
Burada mücadele biçimlerine yaklaşımda tavır nettir. Hiçbir mücadele biçimi red edilmez, fakat aynı zamanda hiçbir mücadele biçimi mutlaklaştırılmaz. Hangi mücadele biçiminin yaşanılan anda öne çıktığı, esas olduğu vb. sorusuna sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu somut durumun somut değerlendirilmesi temelinde cevap verilir. Bu yapılırken en önemli olan şey şudur: Mücadele biçimi öncü tarafından belirlenip kitle hareketine dayatılmaya çalışılmaz; ya da daha sık olarak yapıldığı gibi, kitleler adına öncülerin mücadele biçimi “kafadan uydurulup” ona uygun mücadele yürütülmez. Mücadele biçimi “devrimci sınıfların hareketinin seyri içinde” kendiliğinden ortaya çıkar. Bu konuda marksist öncü kitlelerden öğrenir. Kitle hareketi içinde çıkan mücadele biçimlerini “sadece genelleştirir, örgütler ve onlara bilinç unsurunu taşır.”
Devrimin kabarma ve alçalması ile bağıntılı olarak taktik
Mücadele ve onunla bağıntı içinde örgütlenme biçimleri tartışılırken sorunun taktik bir sorun olduğunun kavranması çok önemlidir. Mücadele ve örgüt biçimleri sınıf hareketinin somut durumuna göre belirlenir ve değişir. Bu bağlamda Stalin Rusya’daki devrimin tecrübelerinden yola çıkarak şu tespitleri yapar:
“Taktik, hareketin kabarma ve alçalma, devrimin yükselme ve alçalmasının nispeten kısa dönemi için proletaryanın davranış çizgisini saptamak, eski mücadele ve örgütlenme biçimlerinin ve eski şiarların yerine yenilerini geçirerek, bu biçimleri birbiriyle birleştirerek vb. bu çizginin uygulanması için mücadele etmektir. Strateji, diyelim ki, çarlığa ya da burjuvaziye karşı savaşı kazanma, çarlığa ya da burjuvaziye karşı mücadeleyi sonuna kadar götürmeyi hedef edinmişse taktik daha az önemli hedefleri önüne koyar; çünkü onun hedefi, bir bütün olarak savaşı kazanmak değil, devrimin verili yükselme ya da alçalma dönemindeki somut duruma uygun şu ya da bu muharebeyi, şu ya da bu çarpışmayı, şu ya da bu kampanyayı, şu ya da bu eylemi başarıyla gerçekleştirmektir. Taktik, stratejinin bir parçasıdır, ona bağlıdır ve ona hizmet eder.
Taktik, kabarma mı, yoksa alçalma mı olduğuna göre değişir. Devrimin birinci aşaması boyunca (1903-Şubat 1917) stratejik plân herhangi bir değişikliğe uğramadığı halde, taktik bu süre içinde birçok kez değişti. 1903-1905 döneminde partinin taktiği saldırı taktiği idi, çünkü devrim kabarıyor, hareket yükseliyordu ve taktik bu olgudan yola çıkmak zorundaydı. Buna uygun olarak, mücadele biçimleri de devrimciydi ve devrimin kabarmasının gereklerine uygundu. Yerel siyasi grevler, siyasi gösteriler, siyasi genel grev, Duma boykotu, ayaklanma, devrimci mücadele şiarları –bu dönemde birbirini izleyen mücadele biçimleri işte bunlardı. Mücadele biçimleriyle birlikte örgüt biçimleri de değişmekteydi. Fabrika komiteleri, devrimci köylü komiteleri, grev komiteleri, işçi temsilcileri sovyetleri, az çok açık bir şekilde faaliyet yürüten bir işçi partisi– bu dönemdeki örgüt biçimleri bunlardı.
1907-1912 döneminde parti, geri çekilme taktiğine geçmek zorunda kaldı, çünkü o sıralar devrimci hareket geri çekiliyordu, devrim alçalıyordu ve taktik bu olguyu hesaba katmak zorundaydı. Buna uygun olarak hem mücadele biçimleri hem de örgütlenme biçimleri değişti. Duma’yı boykot yerine – Duma’ya katılma; Duma dışında açık devrimci eylemler yerine – Duma içinde eylemler ve çalışma; siyasi genel grevler yerine – kısmi iktisadi grevler, ya da basbayağı durgunluk, partinin bu dönemde illegaliteye geçmek zorunda olduğu kendiliğinden anlaşılır; devrimci kitle örgütlerinin yerine ise kültür ve eğitim örgütleri, kooperatifler, sigorta kasaları ve diğer legal örgütler geçti.
Devrimin ikinci ve üçüncü aşamaları için de aynı şey söylenmelidir; bu aşamalar boyunca stratejik plânlar değişmeden kaldığı halde, taktik düzinelerce kez değişti.” (“Proleter Devrimin Strateji ve Taktiği, 7. Defter“, Stalin, s. 25-26, İnter Yayınları, Temmuz 1992 İstanbul)
Bu öğreti doğru kavrandığında bir mücadele biçiminin mutlaklaştırılması yanlışı yapılmaz. Ne yazık ki Kuzey Kürdistan/Türkiye devrimci hareketi içinde bu öğretinin doğru kavranılması kural dışıdır. Silahlı mücadelenin –o da kitlelerin silahlı mücadelesi olarak değil, öncünün silahlı mücadelesi olarak– fetişleştirilmesi, mutlaklaştırılması Kuzey Kürdistan/Türkiye devrimci hareketi içinde kural olandır.
Devrimin geri çekildiği, karşı devrimin bütün gücüyle saldırdığı dönemlerde bile geri çekilme taktiği izlenmesinin, önerilmesinin bile kimi zaman “devrim kaçkınlığı”, “korkaklık”, “devrimcilikten uzaklaşma” olarak adlandırılabildiği ülkelerin devrimcileriyiz biz.
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de mücadele biçimlerine yaklaşım
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de kendine marksist-leninist, sosyalist, komünist diyen onlarca örgüt Leninizmin mücadele biçimlerine yaklaşım konusundaki öğretisini kavramamıştır. İçinden geldiğimiz partinin kurucusu İbrahim Kaypakkaya “Silahlı mücadele esas, barışçıl mücadele talidir” şeklinde bir değerlendirmeyi ilke olarak savunuyordu. Bunun geri planında, diğer bir dizi yanlışın yanında, dünyada ve Türkiye’de yürüyen sınıf mücadelelerinin subjektif, yanlış değerlendirmesi yatıyordu. Bu değerlendirme yapıldığı sırada, silahlı mücadele sınıf hareketi içinde ortaya çıkmış bir mücadele biçimi değildi. O dönemde devrimci grupların halk adına yürüttüğü kimi silahlı eylemler vardı. Halk adına öncülerin yürüttüğü silahlı eylemlerdi söz konusu olan. Bu eylemleri yürüten grupların bir bölümü halkın bu eylemler içinde oligarşinin zaafını görüp öncüyü destekleyeceğini savunuyordu. İbrahim Kaypakkaya ise “Şimdi işçi sınıfımızın ve yoksul köylülerimizin büyük çoğunluğu kurtuluşlarının ancak silahlı mücadele ile olacağını kavramış durumdadır” (“Seçme yazılar”, İbrahim Kaypakkaya, s. XXXV, Ocak Yayınları, İstanbul 1979) yanlış değerlendirmesi temelinde Çin’dekine benzer bir halk savaşını başlatmayı önüne görev olarak koyuyordu.
Kendisini revizyonizmin “parlamenter yolla iktidara gelme”, “sosyalizme barışçıl geçiş” çizgisinden ayırma doğru motivasyonu, devrimcileri bir başka yanlışa, silahlı mücadele biçimini devrimcilikle eşitleme yanlışına götürdü. Bunda kuşkusuz o dönemde birçok ülkede var olan ve yükselen antiemperyalist kitle eylemlerinin boyutları, kimi ülkelerdeki devrimci durum da önemli rol oynadı. Öncelikle yüksekokul gençliği içinde kısa sürede devrim beklentileri yaygındı. Böyle bir ortamda mücadele biçimleri konusuna yaklaşımdaki leninist öğreti bilince çıkartılmadı. Kitlesel hareketin kendi içinden çıkan mücadele biçimleri değil, devrim için olması gerektiği düşünülen mücadele biçimleri, silahlı mücadele temel alındı. Sonuç, silahlı mücadelenin kitle mücadelelerinden bağımsız ve kopuk olarak, örgütlü öncülerin silahlı eylemleri biçiminde uygulanması oldu.
Aslında Kuzey Kürdistan/Türkiye devrimci hareketinde 1960’lı yılların sonundan başlayarak gelen şiddet ile onun kullanımının bir biçimi olan silahlı mücadeleyi devrimcilikle eşitleyen yaklaşım ve silahlı mücadeleyi yanlış öncü savaşı olarak pratiğe geçirme sonraki on yıllarda devrimci gruplar, partiler içinde varlığını sürdürdü. Bugün de sürdürüyor.
Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de devrimin öznesi olan sınıfların, işçi sınıfının, yoksul köylülerin, emekçilerin sınıf mücadelelerinde “hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan” bir mücadele biçimi mi silahlı mücadele? Buna Kuzey Kürdistan/Türkiye’de sınıf mücadelesinin gerçek durumunu bilen hiç kimsenin ciddi bir biçimde “evet öyledir” cevabı veremeyeceği açıktır. Bugün işçi emekçi kitlelerin sınıf mücadeleleri çok geri seviyededir. Yürüyen sınıf mücadeleleri esas olarak ekonomik talepler, sınırlı olarak da düzen içi siyasi talepler temelinde yürüyen, esas olarak barışçıl mücadelelerdir. Şiddet genelde egemen sınıflar tarafından yürüyen barışçıl mücadeleleri bastırmak için gündeme getirilmektedir. Sınıf mücadelelerinde ezilenlerin kullandığı şiddet genelde savunmacı ve silahsızdır. Bütün bunlar aslında bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de silahlı mücadele biçimlerinin esas mücadele biçimleri olmadığı anlamına gelir. Fakat örneğin Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH) içinde birleşen gruplar, onun dışındaki DHKP/C ve şimdi kendini HDBH’dan ayıran TKP/ML için bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de esas mücadele biçimi silahlı mücadeledir. Sınıfın buna hazır olmadığı yerde, silahlı mücadelenin esas biçim olarak tespitinin mantıki sonucu, bu mücadeleleri sınıf adına, sınıftan kopuk olarak, yanlış bir “öncü savaşı” mantığı temelinde yürütmektir ve bu yanlıştır.
Faşist devlet/PKK savaşında tavır
Kuzey Kürdistan’da faşist devletin PKK’ye dayattığı bir savaş var. Bu savaşta PKK’nin kendini silahla savunması haklı ve meşrudur. Faşist devlet aslında PKK’ye savaş dışında bir yol bırakmamaktadır. Fakat bu savaş ta, PKK açısından, Kürt halkının büyük çoğunluğu savaşa doğrudan katılmak istemediğinden, bu savaşın bitmesinden yana olduğundan, esasta PKK’nin örgütlü güçleri ile yürüttüğü bir savaş olarak kalmaktadır. PKK’nin ilan ettiği ‘Halk Savaşı’nda halka yaptığı ayaklanma çağrılarının onun en güçlü olduğu alanlarda bile cevapsız kalması bunu açıkça göstermiştir, göstermektedir. PKK gelinen yerde bir yandan kendisinin ateşkesten ve yeniden görüşme masasına dönmekten yana olduğunu açıklamakta; bir yandan da ama gerilla gücü üzerinden, öncelikle de bombalı eylemleri arttırarak kanlı bir savaşa hız vermektedir. Faşist devlet gelinen yerde hiçbir pazarlığa, görüşmeye yanaşmayacağını açıklamakta, PKK’ye karşı barbar saldırılarını yoğunlaştırmaktadır. Gelinen yerde kitlelerin var olan ve fakat anda sesini yükseltemeyen, güçlü kitlesel bir “barış hemen şimdi” hareketine dönüştürülemeyen barış talebine faşist devletin, hükümetin olumlu bir cevap vermeyeceği açıktır. O savaşın sertleşmesinden çıkar ummaktadır ve bulmaktadır. Anda barıştan öcü gibi uzakta durmakta, barış isteyen birçok kurum ve kişiyi “terörist” olmakla, ya da “yardım ve yataklık etmek”le suçlamaktadır.
Böyle bir ortamda ama savaşın bir tarafı olan PKK’nin halkın barış talebine verebileceği bir cevap vardır: Tek taraflı ateşkes ilan etmek; saldırı eylemlerine son verdiğini açıklamak; silahı yalnızca kendilerine yönelen silahlı saldırılara karşı kendini korumak için kullanacağını açıklamak, devleti de ateşkes ilan edip, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de savaşı sonlandırmak için görüşmelere çağırmak. Ve söylediğine de uygun davranmak.
Böyle bir çağrının ve tavrın bugünkü şartlarda faşist Türk devleti, hükümeti tarafından olumlu bir cevap bulması ihtimali yok gibidir. Fakat böyle bir tavır, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de kimin savaştan, kimin barıştan yana olduğunu açıkça gösterir. “Çözüm süreci masasını” devirenlerin kim olduğunu herkesin gözünün içine sokar. Barış hareketinin gelişmesinin, sesini yükseltmesinin, kitlesel bir hareket olarak devleti zorlamasının yolunu açar.
Terör/devrimci terör/bireysel terör/terörizm konusunda Marksizm-Leninizm
Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de, devrimci silahlı mücadele adına yapılan eylemler, yukarıda da açıkladığımız gibi geneli itibarı ile sınıf mücadelesinin andaki durumundan kopuk, devrimci örgütlerin kendi örgütlü insanları üzerinden gerçekleştirdikleri terör eylemleridir. Bunlar üzerinden “intikam alma”, “oligarşinin göğsünü gümbür gümbür dövme”, “egemenlere korku salma” vs. yanında emekçi kitlelerin devrimci ruhunu yükseltme, onları umutlandırma, harekete geçirme amaçlanmaktadır.
Bu aslında yalnızca bizim ülkelerimizde yaşanan bir şey değildir. Ve yeni de değildir. Bu eylem biçimleri konusunda sosyalist/komünist hareketin tarihinde çok daha önceleri derinlemesine tartışılmış ve doğru görüşler ortaya konmuştur. Bu konuda Rusya’daki devrimin gelişmesi içinde yaşananlar ve yürüyen tartışmalar belirleyicidir.
Narodnikler
- yüzyılın sonlarında Rusya’da devrimci hareket içinde, Narodnikler (Halkçılar) egemendi. Halkçılar, Rusya’da işçi sınıfının esas devrimci sınıf olmadığını, devrimci sınıfın köylüler olduğunu savunuyorlardı. Halkçılar, Çarlığa karşı köylü devrimi üzerinden Rusya’nın sosyalizme varacağını düşünüyorlardı. Grup sınıfsal olarak esasta küçük-burjuva entelektüellerden oluşuyordu. Halkçılar, başlangıçta köylüleri Çarlık hükümetine karşı örgütleyip, ayaklandırmaya çalıştılar. Bu amaçla genç devrimci aydınlar köylü kılığına girerek köylere gittiler. Köylüler ise halkçıları korumadı, desteklemedi. Halkçıların büyük çoğunluğu Çarlık polisi tarafından tutuklandı.
Halkçılar, Rusya’da 1879‘da “Toprak ve Özgürlük” partisini kurdular. Mücadele biçimi olarak, köylü yığınlarını sarsarak ayaklandıracağını umdukları bireysel terör eylemlerini benimsemişlerdi. Halkçıların, illegal örgütü “Halkın İradesi” idi. Bu örgütün üyeleri 1 Mart 1881’de başarılı bir suikastle Çar II. Aleksander’i öldürdüler. Karşı devrimin en önde gelen temsilcilerinden birinin öldürülmesi bile Narodnikler açısından beklenen sonucu, köylülerin Çarlığa karşı ayaklanmasını beraberinde getirmedi. Rusya’da şu ya da bu bakanın, hatta Çar’ın öldürülmesi, Çarlığa karşı eylem olarak sağda solda patlatılan bombalar devrimi ilerletmiyordu. Lenin’in o yıllarda idolü olan ağabeyi Aleksander, Narodniklerin etkin bir üyesi idi ve öncünün silahlı eylemlerini temel politik araç sayıyordu. 1887 yılında, Çar’a suikast gerekçesiyle asıldı. Aleksander’in asılması Lenin’i oldukça etkiledi. O devrimci enerjinin, gücün nasıl çarçur edildiğini Narodniklerin yanlış taktiği somutunda gördü. Halkçıların bir bölümü de daha sonra kendi mücadele çizgilerinin yanlışlığını görerek marksistlerin safına geçtiler. Bunlardan biri Vera Zasuliçtir. Vera Sazuliç Narodniklerin safında savaşırken Petersburg Valisi Trepov’u başarılı bir suikast eyleminde öldüren devrimcidir. Vera Zasuliç, bu eylemlerle halkın devrime katılmasını beklemenin yanlış olduğunu görerek Rusya’da ilk marksist örgüt olan Emeğin Kurtuluşu’nun kuruluş çalışmalarına; daha sonra da RSDİP’e katıldı.
“Narodniklerin çarlığa karşı seçtiği, tek tek suikastlerle, bireysel terörle mücadele yolu yanlıştı ve devrime zararlıydı. Bireysel terör politikası, Narodniklerin yanlış, aktif “kahramanlar” ve “kahramanlar”dan olağanüstü yiğitlikler bekleyen pasif “sürü” teorisine dayanıyordu. Bu yanlış teori, tarihi olağanüstü bireylerin yarattığını; kitlenin, halkın, sınıfın, –Narodnik yazarların horlayıcı deyişiyle– “sürü”nün ise bilinçli örgütlü eylem yeteneğinde olmadığını savunuyordu. “Sürü” olarak görülen halka biçilen rol “kahramanlar”ı korumak ve izlemekti. 1875’den itibaren Narodnikler, köylüler arasında ve işçi sınıfı içinde devrimci kitle çalışmasını bütünüyle bir yana bırakarak,tümüyle bireysel teröre yöneldiler.” (“Eserler cilt XV”, Stalin, s. 25, İnter Yayınları, Aralık 1990 İstanbul)
Narodnikler, 1890’lara gelindiğinde, kapitalizmin ve işçi hareketinin gelişimiyle hızla dağılarak, küçük-burjuvazinin temsilcileri durumuna geldiler. 1890’da Halkçılar gerçek bir halk devrimine olan inançlarını yitirdiler; giderek küçük-burjuvazinin sözcüsü ve ideoloğu oldular. Halkçıların bir bölümü sosyalizme, bir bölümü burjuva liberalizminin saflarına geçti. Halkçıların bir bölümü de Sosyal Devrimciler partisine katıldı. Sosyal Devrimcilerin sağ kanadı Ekim Devrimi’nde karşı devrimin safına geçti. Sosyal Devrimcilerin sol kanadı yedi ay bolşeviklerle birlikte yürüdü. Onlar daha sonra, Sovyet iktidarı büyük köylülere ve kırsal burjuvaziye karşı harekete geçtiğinde, karşı devrim tarafına, beyaz generallerin ve emperyalist müdahalenin tarafına geçerek açık karşıdevrimci bir örgüt durumuna geldiler. Bolşeviklere karşı savaştılar. Lenin’e suikast yaptılar.
Rusya’da marksistlerin ve Lenin’in Narodnizme karşı mücadelesi
Rusya’da Halkçıların bireysel terörü devrimci çalışmanın biricik biçimi haline getirmesine karşı marksistler kararlı bir ideolojik mücadele yürüttüler. Rusya’da ilk marksist grup Plehanov’un İsviçre’de kurduğu Emeğin Kurtuluşu grubudur. 1883’ten itibaren RSDİP kurulana kadar (1898) Halkçılara karşı ideolojik mücadeleyi öncelikle Plehanov yürüttü. Rusya’da Marksizmin hakim hale gelmesinde Halkçılara karşı yürütülen mücadele belirleyici önemdedir. RSDİP kurulduktan sonra Lenin ve Stalin de birçok yazılarında terör ve terörizm üzerine tavır takınmıştır.
Lenin terör ve terörizm konusunda başlangıçta Sosyal-Devrimcilerin bireysel terör eylemlerinden ve onların bireysel terör eylemlerini sistem haline getirip yüceltmesinden yola çıkarak tavır takındı. Lenin, Rusya’da devrimin içinde bulunduğu dönemde Sosyal Devrimcilerin ilke edindiği bireysel terör eylemlerini, esasta devrimin gerçek görevlerinden saptıran, devrimci enerjiyi çarçur eden bir savaş yöntemi olarak değerlendirdi. Devamla Lenin, bireysel terör eylemlerini, “Merkezi bir örgütün yokluğu ve yerel örgütlerin güçsüzlüğü şartlarında”, “zamansız ve elverişsiz bir savaş aracı” olarak, devletle devrimci bireylerin “düellosu”, “devrimci maceracılık” olarak değerlendirdi ve reddetti. Bu sapmaya karşı mücadeleyi önemli bir mücadele görevi olarak kavradı. Fakat o bu tipte terör ve terörizme karşı çıkarken, marksistlerin genel olarak terörü red etmediklerini vurgulamayı da unutmadı ve marksistlerin hangi terörden yana olduklarını da olumlu olarak ortaya koydu.
“Ne Yapmalı?”
Lenin görüşlerini en genel biçimiyle “Ne Yapmalı” eserinin önsözü olarak da yayınlanan “Nereden Başlamalı?” (Mayıs 1901) başlıklı makalesinde şöyle formüle eder:
“İlkesel olarak terörü hiç bir zaman reddetmedik ve reddedemeyiz. Terör, çarpışmanın belli bir anında, askeri güçlerin içinde bulunduğu belli bir durumda ve belirli koşullar altında kesinlikle işe yarar ve hatta zorunlu savaş yöntemlerinden biridir. Fakat meselenin özü, bugün terörün, savaşın bir ordunun tüm savaş sistemiyle sımsıkı bağlı ve koordineli operasyonlarından biri olarak değil, kendi başına ve herhangi bir ordudan bağımsız bir münferit saldırı aracı olarak ön plâna çıkarılmasıdır. Evet, merkezi bir örgütün yokluğu ve yerel devrimci örgütlerin güçsüzlüğü koşullarında zaten terör de bundan başka bir şey olamaz. Tam da bu nedenle biz kararlılıkla, bugünkü koşullar altında böyle bir savaş aracının zamansız ve elverişsiz olduğunu, en aktif savaşçıları, hareketin bütününün çıkarları için en önemli, gerçek görevlerinden saptırdığını ve hükümet güçlerini değil, devrim güçlerini parçaladığını açıklıyoruz.(abç) Son olaylar anımsansın: kent işçilerinin ve kentlerin ‘aşağı halk’ının geniş kitlelerinin mücadele isteğiyle nasıl yanıp tutuştuğunu görüyoruz, fakat devrimcilerin bir yöneticiler ve örgütçüler kurmayına sahip olmadıkları görülüyor. Bu koşullar altında en enerjik devrimcilerin teröre yönelmeleri, ciddi umutlar besleyebileceğimiz biricik ordunun güçsüzleşmesi tehlikesini içinde barındırmıyor mu? Bu, devrimci örgütlerle, güçsüzlükleri tam da dağınıklıklarında yatan hoşnutsuzlar, muhalifler ve mücadele etmek isteyenler kitlesi arasındaki bağın kopması tehlikesini yaratmıyor mu? Oysa başarımızın tek güvencesi bu bağda yatıyor. Yapılan tek tek kahramanca eylemlerin bütün önemini reddetme düşüncesinden çok uzağız, fakat terör sarhoşluğuna kapılmaya, bugün pek çok devrimcinin meyilli olduğu, onu en önemli ve en temel mücadele aracı olarak kabul etmeye karşı uyarıda bulunmak bizim görevimizdir. Terör hiçbir zaman olağan bir savaş yöntemi olamaz: En iyi halde terör, sadece tayin edici taarruz yöntemlerinden biri olarak uygundur. (abç) İçinde bulunduğumuz durumda böyle bir taarruz çağrısı yapabilecek durumda mıyız? Belli ki ‘Raboçeye Dyelo’ bu soruya olumlu yanıt veriyor. En azından şu çağrıyı yapıyor: ‘Taarruz kolları oluşturun!’ Fakat burada da gayretkeşliği aklından ağır basıyor. Askeri güçlerimizin esas kütlesi gönüllülerle isyancılardır. Daimi ordu olarak sadece bazı küçük birliklere sahibiz ve bunlar da seferberlik halinde değiller, birbirleriyle bağlantı halinde değiller, bırakın taarruz kolları oluşturmayı, herhangi bir askeri kol oluşturmak için bile eğitilmiş değiller. Mücadelemizin genel koşullarını, bunları tarihsel olayların her ‘dönüm noktası’nda unutmadan görebilecek durumda olan herkes için, bugün şiarımızın ‘Haydi taarruza!’ değil, ‘Düşman kalesinin kurala uygun şekilde kuşatılması’ olabileceği açıktır. Başka kelimelerle: Partimizin dolaysız görevi, bütün mevcut güçleri şimdi bir taarruza çağırmak olamaz; daha çok, bütün güçleri birleştirebilecek ve hareketi sadece sözde değil gerçekte yönetecek, yani tayin edici savaş için işe yarar askeri güçleri çoğaltmak ve güçlendirmek amacıyla yararlanılması gereken bütün protestoları ve devrimci patlamaları desteklemeye daima hazır olacak bir devrimci örgütün yaratılması çağrısı olmalıdır.” (“Seçme Eserler, cilt 2”, Lenin, s. 29-30, İnter Yayınları, Kasım 1993 İstanbul)
Terör konusunda Lenin’in takındığı tavır temel alınmalıdır.
10.12.2016