KöZ Gazetesi’nin internet sitesinde 5 Mayıs 2020 tarihinde, “THKO’nun Kopuşuna Bir Tek Biz Sahip Çıkıyoruz” başlıklı bir yazı yayınlandı. Bu yazıda kimi konularda İbrahim, Mahir ve Deniz aynılaştırılmakta ve aralarındaki belirleyici önemdeki farklar silinmektedir. “Kemalizm’den kopuş konusunda THKO ile TKP-ML arasında bir fark yoktur” tespiti yapılmaktadır! “KöZ”ün bu yazısında 1971-1972 kopuşu bağlamında doğru tespitlerle ile yanlış değerlendirmeler yan yana durmaktadır. 1970’li yıllar değerlendirilirken dönemin koşulları bütünlük içerisinde ele alınmamaktadır. “KöZ”ün somut iddialarına cevap vermeden önce 1970’li yıllardaki durumu kısaca anımsamakta fayda var.
Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi yıllar önce 1970’li yılları ve İbrahim Kaypakkaya’yı şöyle değerlendirdi:
“1968 etkisini tabii ki Kuzey Kürdistan-Türkiye’de de gösterdi.
En başta etkilenen, toplumun en hareketli, yeniye en açık olan kesimi, gençlik oldu.
Başını yükseköğrenim gençliğinin çektiği kitle gösterileri 1968 sonları, 1969 başlarında Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin gündemine damgasını vurmaya başladı. Bu gösteriler Kuzey Kürdistan-Türkiye’de öncelikle Amerikan emperyalizminin varlığına yönelen anti-emperyalist gösterilerdi.
Amerikan 6. Filosunun İstanbul-İzmir limanlarına her gelişi büyük anti-emperyalist gösterilerle karşılanıyor, on binler “Yankee Go Home!”, “6. Filo Defol!” şiarları altında birleşiyordu. O dönemde Demirel Amerikan Morrison firmasının Türkiye temsilciliğinden gelen başbakandı ve “Morrison Süleyman, yolculuk ne zaman?” şiarı ile kitle gösterilerinin baş hedeflerinden biri idi. Hâkim sınıfların “konukları” ABD denizcilerine karaya ayak bastırılmıyor, yer yer çatışmalar oluyor, yükselen devrimci mücadele ilk şehitlerini (Vedat Demircioğlu) veriyordu.
Devrimci mücadelenin boyutlarının yükselmesi, karşı devrimi de “demokrasi” maskesini giderek bir kenara koymaya itiyor, anti-emperyalist kitle gösterilerinin üzerine devlet denetim ve gözetiminde kitlesel saldırılar düzenleniyor, devrim şehitlerine yenileri ekleniyordu. (Kanlı Pazar, Şubat 1969)
Devrimci şiddet sorunu bu gelişmeler karşısında kendini en acil sorun olarak devrimcilere getirip dayatıyor ve en önemli ayrım çizgisi hâline geliyordu.
Kendiliğinden mücadelenin hızla yükseldiği şartlarda, legalliğini korumak kendisi için her şey hâline gelen ve parlamenter yolla iktidara gelmeyi düşleyen Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) revizyonist yöneticileri uslu durulmasını, kurallara, yasalara uyulmasını öneriyor ve bu tavırları ile özellikle gençlik içinde tecrit oluyorlardı.
Gençlik hareketi ağırlıklı olarak “sosyalizm” adına hareket etmesine karşın, içinde bir sürü anti-marksist düşünce kol geziyordu. Faşist devletin temel kurumu olan ordu anti-emperyalist ve ilerici görülüyor; “Ordu-Gençlik Elele!” şiarları ile darbecilik körükleniyor. “Halk-Ordu-Gençlik Devrim Yapacak, Bize Amerika, Bize Amerika Selam Duracak!” marşları söyleniyordu. Darbeci revizyonistlerin yaydığı ve o günkü gençlik hareketi içinde egemen olan görüşe göre, “anti-emperyalist geleneğe” sahip olduğu palavraları atılan Türk ordusu “Amerikancı Demirel Hükümeti”ni bir “ihtilal”le devirecek, yerine “Asker-Sivil Aydın Zümre”nin temsilcilerinden oluşan bir yönetim kurulacaktı.
O dönemde “sol” içinde egemen olan Kemalizm hayranlığı idi.
Kemalizm, o günkü hareket içinde egemen olan düşünceye göre “anti-emperyalizm”di, devrimcilik(!)ti. Bütün kötülükler Kemalizm’den uzaklaşıldığı için ortaya çıkmıştı! Kürdistan sorununun bu dönemde adı bile edilmiyordu. Türk hâkim sınıflarının “Türk/Kürt yoktur, hepimiz Türküz” safsataları, kendine sosyalist ve devrimci diyen hareket içinde de egemendi. Bu dönemde bırakalım Kürt ulusunun varlığı ve ayrılma hakkının kayıtsız koşulsuz savunulmasını, en iyi hâlde ekonomik yatırımlarla çözülecek bir “geri kalmış” Doğu-Güney Doğu Anadolu sorunundan söz edilmesi “ilericilik”, “sosyalistlik” sayılıyordu.
Kendilerine sosyalist ve devrimci de diyen kemalist darbeciler, darbe ortamı yaratmak için gençliğin anti-emperyalist eylemlerini ve ezilen, sömürülen kitlelerin sınıf mücadelelerini bir kaldıraç olarak kullanmak istiyordu. Bunlar bu yüzden gençlik hareketinin önderlerinin sırtını sıvazlıyordu. TİP’in pasifist, legalist, parlamentarist revizyonizmine karşı tepki, darbeciliğe duyulan sempatiye dönüştürülmeye çalışılıyordu.
TİP’in pasifizmine duyulan tepki, gençlik önderlerinin bir kesimini aktif eylem adına fokoculuğa, öncü savaş teorilerine yaklaştırıyor; Filistin’de süren gerilla savaşının çekiciliği artıyor; Marighella, Guevara, Debray’ın gerilla savaşı üzerine yazıları bu kesimin dikkat ve sempatisini topluyor; bu kesim daha sonra THKO ve THKP/C’de örgütsel olarak cisimleşen akımlara evrimleniyordu.
Aynı dönemde kendini gerek TİP’ten, gerekse diğer gruplardan en azından sözde ayıran Proleter Devrimci Aydınlık (PDA), Çin’de Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne ve Mao Zedung’a sahip çıkar görünüyor, Türkiye’de Çin’deki biçimi ile halk savaşı yolunun propagandasını ucundan kıyısından yapmaya çalışıyordu.
Sonradan TKP-ML’yi kuracak olan İbrahim Kaypakkaya yoldaş da 1960’lı yılların sonlarında, kendini lafta da olsa “Mao Zedung Düşüncesi”ni savunma, uluslararası komünist hareketin bölünmesinde uluslararası planda marksist-leninist yanda saf tutma noktasında diğerlerinden ayıran PDA çevresinde çalışıyordu.
Gençlik içinde TİP’in pasifizmine karşı olan gruplar etkinliğini sürdürürken, işçi sınıfı içinde önemli ölçüde TİP’in kontrolünde olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) etkinliği vardı. Ve bu etkinlik giderek artmakta idi. Gençlik hareketinin çeşitli kesimleri işçi sınıfı ve diğer ezilen emekçi sınıflar ile bağlar kurmaya çalıştı. Bunda belli başarılar da elde edildi. Fakat yine de özellikle sendikal alanda TİP’in ve onun önemli ölçüde denetiminde olan DİSK’in etkinliği kırılmadı.” (“Türkiye Komünist Hareketinde Dönüm Noktası İbrahim Kaypakkaya, Kazanımları ve Hataları”, H. Yeşil, s.24-27, Dönüşüm Yayınları, Mayıs 2019, İst.)
Yıllar önce yapılmış bugün de geçerliliğini koruyan bu marksist-leninist çözümlemeleri hatırlattıktan sonra şimdi “KöZ”ün bugün yazdıklarına bakalım:
“KöZ”, “ideolojik ve pratik düzlemde THKO’nun Kemalizm’den kopamadığı”nın açık olduğunu söyledikten sonra “amaaa”lara başlıyor ve şöyle diyor: “Şu ya da bu akımın sınıf mücadelesinde nerede bulunduğunu belirleyen asıl ölçüt onun eylemli pratiğidir. İktidarı ele geçirmek için Türk Ordusu’na karşı savaşacak bir ordu kurmaya soyunanların, bu savaşı bizzat yürütenlerin kemalist olarak tanımlanması abestir. THKO eylemlerinin muhtevası kemalist değildir; silahlı mücadeleyle siyasi iktidarı alaşağı etmektir. Bununla birlikte, programatik çizgilerinin kemalist ideolojiden kurtulamamasının yarattığı siyasal zaaflar THKO’nun parlamentarizmden ve darbeci reformizmden kopuşlarının önemini de azaltmamaktadır.”
Görüldüğü gibi “KöZ”, THKO’nun Kemalizm’den kopmadığının açık olduğunu söyledikten sonra, bir örgütün sınıf mücadelesinde belirleyici ölçütünün “eylemli pratik” olduğunu iddia ediyor! Böylece Lenin’in “Ne Yapmalı?”da söylediği “Devrimci teori olmadan, devrimci hareket de olamaz” önermesini de reddediyor. Teori ile pratik arasında kopmaz bir bağ vardır. İkisi birbirine bağlıdır. Yolu marksist-leninist teori ile aydınlatılmayan/aydınlatılamayan bir “pratik” kör bir pratiktir. Komünistlerin pratiğine yol gösteren, ışık tutan marksist-leninist teoridir. Bu teorik temel olmadan doğru pratik olmaz.
“KöZ”, Deniz ve arkadaşlarının öğretilerinin içeriğini boşaltıyor, başka anlamlar yüklüyor. Deniz ve arkadaşlarının pratiği savundukları teoriye uygundur. Nedir bu teori? THKO’ya göre: Türkiye, emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı’nı vermiş ve emperyalizmi yenilgiye uğratmıştır! Demokrat Parti ve onun temsil ettiği sermaye çevreleri, Mustafa Kemal Türkiye’sinde ve Kurtuluş Savaşı’nın ordusuna karşıdır! Hedef Milli Demokratik Devrim’dir! Milli Demokratik Devrim’in hedefi Mustafa Kemal’i yok edici, ortadan kaldırıcı bir düzen kuran, karşı devrimci, gerici ittifaka karşı yapılmış olan 27 Mayıs darbesinin ve 1961 Anayasa’sının bir devamı ve tamamlayıcısıdır! Türkiye’de 1923-1939 yılları arasında hiçbir yabancı devlete imtiyaz verilmemiştir! 1939 yılından sonra Türkiye, tekrar emperyalist ülkelere avuç açmış ve 1945’te ise kapılarını açmaya başlamıştır! 1945 yılından itibaren Türkiye Amerikan dolarlarının cirit attığı bir pazar durumuna gelmiştir! (Bkz. “THKO Davası”, Derleyen Halit Çelenk, s.317-460, 68’liler Yayınları, Mayıs 2008, İstanbul)
THKO’nun teorisine göre; 1945’ten itibaren emperyalizme bağımlı hâle gelen Türkiye’de, 1960 darbesi karşı devrimci ve gerici ittifaklara karşı yapılmıştır! THKO’nun yürüttüğü mücadele anti-emperyalist mücadeledir. Emperyalizmden anladıkları öncelikle ABD emperyalizmidir. Türkiye’nin bağımsızlığı için ABD emperyalizmine karşı halk savaşı verilmeli, ABD’nin kuklası Morrison Süleyman hükümeti devrilmelidir. Türkiye’de yapılacak devrim, aynı zamanda 27 Mayıs “Devrimi”nin devamı olacaktır!
İbrahim Kaypakkaya ve Kemalizm
Deniz ve arkadaşları gerçekte “yolundan sapılmış” olduğunu iddia ettikleri “tam bağımsızlıkçı Mustafa Kemal”in ve kendi yorumladıkları biçimiyle “Sol” bir Kemalizm’in savunuculuğunu yapıyorlardı. O dönemde “Sol” içinde egemen olan Kemalizm hayranlığı idi. Kemalizm, o günkü hareket içinde egemen olan düşünceye göre “anti-emperyalizm”di, “devrimcilik”ti! Bütün kötülükler güya Kemalizm’den uzaklaşıldığı için ortaya çıkmıştı. Deniz Gezmiş mahkeme savunmasında “Bu memlekette Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. …onun istiklali tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz” derken, İbrahim ise; “Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür” tespitini yapıyordu.
Mahir’in Kemalizm savunuculuğundan kopmadığı olgu tespitidir. Ancak İbrahim’in Kemalizm’den ideolojik olarak kopmadığını söylemek boş bir iddiadır. Ancak “KöZ” iddia ediyor, fakat bu iddiasını ispatlama çabasında saçmalıyor. “KöZ”ün iddiası şu: İbrahim Kurtuluş Savaşı demiş! Kurtuluş Savaşı’nın 1919’da başladığını söylemesi “Kemalizm’den ideolojik olarak” kopmamakmış!!! Olgu olarak 1919’da başlayan Ekim 1922’ye kadar süren bir savaş var. Bu savaşa ne ad verileceğinden daha önemli olan savaşın niteliği ve hangi sınıfların bu savaşa önderlik ettiği sorunudur. Lenin’de Mustafa Kemal’in yürüttüğü savaşın Kurtuluş Savaşı olduğunu söylüyor. Aralov şöyle yazıyor:
“Türkler, ulusal kurtuluşları için savaşıyorlar. Bunun için Merkez Komitesi, askerlik işlerini bilen birisi olarak sizi oraya gönderiyor. Emperyalistler Türkiye’yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar…” (…) “Mustafa Kemal Paşa, doğal ki sosyalist değildir, diyordu Lenin. Ama görülüyor ki, iyi bir teşkilatçı.” (…) “Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir Kurtuluş Savaşı (abç) yapıyor.” (“Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları”, S. İ. Aralov, s.28-29, Birey ve Toplum Yayınları, İkinci Baskı, Ağustos 1985, Ankara)
“KöZ”ün mantığı ile soruna yaklaşırsak Lenin’inde ideolojik olarak Kemalizm’den kopmadığını söylemek zorunda kalırız! “Köz”cüler ya ne dediklerinin farkında değildir ya da bilinçli olarak çarpıtma yapmaktadır.
Peki, nedir 1919’da başlayan savaş? Osmanlı İmparatorluğu, Alman İmparatorluğu yanında Birinci Dünya Savaşı’na girdi ve savaştan yenilgi ile çıktı. 30 Ekim 1918’de, Birinci Dünya Savaşı galipleri ile Osmanlı devleti arasında Mondros Mütarekesi imzalandı. Bu Mütareke, Osmanlı devleti açısından son derece ağır koşullar içeren 24 maddeden oluşuyordu.
“Mondros mütarekesinden iki hafta sonra, 13 Kasım 1918’de bir karma İtilaf devletleri donanması İstanbul’u işgal etti. İngiliz Amirali Calthorpe İngiliz yüksek komiserliğine atandı. Birkaç gün sonra İtilaf devletleri arasında yapılan bir işbölümü uyarınca şehrin Avrupa yakası Fransız kuvvetlerinin sorumluluğuna verildi. Fransa Musul üzerindeki ‘haklarından’ petrol işletme gelirlerinin %25’i karşılığında İngiltere lehine vazgeçti. Buna karşı Toros tünelleri ve Adana yöresi Fransız askerleri tarafından işgal edildi. Bu işgal daha sonra Maraş, Antep ve Urfa’ya genişletildi. İstanbul’da Beyoğlu’yla Boğazın Rumeli yakasını denetimleri altında tutan İngilizler Çanakkale, Eskişehir, Kütahya, Afyon, Samsun, Merzifon ve Erzurum’a sayıca küçük kuvvetler gönderdiler. İstanbul’un Anadolu yakası İtalyanlar tarafından denetleniyordu. İtalyanlar ayrıca Kuşadası, Bodrum, Marmaris, Fethiye, Antalya, Burdur ve Konya’yı da işgalleri altına aldılar.
15 Mayıs 1919’da, savaş galipleri içinde yer alan Yunanistan askerleri, Antant devletleriyle yapılan anlaşmalara uygun olarak İzmir’e çıktılar.
“Kurtuluş Savaşı”nın öngünlerinde durum kısaca böyleydi.” (Bkz. “Kemalist Devrim”, H. Yeşil, s.206, Dönüşüm Yayınları, Eylül 2000, İstanbul)
Mondros Mütarekesi’nde Osmanlı ordusunun silahsızlandırılması da öngörülüyordu. Mustafa Kemal bu mütarekenin şartlarının yerine getirilip getirilmediğini kontrol etme görevi ile Anadolu’ya müfettiş olarak gönderildi.19 Mayıs 1919 da Samsun’a ayak bastığında, Anadolu’nun birçok yöresinde galip emperyalist devletlerin işgaline karşı direniş başlamıştı.
Osmanlı ordusunun yüksek dereceli subayları olan Mustafa Kemal ve arkadaşları, Anadolu’da işgale karşı gelişen tepkileri de göz önünde bulundurarak işgale karşı bir mücadeleyi örgütleme yoluna gittiler.
Onlar işgale-sömürgeleştirilmeye karşıydılar. Daha savaş bitmeden emperyalistlerle anlaşmalar imzaladılar.
Kurtuluş Savaşı’nın güdük anti-emperyalist bir niteliği vardı. İbrahim’de bu tespiti yaptı. Savaş ertesinde Sevr Anlaşması uygulanamadı. Savaş ertesinde, Osmanlı devletinin bakiyesi üzerinde kurulan yeni T.C. devleti sömürge olmaktan kurtuldu, ama yarı-sömürge yapı korundu. 1919’da Anadolu topraklarında tam işgale karşı yürütülen savaş bir Kurtuluş Savaşı idi.
1960’lı yıllarda Kemalizm devrimci hareket içerisinde yoğun bir şekilde savunuluyordu. Deniz ve arkadaşları da İbrahim de 1968’de Samsun’dan Ankara’ya “Tam Bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal yürüyüşü” yapıyorlardı. Kemalizm, ilerici, devrimci olarak görülüyordu! THKO kurulduktan sonra da Deniz’ler yürütecekleri mücadele ile Kemalist Devrimi tekrar ayakları üzerine dikeceklerini savunmayı sürdürdüler. İbrahim ise gelişmesi içinde Kemalizm’den köklü olarak koptu. Kemalizm’in esas yanının askeri faşist diktatörlük olduğunu, işçilere-köylülere düşman olduğunu savundu. İbrahim, Kemalizm’in faşizm olduğunu, kemalist diktatörlüğün demokratik halk devrimi ile yıkılması gerektiğini dosta düşmana haykırıyordu. İbrahim, yıkılacak kemalist diktatörlük yerine demokratik halk diktatörlüğünün kurulması gerektiğini ve nihai hedefin komünizm olduğunu açık-seçik ortaya koyuyordu. Bu anlamda Kemalizm konusunda İbrahim ve THKO arasında nitel bir farkın olduğu açıkça ortadadır.
İbrahim, 1972’de Kemal’in bütün sol tarafından öne çıkarılan “istiklali tam” ilkesinin, gerçekte güdük bir anti-emperyalizm olduğunu ortaya koydu. İbrahim, Kemalizm’in Türkiye’nin değişik ulus ve milliyetlerden işçi sınıfı ve köylüleri açısından esas olan, onun karşı devrimci olan, faşist olan yanını vurguladı. İbrahim, kemalist diktatörlüğü yıkma, işçilerin-köylülerin devrimci-demokratik diktatörlüğünü kurma siyaseti gereklidir dedi. Kemalizm’e karşı marksist-leninist tavır budur.
İbrahim ve Ulusal Sorun
“KöZ” diyor ki; “Dahası Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Kürt meselesi hakkında söyledikleri Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’larda yazdıklarından daha ileri değildir. Hâlbuki Kaypakkaya ile Kıvılcımlı’yı aynı kategoride ele almak devrimci siyasetin ne olduğuna dair hiçbir fikre sahip olmamak anlamına gelir.”
Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürt sorunu ile ilgili yazdığı broşür “Yedek Güç: Milliyet (Doğu)” başlığı altında Yol Dizisi’nin 8. broşürüdür. Bu broşür, Yol Yayınları tarafından 1978’de yayımlandı. Hikmet Kıvılcımlı, Yol Dizisi’ni 1929-1933 yılları arasında Elâzığ Hapishanesi’nde yazdı. Yazdığı bu broşürü TKP Merkez Komitesi’ne sundu. TKP Merkez Komitesi’ne sunulan Yol Dizisi çalışmaları yazıldıktan 45 yıl, Hükmet Kıvılcımlı’nın yaşamını yitirmesinden 7 yıl sonra yayımlandı. İbrahim Kaypakkaya, Kürt ulusal sorunu hakkında yazdığında, devrimci kamuoyu henüz Hükmet Kıvılcımlı’nın Kürt sorunu konusunda görüşlerinin ne olduğunu bilmiyordu. İbrahim’in Kürt sorunu konusunda yazdıklarının Hikmet Kıvılcımlı’dan “daha ileri” olup olmadığına kısaca bir göz atalım.
Hikmet Kıvılcımlı, “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Doğu)” adlı broşüründe, Kürdistan’ı sömürge olarak değerlendirmektedir. “Şark vilayetlerinin asıl adı Kürdistan’dır” demektedir. “Kürt deyince, yalnız Türkiye sınırları içinde bulunanlar hatırlanmamalı, Batı İran’da, Kuzey Irak’ta ve Suriye’de de Kürtler mevcuttur.” demektedir. Broşürde, millet kavramı yerine milliyet kavramı kullanılmaktadır. Bu kavramın yanlış yazıldığını düşünüyoruz. Çünkü broşür içerisinde millet olmanın dört özelliği de anlatılıyor. Broşürde, kaçakçılık, lehçeler arasındaki farklılık, Kürtlerin yaşam tarzları vb. anlatılıyor. Kürt sorunu ile ilgili anlatılanlar bu kadardır.
1930’larda Kürdistan’ın bir sömürge olarak değerlendirilmesi, Kürtlerin bir ulus olduğunun savunulması, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Kürdistan olarak nitelendirilmesi, Kürtlerin sadece Türkiye’de değil, İran, Irak ve Suriye’de yaşadıklarını söylemesi doğrudur. Ancak Hikmet Kıvılcımlı, Kürdistan’ı sömürge olarak değerlendirmesine rağmen Kürdistan sorununu belirleyen, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması sürecine yer vermemiştir. Ağrı, Şeyh Sait isyanlarını da “gerici bir hareket” olarak değerlendirmiştir.
“İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Doğu)” adlı broşürde; emperyalizm kavramı çok sık kullanılmaktadır. Kürtlerin bir bölümünün emperyalizmle iş birliği içerisine girdiği anlatılmaktadır. Fakat Kürdistan’ın İngiliz, Fransız emperyalistleri, İran gericileri ve kemalist T.C.’nin anlaşarak bölünmüş olmasından söz edilmemektedir. Kürt ulusunun ayrılık hakkından ise hiç söz yoktur. Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürdistan’ın sömürge olduğunu söylemesi önemlidir ancak daha sonra bu düşünceleri savunmamıştır. Hikmet Kıvılcımlı 1971’de yaşamını yitirmiştir. Söz konusu broşür ölümünden yedi yıl sonra yayınlanmıştır. Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürt sorunu konusundaki görüşleri kısaca böyledir. Kürt sorunu konusunda İbrahim’in Hükmet Kıvılcımlı’dan daha ileri olmadığını söyleyen “KöZ” yanılıyor.
İbrahim, ulusal sorunda marksist-leninist teoriyi özümseyen ve bu teoriyi Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin somutuyla ustaca birleştiren komünisttir. İbrahim, büyük Türk şovenisti düşüncelerin, devrimcilik ve evet komünistlik adına pervasızca savunulduğu bir dönemde, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de ulusal sorunu marksist-leninist tarzda ele alıp, Kürt ulusunun varlığını ve ayrılma hakkını açık seçik savunan, çözüm yollarını, uygulanacak temel politikaları ortaya koyandır. İbrahim, ulusal sorunda Şafak revizyonizminin şoven milliyetçi yüzünü teşhir ederken PKK henüz ortada yoktu! İbrahim, “Kürt ulusunun ayrılma hakkı”nı kayıtsız koşulsuz savunurken, Kuzey Kürdistan-Türkiye ‘Sol’u henüz “Doğu Anadolu, Güney Doğu Anadolu sorunu”nu tartışma aşamasında idi! İbrahim, ayrılma-ayrı devlet kurma hakkını savunurken, Şafak revizyonistleri “bölücü”lerin hâkim sınıflar olduğunun ispat çabası içinde idi. İbrahim, ulusal sorunda, Türkiye ‘Sol’unda hâkim olan şovenizm aysbergine ilk darbeyi vuran komünisttir. İbrahim’in düşünceleri bunlar olmasına rağmen, “KöZ”ün İbrahim’e çamur atması, izinin kalacağını sanması bir yanılgıdır.
İbrahim’in “Milli Mesele İle İlgili Görüşlerin Özeti” başlığı altında topladığı şu görüşler, bugün de marksist-leninistlere yol göstermektedir. İbrahim’in Hikmet Kıvılcımlı’dan daha ilerde olmadığını söyleyenler 1972’de yazılmış olan şu tezleri Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdıkları ile karşılaştırılmadır:
“21– Marksist-Leninist Hareketin Milli Meseleyle İlgili Görüşlerinin Özeti:
Marksist-Leninist hareket, bugün Türk hâkim sınıflarının Kürt milletine ve azınlık milliyetlere uyguladığı milli baskıların en amansız ve en kararlı düşmanıdır; milli baskılara, diğer diller üzerindeki baskılara, milli imtiyazlara karşı en önde mücadele eder.
Marksist-Leninist hareket, Türk burjuva ve toprak ağaları tarafından ezilen Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma ve bağımsız bir devlet meydana getirme hakkını her dönemde ve kayıtsız şartsız tanır ve savunur. Marksist-Leninist hareket, devlet kurma hakkı konusunda da imtiyaza karşıdır. Halk demokrasisinin en temel ilkeleri bunu zorunlu kılmaktadır. Aynı zamanda Türk burjuva ve toprak ağalarının Türkiye’deki azınlık milliyetlere uyguladığı şimdiye dek görülmedik milli baskılar da bunu zorunlu kılıyor. Bu aynı zamanda bizzat Türk işçilerin ve emekçilerin özgürlük mücadelesi tarafından zorunlu kılınmaktadır, çünkü onlar, Türk milliyetçiliğini yıkmazlarsa, onlar için kurtuluş imkânsız olacaktır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, belli bir ulusun ayrılmasının gerekliliği ile asla karıştırılmamalıdır. Marksist-Leninist hareket, ayrılma sorununu her özel meselede somut olarak ele alır, «bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için, proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar ve tayin eder». Marksist-Leninist hareket, tasvip etmediği bir ayrılma kararında da zor kullanmayı, engel ve güçlük çıkarmayı kesinlikle reddeder. Sınırlar, milletin kendi iradesiyle tespit edilmelidir. Bu, çeşitli milliyetlere mensup işçi ve emekçi yığınların karşılıklı güveni, sağlam dostluğu ve gönüllü birliği için zorunludur.
Marksist-Leninist hareket, genel olarak ezilen milliyetlerin ve özel olarak Kürt milletinin milli baskılara, zulme ve imtiyazlara karşı yönelmiş mücadelesini kesinlikle destekler; ezilen milletin milli hareketindeki genel demokratik muhtevayı kesinlikle destekler.
Marksist-Leninist hareket, Kürt milli hareketinin başını çeken burjuva ve küçük toprak ağalarına karşı da Kürt proletaryasının ve emekçilerinin sınıf mücadelesini yürütür ve yönetir. Kürt burjuva ve toprak ağalarının milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef alan eylemlerine karşı, Kürt işçi ve emekçilerini uyarır. Marksist-Leninist hareket, çeşitli milliyetlerin burjuva ve toprak ağası sınıflarının kendi üstünlükleri için giriştikleri mücadeleler karşısında kayıtsızdır.
Marksist-Leninist hareket, milli baskılara karşı mücadeleyi toprak ağalarının, şeyhlerin, mollaların vb. durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele eder.
Marksist-Leninist hareket, Türk hâkim sınıflarıyla işbirliği yapan Kürt büyük feodal beylerinin, din adamlarının, büyük burjuvalarının, işçileri ve emekçileri bölme çabalarını, el altından Türk burjuva ve toprak ağalarıyla, bütün milliyetlerin emekçi halklarının aleyhine dalavereler yürüterek işçileri ve emekçileri uyutma çabalarını, çoğu zaman milliyetçi sloganlarla örtbas etmeye çalıştıklarını bilmektedir ve bunlara karşı mücadele eder.
Marksist-Leninist hareket, Lenin yoldaşın da işaret ettiği gibi, bütün ülkelerin ve hele ezilen ülkelerin geniş emekçi yığınları önünde bıkmadan, usanmadan siyasi bakımdan bağımsız devletler kurma maskesi altında, gerçekte iktisadi, mali ve askeri alanlarda kendilerine tamamen tabi devletler yaratan emperyalist devletlerin sistemli biçimde uyguladıkları aldatmacayı açıklar ve suçlar.
Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde siyasi, sendikal, kooperatif, eğitsel vb. örgütlerde kaynaştırılmasını savunur. İşçileri ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlerde toplama eğilimleriyle mücadele eder. Çünkü değişik milliyetlerin işçileri ve emekçileri, uluslararası sermayeye ve gericiliğe karşı ancak bu şekilde başarılı mücadele yürütme imkânına kavuşur; bütün milliyetlerin toprak ağalarının, din adamlarının ve burjuva milliyetçilerinin propagandasıyla ve gerici özlemleriyle ancak bu şekilde başarıyla mücadele etme imkânına kavuşur.
Marksist-Leninist hareket, ülkemizde her milliyetten burjuva ve küçük-burjuva oportünist partiler ve akımlar tarafından genellikle benimsenen «kültürel-milli özerklik» plânını kesinlikle reddeder. Çünkü bu plân, bir tek devletin eğitim işlerinin milliyetlere göre bölünmesini önermektedir; böylece, her milliyetin işçi ve emekçilerini, o milliyetin burjuva ve toprak ağalarının kültürüne bağlamayı ve onları manevi bakımdan köleleştirmeyi hedef almaktadır. Dolayısıyla hem demokrasi açısından, hem de proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından son derece zararlıdır.
Marksist-leninist hareketin demokratik halk diktatörlüğü sisteminde milli meseleye getireceği çözüm şudur:
Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına her hangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb. temeli üzerinde bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir.
Milli meseledeki temel şiarımızı bir kere daha tekrarlayalım:
«Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin (ve ezilen halkların) birleşmesi».” (“Seçme Yazılar”, İbrahim Kaypakkaya, s.256-259, Ocak Yayınları, Şubat 1992, İstanbul)
Ulusal sorunda İbrahim ile Hikmet Kıvılcımlı arasındaki fark açık seçik ortadadır. İbrahim, Kürt ulusal sorununda marksist-leninist bir çizgiye sahiptir. Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürt sorunu bağlamında söyledikleri marksist-leninist olmaya yetmemektedir.
İbrahim Kaypakkaya 1970’li Yıllarda Bir Milattır
“KöZ”, İbrahim’in komünist bir parti kurduğu için “THKO ve THKP kurucularından farklı bir yerde” durduğunu söylemek zorunda kalıyor. Ancak bu farklılığın “Kürtler ya da Kemalizm hakkında söyledikleri” olmadığını belirten “KöZ”, “Kaypakkaya yüzünü Mustafa Suphilerin partisine dönmüş, kendisini Şefik Hüsnü TKP’sinden ayırmış olsa da 1928 revizyonist programının sınırlarını aşamamış” tespitlerini yapmaktadır! Devamla; “Mustafa Suphilerin partisini uluslararası planda kimlerin tasfiye ettiği sorusunu” sormadığını, “Programatik olarak Mustafa Suphi TKP’sinin ve elbette Komünist Enternasyonal’de çizilen çerçevenin gerisinde” kaldığını belirtmektedir. “KöZ”, 1972 koşullarını dikkate almadan 2020 dünyasının gözüyle 1972’ye yaklaşmakta ve İbrahim’de kimi eksiklikler tespit etmektedir! “KöZ” Nasrettin Hoca gibi göle maya çalmaya kalkışmakta ve ileri sürdüğü iddiaları ya tutarsa mantığı ile hareket etmektedir. İbrahim’in TKP-ML’yi kurması bir sonuçtur. İbrahim, Türk devletinin resmî ideolojisinden kopmuştur. İşçi sınıfının devrimin öznesi olduğunu, komünist bir parti olmadan devrimin olmayacağı sonucuna varmıştır. İbrahim, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de Marksizm-Leninizm’in temellerini attığında, buzu kırdığında 22, 23 yaşlarında genç bir komünisttir. Katledildiğinde 24 yaşındadır. Yaşasaydı daha çok yapacağı şeyler vardı. Ama ömrü buna yetmedi. İbrahim TKP’yi şöyle değerlendirmektedir:
“TKP hakkında, şahsi görüşlerim şunlardır: TKP, M. Suphi yoldaşın önderliği altındayken leninist bir partiydi. M. Suphi yoldaşın kemalistler tarafından hunharca katledilmesinden sonra, partinin önderliği revizyonistlerin eline geçmiştir. Şefik Hüsnü, otuz yıllık önderliği boyunca, revizyonist bir çizgi izlemiştir. Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki TKP, bir müddet, Türkiye’de devrimi “sosyalist devrim” olarak tespit etmiş ve bunu da kemalist iktidardan beklemiştir.
Daha sonra “sosyalist devrim” şiarından vazgeçmiş, fakat bu kez de aynen Menşeviklerin mantığıyla, kemalist iktidarın demokratik devrimin görevlerini tamamlamasını ve sosyalist devrim için yolu düzlemesini beklemeye koyulmuştur. TKP, köylülerin devrimci rolünü reddetmiştir. İşçi sınıfı önderliğinde, köylülere dayanarak demokratik halk devrimini başarmayı ve durmadan sosyalizme geçmeyi, yani marksist-leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini reddetmiştir. Ülkemizin somut gerçeği ile Marksizm-Leninizm’in teorisini birleştirememiştir.
İşçi-köylü ittifakı yerine, sürekli olarak burjuvaziyle ittifakı ön plâna çıkarmıştır. Silahlı mücadele yolunu reddetmiştir. Kemalist iktidara kölece bir bağlılık göstermiştir. Refik Saydam hükümetini destekleyecek kadar Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmıştır. Kemalist iktidarın, bütün azınlık milliyetlere, özellikle Kürt milletine uyguladığı amansız milli baskıyı, hatta kitle katliamlarını tasviple karşılamıştır. Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonraki otuz yıllık dönemde TKP, bir reform partisi olmaktan ileri gidememiştir. Şefik Hüsnü’nün yazılan, Marksizm-Leninizm’in alfabesi sayılacak en ilkel gerçekleri bile çiğnemektedir (Bak: Seçme Yazılar, Ş. Hüsnü, Aydınlık Yayınları).
TKP’nin çökertilmesi, revizyonist çizgisinin kaçınılmaz sonucudur. Yakup Demir, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi kaşarlanmış revizyonistlerle Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra TKP’nin izlediği çizgi arasında hiçbir fark yoktur. Gerek ideoloji ve politikası itibarıyla gerekse örgütsel olarak TKP, Y. Demir, M. Belli, H. Kıvılcımlı revizyonistlerinde devam etmektedir. Yakup Demir kliği, Mustafa Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin çizgisine gerçekten ihanet etmiştir, ama TKP’nin daha sonraki çizgisini olduğu gibi devam ettirmektedir.
TKP mirasçılığı havada bir iddiadır. Bir komünist hareket, M. Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin mirasçısı olur, TKP saflarındaki militan işçi-köylü-aydın üyelerin kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları komünizm davasına derin inancın mirasçısı olur ama, TKP önderliğinin revizyonist çizgisinin mirasçısı olamaz.” (“Bütün Eserleri”, İbrahim Kaypakkaya, s.316-318, Nisan Yayımcılık, Ekim 2016, İstanbul)
“KöZ”, İbrahim’in yüzünü Mustafa Suphilerin TKP’sine döndüğünü, Şefik Hüsnü’den kendisini ayırdığını söyledikten sonra, ama “1928 revizyonist programının sınırlarını” aşamadığını belirtmektedir! Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinin sorumlusu kemalistlerdir. “KöZ”, Suphilerin katledilmesinde III. Enternasyonal’in parmağı veya Sovyetler’in sorumluluğunu arıyorsa açık söylemelidir. 1921’de Mustafa Suphi katledildiğinde III. Enternasyonal’in başında Lenin vardı.
“KöZ”ün revizyonist diye saldırdığı 1928 programı leninist dünya devrim programıdır. Bu programda, bugüne kadar aşılmamış marksist-leninist dünya devrimi stratejisi ve bir bölümü o döneme ait taktikleri formüle edilmiştir. Komintern programı, bütün dünya komünist partilerinin programıdır. “KöZ”cülerin 1928 programına “revizyonist” demesi ile program revizyonist olmaz. Program hakkında “revizyonist” iddiası getirenlerin görevi ileri sürdükleri iddialarını ispatlamaktır. İspatlanmayan iddiaların hiçbir değeri yoktur.
Komintern’in ilk dört kongresi ve Lenin “KöZ”ün referansıdır. Ancak “KöZ”ün ilk dört kongre ve Lenin savunusu sahtedir. İlk dört kongreyi ve Lenin’i savunduğunu iddia edenler, onların öğretilerini temel alarak çizgilerini geliştirmek zorundadır. Bizim referanslarımız ilk dört kongre ile sınırlı değil. Bizim referanslarımız Komintern bağlamında onun bütün kongrelerinde aldığı kararlardır. Bunlar bizim için Dünya Marksist-Leninist Hareketi’nin o dönemde üzerinde kolektif tartışma yürütülmüş ortak kararlarıdır. Yalnızca onlar değil bir dizi KEYK kararı da bizim referanslarımızdır bu bağlamda. “KöZ” ile bu bağlamdaki aramızdaki temel fark da budur. “KöZ” kendi kafasında Komintern’in IV. Kongresi ertesinde, ilk IV kongreden saptığı vb. teorisine iman etmiştir. Bu Troçkistlerin temel iddialarından biridir. Gerçek ise Komintern’in genel çizgisinde, doğrultusunda IV. Kongre’ye kadar olan dönemle sonrası arasında bir kopukluğun sapmanın vs. söz konusu olmadığıdır. Komintern, IV. Kongre sonrası aynı temel doğrultu üzerinde gelişmiş, yetkinleşmiştir. Taktik konularda zenginleşen bir çizgidir söz konusu olan. Sorun şudur ki, merkezi çizgideki bu gelişme ve yetkinleşme tek tek seksiyonların da otomatikman aynı yetkinliğe kavuşması anlamına gelmiyor. 1924 sonrasında Dünya Komünist Hareketi’nde olumlu bir şey bulamayanlar ancak inkârcı olabilir.
Öncü Savaşı Sorunu
“KöZ”, 1970 yıllarda “öncü savaşı” yapıldığı eleştirilerini getirenlere tasfiyeci etiketini yapıştırıyor! Bu bağlamda devrimin öznesinin ne olduğuna doğru cevap verilirse 1972 yenilgisi daha iyi anlaşılır.
Bu bağlamda öncelikle devrimin öznesinin ne olduğu sorusu sorulmalı ve doğru cevap verilmelidir. Proleter devrimin ve proletarya önderliğindeki devrimlerin öznesi işçi sınıfı ve işçi sınıfının devrim aşamasına göre değişkenlik gösteren müttefikleridir. Burjuvazinin egemen olduğu bir toplumda işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde egemen olan düşünceler burjuvazinin düşünceleridir. İşçi sınıfı, kendiliğinden sosyalizm-komünizm bilincine ulaşamaz. Sosyalizm işçi sınıfına sınıf mücadelesi içinde dışarıdan bir öncü örgüt tarafından taşınılmak zorunda olan bir bilimdir. Bu öncü örgüt işçi sınıfının en mücadeleci, ileri, öncü kesimini kendi içinde örgütleyen komünist partisidir. Komünist partisi devrimin öznesinin sömürülen sınıflar olduğunun bilincinde hareket eder. Bu yüzden de komünist partisinin tüm faaliyeti, her eylemi sınıfın bilincini yükseltmeye, örgütlenmesini ilerletmeye, sınıfı harekete geçirmeye yönelik olmalıdır. Komünist partisi için devrimci şiddet, öncelikle ve esas olarak işçi ve emekçi kitlelerin, ezilen, sömürülen sınıfların kitlesel şiddetidir. Öncü örgütün, kendi örgütsel gücüne dayanarak geliştirdiği şiddet eylemleri, ancak sınıfsal harekete ivme kazandıran, onu ilerleten eylemler olduğu ölçüde devrimci şiddet eylemidir. Sınıf mücadelesinden kopuk, onu ilerletmeyen öncü eylemleri, bu eylemleri yapanlar ne kadar devrimci düşüncelerle hareket ederlerse etsinler, ne kadar yiğitçe eylemler yaparlarsa yapsınlar, “devrimci maceracılık” sınıflandırmasına girer.
İşçilerden-emekçilerden kopuk bir öncü savaşı sonuçta devrimci enerjinin yanlış kullanılması, çarçur edilmesidir. Öncüler, ellerine silah alıp kıra çıkıyor veya bireysel eylem yaparak kendilerini işçi sınıfı yerine koyuyor. Sınıf mücadelesinin gerçeği ne olursa olsun, sınıfın bilinç, örgütlenme, mücadele düzeyi nasıl olursa olsun, öncüler sınıf adına devlete karşı savaşa giriyor. Beklenti şudur: Yapılan öncü eylemlerle, uyuyan işçi ve emekçiler de devletin zayıflığını görerek cesaretlenecek ve öncüyü destekleyecektir. Bunun adı öncü savaşıdır. Dünya devrim tarihinde, öncü savaşı ile bir devrim yapıldığına tanık olunmamıştır. Devrim yapmak için devrimci savaştan başka bir yol yoktur. Devrimin öncü örgütü, bir kurmay heyeti gereklidir. Doğru çizgiye sahip, sınıfın en iyi unsurlarını içinde barındıran bir öncü örgüt olmadan devrim mümkün değildir. Devrimin öznesi öncü örgüt değil, sınıfın kendisidir. Öncü örgütün, devrimci şiddet konusunda yapması gereken doğru çalışma, sınıf adına devrimci savaş yürütmek değil, sınıfı devrimci savaşa hazırlamak, devrimci savaşında ona önderlik etmektir. Ne yazık ki bu gerçek 1970’li yıllarda kavranmadı. Bugün de kendine devrimci, komünist, sosyalist diyen bir dizi grup ve kişi tarafından kavranmamaktadır. Sınıf mücadelesinden kopuk öncü eylemleri devrimciliğin zirvesi olarak, göstergesi olarak savunulmakta ve uygulanmaktadır. Evet, 1972’de kitlelerden kopuk yapılan silahlı eylemler, devrimcilerin yaşamını yitirmesine ve örgütsel yenilgilerde çok önemli rol oynadı. 48 yıl sonra, bu gerçeklik görülmesi gerekirken “KöZ”, 1972’de yapılan öncülerin savaşını savunmakla kalmıyor, fokoculuğu savunduğunu açık-seçik ilan ediyor ve şöyle diyor:
“THKO’nun kuruluş bildirgesindeki her şey yanlış olsa bile doğru ve gerisine düşülmemesi gereken tek bir nokta vardır: Devrim kitlelerin eseri değildir, devrimcilerin silahlı ayaklanmasının ürünüdür. Devrimciler kitlelerin ayaklanmasına katılarak değil hükümeti yıkacak devrimci bir saldırının içinde bizzat yer alarak devrimi gerçekleştireceklerdir.”
Görüldüğü gibi THKO kuruluş bildirisinde “KöZ”ün tek doğru bulduğu nokta öncü savaş teorisidir. THKO kuruluş bildirisinde; “halkımızın bağımsızlığının silahlı mücadele ile kazanılacağına ve bu yolun tek yol olduğuna”, “bütün yurtseverleri bu kutsal mücadele saflarına çağır”dığını ortaya koyar. Böylece işçilere-emekçilere doğru düşünceleri taşıma, onları örgütleme, bilinçlendirme görevi bir kenara konuluyor. Lenin şöyle diyor:
“Proletaryanın öncüsü düşünsel olarak kazanılmıştır. Esas olan budur. Bu olmadan zafere ilk adım bile atılamaz. Fakat buradan zafere kadar oldukça uzun bir yol var. Sadece öncüyle zafer kazanılamaz. Bütün sınıf, geniş kitleler öncüyü ya doğrudan desteklemediği ya da ona karşı en azından hayırhah bir tarafsızlık ve öncünün düşmanlarını destekleme konusunda mutlak bir yeteneksizlik göstermediği sürece öncüyü tek başına tayin edici savaşa sürmek sadece aptallık değil, cinayettir. Fakat gerçekten tüm sınıfın, emekçilerin ve sermaye tarafında köleleştirilenlerin geniş kitlelerinin böyle bir tutumu gerçekten benimseyebilmeleri için sadece propaganda, sadece ajitasyon yetmez. Bunun için bu kitlelerin kendi siyasi deneyimleri edinmeleri gerekir.” (“Seçme Eserler”, Lenin, cilt X, s.153, İnter Yayınları, Haziran 1997, İstanbul)
Devrim kitlelerin eseridir ilkesi Marksizm-Leninizm’in abc’sidir. Devrimi yapacak olan kitlelerdir. Devrim yığınların eseridir demek, örgütsüz yığınların kendiliğinden eylemiyle gerçekleşeceği demek değildir. Sömürü imparatorluğuna karşı, işçilerin-emekçilerin mücadelelerinin örgütlü yürütülmesi bir zorunluluktur. Lenin; “komünistlerin önderliğinde örgütlü yığın etkinliği olmadan kapitalizm yenilmez, komünizm kurulmaz” diyor. (“Marksizm Kadın ve Aile”, Lenin, s.226, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ekim 2000, Ankara) Komünist bir parti olmadan, işçi sınıfı içerisinde örgüt yaratılmadan, örgütlü kitlelerin etkinliği olmadan devrim olmaz. Sınıf mücadeleleri tarihi, örgütlü kitlelerin etkinliği olmadan hiçbir siyasal hareketin kalıcı sonuçlara yol açmadığını göstermiştir, göstermektedir.
“KöZ”ün Eklektizmi
“KöZ” 18 Mayıs 2018 tarihli “Zincirin İlk Halkasıyla Buluşan Son Halka: İbrahim Kaypakkaya” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıda; İbrahim’in Kemalizm’den kopuşu temsil ettiği, “Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesi ile” buluştuğu ve “Mustafa Suphi’nin partisinin geleneğine” bağlandığını ortaya koydu. “KöZ” bu yazıda doğru olarak İbrahim’in sadece “ser verip sır vermeme” tavrı ile anılamayacağı söyledikten sonra şöyle diyor:
“71-72 kopuşuna damga vuran devrimcilerin hepsi reformizmle birlikte modern revizyonizme karşı tutum almışlardır. Bu bakımdan Kaypakkaya’nın ayırdedici yanı modern revizyonizme karşı çıkması değildir. Onun ayırt edici yanı modern revizyonizmin «Marksizm Leninizm Mao Zedung Düşüncesi» maskesinin ardında gizlenen türünden kopup onu teşhir etmesidir.
Kuşkusuz Kaypakkaya ve TKP/ML’nin asıl ayırt edici yanı Kemalizm ve Kürt ulusal sorunu konusundaki çıkışı ve bu konuda 1920’lerden 70’lere kadarki tüm sol geleneğe yönelttiği eleştirilerdir. O dönemde, Türkiye solu içinde, Kürtlerin bir ulus olduğunun bile genel bir kabul görmediği, sadece bir “Doğu sorunu”ndan bahsedildiği koşullarda, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ayrı bir devlet kurma hakkı olduğunu yüksek sesle dile getiren tek kişi ve gelenektir İbrahim Kaypakkaya ve geleneği.
Yine herkesin ikinci ulusal kurtuluş savaşından bahsettiği, Mustafa Kemal’in ordusundan ilerici bir darbe beklentisinin yaygın olduğu koşullarda, “Kemalizm kurtuluş savaşının içindeyken emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı devrimciliği temsil etmeye başlamıştır. Halka ve komünistlere alçakça düşmanlık gütmüş ve onlardan gelen her hareketi gaddarca ezmiştir” diyen, yine İbrahim Kaypakkaya ve partisiydi.
Solun liberal kesiminde legalist-parlamentarist geleneğin, devrimci kesiminde de fokocu anlayışların egemen olduğu koşullarda, leninist devrimci örgütün gerekliliğinden, kurulacak partinin mutlaka komünist ismini alması gerektiğinden bahseden de yine İbrahim Kaypakkaya oldu.”
Komünist olduğunu iddia eden bir örgütün iki yıl önce eleştirdiği görüşlere, özeleştirisini yapmadan dün dündür, bugün bugündür anlayışı ile 180 derece görüş değiştirmesi nasıl açıklanmalı? Eleştiri-özeleştiri komünistlerin temel silahıdır. Eleştiri-özeleştiri ilkesi, ortaya çıkan bir hatanın gösterilmesi; gösterilen hatanın da o hatayı işleyen tarafından görülüp kabullenilerek ortadan kaldırılmaya çalışılmasıdır. İlerleme ancak hatalardan ders çıkarmakla olur. Bu bağlamda Lenin’in şu tanımlaması “KöZ”e yol göstermelidir:
“Bir siyasal partinin kendi hatalarına karşı tutumu, bir partinin ciddiyetinin ve sınıfına ve emekçi kitlelere karşı görevlerini gerçekten yerine getirmesinin en önemli ve en doğru kıstaslarından biridir. Bir hatayı açıkça kabul etmek, nedenlerini ortaya çıkarmak, hataya yol açan koşulları adamakıllı tahlil etmek, hatayı düzeltmenin yollarını adamakıllı incelemek- ciddi bir partinin özelliği işte budur; yükümlülüklerini yerine getirmesidir, sınıf ve sonra da kitleyi eğitmesidir.” (“Seçme Eserler”, Lenin, cilt X, s.113, İnter Yayınları, Haziran 1997, İstanbul)
Komünist olduğunu iddia edenler, siyasi çizginin geliştirilmesi konusunda geçmişte savunulan ve yanlış olduğu iddia edilen görüşlerin özeleştirel olarak aşma pratiği, o örgütün ciddi bir örgüt olup olmadığının açık göstergesidir. İki yıl önceki tespitlerin zıttı tespitler yapanlar bugün bir fark görmüyor. Oportünizm bu olsa gerek!
Devrimci Durum Sorunu
1971-72 yenilgisinden bu yana 47-48 yıl geçti. Deniz, Mahir, İbrahim ve arkadaşları devrimin nesnel koşullarının analizini yanlış yaptılar. 72 yenilgisinde nesnel koşulların abartılmasının önemli bir payı var. “KöZ”, 48 yıl sonra 72 yenilgisinden ders çıkaracağı yerde, 72’de yapılan hatalara dört elle sarılıyor. “KöZ”e göre; 1972’de egemen sınıflar “yönetememe krizi” içerisindedir! “Yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi, emekçilerin sefaletinin artmış olduğu ve kitlelerin bağımsız faaliyetinin ciddi bir boyut kazandığı apaçık ortada” olduğu tespitlerini yapıyor. “15-16 Haziran” hareketi, “12 Mart öncesi ve sonrasında egemen sınıf siyasetindeki kriz hâli devrimci durumun nesnel koşullarının varlığının” göstergesi olduğu belirtiliyor. Anılan hareketler kendiliğinden gelişen hareketlerdir. 12 Mart’ta hâkim sınıfların “yönetememe krizi” yoktur. Tam tersine, hâkim sınıflar devrimcilere göz açtırmamaktadır. Yığınların bir değişikliğe gitmeleri için tarihi eylemler de söz konusu değildir.
Devrimin için objektif şartlar her zamankinden daha olgun ve elverişlidir. Devrimin objektif şartlarının elverişli olması demek, eşittir devrim hemen olacak, devrim kapıdadır anlamına gelmiyor. Devrimin olabilmesi için objektif şartlar yanında, sübjektif şartların da olması gerekir. Sübjektif şartlardan anlaşılması gereken, işçilerin-emekçilerin bilinç ve örgütlenme seviyelerinin, devrim için harekete geçecek düzeyde olmasıdır. Komünist öncünün varlığı, işçi sınıfının öncüsünün kazanılmış olması, güçlü bir komünist hareketin varlığı da zorunludur. Devrimin objektif ve sübjektif şartlarının birbirine denk olması devrimin olabilmesi için yeterli değildir. Devrimin olabilmesi için devrimci durum olarak adlandırılan, belirli koşulların bir arada olması gerekir. 12 Mart’ta egemen sınıflar aralarındaki çelişmelere, dalaşlara rağmen, kendi belirledikleri yöntemlerle yönetebilecek durumda idi. Ezilen, sömürülen sınıflar ekonomik durumdan yakınmalarına, ekonominin gidişatından hoşnutsuz olmalarına rağmen, düzene karşı “bağımsız tarihsel eylemler”i söz konusu değildi. Genel anlamda kitlelerin isyanı yoktu.
Devrimci durum, grupların, partilerin, sınıfların iradesi dışında nesnel koşulların bir araya gelmesi ile oluşan bir durumdur. Devrimci durumun varlığı şartlarında kitlelere önderlik edecek, işçi sınıfının öncüsünü kazanmış, güçlü bir komünist partisi varsa, güçler dengesi devrim güçlerinden yana ise, devrim ile sonuçlanabilir. Devrimin objektif şartlarından anlaşılan devrimin olabilmesi için, devrimi gerekli kılan koşullardır. Devrimci teori ancak gerçeklerle buluştuğunda, verili her durumda somutu doğru tahlil ederek, harekete yön verdiği, hareketin gideceği doğru yolu gösterdiği koşullarda kitlelere yön verebilir ve kitlelerin elinde bir silah hâline dönüşür. “KöZ” 1972’nin bu tarihsel gerçeklerini yok saymaktadır.
Sonuç
Deniz, Mahir ve İbrahim, Kuzey Kürdistan-Türkiye devriminin bir parçası ve devrim mücadelesinde toprağa düşen devrimci önderlerdir. Deniz, Mahir ve arkadaşları devrimci idi. Yaşamlarını savundukları dava uğruna feda ettiler. Korkusuz, militan ve baş eğmez tutumları ile devrimci saflarda haklı bir üne kavuştular. Gençliğin hareketine militan bir karakter aşılayarak örnek devrimciler oldular. Onlar, TİP’in reformist görüşlerine karşı, devrimin parlamenter yoldan olamayacağını vurgulayarak, kitlelerin devrimci, militan bir aygıta sahip olması gerektiğini belirttiler. Burjuva reformizminden kopuşun, düzene karşı militan ve ödünsüz bir başkaldırının temsilcisiydi onlar. Onlar, faşist devletin saldırılarına karşı yiğitçe direndiler, teslim olmadılar. Onların tavizsiz devrimci tavırlarından öğrenme, geleceğe taşıma komünistlerin görevidir. Onlara sahip çıkılırken aynı zamanda onların yanılgılarını ortaya koyma ve yanlış düşüncelerini eleştirme görevi göz ardı edilemez. Onlara ancak böyle sahip çıkılır.
Deniz, Mahir ve arkadaşları devrimciydi ama komünist değildi. Her komünist olan devrimcidir aynı zamanda. Fakat her devrimci olan kimse komünist değildir. Bir devrimcinin komünizme sempati duyması veya komünizmi savunduğunu söylemesi ve hatta bu uğurda kendi hayatını ortaya koyması yetmez. Komünist olmak; bilimsel sosyalizmi özümsemek ve onu pratikte uygulamaktır. Her türden revizyonist-oportünist odaklara karşı Marksizm-Leninizm’i savunmaktır. Kendini, Marksizm-Leninizm’e özünde düşman olan ideolojilerden ayırmasını bilmektir. Marksizm’in devrimci özü olan proleter devrim ve proletarya diktatörlüğünü öğretisini savunmaktır.
Denizler, Mahirler ve daha niceleri devrim cephesinin önderleri ve savaşçıları olarak elbette ki bizim değerlerimizdir. Onları devrim mücadelesinde hiç unutmayacağız ve yaşatacağız. Ancak bu, İbrahim yoldaşla terazinin aynı kefesinde oldukları anlamına gelmez. Komünistleri, devrimcileri anmak; onların aralarındaki görüş ayrılıklarını gizlemekle olmaz; bu ayrılıkları kitlelere anlatmakla olur.
THKO, komünist değil küçük burjuva devrimci bir hareketin örgütüdür. Küçük burjuva devrimcileri de marksist-leninist, komünist olduklarından söz eder. Küçük burjuva devrimcileri proletaryanın ideolojisini gerçek anlamda savunamaz. Proletaryanın ideolojisini savunmak lafla olmaz, onun içeriğine uygun davranmakla olur. Onu gerçekte savunabilmek için; teorisiyle, pratiğiyle bütünlük içinde olan bir marksist-leninist çizgi gereklidir. İbrahim ile Deniz arasındaki ayırt edici fark tam da buradadır. “KöZ”ün anlamadığı ya da bilinçli olarak üzerini örtmeye çalıştığı gerçek budur.
15 Mayıs 2020