İstanbul’un CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun üniversite diplomasının üniversite yönetimi tarafından iptali, yolsuzluk ve teröre destek suçlamalarıyla gözaltına alınması, yolsuzluk dosyasından tutuklanıp Silivri’ye yollanması sürecinde yalnızca AKP/Erdoğan’dan nefret edenlerin değil, öncelikle zenginler daha da zenginleşirken, kendileri hep daha yoksullaşan emekçi kitlelerin bir bölümünün ve yüksekokul öğrencilerinin önemli bir bölümünün sokaklara dökülmesine yol açtı.
19 Mart’tan sonra “devlet korkusu”nun aşıldığı, eylemlerin tekil olmaktan çıkıp yığınsal hâle geldiği bir süreç yaşadık.
AKP/MHP iktidarını protesto eylemleri –hemen her zaman olduğu gibi!– devlet terörüyle karşılaştı. Buna rağmen birçok ilde eylemler kitlesel bir şekilde sürdü.
Halkta haklı olarak biriken öfkeyi CHP’nin andaki yönetimi hem CHP içindeki iktidar mücadelesinin sorunlarını çözmek hem de iktidarı mümkünse erken seçime zorlamak için ustaca kullandı, kullanıyor.
Her ne kadar son günlerde “tavsasa” da bu eylemlerle ilgili olarak birkaç noktanın üzerinde durmak gerekiyor:
*Bunlardan birisi ve en önemlisi; işçilerin, emekçilerin, yoksul kitlelerin devlet terörüne rağmen sokağa çıkmış olması, sesini yükseltmesi, iktidar partisine ve ortağına tepkisini/öfkesini dile getirmiş olmasıdır. Bu öfke iktidar dalaşının bir tarafı olan CHP tarafından kullanılmaktadır. CHP bir yandan kitlelerin iktidara karşı olan tepkisini kendi hedefleri doğrultusunda –Ekrem İmamoğlu’nun çıkarılması, erken seçim kararının alınması– kullanırken diğer taraftan kitlelerin daha ileri tepki koymasını frenleyici bir rol de oynamıştır. İşçilerin, emekçilerin “üretimden gelen gücünün” yerine “tüketimden gelen gücü kullanarak boykot” eylemi bu frenlerden birisidir. Sisteme temelden zarar verecek bir eylem burjuva muhalefetin marifetiyle engellenmiştir. Her ne kadar mevcut durumundan hoşnutsuz olsa da, öfkesini sokağa taşırsa da… tüm bu öfke ve sokak mücadelesi burjuva muhalefetin potasında eritilerek yine sistem içinde tutulmuştur.
*Bunun en önemli nedeni Kuzey Kürdistan-Türkiye’de işçi sınıfı örgütlülüğünün cılız olmasıdır. Bu nedenledir ki 19 Mart sonrası eylemlerde işçiler, emekçiler örgütlü sınıf hareketi olarak yoktur! Sınıf örgütlerinden kimi sendikaların hareket içinde olması bu genel durumu değiştirmemektedir. Sokakta olmak önemlidir ama kimin önderliğinde, hangi taleplerle sokakta olunduğu çok daha önemlidir. İşçilerin, emekçilerin sokakta olması devrimci bir potansiyel taşır, evet. Ama bu potansiyel, ancak bağımsız, sınıfsal taleplerle, burjuvaziye karşı mücadele hattıyla birleştiğinde gerçek bir dönüşüm gücüne kavuşur. Aksi hâlde, emekçi öfkesinin bir “düzen değişimi” yerine yalnızca “yönetim değişimi” hedefinde eritilmesi kaçınılmazdır.
*Komünistler işçilerin, emekçilerin ekonomik-demokratik hak ve özgürlüklerinin savunucusudurlar. Hakları için sokağa çıkan ezilenlerin yanındadır onlar. Ama onlar gerçekçi de olmak zorundadır. Her eylemi objektif olarak çeşitli yönleriyle değerlendirmek, sınıfın gücünü, örgütlülük durumunu, konjonktürü… vb. hesaba katarak sağlam, ayakları yere basan eylemlerle mücadeleyi geliştirmek zorundadırlar. Kitle eylemlerine ne küçümseyerek yaklaşılır ne de abartılır. 19 Mart sonrası eylemlere de bu objektiviteden bakmak gerekir. Görünen durum şudur:
Evet diğer sınıf ve katmanlardan insanlar yanında sokağa çıkan işçi ve emekçi yığınlar da vardır ve ama sınıfın andaki durumu –hareketin başını burjuva muhalefetin çekmesinden örgütlülük durumuna kadar her şey– göz önüne getirildiğinde bunun abartılması kısa vadede belki kitleleri ajite edebilir ama uzun vadede gerçek durumun farklı olduğunun görülmesi durumunda vereceği zarar daha derin olacaktır.
*İşçi sınıfının büyük kesimi sendikalı değil; mevcut sendikaların büyük bölümü ise ya doğrudan devlet denetiminde ya da uzlaşmacı bürokratik aygıtlar olarak işlev görüyor. Sınıfın önemli bölümü taşeron, güvencesiz, esnek ve kayıtsız çalışma koşullarına mahkûm. Örgütsüzlük sadece sendikal düzeyde değil; siyasal olarak da belirleyici. Kuzey Kürdistan-Türkiye’de, kitleler içinde kök salmış, siyasal önderlik yeteneği taşıyan bir komünist partiden söz edilemez. Parçalı, sektörel, ideolojik olarak dağınık yapılar, sınıfın gerçek gündemlerinden uzak ve etkisiz. Böyle bir tabloda işçi sınıfının tepkisi de doğrudan sınıfsal değil, çoğunlukla burjuva siyasal kamplaşmaların sınırları içinde şekillenmekte… Bu durum, sınıfın gerçek anlamda birleşik, bağımsız bir siyasal hat oluşturmasını ve sınıf dayanışması temelinde hareket etmesini büyük ölçüde engelliyor.
Böyle bir zeminde yapılan her türden “genel grev” çağrısı, kendi başına sonuç alıcı bir devrimci strateji değil, çoğu kez boşluğa konuşulmuş bir temennidir. Daha kötüsü, bu çağrılar, kitlelerin gözünde devrimci iddiaların içini boşaltabilir, tükenmiş bir tekrarın parçası hâline gelebilir.
*19 Mart sonrası başlayan eylemlerde işçi sınıfı adına konuşma iddiasında olan “sol”un büyük bir bölümü de burjuva dalaşta CHP kuyrukçusu bir tavır içinde. Tarihsel olarak en haklı olduğu dönemde, CHP’nin çizdiği çerçevede, onun talepleri ve istekleri doğrultusunda hareket ederek mevcut düzenin sürmesine destek verme pozisyonunda… Bugün reformist “sol”, sadece AKP’ye değil, onun üzerinde yükseldiği sisteme, sistemin diğer kanadına da karşı olmalıydı, olmalıdır. Sorun sadece bir düzen partisine karşı olmak, onun karşısındaki düzen partisinin peşine takılmayı “yüksek siyaset” sanıp savrulmak değil, düzen partilerinin savundukları kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldıracak bir toplumsal proje ortaya koymak, bunun kitleler arasında yayılmasını sağlamak olmalıydı. Ama bugün Kuzey Kürdistan-Türkiye solunun büyük bir kesimi bu yetenekten uzaktır.
*Gelinen durumda CHP kendi çizdiği çerçevede eylemleri sürdürüyor. Haftada bir gün bir ilde miting düzenleyeceklerini bunu da “Atatürk’ün izinden giderek” yapacaklarını duyurdular. İlk mitingi Samsun’da gerçekleştirdiler. CHP’nin 19 Mart sonrasındaki çıkışında sürekli Mustafa Kemal Atatürk vurgusu dikkat çekiyor. Ekonomik durum nedeniyle iktidara öfke duyan ve sokağa çıkan işçiler, emekçiler CHP’nin Kemalizm propagandasıyla karşılaşıyor. Siyasal İslam’dan yaka silken yoksul kitleler, –bu arada gençliğin bir bölümü– kemalistlerin ağına düşüyor. Son dönemde kemalist cephenin –söz konusu eylemler üzerinden de– hareketlenmesi, Kemalizm’in “bitinin kanlanması”na karşı sınıf bilinçli işçiler burjuvazi partilerinin hepsinin burjuvazinin/sermayenin partileri olduğunu işçilere, emekçilere hatırlatmakla, kavratmakla yükümlüdürler.
İşçi sınıfı, burjuva kliklerin kavgasında taraf olmak yerine, kendi sınıf çıkarları etrafında kenetlenmeli; bu kavganın dışına çıkarak, bağımsız bir siyasal güç olarak tarih sahnesinde yerini almalıdır. Bu, yalnızca Kuzey Kürdistan-Türkiye’de değil, tüm dünyada faşizmin yükseldiği düzende tek gerçek çıkış yoludur.
Bu çıkışın adı devrimdir, sosyalizmdir.
Bugün CHP’ye umut bağlayıp peşinden gidenler, Erdoğan’dan kurtulunca her şeyin düzeleceğine inananlar, bu sistemin başına hangi burjuva aktör gelirse gelsin yoksulluğun, sömürünün, adaletsizliğin son bulmayacağını görmek zorundadır. Tıpkı Erdoğan’ın temsil ettiği gerici-muktedir cephenin halk düşmanı karakteri gibi, CHP’nin temsil ettiği “laik-muhalif” cephenin de aynı sınıfsal temelde halkın değil sermayenin yanında saf tuttuğunu görmek gerekir.
Kuzey Kürdistan-Türkiye işçi sınıfı için çözüm, bu iki burjuva kutuptan birini tercih etmek değil; her ikisinden de koparak, kendi bağımsız sınıf hattını örmek, örgütlenmek ve iktidar mücadelesine kendi rengini, kendi taleplerini, kendi programını taşımaktır. Bugünün görevi, düzenin iç çelişkileriyle oyalanmak değil; bu düzenin karşısına devrimci bir alternatif koymaktır. Sokaklara çıkılacaksa, bu çıkış “erken seçim!” için değil; insanca bir yaşam, özgürlük, devrim ve sosyalizm için olmalıdır.
Unutulmamalıdır: İşçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu egemen sınıfın şu veya bu kesiminin iktidarında değil; işçilerin, emekçilerin kurtuluşu kendi sınıf iktidarındadır.
15 Nisan 2025