Bugün 6-7 Eylül 1955 talanın, pogromunun 66. yıldönümü.
2015 yılında 6-7 Eylül 1955 pogromu üzerine Yeni Dünya İçin Çağrı sitesinde yayınlanan yazıyı güncelliğini koruduğu için olduğu gibi yayınlıyoruz.
Özellikle İstanbul’da, İzmir’de başta Rumlar olmak üzere Ermenilere, Yahudilere yönelen katliam ve talanın nedenleri ve sonuçları üzerine kısaca durmak istiyoruz.
KADİM HALKLAR YOK EDİLDİ!
Osmanlı İmparatorluğu’nun T.C devletine bıraktığı miras; katliam ve soykırım mirasıdır. Katliamların ve soykırımın izleri günümüze kadar gelmiştir. Ermenilere yönelik yaşanan soykırımda Rumlar da, Süryaniler-Keldaniler (Asurlar) de payını almışladır. Yüz binlercesi yerinden yurdundan edilmiş, büyük bölümü katledilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti Lozan Anlaşması’yla varlığını kabul ettiği dini azınlıkların bu anlaşmaya göre sahip olmaları gereken hakları bile vermemiş ve sürekli bir baskı uygulamıştır. Rum, Ermeni ve Yahudiler (Museviler) dini azınlık olarak kabul edilirken, gayrimüslim olduğu halde Süryaniler-Keldaniler dini azınlık olarak bile kabul edilmemiştir. Bunların ulusal azınlık olarak varlığı ise hâlâ kabul edilmiş değildir.
Gayrimüslim azınlıklara karşı saldırılar, baskılar Lozan Anlaşması sonrasında kurulan Cumhuriyet döneminde sürekli varolagelmiştir. Bu baskılar doğrudan devlet tarafından gerçekleştirilmiştir.
Özellikle Ermeni ve Rum azınlığı siyasi ve belirleyici ekonomik alanlardan kelimenin gerçek anlamında temizlenmeye çalışılmıştır.
1942 yılında karar altına alınan Varlık Vergisi esas olarak azınlıklara karşı alınan bir önlemdi. Kamuoyuna bu kararın gerekçesi ve amacı başka türlü yansıtılsa da, gerçek amaç “Ticareti Türklere vermek”ti. Ticaret işindeki gayrimüslimleri saf dışı etmek de bunun doğal bir sonucuydu. Böylece ekonomik alandaki saldırı, özellikle Rum ve Ermeni azınlığına mensup binlerce insanın sürgün edilmesi ve sürgün edilenlerin önemli bölümünün katledilmesini de beraberinde getirmiştir.
1955’teki talan, saldırılar da ekonomik alanda Varlık Vergisi’nin bir devamı niteliğindedir. 1955 yılı 6-7 Eylül saldırılarıyla Türk devleti elde etmek istediğini esas olarak elde etmiştir.
Rum azınlığının Türkiye’yi terk etmesi amacı da Rumlara yönelik baskıların perde arkasındaki olgulardan biridir.
Tüm baskılara rağmen Türkiye’yi terk etmeyen Rumlar ise daha sonra çıkarılan yasa(lar) ile Türkiye’yi terk etmeye zorlanmışlardır, kelimenin gerçek anlamında sürgün edilmişlerdir. 1964 yılında Türk devleti açıkça Rumları “sınırdışı etme” kararı çıkarıp uygulamıştır.
Tüm bu uygulamalar sonucunda Türkiye’de yaşayan Rumların sayısı sıfırlanmaya çalışılmıştır. Az sayıda Rum insanının anda Türkiye’de yaşıyor olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Bu, Lozan Anlaş-ması sonrasında Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Rumların sayısıyla karşılaştırılarak gösterilebilir bir gerçekliktir.
Verilere göre Lozan Anlaşması döneminde 370 bin Rum vardır. Türk devletinin kimi entrikalarıyla bu sayı 200 bine düşürülmüştür. Daha sonraki yıllarda da Rum azınlığın nüfusu giderek azalmıştır. Kimi verilere göre 1955-1962 yılları döneminde Türkiye’yi terk eden Rumların sayısı 70 bin civarındadır. 1964’teki “sınırdışı etme” kararı sonrasında ne kadarının sınırdışı, sürgün edildiği ise belirsiz…
Türk devletinin Rum azınlığı üzerindeki baskıları ve Rum düşmanlığı değişik biçimlerde de olsa günümüzde de sürmektedir. Bunun en açık görüldüğü alan Fener Rum Patrikhanesi’ne, Patrik Bartholo-meos’a ve Rum Ruhban Okulu’nun açılması talebine karşı tavırlardır. Bilindiği gibi Heybeli Adası’ndaki Rum Ruhban Okulu, devletin Rumlara yönelik baskılarının bir parçası olarak kapatılmıştı.
KIBRIS SORUNU
1950’lili yıllarda İngiliz sömürgesi olan Kıbrıs’ta, bağımsızlık mücadelesi yükselmektedir. Bağımsızlık mücadelesini daha çok Kıbrıslı Helen yurtseverler üstlenmiş bulunmaktaydılar. “Bağımsız Kıbrıs”ın sonuçta Yunanistan ile birleşmesine kesin gözüyle bakan TC, bunu önlemek için Kıbrıs bağımsızlık mücadelesine karşı, sürekli olarak İngiliz yönetiminin yanında yer aldı. Sorunu Birleşmiş Milletlere taşımadan kendi inisiyatifinde çözmeye çalışan İngiltere Başbakanı Eden’in önerisi ile taraflar, 29 Ağustos 1955’de Londra’da düzenlenen bir konferansta bir araya geldiler. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları Mc Millan, Stefanapulos ve F.Rüştü Zorlu’nun katıldıkları Londra Konferansı başarısızlıkla sonuçlandı. Yunanistan Adanın bağımsızlığını ve “self determination” hakkının tanınmasını istiyordu. İngiltere ileri tarihlerde Anayasal bir özerklik vermeyi öneriyor; TC ise Kıbrıs’taki statü değişikliklerine karşı çıkarak, tek değişikliğin Adanın Türkiye’ye verilmesi olabileceğini savunuyordu. Zaten tıkanmış olan konferans o sıralarda Londra’da görüşmelerde bulunan TC Dışişleri Bakanı Zorlu’nun Selanik olayını kınayarak ayrılmasıyla kesilmişti.
6-7 Eylül’de içe, Kıbrıs’ta dışa doğru gelişmenin bir iç bağlantısı vardır; 1964 Bağımsız Kıbrıs’ta Yunanistan’la birleşme politikasının ağırlık kazanmasına karşılık; İstanbul’da Rum ve Ermenilere ait gayri menkul ve Vakıf mallarının alınıp satılmasına konan ambargoyla; 1974’de Kıbrıs’ın işgal edilmesiyle İstanbul’da kalmakta direnen Rumların da mal mülklerini bırakarak Yunanistan’a göç etmeleri ile sürmüştür.
6 EYLÜL İSTANBUL, NE OLDU?
Londra’da Konferans sürerken, Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığıyla ilgili haber, önce 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 haberlerinde radyoda yayımlandı.
“Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan Mithat Perin’in sahibi, Gökşin Sipahioğlu’nun yazı işleri müdürü olduğu Demokrat Parti yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi genelde tirajı 20.000 civarında olduğu halde, 6 Eylül’de 290.000 basmış ve o dönemde kurulmuş olan Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul’da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlandı.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teşkilatı bazı resmi ve gayriresmî makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan gruplar tarafından 6 Eylül akşamı ellerinde kazma, balta ve sopalarla sokaklara dökülen binlerce kişi gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerini yakıp yıktı.
6 Eylül akşamı binlerce kişi Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu’na geçerek gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok semtte önce Rumların, ardından da Ermeni, Yahudi ve hatta yanlışlıkla bazı Türklerin dükkânlarına saldırarak yağmaya başladı. İstanbul’da yaşayan Rumların ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırıları devletin kolluk güçleri seyretmekle yetindi.
Rumların ev ve iş adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, yirmi-otuz kişilik organize birliklerin kent içindeki ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur gibi araçlar yardımıyla sağlandı. 7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5.000’den fazla taşınmaz tahrip edildi ve milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp, yağmalandı.
İstanbul’un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapıldı. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırdılar ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açtılar, ardından içerideki alet ve makineleri dışarı çıkararak paramparça ettiler.
Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildiği gibi, İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortadoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.
Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürüldü. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Dilek Güven’e göre ölü sayısının az oluşu gruplara “ölü olmasın” emri verilmesi sebebiyledir. Resmî rakamlara göre 30 kişi, gayriresmî rakamlara göre 300 kişi yaralanmıştır. Güven’e göre resmi rakamlara göre altmış olan tecavüze uğrayan ve utanmalarından veya korkmalarından dolayı şikayette bulunamayan kadın sayısının 400’e yakın olduğu tahmin edilmektedir.
4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır.
Maddi hasarın, o günün değerine göre 150 milyon – 1 milyar Türk Lirası arasında olduğu tahmin edilmektedir. Demokrat Parti hükümeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk Lirası civarında tazminat ödemiştir. (https://tr.wikipedia.org/wiki/6-7_Eyl%C3%BCl_Olaylar%C4%B1)
“MUHTEŞEM BİR ÖRGÜTLENME!”
Tamamen bilinçli, öngörülü ve planlı olarak tezgâhlanan 6 – 7 Eylül olayları, Cumhuriyetin vitrininde duran büyük şehirlerdeki etnik unsurlarının da son bir hamleyle yok edilmeleri girişimidir. Devlet, bu politikasını hem o günlerde sürdürülmekte olan Kıbrıs görüşmelerinde bir şantaj, hem de İstanbul ve İzmir’in kadim halklarından kurtulmak için bir fırsat olarak kullandı.
Saldırılar, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve Yunanlılarca bir bomba atıldığı haberinin yayınlanmasıyla birlikte başlamıştı.
“Atatürk’ün evinin bombalanması” olayının, Türk devletinin tertiplediği bir provokasyon olduğu daha o günlerde Yunan makamlarınca ortaya çıkarılmıştı. Olayla ilgili olarak Selanik Hukuk Fakültesi’nde burslu öğrenci olarak okuyan ve bir MAH (MİT) ajanı olan Oktay Engin ve Selanik Başkonsolosluğu Kavası Hasan Uçar yakalanmışlardı. Yaptığı işi “kahramanlık” olarak savunan bombacı Oktay Engin’in daha sonra polislik görevine devam edip, Nevşehir Valiliğine, Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama Daire Başkanlığına kadar yükseldi.
Olayların kapsamlı bir devlet politikasının ürünü olduğu, 30 yıl sonra bir Orgeneralin (Org. Sabri Yirmibeşoğlu) itirafı ile “Özel Harp Dairesi” adına sahiplenilmiştir. General, Kıbrıs’ın işgaline varan hazırlıkların da ÖHD’nin işi olduğunu anlatmaktadır. “Özal Harp Dairesi”nin Kıbrıs’taki örgütlenmelerinin başlangıç tarihi de 1955’e dayanır. Kıbrıs Türkleri içinde “Volkan”, “9 Eylül” gibi kontrgerilla örgütleri de bu tarihlerde örgütlenmiş, 1958 yılında ise, bizzat Türk Generallerinin örgütlediği “Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı” adıyla merkezileştirilmiştir. 1974 işgaline kadar geçen süre içindeki “Özel Harp dairesi”nin çalışmaları bu kanaldan yürümüştür.
“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’deki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi?
Harekât başlamadan önce Özel Harp Dairesi devredeydi. Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular.
Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al.
-Pardon Paşam anlamadım. 6-7 Eylül olayları mı?
-Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı…(Paşam bunları söylerken benden de soğuk terler boşanıyordu). Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?
-E, evet Paşam!”
(Fatih Güllapoğlu’nun Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ile görüşmesi; “Türk Gladio’su İçin Bazı İpuçları”, Tempo Dergisi, S.24, 9-15 Haziran 1991, s.24-27 aktaran Recep Maraşlı)
KATLİAMCI GELENEK SÜRÜYOR!
6-7 Eylül katliamının üzerinden 60 yıl geçmiş olmasına rağmen devlete egemen olan zihniyet değişmemiştir. Tekçi zihniyet (tek ulus, tek dil, tek vatan, tek bayrak) bugünde varlığını sürdürmekte, katliamlarına devam etmektedir. Soykırımın varlığını, katliamların varlığını kabul etmeyen bu zihniyet, egemenliğini sürdürdükçe, yeni katliamlar da olacaktır.
Halkların, ulusların bir arada, kardeşçe, özgürce yaşamalarının yolu; sömürgeci faşist devleti işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimiyle yıkmaktan geçer.
02.09.2015