196 ülke, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraftır. Bu taraf ülkeler, her yıl iklim zırvalarında bir araya geliyor. Güya iklim mücadelesini güçlendirmek için tartışılıp kararlar alınıyor! Sözleşmenin yürürlüğe girdiği 1994’ten beri her yıl “Taraflar Konferansı” yapılıyor. “Taraflar Konferansı”nda küresel sıcaklık artışını 1,5℃ ile sınırlamak için hangi adımların atılacağı tartışılıyor. COP21, 30 Kasım – 12 Aralık 2015 tarihleri arasında Paris’te yapıldı. COP21, iklim değişikliği ile mücadele ve düşük karbonlu ve sürdürülebilir bir geleceğe yönelik faaliyet ve yatırımların tartışılması amacıyla 195 ülkenin imzaladığı Paris Anlaşması ile sonuçlandı. Küresel ısınmanın 2 derecenin altında tutulması ve mümkün olduğunca 1,5 derece ile sınırlandırılması, Paris Anlaşması’nda alınan en önemli karardır. Alınan bütün kararlar kâğıt üzerinde kalmakta ve gezegenimiz yaşanmaz bir duruma getirmek için kapitalist/emperyalist sistem hızla yol almaktadır.
“Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” 1992’de Brezilya’nın Rio de Janerio şehrinde düzenlenen “Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı”nda imzaya açıldı. 21 Mart 1994’te yürürlüğe girdi.
30 Kasım – 12 Aralık 2023 tarihleri arasında Birleşik Arap Emirliklerinin Dubai şehrinde bir araya gelen ülke liderleri “havanda su döverek” evlerine döndüler.
İlk COP 1995’te Berlin’de yapıldı. Yaklaşık 30 yıldır, 1994’te imza atan emperyalist-kapitalist ülkeler ve onlara bağımlı hükümet temsilcileri iklim krizine bir çözüm bulmak (!) için her yıl bir araya geliyorlar. Geliyorlar gelmesine de 30 yıldır, değişen köklü bir şey yok. Gezegenimizi iklim krizine sürükleyenlerin önderliğinde yürütülen görüşmelerde sonuç; 30 yıldır aynı terane etrafında dönüp dolanmanın ötesine pek geçmedi. İklim krizine neden olan ve olmaya da devam edenler, bu krizin olumsuz sonuçlarından en az zarar gören emperyalist haydutlardır. Diğer taraftan bu krizden en fazla zarar gören ülkeler, Afrika ve Güney Asya ülkeleri vb., bu iklim krizinin oluşmasına en az katkıda bulunan ülkelerdir.
Evet, emperyalist haydutlar, COP vb. konferanslarla bizi oyalaya dursunlar, dünyamızda yaşam gerçekten tehdit altındadır.
İklim aktivistleri ve bir dizi sivil toplum örgütlerinin protestosuna rağmen, dünyanın 10. petrol ihracatçısı olan Birleşik Arap Emirlikleri’nin COP28’e ev sahipliği yapması ayrı bir tiyatro sahnesiydi. Bu tiyatro sahnesinde paranın egemenleri “kör göze parmak sokması” şeklinde seyircileri aldatmaktadırlar.
Fosil yakıt kullanımının azaltılmasını amaçlayan COP28 iklim görüşmelerinin ev sahibi ülkesi Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) petrol üretimini çok büyük ölçüde (%42) artıracağını devlet petrol şirketi ADNOC ilan etmişti bile.
Birleşik Arap Emirlikleri yenilenebilir enerjinin liderliğine de soyunmak istiyor. Bunun için teknolojiye büyük yatırımlar yaptılar. COP28’de dünyayı iklim krizinden kurtaracak yenilenebilir enerjinin de merkezinde olma, ciddi güneş enerjisi potansiyeli ile birleştirme isteği de onlar açısından anlaşılır bir durumdur. Kendisini petrol üreticisi ülkelerden ayırarak petrol sonrası dünyada ayrıcalıklı bir yer kapma çabalarını da anlamak mümkün. Bunun için de bu sistemde geçer akçe olan “parayı basan düdüğü çalar” misali COP28’e ev sahipliği yapmış olmaları kapitalist sistemin iç sorunu olarak anlaşılmalıdır.
BM kaynaklarına göre, 200 ülkeden 97.000 katılımcı Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki iki haftalık COP28’e katılmıştır. Bu katılım rakamı geçen yıl Mısır’dakinin neredeyse iki katı ve şimdiye kadar ki rekor sayıdır.
COP28 iklim zirvesinde, iklim değişikliğinin etkilerini önlemek için küresel fosil yakıt tüketimini azaltmaya başlama konusunda anlaşmaya varılacağı hayalleri beslendi. Bu hayalleri petrol çağının sona ereceğine yorumlayanlar bile olmuştu. Nafile!
COP28’e katılmak için Dubai’ye özel jetle seyahat edenler geçen yıl Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde COP27’ye gelen 315 jetten daha fazlaydı.
Tehlikeye dikkat çekmek yeterli mi?
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres COP28’de şöyle konuştu: “Daha birkaç gün önce Antarktika’nın eriyen buzlarının üzerindeydim. Kısa bir süre önce de Nepal’in eriyen buzulları arasındaydım. Bu iki nokta birbirinden çok uzak ama krizde birleşiyorlar. Buzullar gözlerimizin önünde yok oluyor, toprak kaymalarından ve sellerden yükselen denizlere kadar tüm dünyada hasara yol açıyor. Ancak bu, iklimimizin çöküşüne yol açan hastalığın sadece bir belirtisi. Bu, sadece siz küresel liderlerin tedavi edebileceği bir hastalık. Dünyanın yaşamsal belirtileri bozuluyor. Ancak henüz çok geç değil”. (BM Genel Sekreteri António Guterres’in COP28 Taraflar Konferansı’nın ikinci gününde yaptığı bir konuşmadan, 01.12.2023)
Dünyayı en fazla kirletenlerinden birinin kralı yani Birleşik Devletler (İngiltere) Kral 3. Charles COP28’de liderlere seslendi: “Torunlarımız sözlerimizin değil eylemlerimizin sonuçlarını yaşayacak” demiş vay be… … Devam etmiş “Yerlilerin dünya görüşünün bize sadece insan olarak değil, tüm canlılarla ve yaşamı sürdüren her şeyle bağlantılı olduğumuzu öğrettiğini de unutmamamız gerekiyor. Bu büyük ve kutsal sistemin bir parçası olarak doğayla uyumun korunması gerekiyor. Dünya bize ait değil, biz Dünyaya aitiz.” https://www.bbc.com/turkce (5.12.2023)
Bu lafları edenin Amerika kıtasında ve dünyanın birçok yerinde yerli halklara soykırım uygulayanların ve “güneşin batmadığı imparatorluk” olmakla övünenlerin torunlarından biri olduğunu sadece hatırlatalım. Bu içi boş süslü laflarla karın doymuyor!
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in ve 3. Charles’in yaptığı tespitler doğru olmasına da çözüm beklentisi yanlış. Çünkü hastalığı yaratan sistem sınırları içinde hastalık tedavi edilemez. Hele hele hastalığın siyasi pratik sorumluluğunu taşıyanların reçetesi ancak geçici çözümlere yarar. Hastalıktan kurtulmak, yeryüzündeki yaşamı tehdit eden unsurlardan kurtulmak ile ilintilidir. İşin özü ve sözü kapitalist sistem var oldukça gezegenimizdeki yaşam hep tehdit altında olacaktır.
COP28’de neler oldu?
COP28’de neler olduğuna geçmeden önce COP27’de neler olduğuna kısa bir göz atarsak hafızaları tazelemiş oluruz.
COP27 sonrası yeryüzündeki iklim felaketleri artmaya devam etti. Dünya genelinde iklim değişikliğinin yol açtığı felaketlerde binlerce kişi yaşamını yitirirken, neredeyse her ülkede sel nedeniyle ölümler ve yıkımlar yaşandı. 2023 yazında gezegenin hemen hemen her bölgesinde sıcaklık rekorları kırıldı. Libya’daki sel felaketi, Kanada, Havayi ve Güney Avrupa’da aylarca-haftalarca süren orman yangınları iklim krizini gündemde tuttu.
Geçtiğimiz yıl COP27’de iklim krizinin yarattığı kayıp ve zararlar konusu ilk defa masaya getirildi ve en fazla zarar gören ülkeler kayıp ve zarara sebep olanlardan maddi destek istediler. Bu talep sonucu COP27’de emperyalist haydutlar Avrupa Birliği’nin önerisi ile bir fon kurulmasına karar verildi. Önerilen fonun detaylarını belirleme COP28 havale edildi. Kayıp ve zarar fonunun işleyişi, kimlerin ne kadar katkı vereceği belirlenecekti.
Kayıp ve zararlar hususunda da önemli bir karara varılacağını ve ilerleme kayıt edileceğini düşünmek ve eklemek abes olurdu. Çünkü “iklim krizinden dolayı zarar görenlere yardım edelim” temennisinde bulunmak kolaydır, ama karar alıp uygulamak işin zor tarafıdır. COP27’de bu, yaşandı. Eh şimdi “hadi o zaman herkes elini cebine atsın ve ödemeye başlayın!” toplantısına geldiğimizde ortaya çıkan resim çok berbattı.
Verilere göre gelişmekte olan ülkelerdeki kayıp ve hasarın 100 milyar ile 580 milyar ABD doları arasında olduğu tahmin edildiğinde COP28’de bu fonun işletilmeye başlanması için atılan adımlar devede kulak misali oldu. Konferans sonunda fon için 720 milyon ABD doları toplandı. Bunun dönüşü olmayan kayıp ve zararların ancak %0,2’ni (binde 2’si) karşılayacak gülünç bir rakam olduğu ortaya çıktı. Oysa IMF [Uluslararası Para Fonu]’nin geçen yıl ki açıklamasına göre, fosil yakıtlara yönelik doğrudan ve dolaylı sübvansiyonlar, 7 trilyon doların (5,56 trilyon avro) üzerine çıkmış durumdaydı. (https://yesilgazete.org/cop28)
İklim Aktivisti Greta Thunberg, COP28 anlaşmasının, “küresel ısınmadan en çok etkilenen ülkeler için sırtından bıçaklanma anlamına geldiğini ve sıcaklıkların kritik seviyelerin üzerine çıkmasını durdurmayacağını söylediğinde” pek haksız sayılmazdı.
Ellerini ceplerine atması gerekenlerin başında gelenlerden; ABD Başkanı Biden, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Rusya Devlet Başkanı Putin zaten bu konferansa katılmayacaklarını önceden ilan etmişlerdi! Anda dünyanın iki büyük finansörü ABD ve Çin masaya oturmadığı müddetçe bu konuda ciddi bir sonuca ulaşılmasını beklemek abesle iştigaldir.
COP28’de “karara bağlanan” temenni ve istekler
COP28’de uzun tartışmalar sonucu “karara bağlanan” özünde temenni ve isteklerden öte gitmeyen sonuçlar:
- Ulusal olarak belirlenmiş emisyon azaltma katkılarının sağlanması temennisi,
- Yenilenebilir enerji kapasitesinin küresel olarak üç katına çıkarılması isteği,
- Emisyonları azaltılmamış kömür enerjisinin aşamalı olarak azaltılmasına yönelik çabaların hızlandırılması dileği,
- Yenilenebilir enerji, nükleer enerji, özellikle de azaltmanın zor olduğu sektörlerde karbon yakalama, kullanma ve depolama gibi azaltma ve uzaklaştırma teknolojileri ve düşük karbonlu hidrojen üretimi dâhil olmak üzere sıfır ve düşük emisyonlu teknolojilerin hızlandırılması,
- 2030’a kadar özellikle metan emisyonları dâhil olmak üzere karbondioksit dışı emisyonların küresel olarak hızla ve önemli ölçüde azaltılması isteği,
- Altyapının geliştirilmesi ve sıfır ve düşük emisyonlu araçların hızla yaygınlaştırılması da dâhil olmak üzere bir dizi yolla karayolu taşımacılığından kaynaklanan emisyonların azaltılmasının hızlandırılması dileği,
- Enerji yoksulluğuna veya adil geçişlere çare üretmeyen verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarının mümkün olan en kısa sürede aşamalı olarak azaltılması çağrısı, (https://www.temizhavahakki.org, 20.12.2023)
- Bu istek ve temenniler 1992’de imzaya açılan ve 1994’te yürürlüğe giren “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” ve Aralık 1997’de imzaya açılan, 2005’te yürürlüğe giren “Kyoto Çevre Protokolü”nden beri tekrarlanan istek ve temennilerdir. Unutmayalım, karar, ihtiyaç sonucu duyulması ve uygulanması gerekli olan eylem ve tedbirlerdir. İstek ve temenni ise ihtiyacımız dışında bizleri mutlu edecek hareketlerdir. Günümüzde iklim krizine neden olan ve onun yarattığı sorunları çözmek için ihtiyacımız olan zorunlu eyleme geçiş kararları gereklidir. Sözün bittiği noktaya çoktan vardık. Bu kapitalist barbarlıktan kurtulmak için karar vermek zorundayız.
Fosil yakıtların kullanımın terk edilmesi, örneğin kömürden tamamen vazgeçilmesi, kömür bazlı termik santrallerin “amasız, sorgusuz sualsiz” kapatılması zaruridir. Elbette fosil yakıtlardan uzaklaşmanın bugünden yarına olmayacağını biz de biliyoruz. Düzenli ve adil bir şekilde uzaklaşmanın da yolları mevcuttur. Alt yapısını tamamen hazırlamadan geçişler gerçekleştirmek çok zor, kapitalist sistem bunu daha da zorlaştırmaktadır. İnsanlık, andaki teknolojik gelişme ile fosil yakıtlardan vazgeçme imkânına sahiptir. Kapitalist sınırlar ve engeller aşıldığı oranda yenilenebilir enerjiye dönüşüm daha da hızlanır. Bu anlamda COP28’de 132 ülkenin yenilenebilir enerjiyi 2030 yılına kadar 3 katına çıkarma SOMUT HEDEFİ hayalci değildir. Türkiye’nin bu ülkeler içinde olmadığının nedenini aşağıda açıklayacağız.
Almanya ve Fransa’nın “havaya karbondioksit saçmayan kömürlü termik santraller kurma” önerisi de aldatmacadır. Çünkü kömürlü termik santralden çıkan karbondioksiti yakalayıp çok uzun süre saklayacak bir teknoloji henüz icat edilmedi, yoktur.
Bu yaklaşım, kömür bazlı termik santrallerle elektrik üreten ve daha fazlasının kurulmasının çabaları içinde olanları da cesaretlendirmektedir. Türkiye bu noktada öne çıkanlardandır.
Ayrıca bu fosil yakıtlardan enerji elde edilmesi bağlamında kullanılan terimler de dikkat çekti. “Phase-out” (kullanılmasının sona ermesi) ve “phase-down” (kullanılmasının kademeli olarak azaltılması), terimleri arasında “phase-down”un tercih edilmesi kelime oyunu değil, konulan hedefler açısından sorunun ne kadar ciddiye alındığının da bir göstergesiydi.
COP28’de ilk kez insanların yetiştirdikleri ve yedikleri gıdaların küresel ısınmada çok önemli bir faktör olduğu da kabul gördü. Tarım, gıda ve iklim eylem bildirgesine 134 ülke temsilcisi imza attı. İmzacılar arasında dünyadaki gıdanın %70’ini üreten ABD, Çin ve Brezilya’nın da bulunduğu geçerken ekleyelim. 2015 yılında, gıda sistemi emisyonlarının 18 milyar ton sera gazı salınımı ile küresel ısınmanın yaklaşık üçte birinden sorumlu olduğu bilindiğinde bunun “dikkate alınacağı” sözünü vermek yeterli mi? Elbette değil. Gıda üretimiyle ilgili emisyonlarla nasıl mücadele edileceğini ortaya koymadan verilen sözlerin ne anlamı olur siz değerlendirin. Her gün sofrasında et görenle eti kurbandan kurbana sofrada görenlerin adaletsiz beslenmesine ne demeli?
Fosil yakıtta üretim durumu ve COP28
Petrol ve gaz üretenlerin yalnızca yüzde üçü fosil yakıt üretimini aşamalı olarak durdurmayı taahhüt ederken, bunun anlamının petrol ve gaz üretiminin yalnızca %0,8’ini kapsadığı bilindiğinde ne kadar boş gevezeliklerin yapıldığının ayrı bir kanıtı ortaya çıkmaktadır. Kömür üretiminde de benzer bir durum söz konusudur. Üretici ülkelerin yüzde 13’ü kömür üretiminden çıkmak istiyor; ancak en büyük üreticiler olan Çin, ABD, Endonezya ve Hindistan bu konuda kılını kıpırdatmaya pek niyetli görünmüyor. İşin tezat teşkil eden bir yanı da güya Çin, yenilenebilir enerjilerde öncü olarak gösteriliyor ve 2060 yılına kadar iklim açısından nötr olmayı istiyor. Diğer yandan ise Çin kömür madenlerini genişletmeye devam ediyor. Yani bir taraftan Çin, küresel karbondioksit emisyonlarının neredeyse üçte birine neden olurken, diğer taraftan çevreci ilan ediliyor. Bu ne yaman çelişki değil mi?
100 üzerinde ülkenin, COP28 anlaşmasında petrol, gaz ve kömür kullanımından “aşamalı çıkış” için yoğun lobi faaliyetleri karşısında Suudi Arabistan önderliğinde petrol üreticisi OPEC’in (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü, dünyanın kanıtlanmış petrol rezervlerinin yaklaşık %80’ini ve küresel günlük petrol üretiminin yaklaşık üçte birini kontrol ediyor) güçlü muhalefetiyle karşılaştı. Suudi Arabistan Enerji Bakanı Prens Abdülaziz bin Salman nihai anlaşma konusunda COP28 Başkanlığıyla “aynı fikirde olduğunu ve bunun krallığın hidrokarbon (petrol) ihracatını etkilemeyeceğini” söylerken, biz bildiğimizi okuruz, diyordu.
Karbon yakalama ve depolama
COP28’deki tartışmalardan biri de karbon yakalama ve depolama girişimlerinin hızlandırılması ifadesinin metne eklenmesiydi. Karbon yakalama ve depolama teorik olarak petrol, gaz ve kömür kullanıcılarının emisyonlarını kaynağında yakalayıp kalıcı olarak yeraltında depolayarak atmosfere ulaşmasını engellemelerini sağlayan bir teknolojidir. İklim değişikliğiyle mücadelede, küresel enerji ve iklim hedeflerine ulaşmada önemli rol oynadığı ve oynayacağı düşünülen bu teknik ile 2050 yılına kadar karbon emisyonunda sıfıra ulaşmamızı sağlayacak denilmektedir. Karbon emisyonlarının ortadan kaldırılmasına odaklanacağı ileri sürülmektedir.
Bu teknolojinin iki temel biçimi bulunuyor:
– Biyolojik karbon yakalama ve depolama:
Ormanlar ve okyanuslar gibi doğal çevrenin atmosferden CO2’yi yakalaması. Öncelikle ormanları korumamız, okyanus ve denizleri kirletmememiz, doğal çevreyi korumamız gereklidir. Gezegende on binlerce yıldır olan bir doğa olayını çevreyi tahrip ederek bozduk. Gereğinden fazla karbon ürettik ve üretmeye devam ediyoruz. Bu yetmiyormuş gibi doğal depolama alanlarını da tahrip ettik. Gereğinden fazlasını üretmez, doğal yakalama ve depolama alanlarının tahribatını engellersek bu gidişatı geri çevirebiliriz. Elbette bunun için kapitalist sistemin bertaraf edilmesi zorunludur.
– Yapay / jeolojik karbon yakalama ve depolama:
Endüstriyel tesisler, rafineriler, demir-çelik, çimento veya petrokimya tesislerinde insan faaliyetleri sonucu açığa çıkan CO2’nin yakalanması ve yeraltında depolanması.
“Üç aşamalı bu süreçte CO2, kömür ve doğal gazla çalışan enerji üretim tesisleri, çelik veya çimento fabrikaları gibi endüstriyel süreçlerde üretilen diğer gazlardan ayrıştırılıyor. Daha sonra CO2 sıkıştırılıyor ve boru hatları, karayolu taşımacılığı veya gemilerle depolama için bir sahaya taşınıyor. Son olarak CO2 kalıcı depolama için yerin derinliklerindeki kaya oluşumlarına gönderiliyor.” (https://www.socar.com.tr)
Yapay karbon yakalama ve depolama maliyetinin çok yüksek olduğunu Oxford Üniversitesi bünyesinde hazırlanan yeni bir rapor ortaya koymaktadır. Bu rapora göre;
“2050 yılı civarında net sıfır hedeflerine ulaşmak için Karbon Yakalama ve Depolamaya (CCS) aşırı bağımlılık “ekonomik açıdan son derece zarar verici” olacak ve yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve elektrifikasyona dayalı bir rotaya kıyasla en az 30 trilyon dolar daha pahalıya gelecek. Son 40 yıldır maliyeti düşmeyen CCS’nin dünyanın farklı yerlerinde ölçeklendirilmesi de teknolojideki yetersizlikler nedeniyle ayrı problem.” (4 December 2023 Oxford Smith School of Enterprise and the Environment | Working Paper No. 23-08)
Hele bir de bu tür yapay karbon yakalama ve depolama yöntemini yaygınlaştırıp birkaç temel sektörde değil, ekonominin tamamında yaygınlaştırılmasının finansal açıdan pek mantıklı olmadığı ortadadır. Bu alanda sarf edilecek ekonomik değerler ile uzun vadeli yenilenebilir enerji kaynaklarına yapılacak yatırımlardan daha olumlu sonuçlar alınacağı gayet açık olduğu hâlde dayatmaların temelinde yine fosil yakıt kapitalist tekellerinin çıkarları söz konusudur. Açılmayan kuyular, çıkarılmayı bekleyen fosil yakıt rezervelerdir. Diğer yandan ulusal karbondan arındırma planlarının merkezine CCS’yi koyan hükümetler kendilerini rekabet açısından dezavantajlı duruma düşürme riskiyle karşı karşıya olduklarını anlamakta zorlanmayacaklardır, sonuçta onlar da kapitalist sistemin parçalarıdır.
Atom/nükleer enerji mi yoksa fosil enerji mi daha temiz?
Nükleer enerji/atom lobicileri COP28’de de işbaşında, fırsatı ganimete dönüştürme peşindeydiler. COP28’de ABD İklim Özel Elçisi John Kerry, nükleer enerjide yatırımları sağlamak için “erişilebilir trilyonlarca dolar” olduğunu, net sıfır emisyon hedefine ulaşmanın nükleer enerji olmadan mümkün olmadığını savunuyordu.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron COP28’in 2 Aralık 2023 oturumunda, nükleer enerjinin iklim değişikliğini engelleme çabalarında “vazgeçilmez bir çözüm” olduğunu söyledi. Fransa’nın kendi elektriğinin yaklaşık %70’ini nükleer santrallerden elde ettiğine vurgu yaptı. Macron ve aralarında İsveç Başbakanı Ulf Kristersson’un da bulunduğu diğer liderler, Dünya Bankası ve uluslararası finans kuruluşlarını nükleer projelerin finansmanına yardımcı olmaya çağırdı. Kristersson, hükümetlerin “koşulları güçlendirmek ve nükleer enerjiye yatırım için ek teşvikler yaratmak üzere mali risklerin paylaşılmasında rol almaları gerektiğini” söylerken, aynı zamanda iyi bir atom lobicisi olduğunu kanıtladı.
ABD öncülüğündeki 22 ülke, 2030’a kadar küresel nükleer enerji kapasitesini üç katına çıkarmak için bildirge imzalarken deyim yerindeyse “COP28 nükleer doğurdu”.
Nükleer Karşıtı Platform (NKP), 2015’te Paris İklim Anlaşmasının imzalandığı dönemde “Paris İklim Anlaşması nükleer enerjinin Truva atı mı!” sorusunu sorarken haklıydı.
Şu anda tüm dünyada çalışan 444 nükleer enerji santrali var. Bu santrallere ek olarak Türkiye, Çin, Fransa, Japonya, İngiltere ve Finlandiya’nın da bulunduğu 19 ülkede 50 reaktör ise inşa hâlinde bulunuyor. Çernobil ve Fukushima nükleer felaketleri, radyoaktif zehirlenme ve ölümlere sebep olunca nükleer sermaye kan kaybına uğradı, yeni siparişler gündem dışı kaldı. Hatta bazı ülkeler başta Almanya nükleerden çıkma kararları aldı. COP ve iklim zirveleri aracılığıyla şimdi rüzgâr tersten esmeye başladı.
COP28’de atom santral sayısının 3’e katlanma kararı alındığı gün, Ukrayna nükleer felaketin eşiğinden döndü. Zaporijya Nükleer Santrali’nde yaşanan elektrik kesintisi sanki olası bir yeni atom felaketinin habercisiydi. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), bu olayla birlikte savaşın başından bu yana 8. defa santrale dışarıdan gelen elektriğin kesildiğini ifade etti. Neyse ki santralin dizel jeneratörleri devreye sokularak bu felaket atlatıldı. Ne zamana kadar?
Bir taraftan atom lobiciler faaliyetlerini artıra dursun, nükleer reaktörler tarafından üretilen yüzbinlerce yıl boyunca aktif kalan radyoaktif atıkların uzun vadeli depolama sorunu hâlâ çözüm beklemektedir. Emperyalist haydutların bu atıkları Türkiye vb. ülkelere ihraç etmesi atom kirliliğinin alanlarını değiştirmekten öte işe yaramıyor. Çünkü insanlık henüz atom enerjisini ZARARSIZ-TEHLİKESİZ kullanabilme teknik kapasiteye ulaşabilmiş değildir.
Aksine andaki durum atomdan elde edilen enerji temiz olmadığı gibi pahalıdır son derece tehlikeli ve zararlıdır.
- Atomdan elde edilen enerji yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilene göre çok pahalıdır, kurulum ve işletme masraflarının yüksek olmasının ötesinde reaktörlerin maksimum ömrü 50-60 yıldır. Sonra yeni baştan yenilenmek zorunluğu var, yenilenmez ve kullanılmaya devam edilirse, felakete davetiye çıkarma söz konusu olur. Öte yandan reaktörde kullanılan uranyum kaynakları yeryüzünde sınırlıdır.
- Kullanım süresi dolan bir reaktörün bertaraf edilmesi yeni bir kurulum kadar masraflıdır ve tamamen imkân dâhilinde değildir, nükleer reaksiyon onlarca yıl devam eder.
- Herhangi bir kaza anında hiçbir tedbirin garantisi yoktur, bunu Çernobil ve Fukushima felaketlerinde yaşadık.
- Atomun gücü hiçbir güçle karşılaştırılamayacak kadar yüksektir, yıkma-yakma-radyoaktif zehirleme gücü Hiroşima-Nagazaki-Çernobil ve Fukushima’da yaşandı.
- Atomdan elde edilen enerji sonrası meydana gelen üretim atıkları yüzbinlerce yıl bertaraf edilemiyor, canlılara zararlı konumunu sürdürüyor.
- Nükleere lanet! Yaşasın hayat! demek en doğru olanıdır.
- (Daha geniş bilgi için www.ydicagri.org internet sayfamızda yayınlanan Nükleer enerji, nükleer santraller hakkında yayınlanan kimi makalelerimize: 17 Kasım 2021 tarihli “Nükleer Enerjiye Karşı Çıkmak” veya https://www.ydicagri.net/akkuyu-nukleer-santrali-yalanlari-uzerine.html https://www.ydicagri.net/-nukleer-santrallere-hayir.html https://www.ydicagri.net/nukleer-felaketleratom-oldurur.html bakılabilir.)
COP28: Türkiye rekor sayıda temsilciyle katıldığı zirvede istediğini elde etti mi?
Türkiye Dubai’ye 1045 kişi ile gitti, herhangi bir karar almadan döndü. Halklarımızın cebinden turistik seyahat yaptılar.
Türkiye COP28’de aralarında İklim Kulübü ve Dayanıklı Gıda Sistemleri’nin de olduğu dokuz girişime katıldığını açıkladı. Ancak Türkiye COP28’in en önemli gündem maddelerinden olan fosil yakıtlardan çıkış konusuna ilk günden karşı çıktı. Yenilenebilir enerji kapasitesinin 2030 yılına kadar üç katına çıkarılmasını taahhüt eden 100’den fazla ülke arasında da yer almadı. Suudi Arabistan, Rusya ve Irak’ın yanında yer almayı tercih etti.
Türkiye’nin COP28 katılımdaki en önemli önceliği “Kayıp ve Zarar Fonu’ndan yararlanmaya” odaklanmaktı. Türkiye 2022 yılında en çok emisyona sebep olan ülkeler sıralamasında 15’inci olmasına rağmen kendini hâlâ bu fonun verildiği kırılgan ülkeler arasında değerlendirmeye, bu konferansta da devam etti. Ama eli boş döndü. Türkiye’nin, Suudi Arabistan, Rusya ve Irak’ın yanında COP28’de sivil toplum tarafından fosil yakıtlardan çıkışın, dolayısıyla iklim kriziyle mücadelenin önünü tıkayan dört ülkeden biri olarak anılmaya devam etmesi anlaşılır bir durumdur. Türkiye, fosil kaynaklarda dışa bağımlılığına rağmen anlaşılmaz şekilde fosil yakıtlardan çıkışa, hatta fosil yakıtların azaltılmasına karşı çıkıyor. Bunun bir tek nedeni olabilir, o da bu alanda rant ve rüşvetin bol olmasıdır.
Evet, COP28 yine fiyasko ile son bulan bir konferans olmaktan kurtulamadı. Kurtulamaz da çünkü paranın egemenlerinin önderliğinde ve kontrolündeki girişimler yine paranın egemenliğini güçlendirmeye hizmet eder. COP28’de de böyle oldu.
COP28’e ev sahipliği yapan Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) ulusal petrol ve gaz şirketi Adnoc’un da CEO’su olan Sultan Al Jaber, İngilizlerin günlük gazetesi Guardian’a şirketin fosil yakıt talebini karşılaması gerektiğini söylerken bir nevi alay ediyordu:
“Benim yaklaşımım çok basit: Sorumlu, güvenilir bir düşük karbonlu enerji tedarikçisi olarak hareket etmeye devam edeceğiz ve dünyanın en düşük maliyetle en düşük karbonlu varillere ihtiyacı olacak.”
Sanki sorun varillermiş şeklindeki alaycı üslubuna diyecek tek sözümüz:
PARANIZIN EGEMENLİĞİNİ ORTADAN KALDIRDIĞIMIZDA KENDİMİZİ DAHA GÜVENDE BULACAĞIZ.
“Son Jenerasyon Hareketi” (Letzte Generation- Last Generation Movement ile ilgili:
Çevre sorununa bağlı olarak kendilerine “Son Jenerasyon Hareketi” adını veren “dünyanın batmasını durdurabiliriz” diyen hareket gelişiyor. “Son Nesil Hareketi” iklim değişikliğine yönelik politikaları protesto etmek amacıyla sanat eserlerine zarar veriyor. Trafik blokajları yapıyor. “Son Nesil Hareketi”, gençlerin çevre ve iklim değişikliği konularında farkındalık yaratmak için başlattığı bir harekettir. Kendilerini asfalta yapıştırarak, seslerini duyurmak ve çevresel konularda acil eylem çağrısında bulunmak istiyorlar. Haksızlıklara karşı tepkilerini ortaya koyuyorlar. Bu hareketin yaptığı, esasta pasifist militan direnişlerdir. Hapse girmeyi, dayak yemeyi ve saldırıya karşı bir tepki göstermeden eylemini sürdürürken, gelişen bu pasifist hareket bile hâkim sınıfları rahatsız ediyor. Hareket kriminalize ediliyor. Diğer yanda on binlerce insanın katıldığı Greta Thunberg’in başlattığı Fridays for Future (Gelecek için Cumalar) hareketinin bir eylemi devleti fazla rahatsız etmiyor.
Sonuç olarak
Ülkelerimizde ve dünyada çevre, doğal kaynakların korunması mücadelesi, bu mücadele alanı en hayati mücadele alanlarından biri olmasına rağmen, işçi sınıfının mücadelesinden bütünüyle kopuk, önemi ile karşılaştırıldığında cılız, düzen içi bir mücadele olarak yürüyor. O kadar ki, birçok ülkede olduğu gibi ülkelerimizde de devlet kendisini en büyük çevreci olarak tanıtma terbiyesizliğini kolaylıkla öne sürebiliyor. Sıfır Atık Projesi bir devlet projesi olarak, BM’nin çevre programının bir parçası oluyor. O kadar ki, çevre korumacılığı KK-T’de “Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı” adı altında bir bakanlığa sahip ve bakanlığın çevre koruma bilinci geliştirme adına hazırladığı devlet reklam filmleri TV’lerde sürekli gösterimde. Burjuva/küçük burjuva çevre örgütlerinin (Örneğin TEMA Vakfı) reklamları ile bu bakanlığın reklamlarını birbirinden ayırt etmek güç.
Daha nice COP’lar yaşayacağız. Çevre hareketinin kontrol ve önderliği burjuvazinin elinde olduğu sürece fazla ilerleme kaydetmek olanak dâhilinde değildir. İklim Krizinin/ Çevre Barbarlığının son bulması hareketin emeğin kurtuluşu mücadelesi ile birliği sağlanmadan mümkün görünmüyor.
Bunun için YA BARBARLIK YA SOSYALİZM! diyoruz.
15.01.2024