Türk tipi partili başkanlık sistemine resmen geçişin ilk seçimi 2018 Haziran’ında yapılan, cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri idi. Bu seçimlerin bittiği, sonuçların açıklandığı andan itibaren erken seçim tartışmaları başladı. Burjuva muhalefet partileri önce hemen seçimlerin hileli olduğu, kurulacak yönetimin meşru olmadığı, seçimlerin yenilenmesi gerektiği tezine sarıldılar. Bu bağlamda yönetime en fazla 6 aylık ömür biçildi. Altı ay sonrasında bu kez sistemin işlemediğinin görüldüğü tezi temelinde erken seçim için “en geç” 2019 Haziran’ı, sonra 2020 Baharı, sonra 2020 Yazı vs. dillendirildi. Hükümet katiyen yönetemiyordu, ülkeyi felakete sürüklüyordu. Çözüm sandıktı. Zaten mutlaka sandık en geç 2020 Sonbaharında gündeme gelecekti. Bu zorunluluktu vs.
MHP destekli Erdoğan/AKP hükümeti ise hep seçimlerin zamanında yapılacağını söyledi durdu. 2020 geçip, 2021’e gelindiğinde Korona’nın da derinleştirdiği krizin etkilerinin açık olarak göründüğü şartlarda, burjuva muhalefet partileri “yönetememezlik” temel tezi temelinde, erken seçimi bıraktılar, hemen seçim, derhal seçim moduna geçtiler.
2016 Temmuz’unda Fethullah örgütü aracılığıyla girişilen Amerikancı darbe girişimi ertesinde Erdoğan/AKP’si kendini siyasi olarak yeniden konumlandırma işine hız verdi. Uluslararası alanda ABD ve Batı’yla ilişkilerini, Rusya ile Çin ile ilişkilerini düzenlemede yeni adımlar attı. “Batıcı siyaset”ten bütünüyle kopmadan uzaklaşan, emperyalist güçlerle ilişkisinde “denge” siyaseti güden bir yola girdi. Dış siyasette bu adımları açık fetihçi, saldırgan tavır ve edimlerle tamamladı. İç siyasette açık Kemalizm düşmanlığından adım adım uzaklaştı, kemalistlerle uzlaşma arayan, milliyetçilik vurgusunu arttıran bir yön tutturdu. Bu kendini en açık biçimde açık Türkçü, Turancı MHP ile ittifakta gösterdi.
Bütün bu gelişmeler AKP/Erdoğan yönetimini Batılı emperyalistler gözünde alternatifi en kısa zamanda bulunup gönderilmesi gerekenler listesine koydurdu. ABD’nin bugünkü başkanı Biden ABD başkanlık seçimleri kampanyası sırasında yaptığı bir söyleşide, Türkiye siyaseti bağlamında, “Erdoğan’ı Türkiye’deki dostlarıyla birlikte, ama darbe yoluyla değil, seçimlerle, iş başından uzaklaştırma”nın hedefi olduğunu Türkiye’deki muhalefeti bu amaçla destekleyeceklerini açıkça ilan etti. AB açısından da durum, Biden gibi açıkça ilan edilmese de değişik değildi. Erdoğan/AKP yönetiminin işbaşından uzaklaştırılması, Türkiye ile ilişkilerin düzeltilmesi için bir gereklilikti. Türkiye’de erken seçim/derhal seçim yalnızca Türkiye’deki burjuva muhalefetin değil, Batılı emperyalistlerin de istekleri idi. Burjuva muhalefet sözcüleri, iktidar değişikliğinde dış siyasette “180 derecelik bir değişiklik” yapacakları, AKP’nin siyasetini bütünüyle tersine döndürecekleri garantisini veriyorlardı.
Burjuvazi tarafından gündem hep erken seçim tartışmaları ile meşgul edildi. Biz en başından itibaren işçiler, emekçiler açısından faşizmin egemen olduğu Türkiye’de yapılan ve yapılacak seçimlerin özde hiçbir şey değiştirmeyeceğini, bunun egemenlerin gündemi olduğunu açıkladık. Seçimlerde halka dayatılan tercihlerin ‘kırk satır mı/ kırk katır mı?’ tercihi olduğunu açıkladık. İşçilere, emekçilere, ‘bizim gündemimiz sınıf mücadelesinin sorunları olmalı’ dedik. Bunun yanında burjuva medyada yürütülen seçim tartışmalarının da gerçekte havanda su dövmekten öte bir anlamı olmadığını anlattık. AKP’nin ve Erdoğan’ın istemediği şartlarda bir erken seçim olmayacağını, onların da böyle bir niyetlerinin olmadığını ortaya koyduk.
Bundan da önemlisi şunları açıkladık:
* Seçimler ister erken, ister derhal, ister zamanında yapılsın, seçimlerden en geç ikinci turda cumhurbaşkanı olarak çıkacak olan ya Erdoğan, ya da Millet İttifakı’nın gösterdiği bir aday olacaktır. Bu ikisi dışında bir cumhurbaşkanı adayının seçilme şansı yoktur.
Cumhurbaşkanı seçimi, halk açısından iki kötü arasında tercih yapma seçimi olacaktır.
Erdoğan ile Millet İttifakı’nın –henüz ismi bilinmeyen– adayı arasında bugün Türkiye’de hüküm süren burjuvazinin iktidarını sürdürme konusunda bir çelişme, bir fark yoktur. Cumhur İttifakı da Millet İttifakı da kapitalist düzen partilerinin ittifakıdır.
* Parlamento için yapılan seçimlerden bu iki ittifaktan birinin hem cumhurbaşkanlığını kazanması hem de parlamentoda anayasayı değiştirecek çoğunluğu sağlayarak çıkması çok küçük bir ihtimaldir. Bu yüzden Millet İttifakının, “Biz bu sistemi değiştireceğiz, başkanlık sisteminden güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçeceğiz” iddiası boş bir iddiadır.
Kaldı ki, hâlâ nasıl “güçlendirileceğini” bilmediğimiz parlamenter demokrasinin, en ileri demokrat ülkelerde nasıl işlediğini, bunun burjuvazinin yönetim sistemlerinden yalnızca biri olduğunu, başkanlık sisteminden özde farkı olmadığını biliyoruz. Kuzey Kürdistan-Türkiye’de parlamenter sistem denen sistemin, gerçekte faşizm üzerine geçirilmiş örtüden başka bir şey olmadığını yaşanmış tecrübeyle biliyoruz! Kuzey Kürdistan-Türkiye’ye faşizm 2018’de başkanlık sistemiyle ya da 2002 yılında AKP’nin iktidar olmasıyla gelmedi. Onlar devraldıkları faşizmi uyguladılar. Onlar faşizmi kendilerine göre dizayn edilmiş biçimiyle, bugün MHP ile el ele, ordu ve devlet kurumları içinde de hâlâ var olan Avrasyacı kemalist kesimle de kerhen kurulmuş bir ittifakla, en koyu biçimde uyguluyorlar.
* Seçimlerden AKP’nin birinci parti olarak çıkması, mecliste en büyük grubu oluşturması büyük ihtimaldir. Bu ihtimal gerçekleşirse cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetse bile AKP ve Cumhur İttifakı önümüzdeki dönemde de iktidarını sınırlandırılmış biçimde sürdürme, olası bir Millet İttifakı cumhurbaşkanını “topal ördek” durumuna düşürme imkânına sahip olabilecektir.
Bütün bunlar alt alta konulduğunda çıkan sonuç nettir: Bu seçimlerden halk için demokrasi, halk için refah, halk için daha iyi bir yönetim vs. çıkmaz. Eski tas eski hamam yerinde kalır. En iyi hâlde tellaklar değişir.
Bütün bu nedenlerle çare sandıkta değildir. Çare Kuzey Kürdistan-Türkiye’de kapitalizmin faşist iktidarının devrimle tarihin çöplüğüne gömülmesinde, halkın kendi öz iktidarındadır. Çare “Kapitalist sisteme sanduka!”dadır. İşçiler demokrasi adına davet edildikleri sandığa değil, kendi sınıf mücadelelerini ilerletmeye yoğunlaşmalıdır. Kapitalizmin sandukasının hazırlamanın yolu, sandıktan değil, sınıf mücadelesinden geçiyor!
Egemen sınıfın kendi arasındaki iktidar dalaşında genel seçimler, “demokratik meşruiyet”in temeli olarak gösterildiği, bunun halk yığınları tarafından böyle kabullenildiği şartlarda gerçekten de çok önemlidir. Fakat genel seçimlerde egemen sınıfın temsilcileri arasında tercih yapmaktan öte fonksiyonu olmayan işçiler, emekçiler açısından burjuvazinin iktidarında yapılan seçimlerin fazla bir değeri ve önemi yoktur. En iyi hâlde bilinçli, sınıf bilinçli proletaryanın halk desteği gücünü ölçmek için bir araç olarak, ya da seçim ortamından ve seçimin konusu olan kurumlardan da düzenin yıkılması gerektiğini propaganda etmek için yararlanma açısından bir değeri vardır.
Seçimlerle iktidara gelmek, iktidardan pay almak, bu yolla halk için yararlı işler yapmak, hele hele düzeni değiştirmek vs. vs. boş hayaldir. Burjuvazinin iktidarı şartlarında seçimlerle gerçekten bir şeyler kökten değişecek olsa, o seçimler yapılmaz!
Erken/Derhal/Zamanında Seçim?
Erken seçim/derhal seçim tartışmalarında burjuva muhalefet, çoğunu kendi yaptırdığı kamuoyu yoklamalarında AKP’nin ve MHP’nin önemli ölçüde oy kaybettiğini gördüğü yerde, kendi kendini AKP/Erdoğan iktidarının gidici olduğuna, “geliyor gelmekte olan”a bayağı inandırdı.
Bu kendi kendini inandırma bağlamında tabii Erdoğan yönetimini gelinen yerde “istenmeyen”, kontrol edilemeyen bir yönetim olarak gören Batılı emperyalistlerin beklentileri ve verdikleri gaz da epey rol oynuyor.
Örneğin Time dergisi, son sayısında “Global Riskler” listesinde Erdoğan Türkiye’sini 10. sıraya koymuş ve şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2023’teki seçimler öncesinde anket sonuçlarındaki düşüşü tersine çevirmeye çalışırken, 2022’de Türkiye’nin ekonomisinin ve uluslararası konumunun daha da düşük seviyelere gerilemesine engel olamayacak. İşsizlik ve enflasyonun yüksek, liranın daha zayıf ve daha oynak olmasına rağmen Erdoğan ortodoks ekonomi yönetimini reddediyor. Ekonomik krizi gündemden düşürmek için Erdoğan’ın dış politikası bu yıl daha çatışmacı bir hâl alacak. 2022’de pek olası olmayan erken seçim durumunda ise tüm bu riskler daha da şiddetlenecek.”
Burada “Ortodoks ekonomi yönetimini reddetmesi”nden söz edilirken, Erdoğan’ın yüksek politika faizi politikasından uzaklaşması kastediliyor ve bu uzaklaşma sonucu sırada bekleyen felaket öngörüleri sıralanıyor. İlginç olan, Türkiye’deki “dostların” tersine Time yazarları, 2002’de seçimi pek olası görmüyor. Bu konuda biraz daha gerçekçiler yani.
Ya da örneğin, ABD dış politikasının belirlenmesinde önemli payı olan “Foreign Affairs” dergisinde yayınlanan Soner Çağaptay’ın bir makalesinde şu tespitler yapılıyor:
“18 ay sonra Türkiye, Erdoğan’ın kazanmasının pek mümkün olmadığı bir cumhurbaşkanlığı seçimi yapacak. (…) Mevcut kamuoyu yoklamalarına göre hem CHP’li belediye başkanları (kastedilen İmamoğlu ve Yavaş – BN) hem de milliyetçi İyi Parti’nin lideri Meral Akşener, Erdoğan’ı iki yönlü bir cumhurbaşkanlığı yarışında yenecek. Üçü de muhalefetin genel liderliği için yarışıyor, ancak yakın zamanda Türkiye’ye yaptığım bir gezide, her birinin ikinci turda Erdoğan’a karşı önde gideni destekleyeceğini öğrendim.”
Burada, 18 ay sonra (Siz bunu artık seçim tarihi konusunda ABD dış politikasının erken/derhal vb. noktasında olmadığı şeklinde okuyabilirsiniz. Görünen o ki, Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin seslendirdiği “Seçimler zamanında yapılacak. Nokta.” açıklamalarını ciddiye alıyorlar.) Erdoğan’ın gidici olduğu konusunda nerdeyse kesin hükmün yanında ilginç olan bir şey var. Gidenin yerine gelecek olanlar içinde Kılıçdaroğlu’nun ismi yok! Ne oluyoruz? Gelmekte olan konusunda galiba “Batılı dostlar” Kılıçdaroğlu’ndan çok İmamoğlu, Yavaş, Akşener’i favorize ediyorlar! Görünen Millet İttifakı’nın adayı bağlamında köprülerin altından epey su akacağı, kafa/gözün yarılacağı!
Öyle ya da böyle, yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını Millet İttifakı’nın CHP’li adayları AKP’nin elinden aldı. Bu başarı aslında MHP ve İyi Parti siyasetlerini savunan “CHP”li siyasetçiler İmamoğlu ve Yavaş sayesinde ve HDP’nin desteğiyle kazanıldı. Fakat AKP/Erdoğan açısından travmatik bir yenilgi idi. Şimdi Millet İttifakı benzer bir başarının cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinde tekrarlanacağından emin görünüyor. Yapılacak ilk seçimde Erdoğan’ın gideceği konusunda kesin inançlı.
Kur Krizi/Sıkıntılı İktidar/Seçim
Erdoğan/AKP yönetimi 2018’den 2021’in ikinci yarısına kadar öncelikle para politikasında gelgitli ekonomi politikaları izledi. Bu gelgitli, sallantılı politikalardan uzaklaşmada kararlı olduğunu gösteren adımlar atmaya başladığında, somut olarak politika faizini düşürme adımları attığında, faizden para kazanan büyük iç ve dış oyuncular, hızla dolara, avroya, dövize yöneldiler. Küçük mevduat sahipleri de bu gelişme karşısında oluşan panik ortamında TL karşısında hızla değer kazanan dolar ve diğer dövizlere ve altına yöneldi. Bu aslında politika faizini 6 ay içinde dört adımda %19’dan, yüzde14’e indirmenin cezalandırılması, bu siyasetten vazgeçilmesi yönünde yapılmış bir çağrı idi. Burjuva ekonomistlerin büyük çoğunluğu, AKP/Erdoğan’ın bu ekonomi politikasının “bilime aykırı” olduğunu, bu politikayla Türk ekonomisinin, Türkiye’nin çöküşe götürüldüğünü, bu politikadan derhal vazgeçilmesi gerektiğini vb. anlattılar. İstanbul büyük burjuvazisinin örgütü TÜSİAD hükümeti “bilimsel siyasete” geri dönmeye çağırdı vs. 2021’in Aralık’ında doların “önlenemez” yükselişi, TL’in dolar karşısında günbegün erimesiyle, “derhal sandığı getir çağrıları” ayyuka çıktı.
Bir siyasi iktidar açısından onu ayakta tutacak veya yıkacak en önemli faktörün ekonomi olduğunu bilen burjuva muhalefet açısından, sonuçları işçi ve emekçilere yoksullaşmanın artması olarak yansıyacak kur krizi bulunmadık fırsattı. Türk lirasının serbest düşüşle ve görünürde engellenemez bir biçimde sürekli değer kaybetmesi, TL bazında gerçekleşen GSYİH büyümesinin sonuçlarını dolar bazında sıfırlıyor, TL bazındaki büyüme dolar/döviz üzerinden hesaplandığında daralma/küçülme anlamına geliyordu. Merkez Bankası’nın TL’nin değerinin düşüşünü engellemeye yönelik her girişimi, yaptığı her döviz satımı da sonuçta zaten net bazda negatife düşmüş rezervleri eritiyor, yapılan müdahaleler ertesinde biraz düşen döviz kurları, kısa süre sonra görece ucuzlayan dövize artan taleple yeniden yükseliyordu. Öncelikle yerli ve yabancı finans kapitalin büyük oyuncuları açısından bu durum, yalnızca kur oynamaları üzerinden çok büyük paralar kazanmanın yolu idi. Yaşanan tam bir kısır döngü idi. Aralık ayında dövizdeki, aslında reel ekonomi verileri ile açıklanamayacak büyüklükteki yükseliş sonucu ortaya çıkan hem içte hem dışta yoğun olarak pompalanan algı Erdoğan hükümetinin artık kesin gidici olduğu algısı idi. Ekonomik iflas yaşanıyordu. Erdoğan yönetiminin bu gidişe karşı çaresiz olduğu artık net olarak ortaya çıkmıştı. “Yönetemiyorlar”dı. “Erdoğan gitse doların ateşi ertesi gün düşer”di. Millet rahat nefes alır, ekonomi nihayet önünü görüp planlama yapacak duruma gelirdi vs. Bu ortamda “Derhal sandık!” çağrılarının daha yüksek sesle dile getirilmesi anlaşılır bir gelişme idi. Bu ortamda yapılacak bir seçimde Erdoğan’ın ve AKP’nin kazanma şansı, milliyetçiliğe yapılan bütün vurgulara, dış düşmanlara karşı birleşme çağrılarına vb. rağmen, gerçekten de yok denecek kadar azdı. Bu yüzden bu cephenin, erken seçim, derhal seçim çağrılarına kulaklarını kapatması ve “seçim zamanında yapılacak” da ısrar etmesi de gayet anlaşılırdı.
20 Aralık’ta hükümetin bu gelişmeler karşısında açıkladığı bir tedbir paketi, faizlerin arttırılmadığı şartlarda “önlenemez” olduğu söylenen doların sürekli yükselişini durdurdu. Bir gecede dolar 18,36 lira seviyesinden 12 lira seviyesine düştü. Ondan bu yana dolar 11 lira ile 13,80 lira arasında dalgalanıyor. Görünen bu dalgalanmanın bu seviyelerde önümüzdeki dönemde de belli bir süre devam edeceği.
Hükümetin çaresizliği, yönetemez durumda olduğu tespitlerini bir çırpıda yıkan bu gelişme ve onun hemen ardından yıl sonunda gelen asgari ücrete %52 zam açıklaması, 20 Aralık öncesinde seçimi zaten kazandıkları havasında olan burjuva muhalefetin havasını biraz söndürdü.
Fakat hükümetin yönetemez durumda olduğu, 2023’e kadar iktidarını sürdürmesinin imkânsız olduğu, sandığın erken gündeme geleceği tezi yine de dillendirilmeye devam ediyor. Kılıçdaroğlu’nun şimdi, 8 Ocak’ta verdiği yeni tarih Eylül 2022. Katıldığı TV programında “Eylül ayında seçim bekliyorum. Ekonomiyi götüremezler.” diyor.
Ekonomik Veriler ve Seçim
O diyor demesine de battık/batıyoruz dedikleri Türkiye ekonomisi, Korona krizinden etkilenen bütün dünya ekonomileri içinde 2020’de çok düşük de olsa (%1,8) büyüyen bir ekonomi. 38 OECD ülkesi içinde, İrlanda dışında, büyüyen tek ekonomi. OECD üyesi 36 ülke –bunlar içinde “gelişmiş ekonomiler” kategorisi içinde sayılan tüm ekonomiler var– 2020’de küçüldüler.
2021 yılında ise üst üste tarihinin ihracat rekorlarını kıran, cari açığını azaltan bir ekonomi. İhracatı yıllık bazda 200 milyar doların üzerine çıkan bir ekonomi.
2021 yılında IMF’in büyüme öngörüsünü %9’a yükselterek revize etmek zorunda kaldığı bir ekonomi. AKP/Erdoğan yönetimi %10’un üzerinde bir büyüme beklentisi içinde. Mart ayında her halükârda dünya ortalamasının ne ölçüde üstünde büyümeye sahip bir ekonomi olduğunu göreceğiz.
Kuşkusuz bu veriler, hükümetin göstermeye çalıştığı gibi, ekonominin çok iyi durumda olduğunu gösteren veriler değil. 2021’deki olası yüzde 10 civarında bir büyüme, 2019 ve 2020’nin çok düşük büyüme verilerine göre, onlar baz alınarak erişilen bir büyüme. Kurdaki değişiklikler, TL’nin değer kaybı göz önüne alınıp bugünkü dolar kuru üzerinden hesaplandığında, dolar/döviz bazında 2018’le karşılaştırıldığında bir büyüme değil, küçülme söz konusu. Fakat bu Türkiye’ye özgü, Türkiye ile sınırlı bir durum değil. Bütün kapitalist dünyada ekonomi büyüklüğünde 2018 seviyesine göre gerileme var. Bunda Korona krizinin zaten başlamış olan krizi olağanüstü ölçüde derinleştirmiş olması belirleyici rol oynuyor.
Bu veriler hele hele işçiler ve emekçilerin durumunun iyi olduğu anlamına hiç gelmiyor. Türkiye ekonomisi örneğin enflasyonun yüksekliği, işsizliğin yüksekliği, ortalama ücretin –ki bu son görece yüksek zamdan sonra, asgari ücretle eşitlendi nerdeyse– düzeyi başlıklarında “gelişmiş ekonomi” ülkeleri karşılaştırıldığında kötü durumda.
Fakat kapitalist ekonominin durumunun iyiliği veya kötülüğü işçilerin ve emekçilerin durumunun iyiliği veya kötülüğü ile ölçülmez. Kapitalist ekonomi adı üzerinde sermayenin ekonomisidir. Sermayenin durumunun iyiliği veya kötülüğü, kapitalist ekonominin ne durumda olduğunun belirleyicisidir. Türkiye’de kapitalistlerin durumu, tabii en başta en büyükler olmak üzere, genelde iyidir. Korona krizinden en büyüklerin bir bölümü hatta daha da güçlenerek çıkmıştır. Türkiye kapitalizmi AKP iktidarı dönemi bir bütün olarak ele alındığında, şimdi iki büyük ekonomik krize, irili ufaklı siyasi krizlere rağmen, bir atılım dönemi yaşamıştır. Olgu budur. Bu anlamda burjuvazi açısından “kötü bir ekonomi yönetimi”nden söz etmek, gerçeği görmemek veya görmek istememektir. Ekonomik veriler kapitalist dünyanın kapitalist bir üyesi olan Erdoğan T.C.’sinin batan, batmakta olan bir ekonomiye sahip olduğu iddiasının gerçeği yansıtmadığını gösteriyor.
O hâlde, “ekonomiyi götüremedikleri” için eylülde seçim beklentisinin maddi temeli yoktur.
Bu durumda gelinen yerde burjuva muhalefetin erken seçim/derhal seçim ajitasyonunun iki amacı var. Hükümeti seçimden korkuyor kaçıyor gibi gösterip moral üstünlüğü sağlamak ve hükümetin bir baskın seçim ihtimaline karşı (bunu 20 Aralık ve asgari ücretlere %52’lik zam ertesinde daha sık dillendirmeye başladılar) hazırlıklı olmak, örgütü sürekli istim üstünde tutmak.
Erdoğan/AKP yönetimi ve onunla birlikte Cumhur İttifakı içinde yer alan MHP açısından anda akla uygun olan kendilerine 5 yıl için verilmiş siyasi iktidar zamanını sonuna kadar kullanmaktır. 2022 onlar açısından ekonomik programlarının anda emekçiler açısından negatif sonuçlarını –yüksek enflasyon, artan işsizlik– mümkün olduğunca geriletmek için çalışmayı planladıkları bir yıldır. Hesapları 2022 yılı sonunda ve 2023 başında işçi ve emekçilerin durumunda geçici iyileştirme anlamına gelecek işler yaparak seçimlerden yine halkın oylarının çoğunluğunu alarak çıkmak üzerine kuruludur. Bu hesabın tutma ihtimali, çok parçalı, tutkalı “Erdoğan gitsin de gerisi arkadan gelir” olan burjuva muhalefetin Erdoğan’a karşı seçim kazanma ihtimali kadardır.
Bu bağlamda burjuva muhalefetin bunlar gidici, gittiler, “geliyor gelmekte olan” ajitasyonu, kendi kendine gelin güvey olmaktır.
AKP/Erdoğan Seçimleri Kaybederse
Seçimleri kaybetmesi hâlinde “Yüce Divan’da yargılanmak”, uluslararası arenada “savaş suçlusu”, “terörizmin destekçisi” olarak yargılanmak vb. tehditleri altında olan Erdoğan/AKP yönetimi açısından seçimler çok önemlidir.
Bu yüzden, daha önce ortaya koyduğumuz gibi “bunlar seçimlerle gitmez” düşüncesi oldukça yaygındır, Fethullah medyası bu tezi yaygınlaştırmada önde gitmektedir.
Yalnızca Fethullahcılar değil, Fethlullah medyasında da yazan kullanışlı liberal aydınlarımızdan bir bölümü de benzer tezleri seslendiriyor. Örneğin Cengiz Aktar “Ahval”’de, “Bunlar seçimlerle gitmez” başlığıyla yayınlanan bir söyleşide şu tespitleri yapıyor:
“2013’ten bu yana devam eden kurum-kırım sürüyor. Devletin kurumlarının içinin boşaltılması ayyuka çıktı. Askeriye, akademi, devletin kurumlarının çöktüğünü görüyoruz. Türkiye epeydir hukuk devleti değil. Hukukla alakası olmayan icraatlar yapılıyor. Bunun sonucu olarak, ‘Bu rejimin seçim kaybederek gitmesi mümkün değil’ derdim, artık bu daha da zorlaştı. Bunlar öyle bir suça battı ki, bunların seçimi kaybederek devir teslim yapmaları ve iktidarı terk etmeleri mümkün değil. 2021 bunun ayyuka çıktığı bir yıl oldu. Dışarıda ise bir güvenlik tehdidi hâline dönüştü.
Faşizm bu demektir, iktidarın herşeye rağmen bir kitle desteği var. Bu yüzde 30 gibi bir oran. Suça batmış bu rejim seçimi kaybederek gitmez. Sadece kazanacağı seçimi yapar. Ben ‘seçim olmayabilir’ diyorum. Bulurlar bir bahane. Yurt dışında bir yere saldırır, ‘savaş hâli’ der ertelerler seçimi.
(…)
Öyle bir enkaz var ki. Bu enkazın kim altından kalkabilir? Ben muhalefetin seçim diye tutturmasına gülüyorum. Ola ki, hükümet oldular. İkinci ayın sonunda kaçar giderler. Türkiye yönetilebilir bir ülke olmaktan çıktı.” [1]
Benzer “gitmezler” değerlendirmeleri Foreign Affairs’de yayınlanan daha önce de alıntı yaptığımız Soner Çağaptay makalesinde de var. Erdoğan’ın seçimi kazanmasının hemen hemen imkânsız olduğunu savunan Çağaptay makalesinde, Erdoğan’ın suça batmış olması nedeniyle seçimi kaybetmesi hâlinde yargılanacağını, bundan korktuğu için seçimi kaybetmemek için her şeyi yapacağı değerlendirmesini yaptıktan sonra, seçimi kaybetmesi hâlinde olacaklar konusunda şu kehanette bulunuyor:
“Doğrudan kendisine rapor veren modern, iyi silahlanmış 300 binden fazla bir güç olan ulusal polisi konuşlandırabilir ve bir baskıyı hızlandırabilir. Tüm gösterileri derhal yasaklayacak, önemli protesto organizatörlerini tutuklayacak, sosyal medyayı kapatacak ve muhtemelen sokağa çıkma yasağı ilan edecek ve ardından 2016 darbesinden sonra dayattığı gibi olası bir olağanüstü hâl ilan edecek.” [2]
Bütün bunlar objektif olarak, siyasi analiz adı altında, aslında Erdoğan yönetiminin olası yeni bir seçim zaferinin en baştan reddi, bu durumda seçim sonuçlarının en baştan gayrimeşru ilan edilmesi ve seçim ertesinde olası bir darbeye veya iç savaşa hazırlanmaya çağrıdır.
Bu bağlamda burada söylenenler aslında AKP/Erdoğan’ın, bütün iddialı “bitti gitti” “geliyor gelmekte olan” ajitasyonuna rağmen, bu kez de kazanma ihtimali olmasından duyulan kaygının ifadesidir.
Gerçek durum şudur: AKP, bugün de hâlâ Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin en büyük partisi konumundadır. İktidara gelmek için seçtiği yol ve yöntem, askeri darbe, iç savaş vb. değil, seçimlerdir. Şimdiye dek girdiği tüm seçimlerden açık ara birinci parti olarak çıkmıştır. Burjuva muhalefeti umutlandıran, “kaybettiği” yerel seçimlerde de, Kuzey Kürdistan-Türkiye genelinde açık ara birinci partidir. Seçimleri kaybetmesi hâlinde ne yapacağı, şimdiye kadar yaptığından bellidir. Yasal yolları sonuna kadar zorlayarak seçim sonuçlarını lehine sonuçlandırmaya çalışmak. Kaybettiğinin açık olduğu yerde sonucu kabullenmek. Ve sonraki seçimlerde kazanmaya odaklanmak.
Burada seçimler ertesinde seçilenlere karşı uygulanan baskılar, seçilmiş belediye başkanlarına el çektirilmesi, “muhalif” belediyelerin üzerine müfettişler salınması, seçilmiş milletvekillerine yönelik terörist suçlaması kampanyaları, “kendi belediyeleri”ne her türlü “kıyak” vb. vb. yalnızca AKP’nin değil, en faşistinden en “demokrat”ına bütün burjuva partilerinin iktidar dalaşında kullandığı ve kullanacağı siyasi araçlardır. Bunlar Türkiye’de süren faşist sistemin olduğu gibi, aslında burjuva demokrasisinin de, gerekli olduğu şartlarda, kullandığı araçlardır. İşçi ve emekçiler açısından bu bağlamda kavranması gereken gerçek, AKP/MHP ile diğer egemen sınıf partileri arasında özde bir fark olmadığıdır. İşçiler, emekçiler, egemen sınıf temsilcilerini kendi aralarındaki iktidar dalaşlarında baş başa bırakmalı, kendi işine, Türkiye’de burjuvazinin faşist rejimine karşı sınıf mücadelesine; devrim mücadelesine odaklanmalıdır.
Ne Cumhur/Ne Millet İttifakı! Tek Yol Devrim!
Egemen sınıfın iki kanadının iktidar dalaşında büyük öneme sahip seçimler konusunu sürekli gündemde tutup bütün hesaplarının merkezine seçimleri koyması anlaşılır bir şeydir. Anlaşılmaz olan şey, ülkelerimiz “sol”unun, yalnızca reformist solun değil, aynı zamanda devrimci solun küçümsenmeyecek bir bölümünün de siyasetlerinin merkezinde seçimlerin durmasıdır.
Solun çok büyük bölümü için aslında AKP/Erdoğan iktidarının sonu kesinlikle gelmiştir. AKP Erdoğan iktidarı kesinlikle son demlerini yaşamaktadır. İktidarını sürdürmesi kesinlikle mümkün değildir.
Şimdi beş yıldır haksız yere hapiste tutulan HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş bunu, Artı Gerçek’in sorularını yanıtladığı bir metinde şöyle ifade ediyor:
“Erdoğan rejimi çözüldü, dağıldı, bitti. Sadece uzatmaları oynuyor ve bu süre içinde de tahribat yaratmaya devam ediyor. Bence devlet içindeki hiçbir güç odağı artık Erdoğan’ın arkasında durarak ona destek olmayacak ve suça ortak olmaktan kaçınacaktır.”
Solun büyük kesimi tarafından paylaşılan bu değerlendirmeler daha önce gösterdiğimiz gibi düzen içi burjuva muhalif partilerin de görüşleridir. Fakat bu değerlendirmeler gerçeklerin ifadesi olmaktan çok isteklerin ifadesidir. AKP, cumhurbaşkanlığı seçimleri için kendi getirdiği %50+1 kuralı nedeniyle cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybetmesi hâlinde bile, onun meclise en güçlü grup olarak girmesi, Cumhur İttifakı’nın diğer unsuru ile birlikte hatta mecliste çoğunluk olması bile hiç de küçük olmayan bir ihtimaldir. Bu yüzden AKP/Erdoğan iktidarının sonu kesinlikle gelmiştir tespiti, erken, çok “iyimser”, gerçekliğin tespitinden çok, isteğin ifadesi olan bir tespittir.
Ülkelerimizde reformist solun kitle temeli açısından en güçlü partisi HDP’nin Millet İttifakı unsurlarının erken seçim taleplerine, el yükselterek “derhal seçim” diyerek katılmasının; HDP’nin kendisine randevu veren CHP’yi, GP’yi, Deva Partisi’ni, SP’yi kapı kapı dolaşıp “Bütün demokratik güçlerin acilen güçlerini birleştirmesi” gerektiği konusunda görüş açıklamasının, ziyaret ettiği güçleri demokrasi cephesi içinde gördüğünü zımnen açıklamasının temelinde bu yaklaşım yatmaktadır. Millet İttifakı’nın ikinci büyük partisi İyi Parti, henüz HDP ile açıkça fotoğraf vermekten kaçındığı için HDP’ye randevu vermedi henüz. Vermesi hâlinde onu da ziyaret edeceği, onu da demokrasi güçleri içinde gördüğü açıktır.
HDP’de olduğu gibi sol örgütlerin küçümsenmeyecek bir bölümü açısından bugün ülkelerimizde faşizme karşı demokrasi mücadelesi AKP/Erdoğan, Cumhur İttifakı iktidarına karşı mücadeledir. Bu mücadele içinde yer almaya hazır bütün güçler ortak “Demokrasi Cephesi”nin doğal parçalarıdır.
Türkiye’de faşizmin varlığını, Erdoğan/AKP, Cumhur İttifakının iktidarına bağlayan bu yaklaşım kökten yanlıştır. Bugün Erdoğan/AKP/Cumhur İttifakı’na karşı mücadele etmeye hazır ve mücadele eden düzen partilerinin mücadelesi, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de faşist düzene, faşizme karşı mücadele değildir. Onlar faşizmi yıkmaya değil, AKP/Erdoğan/Cumhur İttifakı yerine uygulamaya taliptir gerçekte. Onlar faşist T.C. devletini yönetmeye taliptir. Onların demokrasi, özgürlük, insan hakları, eşitlik, emekçi hakları vb. savunuları, AKP/Erdoğan, MHP’nin bunları savunusundan özde farksızdır. Faşizmin bugünkü uygulayıcısının anda siyasi iktidarı elinde bulunduran AKP/Erdoğan/Cumhur İttifakı olması, ona karşı mücadele eden düzen içi burjuva partilerini demokrat kılmıyor. Yalnızca onlara faşizmin andaki doğrudan uygulayıcılarına göre daha iyi görünme şansını veriyor.
Gerçek demokrasi savunucuları bu gerçeği işçi sınıfı ve emekçilere anlatmak, göstermek zorundadır. Bunu yapmadıkları yerde, halkı demokrasi adına Millet İttifakı’nda bulunan güçlerin kuyruğuna takmanın sorumluluğunu taşırlar.
Ne yazık ki bugün Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin devrimci “sol”unun büyük kesimi, kendisi işçi sınıfı ve emekçi kitleleri kendi devrimci programı temelinde örgütleyip gerçekten iktidar alternatifi bir güç olamadığı için, iktidar mücadelesinde anda hep anda en güçlü olan reformist gücün peşine takılıyor.
Anda en güçlü olan reformist güç de gerçek anlamda tek başına iktidar alternatifi olmadığı için, anda iktidar mücadelesinde egemen sınıfın iki kanadı arasındaki mücadelede, kötüler içinde daha az kötü olanın, genelde iktidarda olanın karşısındaki muhalefetin kuyruğuna takılıyor. Sonuç, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, iktidar için dalaşan egemen sınıf güçlerinin bir kesiminin peşine takılması oluyor.
Bunun andaki somutta görüntüsü şöyle:
Anda öncelikle Kürt sorunundaki tavrı nedeniyle düzenin dışında tutulmaya çalışan en güçlü burjuva demokratik reformist güç HDP. Kendisi kapatılma tehlikesi ile karşı karşıya. Yüzlerce yöneticisi hapislerde. Sürekli yoğun faşist saldırı altında. Bu saldırıların andaki siyasi sorumlusu Erdoğan/AKP yönetimi. Hâl böyle olduğu için HDP, AKP/Erdoğan’ın iktidardan uzaklaştırılmasını öncelikli ve esas mesele olarak görüyor. Bu hesapta, anda AKP’ye karşı demokrasiyi savunur görünen düzen partilerinin demokrasi savunusunu ciddiye alma noktasında yanılıyor. HDP tek başına iktidar olup düzeni reforme edecek güce sahip değil. Düzen partileri arasındaki kavgada ehven-i şeri destekleme noktasında konaklıyor, bu temelde AKP/Erdoğan yönetimine karşı mücadelede var olan her gücü “demokrasi gücü” olarak tanıyor ve tanıtıyor. Yer yer “üçüncü yol”, “demokrasi güçlerinin birliği” konusunda konuşulsa ve kendi dışındaki sol güçlerle bir birlik oluşturup ve iki bloktan bağımsız bir güç olarak ortaya çıkma konusunda girişimlerde bulunulsa da, son çözümlemede en geç ikinci turda Erdoğan’a karşı olan adayın desteklenmesi noktasında konaklanıyor. Reformist sol egemen sınıfın kendi arasındaki iktidar mücadelesinde ehven-i şere yamanıyor.
Devrimci solun önemli bölümü ise, yer yer HDP ile mutlaka gerekli ve zorunlu olan dayanışmayı göstermek adına da güçsüzlüğünü güçlü olan HDP’ye yamanma yoluyla aşmaya çalışıyor. Daire kapanıyor. Devrimci solun büyük bölümü HDP’nin arkasında sınıfın iktidar dalaşında ehven-i şer gücün kuyruğu hâline geliyor.
Bu çemberin kırılması mutlak gerekliliktir.
Demirtaş’ın sorularına yanıtlar:
Bu bağlamda gerçekten demokrasi savunanların, devrimcilerin, en başta da komünist devrimcilerin üzerine çok gürültü koparılan, çok önem atfedilen önümüzdeki seçimlerde ne yapması gerektiği konusundaki meramımızı bir kez daha anlatmaya çalışalım. Bunu Selahattin Demirtaş’ın Edirne Cezaevi’nden bütün sol güçlere gönderdiği ve Evrensel gazetesinde yayınlanan mektubunda sorduğu “basit ve yalın sorular”a, onun talep ettiği gibi “basit ve yalın yanıtlar” vererek yapalım:
Soru: Sosyalistler, solcular kendi cumhurbaşkanı adaylarıyla mı seçime girecekler yoksa ilk turdan itibaren muhalefetin ortak adayını mı destekleyecekler?
Seçimlere karşı tavır bağlamında bu soru, ilk soru, en baştaki soru olarak yanlış bir sorudur. En baştan itibaren “sosyalistler ve solcuların” seçime gireceklerinden yola çıkarak sorulmaktadır. Bu yüzden ilke olarak yanlıştır. “Sosyalistlerin ve solcular”ın burjuvazinin düzenlediği her seçime “girme” diye bir ilkesi, bir zorunluluğu yoktur. Burjuvazinin iktidarı şartlarında yapılan her somut seçimde somut değerlendirme yapılmak, ilk önce bu seçimlere “girilip, girilmeyeceği” sorusu cevaplandırılmak zorundadır. (Burada yanlış anlamaya meydan vermemek için yazalım: Tabii ki sosyalistler ve solcular burjuvazinin iktidarı şartlarında yapılan her seçimde, seçim ortamını kitlelerle temas kurmak, onlara kendi görüşlerini taşımak için en verimli biçimde değerlendirme görevine sahiptir. Burada tartıştığımız seçimlere girme, seçimlere aday göstererek ya da gösterilmiş bir adaya oy verilmesi için çalışma yürütme biçiminde bir girmektir. Ki Demirtaş’ın sorusundaki “girme”de kastedilen de budur.)
Biz, faşizmin hüküm sürdüğü, seçilmiş yüze yakın HDP Belediye Başkanının görevden alındığı, HDP Eş Genel Başkanlarının ve yüzlerce HDP siyasetçisinin hapislerde tutulduğu, HDP hakkında Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davasının yürütüldüğü, her türlü hak arayışının faşist yöntemlerle bastırılmaya çalışıldığı Türkiye’de en geç Haziran 2023’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinin faşizme meşruiyet kazandırmak dışında hiçbir işlevi olmadığı görüşündeyiz. Aslında sosyalistlerin ve solun bugünkü güç dengesinde cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki işlevinin en iyi hâlde seçimleri ikinci tura taşımakta araç olmak, ikinci turda da Millet İttifakı’nın adayının seçilmesini sağlamak olacağını görüyoruz. Bu yüzden cumhurbaşkanlığı seçimlerine “girmenin” en baştan reddedilmesi gerektiğini, halka bunun gerekçeleriyle açıklanmasının en doğru tavır olacağını düşünüyoruz.
Paralel olarak yapılacak milletvekili seçimlerinde HDP’nin, veya kapatılması hâlinde onun yerini alacak partinin çok sayıda milletvekili çıkarma imkânı vardır. Bu imkânın kullanılmasının tartışılması HDP açısından doğrudur. Burada cevaplanması gereken soru şudur: HDP’nin seçimlere girip çok sayıda milletvekili ile faşist parlamentoya girmesinin, sisteme demokratik kılıf geçirme konusunda sisteme kazandıracağı demokratik meşruiyet görünümün götürüsü ile HDP milletvekillerinin mecliste sisteme karşı yürüteceklerini varsaydığımız faaliyetlerin getirisi karşılaştırıldığında, hangisi daha ağır basmaktadır? Bizce ağır basan yan birincisidir, ki şimdiye kadar pratiğin bunu yeterince gösterdiğini düşünüyoruz. Bu işin götürüsü getirisinden fazladır. Seçilecek milletvekillerinin parlamentoda harcayacakları zamanı, dışarıda alttan örgütlenmeyi ilerletmek için kullanmaları çok daha yararlı olacaktır. En geç 2023 Haziran’ında yapılacak parlamento seçimlerine katılmanın da HDP tarafından reddedilmesi, bunun nedenlerinin halka yoğun bir propaganda ile açıklanması faşist sistemin bir bütün olarak teşhir edilmesi açısından en doğru tavır olacaktır.
Soru: Kendi adaylarıyla seçime gireceklerse nasıl bir adayla, hangi ilke ve programla seçmenlerin karşısına çıkacaklar?
Biz bu somut seçimlere katılmayı reddetmekten yana olduğumuz için bu soru kendiliğinden düşüyor.
Soru: Seçim kampanyasını nasıl örgütleyecekler?
Seçim kampanyası, seçimlere aday göstererek katılmayı, oyunun parçası olmayı eden bütün sol, sosyalist güçler tarafından eylem ve iş birliği içinde, en geniş teşhir kampanyası biçiminde örgütlenmelidir. Eylemde birlik, ajitasyon propagandada serbestlik ilkesi temelinde, en geniş eylem birlikleri sağlanmaya çalışılmalıdır. Kampanyanın örgütlenmesi için şimdiden hazırlıklar, görüşmeler yapılmalı, ortak sloganlar vb. tespit edilmeli, somut planlamalar yapılmalıdır.
Soru: Olası ikinci turda nasıl bir tutum alacaklar?
Bu, tabii seçime kendi adayı ile girmeyi planlayanların ve belki girecek olanların sorunudur.
Bizim görebildiğimiz kadarıyla HDP’nin planladığı birinci tura kendi adayıyla girmek, olası ikinci turda Erdoğan’ın karşısında olacak olan adayı –ki bu Millet İttifakı’nın adayı olacaktır– desteklemektir. HDP “bütün demokratik muhalefetin”, HDP’nin de belirlenmesine açıktan katkıda bulunacağı bir “ortak adayı”nın bulunması hâlinde, kendi adayı ile katılma yerine, bu ortak adayı desteklemeye de açık olduğunu belirtiyor. Bu ihtimalin gerçekleşmesi zor görünüyor. Görünen HDP’nin birinci tura kendi adayıyla katılması olacaktır. Bu seçimin ikinci tura taşınmasında belirleyici rol oynar. HDP birinci tur adayını, seçimlere HDP çatısı altında katılmayı doğru bulan güçlerle birlikte belirleyecektir. Fakat güç dengesine bakıldığında sonuçta bu adayın HDP tarafından belirlenen aday olacağı kesindir.
Biz bu taktiğin Erdoğan’ın seçilmesini engelleme konusunda başarı şansının olduğunu düşünüyoruz. Aslında olası ikinci turda Erdoğan karşısındaki adayın da HDP’nin desteği olmaksızın seçilme şansı yok gibidir. Yani HDP’nin tavrı belirleyicidir.
HDP bu taktikle, olası yeni cumhurbaşkanını cumhurbaşkanı yapmış olan belirleyici güç olarak, onun bütün pisliklerinin sorumluluğunu birinci derecede taşıyacaktır.
Soru: Muhalefetin ortak adayı etrafında buluşulacaksa o adayın belirlenmesi, programı, ilkeleri konusunda şimdiden masada olmak için neler yapmak gerekiyor?
Bizim önerimiz ve tavrımız açısından cevaplanmış bir soru. Bunu yapmayı doğru bulanların cevaplaması gerekir.
Soru: Milletvekili seçimlerine, bir çatı partide girilecekse hangi partide buluşulacak? Çatı parti olmayacaksa sol, sosyalist adayların diğer uygun partilerden olabildiğince fazla sayıda aday gösterilebilmesi ve seçilmeleri, sonrasında belki Meclis’te en az yirmi kişilik bir sosyalist grubun oluşması için neler yapılabilir? Oluşacak bu sosyalist Meclis grubu, bir çatı partisine dönüşebilir mi? Sosyalist grup olarak olası koalisyon hükümetlerinde yer alınabilir mi? Bu ihtimal varsa hangi kesimler, kimler Meclis’e taşınırsa daha verimli olur?
Bu milletvekili seçimlerine aday göstererek katılmanın reddedilmesi gerektiğini düşündüğümüzü ve bunun nedenlerini belirttik.
Fakat görünen HDP’nin milletvekili seçimlerine katılmaya çok istekli olduğu. Ve bir dizi “sol ve sosyalist” grup da bu faşist parlamentoda yer almayı can-ı gönülden istiyorlar. Bu bağlamda onlara tavsiyemiz HDP çatısı altında girmeleridir seçimlere. Zaten başka türlü de seçilme şansları yoktur bugünkü şartlarda.
Çatı parti konusunda aslında yeni çatı partisine ihtiyaç yok Türkiye’de. HDP veya onun ardılının çatı partisine dönüştürülmesi çatı partisi konusunda atılacak en doğru adım olur.
“Sosyalist Meclis Grubu”, “onun çatı partisine dörüştürülmesi” vs. andaki durumda afaki, boş tartışmadır.
Bu faşist düzende olası koalisyon hükümetlerinde yer alma tartışması da öyledir.
Soru: Seçimlerde iktidar değişirse valiler, kaymakamlar, rektörler, dekanlar, bakanlık üst düzey bürokrasisi başta olmak üzere on binlerce yeni kadro göreve gelebilir. Soldan ve emekten yana ve kadın kimliğiyle kaç nitelikli bürokrat bu mevkilerde görev alarak demokratikleşmeye sol perspektifle katkı sunabilir? Bu kişiler kimler olabilir?
Bu soruda aslında HDP’ye neden reformist parti dediğimizin cevabı yatıyor. HDP ve onun peşine takılanların devrim diye bir sorunu kalmamıştır. Faşist devlet içinde “sol perspektifle” yer kapıp “demokratikleşmeye katkı sunma” yoluyla ülke demokratikleştirilecektir! Burada tabii, “Yahu bu yasal parti, ne bekliyorsunuz?” denebilir. Ama doğruları söylemek, devrimci bir çizgi izlemek için yasa dışı olmaya gerek yok bugünün Türkiye’sinde. Belli rizikoları göze alarak yasal bir sosyalist parti de devrimin propagandasını yapabilir. Basit ve yalın cevap: Faşist devlet, devlet kadrolarına sızma yoluyla, dönüştürülüp, demokratikleştirilemez. Onun devrimle yıkılması gerekir.
Soru: Solu devlete ve iktidara entegre edip yozlaşma tehlikesine karşı tüm bu çabaların yanında sivil ve kültürel alan, sendikalar nasıl güçlendirilebilir? Bu şekilde, solun bağımsız olarak kitleselleşmesinin önü nasıl açılabilir?
Solun bağımsız olarak kitleselleşmesinin ilk şartı reformizmden ve ehven-i şer politikasından kopmaktır. Parlamenter hayaller yerle bir olmadıkça, işçiler emekçilerin dertleri esas dert olarak kavranmadıkça, buna uygun bir pratik geliştirilmedikçe, işçilerin-emekçilerin güven duyacağı gerçek bir devrimci program ve örgüt yaratılıp bunlarla emekçilerin mücadelesinin en ön saflarında yer alınmadıkça, sosyalizmin işçiler-emekçiler arasında sisteme gerçek alternatif olarak görülmesi mümkün değildir. Bu sağlanmadıkça solun, “bağımsız” olarak kitleselleşmesi hayaldir. O hâlde yapılacak çok iş vardır. Burjuvazinin seçimlerine girilip girilmeyeceği bu işler içinde çok arka sıralarda gelir.
Soru: Bunlar yapılmazsa yeni iktidarın sağ, neoliberal, emek karşıtı, çevre karşıtı bir politikaya hızla savrulmayacağının garantisi, tedbiri nedir?
Basit ve yalın: Olası yeni burjuva iktidarı bugünkü şartlarda, “neo liberal, emek karşıtı, çevre karşıtı” bir politikaya “savrulmaz”. En başından itibaren uygulayacağı siyasetlerdir bunlar. Bu siyasetler Türkiye’de burjuvazinin siyasetidir. Hangi burjuva düzen partisi iş başına gelirse gelsin yapacakları hemen hemen aynıdır. Farklar nüanstadır. Bunun tersini düşünenler, yanlış düşünmekte, somut olarak da anda muhalif konumda olan Millet İttifakı partileri konusunda hayaller beslemektedir.
Hayalleri bırakalım.
Yapacak çok iş var. Onları gerçekleştirme görevine dört elle sarılalım.
2022’nin 21’i aratmaması işçilerin emekçilerin mücadelesine bağlı.
Bu mücadeleyi yükseltme görevine sarılalım.
10 Ocak 2022
[1] https://ahvalnews.com/tr/erdogan/prof-cengiz-aktar-suca-batmis-bu-rejim-secimi-kaybederek-gitmeyecek
[2] Bkz.: Erdogan’s End Game, Will He Undermine Turkish Democracy to Stay in Power?
By Soner Cagaptay, January 4, 2022 .
https://www.foreignaffairs.com/articles/middle-east/2022-01-04/erdogans-end-game