Dersim soykırımının üzerinden 84 yıl geçti. 1937’de Dersim’de devlete karşı isyan değil, T.C. devletinin soykırımına karşı bir direniş hareketi gelişti. T.C. devleti plânlı, programlı bir soykırımın hazırlıklarına çok önceden başlamıştı. Dersim katliamından bahsederken, ‘isyan’ nitelemesini yakıştırmak tarihi bir yanılgıdır. Dersimliler yok edileceklerini anlamışlardı. Önlerinde iki yol vardı. Ya ceberut devletin zulmüne evet deyip yok olmaya razı olacaklardı! Ya da ceberut devletin zulmüne karşı direnişi seçeceklerdi. 1936-1938 yıllarında T.C. devletinin Dersim’de yaptığı soykırıma karşı, Dersimlilerin bir bölümü direnişi seçerken, bir bölümü de devletin yanında yer aldı. Dersim’de yapılan soykırımı daha iyi anlamak için, soykırımın arka plânına bakmak gerekir.
Arka Plân
Kurtuluş Savaşı, ülkenin sömürge hâline gelmesine karşı çıkan yanı ile güdük antiemperyalist bir karaktere sahipti. Türkiye‘nin Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı galipleri tarafından doğrudan sömürgeleştirilmesinden zarar görecek tüm sınıf ve katmanlar Kurtuluş Savaşı’nda yer almıştı. Kurtuluş Savaşı’nın esas ordusu, işçiler, köylüler ve emekçiler idi. Kürtler’de, güdük antiemperyalist savaş içerisinde yerini almıştı. Mustafa Kemal, Kürt şeyhlerine mektuplar yazmıştı. Bu mektuplarda, İslam ülkesinin düşman çizmeleri altında kalmaması için mücadele yürütüldüğünü, düşmanın Kürdistan’ı Ermenistan yapmaması için birlikte mücadele edilmesi gerektiğini anlatıyor ve yardım talep ediyordu! Mustafa Kemal’in 1919-1920’li yıllarda Kürtler hakkında söylediği kimi söylemler, Kürtleri de etkilemişti. Mustafa Kemal’in Kürtlere “Muhtariyet“ verileceği gibi laflar etmesinin nedeni, Kürtlerin ulusal uyanışını engellemek ve onları Türkçülük potasında eritmek içindi. Tam işgale karşı mücadelede, Kürtlerin yardımına ihtiyaç vardı!
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası dağılan Osmanlı İmparatorluğu egemenliğinde, yaşayan halkların kurtuluş mücadelesi eziyetlerle dolu, sancılı ve kanlı geçiyordu. 1919’da, İstanbul‘daki Kürt Teali Cemiyeti bağımsız bir Kürdistan kurulması için düğmeye basıyordu. 1921’de Koçgiri halk ayaklanması, Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden Kemalistler tarafından kanla bastırılıyordu.
Koçgiri halk ayaklanması ulusal başkaldırıydı. Bağımsız Kürdistan talep ediliyordu. Ulusal örgütlenmelerin kurulması, Kürt bayraklarının asılması, silahlanarak savaşa başlamaları, yayınlanan belgelerde ifadesini buluyordu. Osmanlı ordusunda görev yapan askerlerin bir bölümü Koçgiri silahlı güçlerine katılmışlardı. Osmanlı ordusunda Yüzbaşı Sadık‘ın Kürt silahlı kuvvetlerinin başına getirilmesi bunun en önemli kanıtıydı. Koçgiri halk ayaklanmasına önderlik yapanların hemen hemen hepsi Osmanlı yönetiminde görevli yöneticilerdi. İsyanın önderleri ve halk hareketinin yürütme komitesi üyeleri olan, Haydar Bey Nahiye Müdürü, Alişan Bey Koçgiri Bölge Yöneticisi, Alişer Bey Koçgiri Bölge Yönetimi Yaveri, Nuri Dersimi Kangal Baytarı, Azimet ve Mahmut Bey Osmanlı döneminde bölgede görev yapan önemli kişilerdi. 6 Mart 1921’de, Koçgiri halk hareketi, Diyarbakır, Elazığ, Malatya, Bingöl, Van ve diğer Kürt illerinde ortak isyanın yaratılmaması, kimi Kürtlerin ihanetleri, güç dengesi ve Koçgiri Kürt halkının ağır kış koşullarında zayıf kalması gibi ana etmenler nedeniyle yenilgiye uğradı.
Osmanlı egemenliği altında 600 yıl boyunca bir arada yaşayan halklardan 24 yeni devlet kurulmuştu. Kürtler 25. devlet olmak istiyorlardı! 13 milyon nüfuslu Osmanlı‘nın 4.5 milyonunu Kürtler oluşturuyordu. Osmanlı boyunduruğundan kurtulup bağımsızlık olamayan tek ulus Kürtlerdi. Kürt ulusu uluslaşma sürecinin henüz başlarında iken; Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden kemalist Türk burjuvazisinin, İngiliz, Fransız emperyalistleri ve İran gericileri ile anlaşması sonucu Kürdistan dört parçaya bölünüyordu.
İsmet İnönü Lozan Konfransı’nda okuduğu bildiride şöyle diyordu:
“Sevr Muahedesi ile Kürtler, Türkler gibi vatanı tehlikeye maruz kaldılar. Çünkü, Sevr Muahedesi hükümlerine göre, Doğu Anadolu’da Ermenistan hududu bitişiğinde bir Kürdistan devleti kurulacaktı.
Kürtler, Türk vatanının kendileriyle beraber, bilhassa Doğu’da Ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli mücadelenin devamına canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra Lozan Muahedesi yapılırken de, Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır.“ (https://m.bianet.org/…/118257-ismet-inonu-nun-lozan-da-okud…)
Mustafa Kemal 1922 sonlarından itibaren Kürt sözcüğünü ağzına hiç almadı. Cumhuriyet’in ilanından itibaren ise Kürt sözcüğü hiç telaffuz edilmedi. Bu süreçte artık, sadece ‘Türk’e vurgu yapılıyordu. Kemalistler, içte iktidarını belli ölçülerde sağlamlaştırdığı (1925) andan itibaren, açıkça kendine karşı hiçbir muhalefete izin vermeyen, açık terörü yönetim biçimi olarak seçtiler. Artık esas olan yeni Türkiye, “Türkçülük” esasları üzerine inşa edilecekti! Kemalistlerin yeni Türkiye’sinde artık Kürt yoktu. Kendilerini Kürt olarak görenler Türkleştirilecekti!
Şark Islahat Plânı
24 Eylül 1925 tarihli “Şark Islahat Plânı“ adlı kararname, Kürtlere karşı uygulanacak tedbirleri içeriyordu. Bu da Kürtler açısından büyük bir tehlikenin geleceğine işaret ediyordu. Çünkü bu kararname, bir plân çerçevesinde Kürt milli iradesini önlemek amacıyla hazırlanmış bir Türkleştirme ve yok etme programıydı. Umumî Müfettişliklerin kuruluşu ve sıkıyönetim kararını da içeren bu plâna göre tehlikeli bulunan Kürt aileleri batıya sürülecekti! Plânda özellikle kadınlara ve kız çocuklarına acilen Türkçe öğretilmesi önerilmekte ve Kürtlüğe dair bütün unsurlar hedef alınmaktaydı!
Bu plân ile Türkiye beş ayrı müfettişliğe bölünüyordu. Kürdistan illerinden Hakkâri, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Elaziz, Dersim, Malatya, Ergani, Bayezit (Ağrı) ile Pülümür, Kiğı ve Hınıs kazaları beş müfettişliğin emrine alınmıştı. Söz konusu mıntıkalarda kurulacak mahkemelerde yer alacak tüm yargı üyelerinin sivil ve Kürt olmaması isteniyor ve bölgeye dair yeni kanun teklilerine ihtiyaç duyulduğu belirtiliyordu!
Plân çerçevesinde Kürtlerin izole edilmesi isteniyordu! Yerlerinden edilerek batıya sürülen Kürtler, aynı zamanda herhangi bir görevlendirme içinde yer alamayacaklardı! Küçük memuriyetlere dahi atanamayacak ve bölgeye gönderilecek memur ve askerler, ancak merkezden seçilebilecekti! Türk oldukları iddia edilen ve giderek Kürtleşen il ve ilçelerde hükümet ve belediye dairelerinde, okullarda, çarşı ve pazarlarda Kürtçe konuşanlar hükümet emri ve kuvvetiyle cezalandırılacaktı! Arapça konuşan bölgelerde, Türk Ocakları ve okulların açılması ve her türlü imkâna sahip kız okullarının kurulması ve özellikle kızların okullara gönderilmesi sağlanacaktı! Dersim’de, yatılı okullar açılacak, Kürtlük ve Kürtleşmenin önüne geçilecekti! Yine Fırat’ın batısındaki vilayetlerde dağınık olarak yerleşmiş olan Kürtlerin, Kürtçe konuşmaları derhal yasaklanacak ve kız okullarına önem verilerek kadınların Türkçe konuşmaları sağlanacaktı! Kürt bölgelerinde hızlı bir şekilde karakol, askeriye ve sınır karakolları inşa edilecekti! Umumi Müfettişliğin belirlediği yerlere yol yapılacak ve Doğu treninin Erzincan, Sivas, Elaziz/Diyarbekir, Elaziz/Çapakçur (Bingöl), Muş ve Van Gölü’ne mümkün olduğunca az sefer düzenlemesi sağlanacak ve Kürt bölgelerine yabancı şahıs ve kuruluşlar hükümetin izni olmaksızın giremeyeceklerdi!
Şark Islahat Kararnamesi‘nde ortaya konulan plân ve yapılan hazırlıklar, Dersim’de yapılacak katliamın çok önceden plânlandığını gösteriyor. İsmet İnönü, “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” diyordu. (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Hukukçu ve Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle diyordu: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.” (Milliyet, 19 Eylül 1930) Dersim’den önce, Türkleştirme politikası diğer Kürt illerinde hayata geçiriliyordu. Kürtler için iki seçenek doğuyordu; ya dayatılan yeni Türk kimliğini kabul edecekler ve öğrenmek için batıya sürülecekler ya da bir şekilde yok olacaklardı.
Koçuşağı Katliamı
1926‘da, devletin Dersim yöresindeki isyanlardan sorumlu tuttuğu Koçuşağı Aşireti‘ne karşı yürütülen ‘Tedip Harekâtı‘ yani “Terbiye Harekâtı“nın başın da Mustafa Muğlalı bulunuyordu. Devlet, nüfusun büyük bir çoğunluğu yaşlı ve çocuklardan oluşan bu küçük aşiretten korkuyordu ve onu ezmek gerektiğine inanıyordu. Koçuşağı Aşireti‘ne karşı yapılan harekât için bir piyade alayı, bir bölük, üç dağ bataryası, altı uçak, jandarma ve milislerden oluşan gruplar seferber edildi. 6 Eylül 1926‘da başlayan harekât 30 Ekim 1926‘ya kadar sürdü.
Bu harekât sonunda mağaralara sığınmış Kürtler yok edildi. Kürtleri katletme görevini başarılı yaptığı görülen Mustafa Muğlalı‘nın yeni görevi, Murat Suyu yakınlarındaki Bicar bölgesinde toplanarak sağa sola saldırdığı iddia edilen isyancıları imha etmekti. Haziran 1927‘de Mustafa Muğlalı’nın emrine verilen kuvvetler 280‘den fazla köyü yaktı. İki binden fazla isyancı kurşuna dizildi. 3 Kasım 1927‘de harekâtın bittiği ve bölgenin isyancılardan temizlendiği bilgisi Ankara‘ya iletildi. Mustafa Muğlalı, yapılan bu katliam ertesinde onurlandırıldı ve tümgeneral rütbesi verildi.
İbrahim Tali Öngören 1930’da hazırladığı Dersim Raporu’nda şöyle diyor: ” … zavallı ve yaşlı Dersimliler, başkalarının hesabına can verir. Boşalmış Kendisinden şüphesi olmayıp kaçmayan veya kaçamayan bazı köyler yakılır … 1926‘a Koç uşaklı aşiretinin tamamen imha edildiğini sanmıştım. Oysa bu aşiretten geriye 500 hane kadarının kaldığını görünce şaşırdım … Dersim işini, Cumhuriyet hükümetinin şerefine yaraşır ve kesin sonuçlar alacak biçimde kökünden halledecek kuvvet ve kudrette bir harekat istiyoruz … Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahla işi çözme, ıslahatın temelini oluşturur.“ (“Dersim Raporları“, Faik Bulut, s.98, Evrensel Basım Yayın, 5. Baskı, Kasım 2013, İstanbul) Görüldüğü gibi İbrahim Tali Öngören faşisti, Koçuşağı Aşireti’nin tamamıyla yok edilmesine şaşırdığını söylüyor! İbrahim Tali Öngören CHP milletvekilidir. İbrahim Tali Öngören’in önerisi, Dersimlilerin tamamen yok edilmesidir!
Soykırıma Giden Süreç
Cumhuriyet döneminde arka arkaya Dersim Raporları hazırlanır. Cumhuriyet döneminin Dersim hakkında ilk önemli rapor, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda Raporu’dur. (1925) Sırasıyla yayınlanan Dersim Raporları şöyledir:
*Dahiliye Vekili Cemil Uybadın Raporu. (1925)
*Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey Raporu. (1926)
*Vali Ali Cemal Bardakçı Raporu. (1926)
*Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören Raporu. (1930)
*Fevzi Çakmak Raporu (1931).
*Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay Raporu (1931).
*İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Raporu (1931)
*Başbakan İsmet İnönü Raporu (1935)
*Umumi Müfettiş Abdullah Alpdoğan Raporu, 1936
*Umumi Müfettiş Abidin Özmen Raporu (1935)
*Celal Bayar Raporu (1936)
Bu raporların yanı sıra CHP adına hazırlatılan Naşit Hakkı Uluğ’un “Derebeyi ve Dersim” adlı araştırması da vardır. Bu raporların tümü dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın isteği üzerine “Dersim” adlı bir kitapçıkta toplanır. “Dersim Raporları’nda öne çıkan ortak noktalar şunlardır:
- Dersimin coğrafi ve toplumsal yapısı, çapulculuk ve isyana teşvik edicidir. Halk bu yüzden vergi vermiyor, yasa dinlemiyor ve askerlik hizmeti yapmıyor.
- Dersimliler çevre bölgelerdeki halka baskın yapıyor, ortalığı talan ediyor, hükümetin itibarını zedeliyorlar.
- Toprağın tarıma elverişli olmaması nedeniyle, halkın çoğu açlık derecesinde yoksuldur. Çapuldan başka geçim yolu yoktur. Bu mesele bir an önce çözülmelidir.
- Halkın gerçek efendileri şeyh, seyit, dede, ağa ve bey takımıdır. Bunlar son derece ikiyüzlü, sinsi, içten pazarlıklı ve kurnaz kişilerdir. Zor ve şiddeti gördüklerinde boyun eğer, zayıf anlarda Dersimlinin aklı ve gözü midesindedir.
- Bu nedenlerle Dersim, mutlaka devletin egemenliği ve denetimi altına girmeli.
- Ancak, bölgede sadece asker ve jandarma bulundurularak itaat sağlanamaz. Tedip sağlanamaz. Tedip ve korkutmanın yanında köklü ıslahat (reform) hareketleri de yapılmalı.
- Dersim halkı, aslında Oğuz boylarından gelmiş Türkmenlerdir. Sonradan bölgedekilerin tesiriyle Kürtleşmişlerdir. Dersimlileri Türk kökenlerine çevirmek için bölgede kışlaların yanında okullar da yapılmalı.
- Her durumda, Dersimli önderlere karşı yumuşak ve tavizkâr davranılmamalı, seyit ve ağalar bölgeden (Osmanlı döneminde Yemen ve Hicaz’a, Cumhuriyet döneminde ise Batı bölgelerine) sürgün edilmeli.
- Dersimdeki halka şu anlatılmalı: Devletin himayesine sığının, ağalardan kaçın. Devlete karşı koyduğunuz zaman bunun “bedeli” çok ağır olacaktır.
- Dersim olaylarının tekrar etmemesi için evler ve köyler yakılmalı, halk topluca ülkenin başka yerlerine iskan edilmeli. Ova kanunlarına alıştırılmalı.
- Aşiretler arası birliğe engel olunmalı. Ahmet Muhtar Paşa’nın başlattığı Dersimlileri bölme olayı, resmi raporlarda şöyle ifade edilir: “Paraya acımaksızın aşiretler içinde mümkün olduğu kadar çok adam kazanmaya çalışılmalıdır (“Dersim Raporları“, Faik Bulut, s.92, Evrensel Basım Yayın, 5. Baskı, Kasım 2013, İstanbul)
Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in İçişleri Bakanlığına sunduğu raporda; “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti bakımından mutlaka lazımdır…” diyordu. Yine raporda geçen “kesin bir ameliye yapmak lazım” sözünün ne anlama geldiği de raporda şöyle yer alıyordu: “Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir…” (Age. s. 93)
Görüldüğü gibi önerilen plân çok açıktır. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, diğer kemalistler gibi “tek tip insan ve tek millet yaratma”ktan yanadır! 25 Aralık 1935‘de Tunceli Kanunu çıkarıldı ve Dersim adı Tunceli olarak değiştirildi.
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, 1935‘de TBMM ‘ye sunduğu 38 maddelik Tunceli Kanun tasarısını gerekçelendirirken; “Dersim adının belli bir bölgeye verilmediğini” iddia ediyordu! O zamana kadar Türkiye’nin idari örgütlenmesinde Tunceli diye bir vilayet yoktur. Bir ara Munzur adıyla bir vilayet kurulması düşünülmüş; sonradan 2885 sayılı yasayla Tunceli ili kurulması kararlaştırılmış; bu vilayet için özel bir program ve yasa çıkarılmıştır. Yasanın TBMM’de görüşülüp kabul edilmesinden (1935) bir yıl sonra yürürlüğe giren özel programı izleyen 1937’de ise Dersim direnişi başlamıştır. (İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi, s. 18-25) Dersimde bir isyan yoktur. Dersim halkı, kendi varlığını yok etmeye yönelen ceberut devlet zulmüne karşı direnişi seçmiştir. Dersim’deki aşiretlerin büyük çoğunluğu ya devletin yanında yer almış, ya da soykırıma seyirci kalmıştır. Bir bölüm aşirette, Türk ordusu ile birlikte direnişçilere karşı savaşmıştır. Devletin zulmüne karşı direnişi seçen az sayıdaki aşirettir. Dersim direnişinin önderi olarak görülen Seyit Rıza’nın aşireti ve akraba çevresi ihanet içindedir. Dersim direnişinin figürlerinden Ali Şer ve eşi Zarife’yi öldüren Seyit Rıza’nın yeğenidir. Şükrü Kaya, Dersim’e yaptığı geziden sonra Başbakana verdiği raporda, Dersim aşiretlerinin ayrıntılı bir dökümünü yaparak, hangisinin dost ve hangisinin düşman unsur olduğunu tek tek sıralamıştır!
Başbakan İnönü, raporlardan sonra, “Dersim’in ıslahı” çalışmalarını başlatır ve “tehlikeyi” yerinde görmek için de geziye çıkmayı uygun görür! İsmet İnönü Van, Bitlis, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Elazığ, Dersim’e yaptığı geziden sonra, “Dersim Fermanı” niteliğindeki raporunu kaleme alıp, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’e sunar. İsmet İnönü, 21 Ağustos 1935 tarihini taşıyan 55 sayfalık raporunda, tüm şehir ve bölgeleri Kürtlük açısından irdeler! Topyekûn Kürtleşmeyi önlemek için, verimli ovalara Türk göçmenlerin yerleştirilmesini önerir! İsmet İnönü, Dersim’in Kürtlerden arındırılması projesini sunar. Birkaç ay içinde “yasaya dönüşen proje”nin adı, “Dersim’in Islahı”dır. “Islah Programı” dört aşamayı içerir. İlk adımda hazırlık ve halkın elindeki silahların toplanmasını öngörür. Bunun için Korgeneral rütbesinde bölgeye genel vali atanır. Vali özel yetkilerle donatılır.
1935-1936 yıllarında, faşist devlet bütün imkânlarını seferber ederek, Dersim’de askeri geçiş yolları, kışlalar inşa eder. Bir yandan da, müfreze kolları köyleri tek tek tarayarak, tavuktan keçiye, koyuna, ata, eşeğe kadar bütün hayvanları ve yaşları, cinsiyetleriyle insanları sayıp evraka geçirir, bıçağa varana kadar bütün silahlar toplanır. “Tunç Eli“ Dersim’de yürütülen operasyonun adıdır. Operasyonun adının Dersim’e verilmesi ile bir mesaj veriliyordu. Devletin “Tunç Eli” her zaman Dersim’lilerin üzerinde olacaktı! Tunceli Kanunu’nun 1. Maddesinde, yeni oluşturulan Tunceli iline ‘Korkomutan’ rütbesinde bir kişinin vali ve kumandan olarak atanacağı; bu valinin aynı zamanda 4. Umumî müfettişi olacağı hususu yer alıyordu. Vali aynı zamanda komutandı ve geniş yetkilerle donatılmıştı. Ocak 1936’da Elazığ, Tunceli, Erzincan, Bingöl, Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illerini kapsayan Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu. Başına Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla, Koçgiri katliamının mimarı Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan atandı.
4 Mayıs 1937’de, T.C. Bakanlar Kurulu, “Dersim Tertele” kararını aldı. TBMM’de Bakanlar Kurulu “Dersim Tenkil Kararları” adında özel bir kararname çıkardı. Bu kararname Dersim Tertelesi’nin resmi başlangıç tarihidir. 4 Mayıs 1937’de, “1937 Yılında Yapılan Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı” şöyledir:
“1937 YILINDA YAPILAN TUNCELİ TENKİL HAREKATINA DAİR BAKANLAR KURULU KARARI”
Gayet Gizlidir
KARAR
4 Mayıs 1937
Başvekalet Kararlar Müdürlüğü
Sayı: Son günlerde Tunceli’de vukua gelen hadiselere dair raporlar 4.5.1937 tarihinde Atatürk’ün ve Mareşal’ın huzurları ile tetkik ve mütalaa edilerek aşağıdaki sonuca varılmıştır:
- Toplanan kuvvetlerle Nazımiye,Keçizeken(Aşağı Bor),Sin,Karaoğlan hattına kadar,şedit ve müessir bir taarruz hareketi ile varılacaktır.
- Bu defa isyan etmiş mıntıkadaki halk toplanıp başka yere nakil olunacaktır.Ve bu toplama ameliyesi de köylere baskın edilerek hem silah toplanacak,hem bu suretle elde edilenler nakledilecektir.Şimdilik(2000)kişinin nakli tertibatı hükümetçe ele alınmıştır.
Mülahaza:
Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindirki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür. Not: Malatya’dan ve Ankara’dan gönderilen kuvvetlerin cepheye vasıl olmaları ve cephedeki kuvvetlerin ufak tefek talimleri ve istirahatları ve bundan başka Diyarbakır’dan gelecek taburun tavzifi, bütün bunlar düşünülerek bir hafta sonra yani 12 mayısta ileri harekete başlanabileceği anlaşılmaktadır.
Not: Paraya acımaksızın içlerinden çok adam kazanıp kullanmaya çalışmak lazımdır. Aslı gibidir” (“Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar“, Reşat Hallı, Genel Kurmay Yayınları)
Soykırım Başlıyor
1937’de, T.C. devleti ekonomik ve askeri gücünü Dersim önlerine yığmıştı. Bütçe gelirleri Dersim harcamalarına ayrılmıştı. Genel seferberlik ilan edilmiş, 38 yaşına kadarki yedekler silah altına alınmıştı. Askeri ana üs Elazığ’dı ve aralıksız yığınak yapılıyor, ardı arkası kesilmeyen konvoylar asker ve silah yığıyordu. Hava desteği için, Elazığ’da askeri havaalanı inşa edilmişti. Uçakların biri iniyor, diğeri kalkıyordu. Ankara da taarruz emri vermeye hazırdı. Soykırımın ayrıntıları kağıda dökülmüştü. Örneğin, “tenkil” ile köylerin yakılma biçimi bile Ankara tarafından esaslara, kaide ve kurallara bağlanmıştı.
Önce Dersim’e yollar, karakollar yapılmıştı! Ardından uçaklarla bildiriler atılmıştı. Bildiriler, 4 Mayıs 1937 tarihini taşıyordu. Genelkurmay yayınına göre; bildiriler “Türkçe, Osmanlıca harflerle, mahalli lisanda” yazılmıştı! Dersim’e havadan atılan bildirilerde şöyle deniliyordu: “Sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları cumhuriyet hükümetine teslim ediniz veyahut onlar kendileri teslim olmalılar. Bu takdirde cümleniz masum kalacaksınız. Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi cumhuriyetin adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz.” (“Kürt İsyanları, Tedip ve Tenkil” s. 305, Ahmet Kahraman, Evrensel Basım Yayın, İkinci Basım, Eylül 2004)
Sabiha Gökçen, 1937 baharında, devlet töreniyle Dersim’e yolcu edildi. Resmi tarihin yazdığına göre, uğurlama töreninde, Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, Başbakan İsmet İnönü, Bakanlar Kurulu üyeleri devlet töreninde hazır bulunmuştu!
1936‘da başlatılıp kış nedeniyle ara verilen kışla-karakol inşası 1937 Mart’ında da devam eder. Dersimlilerin karakol basma tarzı direnişleri yeniden başlar. Seyit Rıza’nın köyü ve çevresi bombalanır. Harçik deresi üzerindeki tahta köprü 20-21 Mart 1937 gecesi yakılır. Söylendiğine göre askerlerin kadınlara tecavüz etme girişimleri köprünün yakılmasına vesile olur. Devlet zaten hazırlıklarını yapmıştır. Bu köprünün yakılması bahane edilerek Dersim’de soykırım harekâtı başlatılır. “Dersim harekatı”, Kürtlerin bayramı olan Newroz günü (21 Mart) başlıyor. Sabah erken saatlerde, Seyit Rıza’nın Ağdat köyündeki evi uçaklarla bomba yağmuruna tutuluyordu.
Bombalara paralel olarak bildiri yağmuru da başlamıştı. Uçaklarla yağdırılan Kürtçe ve Türkçe yazılmış bildirilerde, halk “devletin adaletine, şefkatli kollarına teslim olmaya” çağrılıyordu! Türk ordusu dağları, dereleri, orman ve köyleriyle Dersim’i sarmıştı. İnsanlar tutuklanıp toplanıyor, toplananlar sürgün edilmek üzere ayrılıyor, direnenler öldürülüyor, köyler yakılıyor; hava gücü ise “asi” denilen köylere bomba yağdırıyordu. Havadan bomba yağdıranlardan biri de, Atatürk’ün “manevi kızı” Sabiha Gökçen’di.
İlk hedef Seyid Rıza’ydı. Evi bombalanarak ilk vuruş yapılmıştı. Ama Seyid Rıza kurtulmuştu. Bundan sonra, devletin tek amacı O’nu ölü ya da diri ele geçirmekti. Bakanlar Kurulu’nun kararı gereğince, bu uğurda para harcamaya acınmıyordu. Seyid Rıza’nın başına büyük ödül konmuştu. Pek çok Dersimli, bu ödüle konmak çabasıyla birbiriyle yarışıyordu! Soykırıma karşı Hozat’ta Bahtiyar, Yukarı Abbas, Karabal, Ferhat, Nazimiye’de Haydaran, Mazgirt’te Demenan ve Yusufan aşiretleri direniyordu.
1937 sonbaharında Dersim baştan başa yangın yeriydi. Kitlesel kırımlarla kan nehirleri akıyordu. Seyid Rıza’nın bazı dostları onu terk edip, “devletin şefkatli kolları arasına” koşmuştu! Seyid Rıza’nın ailesi hedef alınmıştı. Eşi Bese, oğlu Şeyh Hasan dahil, torunları, kızları, damatlarıyla birlikte aileden 47 kişi öldürülmüştü. Kavga arkadaşları, kelle avcıları tarafından avlanmıştı. Dersimlilerin bir kısmı “insan avcısı” olmuş, akrabalarının peşine düşmüştü! Ortaya dökülen ödül yüzünden, babanın oğula, kardeşin kardeşe güveni kalmamıştı.
Dersim’de insanlığın bu denli çürüyüp kokmaya başladığı bir sırada, Erzincan valisinden, Seyid Rıza’ya görüşme ve barış yapma önerisi geliyordu. Valinin yaptığı çağrıya göre, silahı bırakıp görüşme masasına oturduğu takdirde, Dersim harekâtı durdurulacak, af ilan edilecek, kimsenin kılına dokunulmayacağı gibi, zararlar devletçe karşılanacaktı. Seyid Rıza, Erzincan Valisi ile görüşmek için Erzincan’a gittiğinde Eylül 1937’de yakalanmıştı. 21 Mart 1937’de başlayan ve 19 Ekim 1937’ye kadar süren askeri harekât sonucu sınırlı sayıda karşı çıkan aşiretlerin önde gelenleri öldürülür.
Seyit Rıza, Erzincan’dan Elazığ’a getirilir. Elazığ’da yargılamalar başlar. Yargılamalarda hiçbir hukuk kuralı işletilmez. Sanıklara iddianame verilmez. Sanıklar ne ile suçlandığını bilmemektedir. Duruşmalarda Kürtçe tercüme yapılmaz. Mahkemenin verdiği cezalar kesindir, temyiz hakkı yoktur. Mahkemenin verdiği 11 idam cezasının dördü yaşlılık gerekçesi ile 30 yıla çevrilir. 15 Kasım 1937‘de Seyit Rıza, oğlu Raşik Hüseyin, Fındık Ağa, Usêne Seydi, Hesen Ağa, Ali Ağa ve Hesenê İvraimê Qız Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilir Ölülerin bedenleri ise Elazığ’da dolaştırılır ve “mezarları türbe olmasın diye” yakılır.
Seyit Rıza’nın idamının nasıl yapıldığını dönemin Malatya emniyet müdürü İhsan Sabri Çağlayangil ayrıntılı olarak anlatır. Buna göre Seyit Rıza ve arkadaşlarının duruşmasının sonuna gelinirken, Atatürk de Singeç köprüsünün açılışı için Elazığ’a gidiyor. Çağlayangil hükümet tarafından görevlendirilerek Atatürk kente ulaşmadan idamın gerçekleştirilmesi istenir. Çağlayangil de davanın hakimi ile görüşür ve onu ikna ederek hafta sonu duruşma yapılmasını ve Pazar gecesi sabaha doğru da idamların yapılmasını sağlar. İdamlara tanıklık eden Çağlayangil o anları şöyle anlatır:
“… Aradan aylar geçti, Seyit Rıza ve çevresi yakalandı. Mahkemeleri sürüyor. İşte bu sırada Atatürk Diyarbakır’daki Murat suyu üzerinde yeni yeni yapılan Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki;
“Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim hareketi bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş, Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkarmalarına meydan vermeyelim.”
1937 yılında resmi tatil günü Cumartesi öğleden sonra. Atatürk Pazartesi günü Elazığ’a gelecek. Bizden istenenler “asılacak asılsın” ve Atatürk’ün karşısına Beyaz Donlular çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun. O dönemde Elazığ Valisi Şükrü Bey, Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü Sezerli İbrahim Bey, savcı yardımcısı arkadaşıydı.
Şükrü Sökmensüer, “Sivillerden Emniyet Genel Müdürlüğünün siyasi şubesinden istediklerini al. Atatürk’ün istasyondan halkevine kadar korunması da size ait” dedi. Başta Macar Mustafa olmak üzere altı kişi alıp yola çıktım. Trenle Elazığ’a vardım. Emniyet Müdürü İbrahim Bey’e gittim. Savcı için, “kural dışı bir şey yapmaz, mümkün değil.” dedi.
Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bu konuda Adalet Bakanlığından da bir şifre aldığını, ama mahkemelerin Cumartesi tatil olduğunu, tatilde ise sonuç almanın mümkün olmadığını bana bildirdi. Ve ekledi:
“Ben de mahkemeleri etkileyemem.”
Oysa biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için Hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.
Savcı yardımcısı hukuktan sınıf arkadaşım. Bana, “Sen valiye söyle bu savcı rapor alsın gitsin, ben senin istediğini yaparım.” dedi. Biz mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak sonucun infazını istiyorduk. Savcı, rapor aldı. Arkadaşım vekil olarak savcının yerine geçti. Mahkeme hakimini evinde buldum. Gittiğinde mahkemenin aldığı kararı yazdırıyordu. Hakimle konuştuk. Kendisi kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Devir, CHP devri. Herkes çekiniyor.
Hakim bana, “ Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak Pazartesi günü mahkemeyi toplar, kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz” dedi.
O zamanlar dördüncü bölgede temyiz hakkı yok.
Abdullah Paşa, sıkıyönetim kumandanı olarak kararı tasdik edecek. O da, “ yukarıdaki karar tasdik olunur” demiş, basmış boş kâğıda imzasını. Yukarıya “ Abdullah Paşa’nın idamı” diye yazsanız kendisi asılacak. Hakime dedik ki:
“ Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki.” Hakim, “başkaca bir şey yapılamaz” diyerek kestirdi attı. Ben de kendilerine sordum:
“Sizin saat 17:00’den sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?”
“Ooo, çok oluyor. Gün oluyor, dokuzlara onlara kadar çalışıyoruz” cevabını verdi.
“Eee, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da baştan beş saat ihlal etseniz, olmuyor mu? Yani Pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız. Pazartesi günü 00.24’ten başlıyor, dedim.
Hakim: Elektrikler kesiliyor, dedi.
Ona da çare bulduk. Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız. Halkevi’ne lüksler koyarız.
Hakim bu defa; samiin yok, dedi. Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz. Kaç kişi asılacak? Onu karardan önce söyleyemem, dedi.
Ama ekledi: Savcı 27 kişinin idamını istedi. Biz ona göre mi hazırlığımızı yapalım? Bilemem, dedi.
Ceza İnfaz Kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellat buldu.
Gece 12:00’de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sanıkları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi. “Peki” dedik. Sanıklar Türkçe bilmiyor.
Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi ölüm cezasına çarpıtırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca hakim ilamda idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarpıtırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamadılar. “İdam Çino” diye bir vaveyle koptu.
Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza, sehpaları görünce durumu anladı:
-Asacaksınız, dedi ve bana döndü:
-Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?
Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüzyüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi.
Son sözünü sorduk.
-Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.
Bu sırda Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken, Seyit Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti.
“Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir!“
Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sesizliğe ve boşluğa hitap etti:
-Evladı Kerbelayime, bê gunayime, Ayıvo zulimo, Cinayeto, (-Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir ) dedi.
Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi. Oğlu yaşında bir subayı öldürecek kadar katı yürekli olan bir insanın bu mukadder akibetine acımak zor. Ama ihtiyarın bu cesaretini takdir etmekten kendimi alamadım. Asabım çok bozuldu. Emniyet Müdürüne;
–Ben üşüdüm, otele gidiyorum, dedim.” (“Kader Bizi Una Değil, Üne İtti, Çağlayangil’in Anıları“, s. 72-73, Bilgi Yayınevi, 2007 İstanbul)
Bu idamlardan önce dönemin başbakanı İsmet İnönü Mecliste bilgilendirme konuşması yapar. Bu konuşma Dersim’de herhangi bir isyanın olmadığına ilişkin çok önemli ipuçları vermektedir: “Arkadaşlar Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden nüfusları az olmakla beraber altı aşirettir. Bugün bu aşiretlerden reisleri ile beraber ne kadar adam varsa faaliyet imkânından tamamen mahrum bırakılmışlardır. Kutuderesi, Kalanderesi Dojikbaba Dağı gibi ulaşılmaz yerler nedeniyle daha önce düzenlenen seferler bunlardan birisinin etrafında kördüğüm olup kalmıştır. Oysa şimdi Cumhuriyet ordusunun ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa hepsini Ankara sokakları gibi baştanbaşa geçmişlerdir. Jandarma neferinin ayak basmadığı yer, inmediği dere çıkmadığı tepe yoktur. Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden bütün engeller ortadan kaldırılmıştır.” (Akşam 18 Eylül 1937; Cumhuriyet, 19 Eylül 1937; Tan, 19 Eylül 1937).
İsmet İnönü’nün söyledikleri çok açıktır. Ekim 1937’e kadar yapılan Birinci Harekât’ta her şey kontrol altına alınmıştır. Faşist devlet Birinci Harekât ile amacına ulaşmıştır. İnönü’nün verdiği bilgiye göre; “1 subay 28 er ve bir bekçi şehit 4 subay 46 er ve bir bekçi de yaralıdır.“ Dersimlilerden ise 265 kişi öldürülmüş, 27 kişi ise yaralıdır. 27 kişi yakalanmış, 849 kişi ise teslim olmuştur. O zaman İkinci Harekât neden yapıldı?
İkinci Tertele 2 Ocak 1938’de başlayıp 16 Eylül 1938’de sona erdi. Bu süreçte ölüm mangaları günlerce kadın, çocuk, yoksul demeden ölüm kustu. Silahsız, savunmasız, kadın ve çocuklar kafileler halinde toplanıp genellikle uzun yürüyüşler sonucunda başka bölgelere ve cesetlerin daha kolay yok olacağı düşüncesiyle akarsu kenarına götürülerek, toplu olarak ölüm mangaları tarafından yok edildi. Munzur nehrinin günlerce kan akması bu nedenledir. Farklı bir yok etme yöntemi olarak da mağaralara sığınanlar gaz ve çeşitli yıkım teknikleri kullanılarak öldürüldüler. 1937-1938’de Dersim’de soykırım yapıldı. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ordunun zulmünden kurtulmak için dağlara çekilip, mağaralara sığındılar. Sivil halkın sığındığı bu mağaralara zehirli gazlar püskürtülerek kitlesel ölümler gerçekleştirildi.
Toplama alanlarında toplanan insanların, savaş uçaklarıyla bombalanması, soykırımın farklı bir boyutudur. Köylerin yakılması, yıkılması, insanların dere, ırmak kenarlarında kurşuna dizilerek yok edilmesi, 1937-1938’de sık sık rastlanan uygulamalardır. Dersim soykırımı, 4 Mayıs 1937’de kabul edilen bakanlar kurulu kararıyla başlamıştır.
Soykırımın bir başka boyutu yapılan sürgünlerdir. Mecburi iskana tabi tutulan aileler parçalandı. Dersim’in kızları kayboldu. Kadınlar, erkekler farklı farklı illere sürgün edildi. Kardeşlerin bir arada bulunmasına hiçbir zaman izin verilmedi. Kardeşlerin birbirleriyle ilişki kurmamaları için, haberleşmelerini engellemek için çok yoğun bir çaba sarfedildi. Bazı ailelerde karı-koca birbirlerinden uzak illere sürgün edildiler. Çocuklar ailelerinden zorla koparıldı. Çocukların Kürt olan isimleri değiştirilip, Türkçe isimler verildi. Bu çocuklar, Türk ve Müslüman ailelerin yanına verildi. Türk gibi, Müslüman gibi yetiştirilmeleri sağlandı!
Muhsin Batur, 1985‘de yayınlanan “Anılar Ve Görüşler” adlı kitabında şunları yazıyordu:
“Günlerden bir gün alayımıza emir geldi… Tren yoluyla Elazığ’a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti. Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum…” (http://bianet.org/…/t…/118252-dersim-de-1937-1938-de-ne-oldu)
Muhsin Batur yaşadıklarını kendisine saklamıştı.
Dersim’de neler olduğu artık biliniyor. 84 yıl önce Dersim’de, Dersimliler soykırımdan geçirildi. Dersim soykırımını unutmayalım, unutturmayalım.
12 Kasım 2021