Devrimci çalışma içerisinde devrimci faaliyeti, belli bir dönem omuzlarda taşınması gereken bir yük olarak gören, bütün davranışlarına bu ruh hâlinin hâkim olduğu kişiler vardır. Bu tür kişilerde, çeşitli ilişkiler sonucu varılan veya gönüllü olarak başlanılan devrimcilik, belli bir aşamadan sonra, zevk vermeyen, omuzlarda yük olarak taşınan bir iş hâline gelir. Bu durum, hem bu kişiyi, hem de bu kişinin çevresini bir karamsarlık bulutu gibi sarar. Bu makalemizde bu olumsuz durumu ele alarak, bu durumun aşılması için gerekli olan mücadelenin önemine dikkat çekeceğiz.
Devrimciliği gönüllü yürütülen, severek yapılan bir yaşam biçimi olarak değil de, belirli bir dönemde yapılması gereken bir görev, belli bir aşamadan sonra da omuzlarda taşınan bir yük olarak görmek bu anlayışın en tipik özelliğidir. Bu anlayış kendisini en fazla, gençliklerinde çok hızlı devrimci olmalarına rağmen, en geç evlilikle birlikte devrimci faaliyeti oldukça yavaşlatan, çoluk çocuğa karıştıktan sonra da tamamen bırakıp gelişmeleri uzaktan seyreden insanlarda görülür. Bu aşamaya vardıktan sonra bazıları hâlâ bağış verip çıkan yayınları almaya devam ederken, diğer bazıları ise dayanışma amacıyla bile devrimci faaliyetlere destek vermezler. Fakat sohbet “eski gençlik günleri” ile ilgili hatıralar bölümüne geldiğinde ballandıra ballandıra “bir militanın anılarını” anlatırlar. Kendisine yayın satmaya çalışan, bağış isteyen ve eyleme katılma çağrısı yapan gençlere, “sizlere baktığımda gençliğimi görüyorum” derler. Başta ailesi olmak üzere yakın çevresini aktif devrimci faaliyetlerden uzak tutmaya çalışırlar. Ne de olsa devrimci faaliyet yürüten insanların başlarından “bela” eksik olmaz.
Fakat bu anlayış kendisini sadece devrimci faaliyeti bırakarak kendi köşesine çekilen insanlarda göstermez. Devrimci faaliyetin içinde yer alan bir dizi kişide de bu anlayışın değişik biçimleri ortaya çıkabilmektedir.
Devrimci faaliyet gönüllü olarak yürütülen bir faaliyettir. Devrimci fikirlerle yeni tanışan ve belli bir süreç sonunda devrimin ideallerine sempatiyle bakan ve onları benimseyen hemen hemen herkes, ilk başlarda devrimin çıkarları için her türlü görevi üstlenmeye hazırdır. Özellikle devrimci hareket ülkenin her yanını sarmışsa, binlerce, on binlerce insan aynı idealler uğruna mücadele ediyorsa, ülkenin gündemini grevler, boykotlar, işgaller, çatışmalar, barikatlar belirliyorsa, bu mücadelenin bir parçası olarak bu eylemlerden herhangi birinde yer almak severek yapılan bir iştir. Belli bir süre sonunda daha ciddi örgütlenmelere gidilip, mücadelenin “zorunlu görevler” bölümü, “romantik görevler” bölümüne ağır basmaya başladığında, bazı insanlarda yakınmalar da başlar.
Görev dağılımında iş ve kişi karşılaştırmaları bu anlayışın en tipik özelliklerinden biridir. Faaliyetin bazı bölümleri artık çoktan gönüllü olarak zevkle yapılan işler bölümünden çıktığından, görev dağılımı sırasında ve sonrasında görevlerin “adil” dağıtılmadığı üzerine yaygara kopartılır. “Neden ben, neden o değil?” şeklindeki yakınma sorularının veya surat asarak, yakınarak görev yapmanın altında, devrimci faaliyetin artık, gönüllü yapılan, zevk veren bir uğraş hâlinden çıkıp omuzlarda bir yük olarak görülmesi ve bu “yükün altına giren” insanlar, kendilerine haksızlık yapıldığı için yaygarayı basmakta ve “adalet” talep etmektedirler. Burada görevler dağıtılırken herkes yapabileceği işlerin, uygun kişilere uygun işlerin verilmesi gerektiğini tartışmak bile istemiyoruz.
Devrimci faaliyeti “yük” olarak gören bu anlayış bazen kendisini, belli bir süre sonra aktif mücadeleden çekilen, “pili biten”, “yorulan”, kişilere karşı takınılan tavırda da gösterilebilir. Bu insanlar aşağılanır, onlarla ilişki tamamen kesilir, “korkak” olduğu, “dizlerinin titrediği” üzerine ahkâm kesilir! Bu anlayışa sahip olanlar kendileri hâlâ “yükü” omuzlamaya devam ettikleri için, kendi durumlarını bırakanlarla karşılaştırarak böbürlenebilirler! Bu yaklaşımın temelinde yatan anlayış, gidenlerin daha fazla “yükü” kalanların omuzlarına bıraktıkları düşüncesidir. Fakat burada unutulan temel nokta; devrimci mücadelenin gönüllü yürütülen bir mücadele olması ve herkesin kendi bilinç, kavrama düzeyine ve samimiyet derecesine göre bu mücadeleye katkı yapacağıdır.
Devrimci saflarda her kopuş bizi mutlaka üzer! Fakat bu olumsuz adımı atan arkadaşlar, sırf bu adımı attıkları gerekçesi ile bizim düşmanımız hâline gelmezler. Bu adımı atan arkadaşlara karşı biz, bu arkadaşlar karşı devrimin safına geçmedikleri sürece onlarla ilişkiyi koparmamak, onlardan devrimci mücadeleye yapabilecekleri her türlü katkı konusunda yararlanmaya çalışmak, onları yeniden devrim saflarına kazanmak için mücadele etmek zorunda olduğumuzu unutmamalıyız.
Görev dağıtımında; herkese yeteneğine göre ve altından kalkabileceği işlerin verilmesi ve onlara bu görev yerine getirilirken yol gösterilmesi, yardım edilmesi örgütlenmede temel çıkış noktamız olmakla birlikte, gönüllü olarak kimsenin yapmak istemediği ve fakat devrimci faaliyet açısından yerine getirilmesi mutlak zorunluluk olan bir dizi görev vardır. Bu tür görevler karşısında tavrımız; “özgürlük”ün “zorunluluğun kavranması” demek olduğunu gerçekten kavramak ve hayata geçirmek olmalıdır. Bu tür görevler konusunda kavramamız gereken; toplumsal kurtuluş açısından bu görevlerin yerine getirilmesinin taşıdığı önem ve oynadığı roldür. Bu açıdan bakıldığında ve bu bilince sahip olunduğunda bu tür görevler de severek yerine getirilen görevler arasına girecektir. Aksi yaklaşım, toplumsal kurtuluşu değil kişisel beğeniyi öne çıkaran, bencil, bu anlamda gerçek bir devrimciye yakışmayan bir davranıştır.
Belli bir görev başarıldıktan sonra ortaya çıkan aşırı böbürlenmelerin, kasıntı tavırların temelinde de bu anlayış yatar. Bu kasım kasım kasılan vatandaş, ne de olsa diğer “rakiplerinin” çekindiği oldukça “büyük bir yükün” altına girmiş, “bu yükün” altından başarıyla kalkmış, diğerleriyle rekabet içerisinde “kazandığı yeni puanların” hesabını yapmaktadır. Devrimci çevreler bu tür sahte kahramanlarla doludur. Bu unsurlar, “becerdikleri” birkaç “çok önemli görev” sonrasında bunu sürekli diğerlerine karşı silah olarak kullanırlar, çevrelerinden sürekli olağanüstü saygı beklerler, diğer çalışma arkadaşlarını küçümserler, onların önerilerine değer vermezler, eleştirilerine tahammül edemezler, sürekli haklarının yendiğinden dem vururlar, kendilerine karşı gelen veya gelebilecek eleştirilerin önünü geçmişte başardıkları görevleri sıralayarak tıkamaya çalışırlar. Bu unsurlar, belli bir aşamadan sonra devrimci faaliyetin sağlıklı bir biçimde ilerlemesinin önünde engel olurlar ve bu unsurlarla mücadele epey zor olup bir dizi tatsızlığı ve gereksiz çatışmayı beraberinde getirir.
Bu bağıntıda kavranması gereken; devrimci faaliyetin bilinçli ve gönüllü yürütülen bir faaliyet olduğudur. Tek tek bireylerin devrimci faaliyete sunacağı katkı, bilinç düzeyine, samimiyetine, kavrayışına, yeteneklerine ve olanaklarına göre değişiklikler gösterecektir. Kimi sadece bildiri dağıtıp bağış verme ile kendini sınırlarken kimileri ise tüm hayatını devrimci faaliyete adayacaklardır. Biz, bir yandan herkesten devrimci mücadeleye yapabileceği en fazla katkıyı yapmasını talep ederken, diğer yandan devrimci faaliyete verilen en küçüğünden en büyüğüne her türlü katkının değerli olduğunun bilincinde olmalıyız. Devrimci mücadelenin çıkarları açısından yapabileceğinin en fazlasını yapmak o kişinin devrim davasında ne kadar samimi ve ne kadar bilinçli olduğunu gösterir. Fakat bu durum o kişiye diğerlerini küçümseme, onların eleştirilerine ve önerilerine kulak tıkama hakkını vermez. Eleştiri ve öneri getirme bağıntısında herkes, örgütsel konumuna göre eşit haklara ve yükümlülüklere sahiptir. Bazen, devrimci mücadeleye kıyısından köşesinden yardım eden bir sempatizanın bile getirdiği öneriler doğru, eleştiriler haklı veya çok yüksek kademelerde çalışan bir yoldaşın getirdiği öneriler, eleştiriler haksız olabilir. Bu durumlarda yanlış yapmayı engellemek için; esas olarak eleştirinin kimden geldiğine değil, gelen eleştirinin kendisine bakılmalıdır.
Devrimci faaliyeti “yük” olarak gören bu anlayış kendisini aile ilişkilerinde ve eğitiminde de gösterir. Kendisi militan devrimci olmasına rağmen bu militanın karısı, kocası, kardeşleri, çocukları devrim davasına gönüllü olarak kendiliğinden katılmazlar. Bunun böyle olmasında akrabaların kişisel tercihleri de önemli bir rol oynamakla birlikte, bu “militan”ın devrimci faaliyeti bir yük olarak görmesi ve çevresini mümkün olduğu kadar bu yükün uzağında tutmaya çalışması da daha az bir rol oynamaz. Yürütülen devrimci faaliyet sonucu, çocuklara ayrılan zaman sürekli kısıtlandığından, bu tür anlayışa sahip olan kişiler kendilerini çocuklarına karşı, onlara “normal” bir çocukluk yaşatamadıklarından dolayı suçlu olarak hissederler. Gençliklerinde oldukça “hızlı” bir devrimci olan bir dizi insanın bu hızı, evlilikle birlikte en büyük darbeyi alır, çoluk-çocuğa karıştıktan sonra ise bu hız iyice kesilir veya tamamen biter. Burada da esas olarak yanlış kavranılan nokta; devrimci mücadeleyi belli bir yaşta ve esas olarak bekârken yürütülmesi gereken bir mücadele olarak görmektir. Bu anlayış temelinde de devrimci faaliyeti “yük” olarak, bir “bela” olarak görmek, bu yükü ancak gençken omuzlamaya hazır olmak, toplumsal kurtuluşu değil kendi durumunu esas almak yatmaktadır. Bir dizi durumda kendisi devrimci saflarda olmasına rağmen çocukların devrimci mücadeleden uzak durmasının veya ancak zor yolu ile devrimci saflara çekilebilmesinin altında da bu anlayış yatmaktadır. Çocuklar, anne-babaların dışarıda savundukları ile evde yaptıkları, düşündükleri ile konuştukları arasındaki farkları ve çelişkileri en yakından yaşayan insanlardır. Bu alanlardaki hayal kırıklığı onları daha başından devrimci mücadeleden soğutmaktadır. Bunu engellemenin yolu devrimci faaliyete bir “yük” olarak değil, insanlığın kurtuluşu yolunda yaşadığımız sürece taşınması gereken bir sorumluluk ve gönüllü seçilmiş onurlu bir görev olarak ele almaktan geçmektedir. Çocuklarımıza gerçekten örnek olmanın yolu ise, devrimci mücadeleyi samimi olarak yürütmekten, dışarda savunduğumuz ile evde uyguladıklarımız arasında bir çelişki olmamasından, onlara malımız olarak değil kendi haklarına sahip özgür bireyler olarak yaklaşmaktan geçmektedir.
Yürütülen devrimci faaliyet omuzlarda taşınan bir yük olarak görmenin diğer bir ayağı da yürütülen faaliyetin kendisine yabancılaşmasıdır. Bu anlayışa sahip olanlar devrimci faaliyeti, kendilerini doğrudan ilgilendiren bir faaliyet, bir yaşam biçimi olarak değil, başkaları için, başkaları hatırına yürütülen bir faaliyet olarak görürler. Yapacağı işleri, alacağı görevleri, sanki bu işleri veren, görevlendirmeleri yapan kişi ve kurumlara iyilik yapıyormuş, onların hatırı için bu iş ve görevleri yerine getiriyormuş gibi tavırlar takınarak “lütfen” kabul ederler. Bu aşamada nazlanmalar, çeşitli bahaneler ortaya çıkar. Bir dizi durumda görevi veren kişi veya kurum, görev verilecek kişiyi “tavlamak”, ikna etmek için bin bir dereden su getirir. Bu tür durumların temelinde yatan anlayış, devrimci faaliyeti, kendini doğrudan ilgilendiren bir iş, yaşamının bir parçası olarak görmemek, onu bir üstündeki kişinin veya kurumun hatırına, iyiliğine, yüzü suyu hürmetine yürütmektir.
Bu yaklaşım da; kendi kurtuluşunu toplumun kurtuluşundan ayrı gören, toplumun çıkarlarını ve durumunu esas alan, bencil bir yaklaşımdır. Toplumdan kopuk, ondan bağımsız, onun üzerinde bir yaşam mümkün olmadığından toplumsal kurtuluş için verilen mücadele aynı zamanda kendi kurtuluşumuz için de verilen mücadeledir. Bu durum bir dizi insan tarafından kavranılmamakta, sanki verdikleri mücadele kendilerini hiç ilgilendirmiyor tavırlarına girebilmektedirler. Burjuvazinin ideolojik hâkimiyeti bu durumun net olarak görülmesini engellemektedir. Burjuvazi, her gün, her saat, her dakika, her saniye elindeki tüm araçları kullanarak, sömürü sisteminin uysal bireyleri, iyi tüketiciler, egoist, kariyerist olmaları için insanların beynini yıkar. Burjuvazinin bu ideolojik bombardımanından kurtulup kendi gerçek çıkarlarının bilincine varan insan, kendi kurtuluşunun toplumsal kurtuluştan bağımsız, bu sömürü sistemi yıkılmadan gerçekleşemeyeceğini kavrayan insandır. Bu aşamadan sonra bu insan yürüteceği devrimci mücadeleyi, sadece başkalarının “hatırı” veya “tanımadığı” insanların kurtuluşu için değil, bizzat kendi kurtuluşu için de mutlak gerekli olduğu bilinciyle yürütür.
Devrimcilik, ne belli bir dönemde omuzlarda zorunlu olarak taşınması gereken bir yük, ne de başkalarının hatırı, iyiliği için yerine getirilmesi gereken bir iştir.
Devrimcilik, insanın kendi kişisel çıkarlarının ötesinde tüm toplumun çıkarları için, sömürünün, faşizmin, işkencenin, işsizliğin, açlığın, yoksulluğun, kadınlar üzerindeki her türlü baskının ortadan kalkması için, sömürüsüz, sınırsız, savaşsız bir dünyanın kurulması için mücadele etmek demektir. Bu mücadele, insanın yürütebileceği en yüce, en onurlu mücadeledir. Bu mücadele, yukarıda saydığımız kötülükler tamamen yeryüzünden kaybolup, gerçekten insana yaraşır sömürüsüz, sınırsız, savaşsız bir dünya kurulana kadar devam edecektir. Bu anlamda bu mücadele, ne sadece belli bir dönem omuzlarda taşınması gereken bir “yük”, ne çekinilmesi, çevrenin uzak tutulması gereken bir “bela”, ne de başkalarının hatırı, iyiliği için yapılan bir iştir. Devrimcilik, başkalarının hatırı ve iyiliği için değil, herkesin bizzat kendi toplumsal sorumluluğu gereği yürütmesi gereken bir faaliyettir. Bir dizi aday arasından eğer bir görev bize verilmiş, o görev için biz layık görülmüşsek, bu bize gurur vermelidir.
Devrimcilik bir yaşam biçimidir, bu anlamda mezara kadar sürer. Devrimcilik onurlu bir iştir, bu anlamda yürüttüğümüz faaliyet çevremizde acıma duygusu ve itim merkezi değil, saygı ve çekim merkezi oluşturmalıdır. Anamız, babamız, karımız, kocamız, kardeşlerimiz, akrabalarımız ve çocuklarımız bizimle gurur duymalıdır. Kaç kişinin böyle, kendi dertlerini aşmış, kendi kurtuluşunu tüm insanlığın kurtuluşundan ayrı görmeyen, sömürünün, faşizmin, işkencenin, işsizliğin, yoksulluğun ortadan kalkması, sömürüsüz, savaşsız, sınırsız bir dünyanın kurulması için mücadele eden, başka şehirlerden, başka bölgelerden, başka ülkelerden, başka kıtalardan hiç tanımadığı, hiç görmediği insanların uğradığı baskılara, haksızlıklara karşı savaşan karısı, kocası, ağabeyi, ablası, kardeşi, arkadaşı veya babası var ki?
Bu anlamda bizim yaklaşımımız, “yirmisinde komünist olmayanın kalbi, kırkında komünist kalanın beyni yoktur” gibi düşünen, devrimciliği omuzlarda taşınan bir “yük” olarak, “gençlikte” veya başkalarının “hatırı” için yapılması gereken bir iş olarak gören burjuva “aydınlarının” yaklaşımı gibi olamaz. Bize göre; sadece on beşinde, yirmisinde değil, tüm yaşamı bir komünist olarak yaşamak, en değerli, en onurlu, en gerçekçi yaşam biçimidir. Aynalara sadece genç iken değil, ihtiyarladığımızda da gururla bakabilmek için; devrimci faaliyeti, bir yaşam biçimi, onurlu bir görev olarak kavramalı, çevremize bunun ışığını, enerjisini yaymalıyız.
Mayıs 2021