Bu soru, çevre sorununa duyarlı olanların uzun zamandır üzerinde durdukları ve uğraştıkları bir sorudur. Lokomotifte makinist/kapitalist barbarların olduğu tren, hızla gezegenimizi raylardan çıkarmaya yönelmiştir. Bu gerçeğe parmak basan binlerce bilim insanı ile aramızda çok önemli bir fark söz konusudur. Biz kapitalist barbarlığın alternatifinin sosyalizm olduğunu söylüyoruz. Bilim insanlarının kaygıları ve bir takım reform taleplerini ileri sürmeleri anlaşılır bir durumdur. Onlarda yanlış bulduğumuz, sorunun nihai çözümünü düzen sınırlarına hapis etmeleri ve çevre sorununu, doğrusu iklim krizinin mevcut sistem içerisinde çözüleceğine inanmalarıdır.
“35 yaşam işaretinden 20’si en alt seviyeye indi” diyor çevre bilimi ile uğraşan bilim insanları. Sorunun geldiği nokta “15.000 civarında bilim insanı, İklim Değişikliği nedeniyle toplumun 2100 yılına kadar çökebileceği uyarısında” bulunuyor. Bunun bir felaket tellallığı olup olmadığı tartışılır belki ama dünya açısından durumun her geçen gün kötüye gittiği çeşitli araştırmalar sonucu ortaya konulan bir gerçekliktir. Örneğin; uluslararası 161 ülkeden 15 bin bilim insanının onayladığı, Oxford Üniversitesi’nin yayımladığı aylık bilimsel içerikli “Bioscience” isimli dergide yayınlanan araştırmanın sonuçları…
Kasım 2023’te yayınlanan bu araştırma sonuçlarına göre, gezegenimiz hızla yaşanabilir bir yer olmaktan çıkıyor. Araştırmayı yapanlar, “Dünyada yaşamın tehlike altında” olduğu sonucunu paylaşıyor.
Araştırmacılar, 2023’te küresel hava sıcaklığı, okyanus sıcaklığı ve Antarktika buzulların erimesi de dâhil olmak üzere birçok iklim rekoru kırıldığını bizlere tekrar hatırlatmaktadır. Bugüne kadar kaydedilen en yüksek aylık yüzey sıcaklığı Temmuz 2023’te meydana geldi. Kayıtlara geçen bu yüzey sıcaklığı, Gezegenimizin 100 yılda bir gördüğü en fazla sıcaklıktır. Dergide yer alan “Dünya’da yaşam belirtileri tarihin herhangi bir anından çok daha kötü”dür tespitinin dayanağı olarak “35 gezegen yaşam işaretinden 20”si rekor düzeyde uç noktalarda”dır. Bu işin uzmanlarına göre, dünyada yaşamın devamı için; “sürdürülebilir bir gelecek programına hızlı ve adil bir geçiş” çağrısıdır. Kâr uğruna dünyadaki yaşamsal dengeleri bozan kapitalist-emperyalist sistemin varlığı ve hâkimiyeti koşullarında sürdürülebilir bir gelecek programının hazırlanmasını ve uygulanmasını beklemek, bu sistemde “hızlı ve adil bir geçiş” beklemek boşa kürek çekmek gibidir. Gezegenimizdeki yaşamın korunması ancak dünyadaki yaşamı tehlikeye atan kapitalist-emperyalist sistemin yıkılmasıyla olur.
Bahsi geçen dergide ileri sürülen tezler; 15.000’den fazla bilim insanının imzasını taşıyor ve çevresel çöküşe doğru hızla ilerlemeye devam eden “Dünya gezegenindeki yaşamın kuşatma altında olduğu” konusunda fikir birliğinde uyarıda bulunuyorlar.
Bioscience dergisindeki raporun başyazarlarından olan ABD’deki Oregon Eyalet Üniversitesi’nden Dr. Christopher Wolf, “İnsanlığın dünyadan güvenli bir şekilde verebileceğinden daha fazlasını alması sorunu çözülmezse, dayanılmaz sıcaklıkların yaşandığı, doğal ve sosyo-ekonomik sistemlerin çöktüğü, yiyecek ve tatlı su kıtlığının yaşandığı bir kâbusla karşı karşıya kalırız” diyor. Bu bağlamda söylenenler doğru tespitlerdir.
Doğru tespite eklenmesi gereken ise, kapitalistlerin azami kâr hırsı ihtiyaç dışı üretimi ve beraberinde aşırı tüketimi ortaya çıktığından bu yana körüklemektedir. Bu anlamda kapitalist sistem doğaya verdiğinden çoook daha fazlasını almaktadır. Bu da doğal dengeleri alt-üst ettiği için iklim krizleri meydana gelmektedir.
Yine raporda aynı üniversiteden Prof. William Ripple ise “Gezegenimizdeki yaşam açıkça kuşatma altında. İstatistikler, iklimle ilgili değişkenlerin ve felaketlerin son derece endişe verici modellerini gösteriyor. Buna rağmen insanlığın iklim değişikliğiyle, mücadelesi konusunda rapor edecek çok az ilerleme bulduk. Amacımız iklim gerçeklerini iletmek ve politika önerilerinde bulunmak insanlığı olası herhangi bir varoluşsal tehdide karşı uyarmak ve harekete geçme konusunda yol göstermek, bilim insanlarının ve kurumlarımızın ahlaki görevdir” diyor.
Kaygılar, endişeler anlaşılır, anlaşılır olmasına da çözüm önerisi sisteme ve sistemin asalak politikacılarına havale edildiğinde, gerçek çözümden uzaklaşılır.
Rapora göre “bu gidişle en fazla 2100 yılında yaşam biter”! tespiti yapılırken, çizilen tablo ve getirilen kimi öneriler şöyledir:
- Önlem alınmadığı takdirde dünyada hayat en uzak 2100 yılında sona erer.
- Christopher Wolf’a göre; 2100 yılında 3 ila 6 milyar kadar insan kendilerini dünyanın yaşanabilir bölgelerinin dışında bulabilir. (Zenginliği paylaşmak istemeyen BATIYA göçler –BN)
- Bu da o tarihte aşırı sıcak havayla, sınırlı gıdayla ve yüksek ölüm oranlarıyla karşı karşıya kalınacağı anlamına geliyor. (Genel kural: Açlık susuzluk ilk önce en fakirleri vurur.)
- Uzmanlara göre “Zaman doldu. Dünya’da hayatın sürdürülebilmesi için acil ve küresel önlemler alınmalı”.
- Nüfus kontrol altına alınmalı, (öneri özellikle az gelişmiş ülkeler içindir. -BN)
- Aşırı tüketimi ve havayı kirleten, yüksek emisyonları azaltan küresel bir ekonomiye geçilmeli.
- Gönüllü aile planlaması yoluyla doğurganlık oranları azaltılmalı. (Öneri özellikle az gelişmiş ülkeler için –BN)
- Kadınların eğitim hakkı desteklenerek cinsiyet adaletiyle insan nüfusu istikrara kavuşturulmalı. (Bu öneri de özellikle az gelişmiş ülkeler için –BN)
- Sera gazı emisyonlarında etkili olduğu için hayvan nüfusu da kontrol altına alınmalı. (Et oburlara/zengin Batı’ya uyarı –BN)
- Fosil yakıt sübvansiyonları aşamalı olarak kaldırılmalı. (….. “Phase-out” –kullanılmasının sona ermesi hemen değil– “phase-down” (kullanılmasının kademeli olarak azaltılması – yeni rezervler yeterli kârı bıraktıktan sonra…)
- Ormanlar korunmalı. (Nasılı askıda! –BN)
- Zengin ülkelerde bitki bazlı beslenmeye geçilmeli. (Et oburluktan ot oburluğa geçiş –BN)
- Yeni kömür projeleri sona erdirilmeli! (Eskiler ne olacak? Onlara devam rezervler bitene kadar. –BN) (Veriler için bkz.: 5.11.2023 tarihli Milliyet Gazetesi)
Bu öneriler uzun zamandır ileri sürülen düzen sınırları içindeki reformist önerilerdir. Özellikle Nüfus Planlaması konusundaki öneriler yeni de değildir. 1798’lerde klasik iktisatçı Thomas Robert Malthus, yazdığı “Nüfus Üstüne Deneme” adlı eserinde kısaca “nüfus katlanarak artarken, nüfusu besleyen kaynaklar aritmetik oranla artar. Bu dengesizlik aşırı bir nüfus artışını beraberinde getirecek, böylece kıtlık, savaşlar, salgın hastalıklar gibi nedenler sonucunda fazla nüfusun yok olması kaçınılmaz olacaktır.” Yine bu teoriye göre “Açlığa çözüm bulmak, nüfusun daha da artmasına yol açacağından açlıkla mücadele edilmemelidir.” Bu teorinin günümüzdeki temsilcileri “Yeni Malthusçular” olarak anılan Dennis Meadows, Mihajlo D. Mesarović, Sırp bilim insanı, Paul R. Ehrlich, Garrett Hardin ve Pestel gibi çevre bilimcileridir. Yani Roma Kulübü üyeleri.
Roma Kulübünün yaklaşımı da kısaca şöyledir: “Nüfus inanılmaz bir hızda artıyor bu artış tüketimdeki artışı tetikliyor, bu durum dünyanın iklimini ve yaşamı destekleyen sistemlerini tehlikeye atıyor. Sonuç; sosyal ve ekonomik alanda büyük adaletsizlik ve milyarlarca insanın yoksullaşması”…
Deyim yerindeyse Roma Kulübü yeni Malthus’çuları bir araya getirmiştir.
Nüfusun önemi sorusuna tarih boyunca farklı yaklaşımlarla karşılaşırız. Kimine göre “Lüks hayat, çocuk sahibi olmaya engel olur…entelektüel ilgi alanları ve kibarlık üreme gücünü azaltır…ve zekâ geriliği olanlar tavşan gibi ürerler”. (Eversley’e 1959) İslâm’a göre ise “her çocuk rızkıyla doğar”. 16. – 18. yüzyılları arasında “bir ülkede nüfus ne kadar fazla olursa; üretimin de o derece fazla olacağı” düşüncesi hâkimdir. Daha gerilere gidersek Eski Yunan’da Spartalılar, savaşlardan doğan insan kayıplarını karşılamak için sağlıklı ve genç nüfusa ihtiyaç olduğunu, dolayısıyla nüfusun artması, zayıfların öldürülmesi, evliliklerin mecburi olması gerektiğini savunurlar. Platon ve Aristo, maddi ve manevi bakımdan uyumlu denge düşüncesini savunurken, “nüfusun ne fazla çoğalması ne de azalmasına fırsat verilmelidir“. İdeal devlet için ideal nüfus tezi geçer akçedir.
Dünden bugüne gezegenimizde nüfus artışına baktığımızda; 1650 yılında dünya nüfusu 450-550 milyon, 1750’de 700-800 milyon, 1850’de 1-1,2 milyar, 1900’de ise 1,5 – 1,6 milyar arasındadır. Günümüz dünyasında ise dünya nüfusu 8 milyarı aştı.
Zenginlik ile yoksulluk arasındaki makas giderek açılıyor
Merkezi İngiltere’de bulunan Oxfam’ın Ocak 2024’te açıkladığı “eşitsizlik” raporuna göre; küresel şirketler ve kapitalist tekeller zenginleri daha zengin, yoksulları da daha yoksul yapıyor. Rapora göre dünyanın en zengin insanı Elon Musk’tır. Ancak raporun yayınlanmasından sonraki süreçte Amazon’un sahibi Jeff Bezos birincilik koltuğuna oturdu. Aynı araştırmaya göre; dünya nüfusunun yüzde 60’ını oluşturan beş milyara yakın insanın serveti ise yüzde 0,2 oranında gerilemiştir. Dolar milyarderlerinin sayısı sürekli artıyor. Milyarderlerin toplam serveti 2020’ye oranla 3,3 trilyon dolar daha fazla artmıştır. Oxfam’ın verilerine göre; zenginlerle yoksullar arasındaki gelir adaletsizliği giderek artacak, artışın böyle sürmesi hâlinde makas daha fazla açılacak ve dünyadaki yoksulluğun ortadan kaldırılması için 229 yıla ihtiyaç olacaktır. Oxfam raporuna göre, dünyanın en zengin yüzde 1’i tüm küresel zenginliğin yüzde 43’üne sahiptir.
Zenginlikle yoksulluk arasındaki “makas aralığı” da o derece açılmıştır. Günümüzde insan nüfusunun %46’sı yani iki milyar beş yüz milyon insan Dünya Bankası tarafından belirlenen günlük 2 ABD doları olan yoksulluk sınırının altında yaşarken, bir milyar iki yüz milyon insan ise günlük 1 ABD doları olan açlık sınırının altında yaşamını sürdürmektedir. UNDP (BM Kalkınma Programı) 2023 bültenine göre, 110 ülkedeki 6,1 milyar insanın 1,1 milyarı (%18’inden biraz fazlası) ağır çok boyutlu yoksulluk (açlık sınırları) içinde yaşıyor. Her 6 yoksulun 5’i Sahra Altı Afrika (534 milyon) ve Güney Asya’da (389 milyon) bulunuyor.
Öte yandan Dünyadaki en zengin 42 kişinin mal varlığı, dünya nüfusunun % 50’sine tekabül eden 3,6 milyar insanla eşittir. En zengin 10 ülkenin geliri de en fakir 10 ülke gelirinin tam 77 katıdır. Gezegenimizdeki insani adaletsizliğin korkunç boyutları elbette beraberinde yoksulluğu, açlığı ve çatışmaları sürekli artırmaktadır. Deyim yerindeyse küresel olarak bir avuç asalak, gezegendeki serveti tekellerinde toplamış ve bunu korumak için de dişine tırnağına kadar silahlanmış, yoksulların içinden kendine korumalar oluşturmuş, sözün özü devletler örgütlemiştir. Yeryüzündeki hemen hemen tüm devletler emeğin yarattığı değerlerin kapitalistlerce huzurlu ve barış içinde bolca kullanımının bekçileridir. Onlar, her gün sofralarında kuş sütü eksik olmayanlar, yeterli beslenmenin oburluğu içinde diyet vb. yöntemlerle zayıflama çabalarındayken, BM verilerine göre, 2019 yılında 613 milyon insan açlıktan ölmenin kıyısındaydı. Bu sayı 2023 yılı itibarı ile yaklaşık 735 milyona ulaşmıştır. (Veriler BM 2023 Kalkınma Programından)
Beslenmede; UNICEF 2022 raporuna göre, 2,4 milyar insanın gıda güvenliği yoktur. Dünya insan nüfusunun %30’a yakını gıdaya sürekli ulaşamıyor. 2021’de 3,1 milyardan fazla insanın (dünya nüfusunun yüzde 42’sinin) sağlıklı beslenme için gereken ekonomik imkânlara sahip olmadığı kayıtlara geçmiştir. Dünya genelinde durumun açıklamasını WFP (Dünya Gıda Programı) Genel Direktörü Cindy McCain gayet basit ifade etmektedir:
“En savunmasız durumdakileri koruyabilmek için acil olarak ihtiyaç duyduğumuz kaynaklar tehlikeli bir biçimde azalırken, açlık her geçen gün artıyor. İnsani yardım çalışanları olarak, bugüne kadar gördüğümüz en büyük güçlükle karşı karşıyayız. Bu gidişatı tersine çevirmek ve açlıkla ilgili mevcut durumu düzeltmek için küresel toplumun hızlı, akıllı ve şefkatli bir biçimde hareket etmesi gerekiyor. WFP olarak bizler, kimsenin bir sonraki yemeğini ne zaman yiyeceği konusunda endişe duymadığı bir dünya yaratmak için tüm eski ve yeni ortaklarımızla çalışmaya devam edeceğiz.” (https://www.unicef.org/turkiye )
Gerçek durumun izahı konusunda genel direktöre katılıyoruz, çözüm konusundaki beklentisi sistem içi bir beklentidir. Kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe bu beklentiler hep artarak varlığını sürdürecektir.
Barınmada durum farklı değil, kendileri yine kendilerinin deyimi ile onlarca odalı lüks villalarında yaşarken, derme çatma barınaklarda yaşayan 1,2 milyar insan barınma garantisinden mahrumdur. Kafasını sokacak 40-50 m²-lik barınma imkânına sahip olan 4 kişilik bir aile kendilerini mutlu azınlıktan saymaktadır.
Sağlıkta durum içler acısıdır. Onlar kendileri için özel sağlık hizmetleri örgütlerken (özel doktor-özel hemşire-özel hastane-özel ulaşım) daha uzun yaşamak için bilimi hizmetlerinde kullanırken, doğru dürüst beslenemeyen, barınamayan yüz milyonlarca insan sağlık hizmetinden de mahrumdur. Orta çağ hastalığı olan verem-kolera vb. hastalıklar yeniden hortlamış ve en fakir ülkelerde tehdit durumundadır. COVİD-19 salgınında zengin fakir ayrımını aşı tedariğinde yaşadık.
“Düşük ve orta gelirli ülkeler dünya gelirinin yalnızca %18’ini elde etmekte ve global sağlık harcamalarının %11’ini gerçekleştirmektedirler (250 milyar dolar ya da bu ülkelerdeki gayri safi milli hasılanın %4’ü). Dünya nüfusunun %84’ü bu ülkelerde yaşamakta ve dünyanın hastalık yükünün %93’ünü taşımaktadırlar. Bu ülkeler, halklarının sağlık ihtiyaçlarını karşılamakta adil ve ulaşılabilir bir biçimde yeterli finansman sağlamak ve yetersiz kaynaklar için bir çözüm bulmakta çok büyük zorluklarla karşılaşmaktadırlar” (WHO 2000 Raporu aktaran: https://dergipark.org.tr ).
“Sağlık temel bir insan hakkıdır. Herkes ihtiyaç duyduğu zamanda, ekonomik sorunlar ile karşılaşmadan, ihtiyaç duyduğu sağlık hizmetlerine erişebilmelidir” denir denmesine de bugün dünya nüfusunun %30’u temel sağlık hizmetlerine erişememektedir. “Neredeyse 2 milyar insan sağlık harcamaları yüzünden yoksullaşmaktadır.” (https://halksagligi.hacettepe.edu.tr)
Eğitimde durum büyük insanlık açısından kötü bir vaziyette iken, küçük azınlık her türlü imkâna sahiptir. Bilim ve teknoloji esas olarak ilk etapta küçük azınlığın ihtiyaçları doğrultusunda hizmet sunmakta, seri üretime geçtiğinde genel hizmet söz konusu olmaktadır. Yoksulun-fakirin, gittikçe azalan orta hâllinin evladı “devletin genel eğitim hizmeti”nden yararlanırken, azınlığın ayrıcalıklı “yavruları” özel eğitimlerden nasibini almaktadır. Maalesef dünyaya yeni gözünü açan bebeğin doğduğu yer “kaderi” olmaktadır. Örneğin Almanya/Bavyera’nın herhangi bir şehrinde dünyaya gelen Maria ile Türkiye/Erzurum/Aziziye’de dünyaya gelen Ayşe veya Etiyopya/Hargeysa’da dünyaya gelen Fatima’nın yaşama başlamasında korkunç adaletsizlik ve eşitsizlikler söz konusudur.
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı” olan PISA sıralamasına baktığımızda PISA 2022’de 81 ülke arasında Türkiye 34. sıraya yükselmiş. Yoksulluk arttıkça eğitim imkânlarına ulaşım zayıflar, eğitim düzeyi düştükçe de yoksulluk artar yani ikisi arasında bağ vardır. Yoksulluk artıkça eğitim kalitesini düşür. Mesela Afrika ülkesi Gana’da Dünya Bankası ölçeklerine göre kişi başı yıllık GSYİH 1770 Amerikan dolarıdır. (Karşılaştırma için İrlanda’da 85.000 Amerikan dolarıdır.) Gana’da okuryazarlık oranı çok düşüktür (%46). Bu döngü sömürü sistemi varlığını sürdürdükçe hep var olmaya devam etmektedir. Sağlıkta olduğu gibi eğitim alanında da insanların doğdukları bölgelere ve gelir düzeylerine göre eğitim olanaklarında farklılıklar bulunmaktadır. UNDP tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, yüksek insani gelişmişlik değerlerine sahip ülkelerde ortalama eğitim süresi 11,8 yıl iken, az gelişmiş ülkelerde bu süre ortalama 5,1 yıldır.
Ulaşım ve haberleşmede durumlar farklı değildir. Zenginlik ulaşım kolaylığı sunarken, örneğin 100 km’lik bir yere ulaşım için kapitalist zenginin harcadığı zaman dakikalar ile ölçülürken, yoksulluk içinde kıvrananlar için bu mesafe için harcanan zaman dilimi saatlerle, yer yer günlerle ölçülür. Haberleşme ağının kontrolü zaten onların denetimi altındadır. Senin eline tutuşturulan bir telefon yer yer kapsama alanı dışına çıkarken, onların ki uydu üzerinden çalışır.
Küresel adaletsizliğin bu kadar rahatsız edici boyutlarda olması ve servetin bu kadar adaletsiz paylaşımı beraberinde yoksulluk, çatışmalar, açlık, göçleri-savaşları tetiklemekte; farklı boyutlarda başka sosyal problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Kısacası Sanayi Devrimi’nin yaşandığı 18. ve 19. yüzyıllardan sonraki dönemde, dünyanın farklı bölgeleri arasındaki gelir dağılımı uçurumu artmıştır. 19. yüzyılın sonlarında en zengin ülkelerin geliri en fakir ülkelerin toplam gelirinin 3 katı iken, 20. yüzyılın ortalarında bu rakam 15 katına çıkmış, günümüzde ise 77 katına ulaşmıştır. Bu sorun yalnızca ülkeler arası bir sorun değildir. Bir ülkenin sınırları içinde yaşayan insanlar arasındaki gelir dağılımı uçurumu kuşkusuz önemli bir sorundur. Gelir adaletsizliğinin en büyük nedeni elbette dün olduğu gibi bugün de kapitalist sömürü sistemidir. Teknoloji geliştikçe kapitalist sömürücülerle çalışan emekçiler arasındaki makas aralığı daha da açılmaktadır. Bu makas aralığı barınmadan beslenmeye, eğitimden sağlığa, haberleşmeden ulaşıma kadar korkunç farklılıklar göstererek açılmaktadır. Öte yandan 2023 Forbes Milyarderler Listesinde yer alan ilk 20 isim dünyanın en zengin 25 insanı toplam servetleri 2,1 trilyon dolar! Zenginin uydurduğu “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” yerine zenginin malı, elindeki üretim araçları zoraki kamulaştırılıp tüm toplumun malı hâline getirildiğinde durum değişecek, yoksulluk süreç içerisinde son bulacak ve adaletsizliğin kökü kazınacaktır. İşte o zaman insan gibi yaşama nüfusun sayısına bakmadan nesilden nesle özgür bir gezegende gerçekleşmiş olacaktır. Ekmek de, su da herkese yetecektir.
Adaletsiz paylaşımın olduğu bir ortamda yoksulluk da devam eder. Marx’ın dediği gibi, yoksulluğun nedeni bireyden çok, toplumsal etkenlere bağlıdır. Yoksulluğun ortaya çıkmasında tüm suç kapitalizmdedir. Sömürü sistemlerindedir. Yoksulluğun, kapitalizmin varlık nedeni olduğunu ve kapitalizmin sermaye birikimini sağlaması ve düşük ücretli emek bulabilmesi için yoksulluk gereklidir. İşte bunun için kapitalizm yıkılmadan yoksulluk ortadan kalkmaz. Dün 1 üreten emekçi bugün 1000 üretir durumdadır. Yarın milyon üretecektir. Emeğin egemenliğinde durum kökten değişecektir.
Dün olduğu gibi bugün de açlık ve yoksulluğun kaynağı ve sebebi kapitalizmdir. Bu, anlaşılmadığı ve mücadele hedefi buna yönlendirilmediği sürece tüm bu bilimsel araştırmalar iyi niyet sınırlarını aşamaz.
Alarm zilleri çalıyor
Evet, 24 Ekim 2023 “Bioscience” isimli dergideki başlık doğru; iklim değişikliği bağlamında alarm zilleri çalmaya başlayalı epey oldu… Makalede, “On yıllardır bilim insanları, atmosfere zararlı sera gazları salmaya devam eden insan faaliyetlerinin neden olduğu artan küresel sıcaklıklar nedeniyle aşırı iklim koşullarının damgasını vurduğu bir gelecek konusunda sürekli olarak uyarıda bulunuyorlar.” “Maalesef süre doldu.”
Şimdi süre doldu dersek o zaman yapacak bir şeylerin kalmadığı sonucu da ortaya çıkar mı? Bizce durum ciddi ama sürenin dolduğu, dönüşün olmadığı gerçek durum tespiti değildir.
Çalan alarm zillerinin 2100’lerde küresel bir felaketle sonuçlanabileceğini söylemek bugünkü felaketlere de göz kapamak gibi bir duruma da yorumlanabilir.
Oregon Eyalet Üniversitesi doktora sonrası araştırmacısı ve çalışmanın eş-başkan yazarı Christopher Wolf, yaptığı bir açıklamada, bazı umut ışıkları da sundu. Wolf’a göre “İnsanlığın, Dünya’dan güvenli bir şekilde verebileceğinden daha fazlasını almasına ilişkin temel sorunu ele alan eylemler olmazsa, doğal ve sosyoekonomik sistemlerin potansiyel çöküşüne ve dayanılmaz sıcaklıkların ve enerji kıtlığının olduğu bir dünyaya doğru yola çıkıyoruz” ve “yiyecek ve tatlı su” problemlerine de dikkat çeker. Anda kapitalist egemenlik altındaki insanlık maalesef doğadan verebileceğinden kat kat fazlasını almaktadır. Zaten iklim krizinin esas nedeni de budur. Engellenmesi gereken de budur. Aşırı üretim ve tüketimden vazgeçmek!
Orman yangınları ve ateş
Makalede yer alan 2023’te çok sayıda iklim rekorunun kırıldığını gösteren veriler içinde yer alan Kanada orman yangınlarının sezonuna çekilen dikkattir. Bunun “yeni bir yangın rejiminde bir devrilme noktasına” yapılan vurgu bizce de çok önemlidir. Orman yangınlarının gezegen boyutundaki durumu derinden endişe vericidir. Bu endişelere rağmen sıcaklığın artmasını körükleyen sera efektinin temeline müdahale zorunludur.
Fosil yakıt endüstrisine verilen destek
Çalışmanın 12 yazarı ve binlerce imza sahibi, dikkatleri yalnızca aşırı kirletici fosil yakıt endüstrisine değil, aynı zamanda iklim değişikliğindeki kartopu etkisinin temel nedenlerinden biri olarak onlara mali destek sağlayan hükümet temsilcilerine de dikkat çekti. Makaleye göre, “2021 ile 2022 yılları arasında fosil yakıt sübvansiyonları esasen ikiye katlanarak 531 milyar dolardan 1 trilyon doların biraz üzerine çıktı.” Ve bu, sadece Amerika Birleşik Devletleri’ndeki destek. Makalenin yazarları, 21. yüzyıl sona ermeden daha fazla felaketi önlemek için yapılması gereken iki şeye dikkat çeker. Bunlardan biri “İklim acil durumuna ilişkin bakış açımızı izole edilmiş bir çevre sorunu olmaktan çıkarıp sistemik, varoluşsal bir tehdide dönüştürmeliyiz”; bir diğeri ise “zenginlerin aşırı tüketimine” karşı mücadelenin yanında fosil yakıtlardan uzaklaşmak. Evet, fosil yakıt kullanımından vaz geçilmesi zorunludur. Zenginlerin aşırı tüketimine gelince, bunun temelinde yatan ihtiyaç dışı üretimin son bulması da isteniyorsa, o zaman tek çare zenginlerin elindeki üretim araçlarına el konulmasıdır. Başka türlü onların aşırı tüketimini önleyemezsiniz.
Yürütülecek Çalışma
Bu bölümde dikkat çekilen “Güneş Enerjisinin Elektrik Şebekelerine Hâkim Olma Yolunda Olduğunu” ve güneşin her zaman her gün parlamaz olduğu gerçeğidir. Sunrise Nature Communications (“Gündoğumu Doğa İletişimi”) dergisinde yayınlanan yeni bir araştırmaya göre, güneş enerjisi 2050 yılına kadar fosil yakıtları bile geride bırakarak dünyanın en baskın enerji kaynağı olma yolunda ilerliyor. Azalan kurulum maliyetinin, güneş enerjisini eğilim hâline getirdiği gerçeğine çekilen dikkat doğru doğru olmasına da bu kaynakla ilgili alt yapı ve kurulumda yine egemen enerji sektör firmalarının, özellikle de petrol şirketlerinin faaliyetine dikkat çekilmiyor. COP28 yazımızda (www.ydicagrı.org COP28 Üzerine) dikkat çekmiştik.
Evet, her günün güneşli ve parlak olmayacağından, güneşin kesintili olduğuna dikkat çekilirken, araştırmalara, diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının eklenmesi, daha iyi pil/akü üretimi ile akım depolanması ve dünyanın kalitesiz elektrik altyapısının (nakil hatlarının yenilenmesi) genel olarak iyileştirilmesiyle bu sorunun hafifletilebileceğine dikkat çekilmesi yerinde bir yaklaşımdır.
Sonuç olarak
İklim krizi gezegenimizde yaşamın tehlike altında olduğu gerçeğini dayatmış durumdadır. Bilim insanlarının bu yöndeki tespitlerinin önemli bir bölümü tartışmasız doğrudur. Nüfus sorununu bu İklim Krizinin gerekçeleri içinde görmek doğru değildir. Nüfusun planlanmasından önce, daha önemli yapılması gerekenler vardır. Bunların başında çevre sorununun andaki esas sorumlusu kapitalist sistemin olduğu gerçeğinin kabul görmesidir. Bu sorunun, emeğin kurtuluşu sorununun önemli bir parçası olduğunun anlaşılmasıdır. Ama emeğin kendisi bu konuda bihaber durumundadır. Görev, kurtuluşun esas nüvesi olan emekçilerin bu yönde bilinçlendirilmesidir. Yoksa bireysel alınacak birtakım tedbirler veya sistemin kontrolü altında alınacak bir dizi tedbirlerle sorun çözülemez. Kapitalist sistemin nefes borularını tıkamak zorundayız. İşte o zaman gelecek tehlikeye karşı kalıcı önlemlerin alınmasını mümkün kılarız.
30.01.2024