Emperyalizmin özünde değişiklikler olup olmadığı hakkında, bu arada Türkiye’nin gelinen yerde emperyalist bir güç olup olmadığı konusunda gerek uluslararası alanda gerekse ülkelerimizde tartışmalar yürüyor. Bu tartışmalara bir katkı olarak 217. sayımızda yayınlanan Kuzey Kürdistan-Türkiyeli Bolşeviklerin 1997’de yayınlanmış olan “Uluslararası alanda ve Kuzey Kürdistan-Türkiye’de durum ve görevlerimiz konusunda “Tezler” başlıklı yazısında emperyalizm ile ilgili tezlerden alıntıları sitemizde de yayınlıyoruz. Bunlar kuşkusuz bir yanı ile yayınlanmış oldukları dönemle –örneğin o dönemde henüz Çin Halk Cumhuriyeti emperyalist büyük güç olarak dünyayı yeniden paylaşımda baş aktörlerden biri konumunda değildir– ilgili somut değerlendirmeler içermektedir. Burada geçen 27 yıl içinde tabii çok önemli değişiklikler olmuştur. Diğer yandan ama emperyalizmin özü ile ilgili genel geçer, emperyalizm ve proleter devrimler çağında değişmeyen temel özelliklerle ilgili tespitler vardır. Okuma ve tartışmada bunlar dikkate alınmalıdır. YDİ Çağrı.
EMPERYALİST BARBARLIĞIN TEK ALTERNATİFİ PROLETER DÜNYA DEVRİMİDİR!
Çok kaba bir bölünmeyle, gelişmiş emperyalist ülkelerde doğrudan sosyalist devrim, emperyalizme bağımlı ülkelerde şu veya bu hızda sosyalist devrime dönüşecek, proletarya önderliğindeki anti-emperyalist demokratik devrimler proleter dünya devriminin doğrudan bileşkenleridir.
Bunun yanında, emperyalizme bağımlı ülkelerde ulusal ya da küçük burjuvazinin önderliğinde gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri de belirli şartlarda proleter dünya devriminin müttefiki olabilirler. Bunun önşartı, güçlü bir komünist hareketin, en iyisi bu kurtuluş hareketine doğrudan destek verecek durumda olan bir sosyalist devletin varlığıdır. Bunun olmadığı şartlarda, burjuvazi önderliğindeki ulusal kurtuluş mücadeleleri, daha mücadele içinde emperyalizmle uzlaşmak durumundadır. Emperyalizmle uzlaşan ulusal kurtuluş mücadeleleri proleter dünya devrimi için müttefik olamaz.
Emperyalist güçler ve emperyalizmin işbirlikçisi olan güçler, hiçbir şart altında proleter dünya devriminin müttefiki olarak görülemezler. (Belli olağanüstü şartlarda örneğin İkinci Dünya Savaşı sırasında kurulan Anti-Hitler Koalisyonunda olduğu gibi) proleter dünya devriminin güçleriyle, emperyalist güçlerin bir bölümü arasında “ortak düşmana” karşı, geçici ittifaklar kurulabilir. Ancak bu geçici ittifaklardaki ortak düşman, “emperyalist sistem”in kendisi değildir, onun kimi parçalarıdır.)”
Emperyalizmin tek alternatifi: Proleter dünya devrimi!
Dünya emperyalizmin tam egemenliği (bir bütün olarak emperyalizmin her şeye muktedir olması, her şeyi yapması değil, tüm dünyanın emperyalist ekonominin bir parçası olması anlamında tam egemenlik!) altındadır. Günümüz dünyası, çok kaba olarak, bir yanda başını büyük güçlerin çektiği emperyalist ülkeler, diğer yanda emperyalizme bağımlı, onun tarafından sömürülen ülkeler olmak üzere ikiye bölünmüş durumdadır. Bütün ülkeler de kendi içinde küçük bir azınlığı oluşturan burjuvazi ve büyük çoğunluğu oluşturan işçi sınıfı ve emekçi yığınlar olarak ikiye bölünmüş durumdadır. Emperyalist dünyada, küçük bir azınlığın büyük çoğunluğu ezdiği, sömürdüğü bir sistem hüküm sürmektedir. Bir avuç tekel, dünya ekonomisini elinde tutmaktadır. Mali sermaye ile sanayi sermayesinin iç içe geçtiği finans kapital, meta ihracı yerine sermaye ihracını geçirerek ezilen ülkelerin bağımlılık zincirini çok daha yoğun bir biçimde kurmuş ve güçlendirmiştir. Emperyalizm, ezilen ulusların “kendi kaderlerini tayin hakkını” (ayrılma hakkını) ayaklar altına almış, ikiyüzlü bir politikayla çıkarlarıyla kesiştiği noktada bu hakkın kullanılmasına onay vermiş, çıkarına uymadığı sürece bu hakkın kullanımını engellemek istemiştir. Emperyalizm demek, daha fazla kâr için halkların birbirine düşürülmesi, şovenizmin körüklenmesi demektir. Tüm çizgi boyunca siyasi bir gericilik olan emperyalizm gerici, karşı devrimci savaşlar demektir… Emperyalizmin egemenliği demek, ırkçılığın, faşizmin, gericiliğin her türünün egemenliği demektir…
Kısaca emperyalist sistem, en fazla kâr uğruna dünyayı yıkıma götüren barbar bir sistemdir. Bu emperyalist barbar sistemden bir tek kurtuluş yolu var: Emperyalizmin proleter dünya devrimi ile yıkılması ve sosyalist bir sistemin kurulması…
Proleter dünya devrimi, geçmiş proleter devrimlerin gösterdiği gibi, tek tek ülkelerde proletarya önderliğinde yapılacak değişik devrimlerin bir bileşkesidir.
Proleter dünya devrimi emperyalizm çağının bir ürünüdür. “Çürüyen, can çekişen” kapitalizm olan emperyalizm nihai sona yaklaşmakta; bu son aynı zamanda proleter dünya devriminin başlangıcını da ifade etmektedir.
Emperyalizm döneminde, serbest rekabetin tekelci yapıya bürünmesi sonucu, üretimin toplumsallaşması olağanüstü ölçüde büyümüş, üretici güçler muazzam ölçüde gelişmiştir. Bununla birlikte emperyalizm, kapitalizmin bütün çelişmelerini, emek sermaye çelişkisini, sömüren-sömürülen çelişkisini; üretimin toplumsallığıyla üretim araçları üzerinde özel mülkiyet arasındaki çelişmeyi keskinleştirmiştir. Tüm bu olguların gösterdiği gerçek şudur:
“… emperyalizm, çürüyen, can çekişen kapitalizmdir. Emperyalizm bir bütün olarak kapitalizmin gelişmesinin son aşamasıdır. Sosyalist dünya devriminin başlangıcıdır.
Böylece uluslararası proleter devrim, genelde kapitalist gelişmenin koşullarından ve özelde de onun emperyalist aşamasından doğar. Bir bütün olarak kapitalist sistem nihai çöküşe yaklaşmaktadır.
Mali sermayenin diktatörlüğü yıkılmakta ve yerini proletarya diktatörlüğüne bırakmaktadır.” (Komünist Enternasyonal Programı, Bölüm 1, Madde 4’ten aktaran Proleter Devrimin Teorisi, İnter Yayınları, Leninizm Dizisi, 2. Defter, s. 29, Eylül 1990, İstanbul)
Emperyalizmle proleter dünya devrimi arasında başka hiçbir aşama yoktur. Lenin şöyle diyor:
“Emperyalist savaş, sosyalist devrimin arifesidir. Ve bu, yalnızca, tüm korkunçluklarıyla savaş, proleter ayaklanmaya yol açtığı için değildir –hiçbir ayaklanma, ekonomik olarak olgunlaşmamış olduğu sürece sosyalizmi yaratmaz–, bilakis, tekelci devlet kapitalizmi, sosyalizmin maddi olarak tamamen hazırlanması, onun giriş kapısı, sosyalizm denilen aşamayla arasında hiçbir aşamanın olmadığı bir aşama olduğu için de.” (Lenin, Tüm Eserler, Cilt 21’den aktaran Proleter Devrimin Teorisi, Leninizm Dizisi, İnter Yayınları, 2. Defter, s. 23) (açL)
Emperyalizm olgusu ve bunun proleter dünya devrimiyle bağı konusunda Stalin, Lenin’in “Emperyalizm” adlı eserinde ortaya koyduğu görüşleri özetler ve üç temel sonuç ortaya koyar. Stalin’in konuyla ilgili söylediklerini bütünsellik içinde alıyoruz:
“… Lenin’in emperyalizm teorisi üç temel tezden yola çıkar:
Birinci tez. İleri kapitalist ülkelerde mali sermayenin hâkimiyeti; mali sermayenin en önemli operasyonlarından biri olarak tahvil emisyonu; emperyalizmin temellerinden biri olarak, hammadde kaynaklarına sermaye ihracı; mali sermayenin hâkimiyetinin sonucu olarak mali oligarşinin mutlak egemenliği — tüm bunlar, tekelci kapitalizmin zorba-asalak karakterini açığa vurur, kapitalist tröst ve birliklerin boyunduruğunu yüz kat daha hissedilir hâle getirir, işçi sınıfının kapitalizmin temellerine karşı öfkesini daha da şiddetlendirir ve tek kurtuluşları olarak kitleleri proleter devrime götürür (Bkz.: Lenin, “Emperyalizm”).
Buradan birinci sonuç olarak şu çıkar: kapitalist ülkelerde devrimci bunalımın şiddetlenmesi, “metropoller”deki iç, proleter cephede patlayıcı unsurların artması.
İkinci tez. Sömürge ve bağımlı ülkelere sermaye ihracının artması; “nüfuz alanları”nın ve sömürgeciliğin tüm yerküreyi kapsayıncaya dek yayılması; kapitalizmin, bir avuç “ileri” ülke tarafından dünya nüfusunun muazzam çoğunluğunun mali bakımdan köleleştirilmesi ve sömürge zulmüne uğratılmasının dünya sistemine dönüşmesi — tüm bunlar bir yandan tek tek milli ekonomileri ve milli toprakları, dünya ekonomisi denen yekpare zincirin halkalarına dönüştürmüş ve diğer yandan yerkürenin nüfusunu iki kampa bölmüştür: geniş sömürge ve bağımlı ülkeleri sömüren ve ezen bir avuç “ileri” kapitalist ülke ile emperyalist boyunduruktan kurtulmak için mücadele vermek zorunda olan sömürge ve bağımlı ülkelerden oluşan büyük çoğunluk (Bkz.: Lenin, “Emperyalizm” ).
Buradan ikinci sonuç olarak şu çıkar: sömürge ülkelerde devrimci bunalımın şiddetlenmesi, dış cephede, sömürge cephesinde emperyalizme karşı öfke unsurlarının artması.
Üçüncü tez. “Nüfuz alanları” ve sömürgeler üzerinde tekelci hâkimiyet; hâlihazırda yabancı toprakları ele geçirmiş olan ülkelerle, aynı şekilde kendi “pay”larını elde etmek isteyen ülkeler arasında dünyanın yeniden paylaşılması uğruna çılgınca mücadeleye yol açan, kapitalist ülkelerin eşitsiz gelişimi; bozulan “denge”yi yeniden sağlamanın tek aracı olarak emperyalist savaşlar — tüm bunlar, emperyalizmi zayıflatan ve ilk iki cephenin, devrimci-proleter cephe ile sömürge kurtuluş hareketleri cephesinin emperyalizme karşı birleşmesini kolaylaştıran üçüncü cephenin, kapitalistler arası cephenin güçlenmesine yol açar (Bkz.: Lenin, “Emperyalizm” |.
Buradan üçüncü sonuç olarak şu çıkar: emperyalizm altında savaşların kaçınılmazlığı ve emperyalizmin dünya cephesine karşı Avrupa’daki proleter devrim ile Doğudaki sömürge devrimi arasında birleşik dünya devrimi cephesi koalisyonunun kaçınılmazlığı.
Lenin tüm bu sonuçları şu genel sonuçta birleştirir: “Emperyalizm, sosyalist devrimin arifesidir” (Bkz.: 4. baskı, cilt 22, s. 175).” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, Cilt 1. “Leninizm’in Temelleri”nden aktaran Proleter Devrimin Teorisi, İnter Yayınları, Leninizm Dizisi, 2. Defter, s. 19-20) (açS)
Stalin, bir yandan emperyalizmin genel karakterini Lenin’e dayanarak açıklarken, emperyalizmin sosyalizmin arifesi olduğunun altını çizmekte; diğer yandan çıkardığı sonuçlarla proleter dünya devriminin bileşkesine yol açan nesnel koşulları ortaya koymaktadır.
Proleter dünya devrimi farklı tipte devrimlerin bileşkesidir
Proleter dünya devrimi nasıl gerçekleşecek? Bu, bütün ülkelerde aynı anda, aynı nitelikte bir devrimle mi gerçekleşecektir?
Marksizm-Leninizm bilimi bu soruya “Hayır!” yanıtını veriyor.
Emperyalist barbarlığın tek alternatifi olan proleter dünya devrimi, bütün ülkelerde hemen hemen eşzamanlı olarak proletaryanın ayaklanması ve türdeş proleter sosyalist devrimlerle iktidarı ele geçirme biçiminde vb. bir süreçte gerçekleşmeyecektir. Çünkü her ülkenin ekonomik ve toplumsal yapılarında farklılıklar vardır, gelişme dereceleri bir ve aynı değildir. Yine her ülke proletaryasının gelişmişlik düzeyi, örgütlenmesi bir ve aynı değildir. Bu nedenler, birbirinden farklı koşullara sahip ülkelerde farklı devrim tiplerinin gündeme gelmesini ve ayrı yollardan gerçekleşecek devrimlerin aynı hedefe, proleter dünya devrimine yönelmesiyle gerçekleşecek olan karmaşık bir süreci zorunlu kılmaktadır.
Bu gerçeklik Komünist Enternasyonal’in 1928 Programı’nın IV. Bölümünde şöyle konulmuştur (Madde 8):
“Uluslararası proleter devrimi, karakter ve zaman bakımından farklı bir dizi süreçten oluşur: saf proleter devrimleri; proleter devrimlerine dönüşen burjuva-demokratik tipte devrimler; ulusal kurtuluş savaşları; sömürge devrimleri. Bu devrim süreci, ancak sonunda, proletaryanın dünya diktatörlüğüne götürür.
Kapitalizmin, emperyalizm aşamasında daha da belirginleşen eşit olmayan gelişmesi, çok çeşitli kapitalizm tiplerini ve her ülke için olgunluk derecesi farklı olan, çok çeşitli, özgül devrim süreci koşullarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu koşulların tarihi olarak mutlak kaçınılmaz hâle getirdiği sonucu, proletaryanın iktidarı ele geçirmesinin hızındaki farklılık ve yollarının olağanüstü çeşitliliği ve bir dizi ülkede proletarya diktatörlüğünden önce bir geçiş döneminin zorunlu olmasıdır. Yine bunun bir sonucu olarak, sosyalizmin inşası farklı ülkelerde farklı biçimlere bürünür.” (Aktaran, Proleter Devrimin Teorisi, İnter Yayınları, Leninizm Dizisi, 2. Defter, sayfa 91) (abç)
Proleter dünya devriminin eşzamanlı türdeş devrimler olmayacağı, bugüne kadarki devrim deneyimlerinin ve anda dünyadaki somut durumun gösterdiği bir gerçekliktir.
Bugün dünyadaki duruma baktığımızda da devrimlerin eşzamanlı ve türdeş olamayacağını görmek mümkündür. Yukarıda da değindiğimiz gibi dünya çok kaba bir biçimde ikiye ayrılmıştır. Fakat iki ayrı kamp da homojen değildir. Emperyalistler arasında güç açısından bir dizi farklılıklar vardır.
Günümüz dünyasında, emperyalizme bağımlı, ezilen, sömürülen ülkeler arasındaki fark çok daha açıktır. Bu ülkelerden bir bölümü, emperyalizme bağımlı da olsa, ekonomik yapı açısından sosyalist devrimin gerçekleşmesi ve sosyalizmin kurulması için yeterli kapitalist bir altyapıya sahipken ve feodalizm bu ülkelerde devrimin önündeki temel engel olmaktan çıkmışken kimi ülkelerde hâlâ feodalizm devrimin önündeki esas engellerden biri olarak durmaktadır. Yine emperyalizme bağımlı ülkelerin bir bölümünde burjuva demokrasisi geleneği varken, birçoğunda burjuva demokrasisi adına faşizm uygulanmaktadır, vb.
Tüm bu farklılıklar, devrimlerin tipinde ve somut gelişmesinde bir farklılığı ve değişkenliği beraberinde getirmiştir, getirecektir. Bu farklılıklar aynı zamanda proleter dünya devriminin eşzamanlı ve türdeş olmayacağını da göstermektedir.
Yukarıda Komünist Enternasyonal’in Programı’ndan yaptığımız alıntıda, uluslararası proleter devrimin karakter ve zaman bakımından farklı bir dizi süreçten oluştuğu belirtildikten sonra çeşitli devrim tipleri sayar. Bunlar; saf proleter devrimler, proleter devrimlerine dönüşen burjuva-demokratik tipte devrimler, ulusal kurtuluş savaşları, sömürge devrimleridir. Bu devrimler proleter dünya devriminin bileşenleridir.
Bunlardan saf proleter devrimler, proletaryanın doğrudan siyasi iktidarı ele geçirdiği, kendi sınıf diktatörlüğünü yani proletarya diktatörlüğünü kurduğu devrimlerdir. Saf proleter devrimler; “… güçlü üretici güçlere, yüksek bir düzeyde merkezileşmiş üretime, nispeten önemsiz küçük işletmelere, eski ve yerleşik bir burjuva demokratik sisteme sahip olan çok gelişmiş kapitalist ülkeler” (Komünist Enternasyonal Programı’ndan) için geçerlidir. Proletarya, iktidarı ele geçirdikten sonra kendi diktatörlüğü altında sosyalizmi inşaya yöneleceği saf proleter devrim tipinin proleter dünya devriminin bir parçası olduğu açıktır. Diğer yandan programda, proleter devrimlerine dönüşen burjuva-demokratik tipte devrimler; ulusal kurtuluş savaşları; sömürge devrimleri de dünya proleter devrim sürecinin parçaları olarak sayılmaktadır. Bunlar doğrudan proleter devrimler değil fakat proleter devrimin olabilmesi için ön şartları hazırlayan devrimlerdir. Yine bu devrimler, objektif şartların dayattığı, proleter devrime doğru giden yolda zorunlu olan devrimlerdir.
Bu devrim tiplerinden proleter devrime geçişin ne kadar süreceği, hangi biçimlerde olacağı, bu devrimlerde proletaryanın oynadığı role, bilinç ve örgütlülük düzeyine, diğer sınıf ve katmanlarla ilişkilerine, ittifakına (özellikle de yoksul köylülükle ittifakına) bağlıdır.
Saf proleter devrim olmamalarına rağmen bu devrim tüplerinin Komünist Enternasyonal Programı’nda proleter dünya devriminin parçaları olarak sayılmasının nedeni, bunların içindeki proleter unsurun varlığı, gücü vs. değil; bu devrimlerin proleter dünya devrimi açısından objektif olarak oynadığı roldür. Bu devrimler, proleter devrimin olabilmesinin koşullarını yaratan devrimlerdir. Diğer yandan bu devrimler, emperyalizme darbe vuran ve onu zayıflatan, böylece proleter dünya devriminin güçlenmesine hizmet eden devrimlerdir. Bu açıdan da bu devrimler proleter dünya devrimine katkıda bulunan, onun parçası olan devrimlerdir.
Emperyalizme bağımlı ülkelerde burjuvazi önderliğinde gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri, belirli şartlar altında proleter dünya devrimin müttefikidirler. Bu noktada ön şart, güçlü komünist hareketin varlığı ya da sosyalist bir devletin desteğidir. Bu şartların olmadığı yerlerde burjuvazi önderliğinde gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri daha mücadele içinde emperyalizmle uzlaşma durumunda olacaktır.
Konuyla ilgili olarak Komünist Enternasyonal Programı’nda şu tespit yer alır:
“Bu ülkelerde merkezi görev, ulusal kurtuluş mücadelesidir. Bu ülkelerde, proletarya diktatörlüğü bulunan ülkeler tarafından yeterince güçlü bir şekilde desteklendiği takdirde, ulusal ayaklanmalar ve bunların zaferi, kapitalizm aşamasını atlayarak sosyalizmin yolunu açabilir.” (Aktaran, Proleter Devrimin Teorisi, İnter Yayınları, Leninizm Dizisi, 2. Defter, s. 93)
Komünist Enternasyonal Programında belirtilen devrim süreçleri bugün için de –kimi farklılıklarla– geçerlidir. Geçerken çok kısa olarak farklılıklardan bazılarına değinmekte yarar var.
Komünist Enternasyonal’in konuyla ilgili tespitler yaptığı 1928 koşullarından farklı olarak bugün, ikinci kategoride ele alınan ülkeler açısından bir dizi değişiklik vardır. Bu tür ülkelerde kapitalizm, sosyalizmin inşasına izin verecek ölçüde gelişmiştir ve bu tür ülkelerin bir bölümünde, demokratik devrimin görevlerini “geçerken” çözecek sosyalist devrimler mümkündür.
Yine 1928 koşullarından farklı olarak bugün sömürge-yarı-sömürge ülkeler bağlamında da emperyalizme bağımlılıkta bir farklılaşma vardır.
Emperyalizm, klasik tipte sömürge yarı-sömürge anlayışı yerine (askeri işgal-ilhak), özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası “yeni sömürgecilik” anlayışını geçirmiştir.
1928’de dünya üzerinde proletaryanın iktidarda olduğu bir ülke vardı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın 1/3’lük bölümü sosyalizm ve halk demokrasileri ile yönetiliyordu. Ancak bugün böyle bir durum yoktur.
Bugün dünya, emperyalist abluka altındadır. “Komünizmin öldüğü” naraları atılmakta, komünizm karşıtı propagandasıyla ortam toz duman içinde bırakılmakta, emperyalistler istediği gibi at oynatmaktadırlar. Tüm dünyada komünist hareket oldukça güçsüz durumdadır. Bununla bağ içinde işçi ve emekçi hareketin mücadelesi sistem içidir. Burada şu olguyu doğru tespit etmek gerekiyor: Günümüzde proleter dünya devriminin esas öznesinin durumu kötüdür. Durum bu olunca “sömürge devrimleri”, “ulusal kurtuluş savaşları” gibi proleter dünya devriminin bileşenlerinin durumu da kendiliğinden ortaya çıkar. Bugün iç sömürgelerde ortaya çıkan ulusal kurtuluş mücadelelerinin daha çok emperyalizmle uzlaşmaya hazır burjuvazi önderliğinde gerçekleşmesi bu koşulların ürünüdür.
Komintern Programı’nda işaret edilen “sömürge devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşlarını —bugünkü koşullarda— emperyalistler kendi aralarındaki dalaşta kullanmaya çalışmaktadırlar. Durum bugün böyle olsa da komünist ve devrimci hareketin gelişmesi, proleter hareketin güçlenmesiyle birlikte sömürge devrimleri ve ulusal kurtuluş mücadeleleri de emperyalist cenderenin dışına çıkacak ve gerçek işlevine sahip olacaktır.
Sömürge devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşları proleter dünya devriminin bileşenlerindendir, olmak zorundadır. Çünkü sömürge ve bağımlılık altında kurtulmak için emperyalist cendereyi parçalamaktan başka bir yol yoktur. Bu sorunun çözümü marksist-leninistler tarafından bilimsel olarak ortaya konmuş ve pratikte ispatlanmıştır.
Sömürge devrimleri – ulusal kurtuluş savaşları ve proleter dünya devrimi
Lenin ve Stalin önderliğindeki Bolşevikler, ulusal sorunun sömürgeler genel sorunu hâline gelmesi ve sömürge ve bağımlı ülkelerde emperyalizm karşıtı hareketlerin artması, ulusal kurtuluş savaşlarının gelişme göstermesi vb. olgular karşısında, proleter dünya devriminin çıkarlarını göz önünde tutarak ezen ulus proletaryasıyla, ezilen ve sömürge uluslara mensup proletaryanın çıkar birliğini önkoşul olarak ileri sürdüler. Bu konuda öncelikle temelleri “Başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz!” şiarıyla atılmış olan görüş üzerinden hareket edilerek, “Kendi kurtuluşunun ön koşulu olarak ulusal kurtuluş hareketlerinin proletarya tarafından desteklenmesi” siyasetinin önemine özel vurgu yapılmıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi temelleri “Başka bir halkı ezen bir halk özgür değildir!” şeklindeki Marx ve Engels’in yaklaşımı, Lenin ve Stalin önderliğindeki komünistler tarafından da savunulmuş, bu temel üzerinden “Bütün ülkelerin işçilerinin birliği” siyaseti koşullardaki değişime göre (sömürge ve bağımlı ülkelerdeki hareketlerin gelişme eğilimi göstermesi, emperyalizme darbe vurması vb.) “Bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilen halkların birliği” siyasetine dönüşmüştür. Bu siyaset çok açık olarak gelişmiş ülkelerdeki proletarya ile sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizme karşı ortak bir cephede birliğini sağlama siyasetidir.
Proletaryanın sınıf çıkarları temelinde ulusal soruna ve bununla bağıntı içinde sömürge sorununa yaklaşan marksist-leninistler, uluslararası proletaryanın birbirine yakınlaştırılması ve birliği, emperyalizme karşı mücadele temelinde gelişen sömürge ve ezilen ülkelerdeki mücadelenin proleter dünya devriminin bir parçası olarak ele alınması ve bu hareketlerin gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın mücadelesiyle alınması ve bu hareketlerin gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın mücadelesiyle ortak bir cephede birleştirilmesini ulusal sorunun temel çıkış noktası almışlar; bu temel çıkış noktasını, ulusal sorunun gerçek çözümünün ancak ve ancak devrimle çözüleceği görüşüyle birleştirmişlerdir.
Emperyalizm ve proleter devrimleri öncesinde ulusal hareketler-devrimler, genelde burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinin, bir başka deyişle burjuva devrimlerinin bir parçasıydılar. Bundan ötürü, ulusal sorun, burjuvazinin genel çıkarlarıyla bağ içinde ele alınmakta ve ona tabi kılınmaktaydı. Bu dönemde proletarya, burjuvazinin önderliği altındaki ulusal hareketlere karşı, milliyetlerin ezilmesi siyasetine karşı sınıfsal çıkarları gereği duyarsız kalamazdı.
“İşçilerin çıkarı, bütün sınıf yoldaşlarının bir tek enternasyonal orduda birleşmesinde, burjuvazinin manevi köleliğinden çabucak ve kesin olarak kurtulmasında, hangi ulustan olursa olsun işçi kardeşlerinin manevi güçlerinin tam ve özgür gelişmesindedir.” (Stalin, Eserler, İnter Yayınları, cilt 2, s. 269, Eylül 1989, İstanbul)
Proletarya, bunun için burjuvazinin önderliğinde bile olsa kendi bağımsız çizgisi ile müdahale etme, destekleme ve her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının (ayrılma hakkının) sonuna kadar savunulması görevini en iyi şekilde yerine getirme görevine sahiptir.
“Leninizm’in İlkeleri” adlı eserinde, Ekim Devrimi’nin ulusal sorunda getrmiş olduğu yenilikleri sıralayan Stalin, ulusal sorunun gerçek anlamda ancak proleter devrimlerle çözülebileceğine dikkat çeker ve ulusal sorunda İkinci Enternasyonal dönemle kıyaslama içinde şunları belirtir:
“Eskiden ulusal sorun, reformist bir bakış açısıyla, ayrı, bağımsız bir sorun olarak; sermayenin iktidarı, emperyalizmin devrilmesi, proleter devrim genel sorunuyla bağlantısız bir sorun olarak ele alınırdı. Sömürgelerdeki kurtuluş hareketiyle doğrudan ittifak olmaksızın Avrupa’da proletaryanın zaferinin mümkün olduğu, ulusal sorunun ve sömürgeler sorununun sessizce, «kendiliğinden», proleter devrimin anayolunun dışında, emperyalizme karşı devrimci mücadele olmaksızın çözülebileceği sessizce varsayılırdı. Şimdi bu devrim karşıtı görüşün maskesi düşürülmüş olarak görülmelidir. Leninizm tanıtlamış ve emperyalist savaş ile Rusya’daki devrim doğrulamıştır ki, ulusal sorun ancak proleter devrim ile bağlantı içinde ve proleter devrimin zemini üzerinde çözülebilir; Batıdaki devrimin zafer yolu, sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin emperyalizme karşı kurtuluş hareketiyle devrimci ittifaktan geçer. Ulusal sorun, proleter devrimi genel sorunun bir parçası, proletarya diktatörlüğü sorununun bir parçasıdır.” (Stalin, Eserler, cilt 6, s. 137)
Yeni olanın, ulusal sorunun gerçek çözümünün ancak ve ancak proleter devrimle, bu devrimin zemininde ve onunla bağlantı içerisinde gerçekleşeceğini vurgulayan Stalin’in Batıdaki devrimlerin zafere ulaşmasında üzerinde durduğu en önemli faktör, emperyalizme karşı sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin verdiği mücadeledir. Sorun böyle konulmakla birlikte sömürge ve bağımlı ülkelerin emperyalizm karşısındaki pozisyonu nasıldır? Gerçekte sömürgelerin ve emperyalizme bağımlı ülkelerin devrimci barutları var mıdır? Varsa bunlardan nasıl yararlanılmalıdır? Yukarıdaki alıntının devamında Stalin hemen bu soruyu sorar ve yanıtlar:
“Sorun şudur: Ezilen ülkelerin devrimci kurtuluş hareketlerinin bağrında var olan devrimci olanaklar artık tükenmiş midir, tükenmemiş midir ve eğer tükenmemişse, bu olanaklardan proleter devrim için yararlanmak, bağımlı ve sömürge ülkeleri emperyalist burjuvazinin bir yedek gücü olmaktan çıkarıp devrimci proletaryanın bir yedek gücü, onun müttefiki yapabilmek için gerekçeli bir umut var mıdır?
Leninizm bu soruya olumlu yanıt verir, yani ezilen ülkelerin ulusal kurtuluş hareketlerinin bağrında devrimci potansiyelin var olduğu görüşünü savunur ve bunlardan, ortak düşmanın devrilmesi için, emperyalizmin devrilmesi için yararlanmanın mümkün olduğu görüşündedir. Emperyalizmin gelişme mekaniği, emperyalist savaş ve Rusya’daki devrim, Leninizm’in bu konuda vardığı sonuçları tamamıyla doğrular.
«Egemen» ulusların proletaryasının, ezilen ve bağımlı halkların ulusal kurtuluş hareketlerini destekleme, kararlılıkla ve aktif bir şekilde destekleme zorunluluğu buradan çıkar.” (Stalin, Eserler, cilt 6, s. 137)
Stalin’in bu tespiti, Ekim devriminin etkileri ve Birinci Emperyalist Savaş sonrası durumla birleştirildiğinde çok daha anlaşılırdır. Nedir o günkü koşullar? Birinci olarak, emperyalist sömürü altında inleyen ve 20. Yüzyılın başlarına kadar “bağımsız devrimci bir güç hâline gelemediği için tarihsel gelişme yörüngesinin tamamen dışında kalan” (Lenin, USUKS, s. 371) Doğu halk yığınları, artık bu pasiflikten kurtulmakta, kendi kurtuluşları için emperyalizme karşı mücadeleye atılmakta, Doğu’da ulusal kurtuluş mücadeleleri gelişmektedir; Türkiye’de, İran ve Çin’deki devrimci hareketler Doğu’nun bir dizi bölgesinde kurtuluş mücadelelerine hız kazandırmaktadır. Önemli bir faktör de emperyalist savaşın etkisidir. Lenin’in deyişiyle “Emperyalist savaş da devrimci hareketin büyümesine katkıda bulundu. Çünkü Avrupalı emperyalistler, sömürge birliklerini kendi savaşlarında kullanmak zorunda kalmışlardı. Emperyalist savaş, Doğu’yu da ayağa kaldırdı ve Doğu halkını uluslararası siyasetin içine çekti.” (Lenin, USUKS, s. 371)
Stalin, sömürgelerdeki ve geri ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin bağrındaki devrimci olanakların değerlendirilmesi, bunların proleter dünya devrim cephesinin bir parçası hâline getirilmesi ve bunun doğal bir sonucu olarak bu ülkelerdeki mücadelelerin desteklenmesi konusunda Leninizm’e dayanarak bir ayrım yapar. O ayrım şudur:
Desteklenmesi “… söz konusu olan [hareketler/BN] emperyalizmi sağlamlaştırmaya ve sürdürmeye yönelik hareketler değil, onu zayıflatmaya, devirmeye yönelik ulusal hareketler”dir. (Stalin’den aktaran, Leninizm Dizisi, “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu”, 6. Defter; İnter Yayınları, s. 11, Mart 1990, İstanbul)
Görüldüğü gibi, Leninizm’e göre her ulusal harekete, her şart altında destek verilmesi söz konusu olamaz, bir bütün olarak emperyalizmi zayıflatmaya yönelik hareketler desteklenmelidir. Destek konusunda Stalin, sorunun bir başka yanına; destek verilecek ulusal hareketin devrimci bir karaktere sahip olup olmaması konusunda proleter ögenin yer alıp almamasının belirleyici olmadığına dikkat çeker.
Stalin, sorunu Afganistan Emiri’ne verilen destek örneğiyle bağıntı içinde açıklamakta ve “Emperyalist baskı koşulları altında ulusal hareketlerin devrimci karakteri, harekette mutlaka proleter ögelerin yer alması gerektiğini; hareketin devrimci ya da cumhuriyetçi bir programa, demokratik bir temele sahip olması gerektiğini ön şart koşmaz” demektedir. Stalin’e göre belirleyici olan şey ve harekete devrimci niteliğini veren şey bir bütün olarak emperyalizme karşı mücadeledir.
Bilinçte tutulması gereken önemli bir nokta şudur:
Emperyalizmle uzlaşan ulusal kurtuluş mücadeleleri proleter dünya devrimi için müttefik olamaz. Emperyalist güçler ve emperyalizmin işbirlikçisi olan güçler, hiçbir şart altında proleter dünya devriminin müttefiki olarak görülemezler.
İki ayrı dünya görüşünün çatıştığı; “Ya emperyalist barbarlık, ya sosyalizm!” ikileminin dünya halklarının önünde duran tek seçenek olduğu günümüz dünyasında emperyalizmle uzlaşan hareketlerin proleter dünya devrimine katkı sağlamayacağı, tersine, proleter dünya devrimine ket vuracağı; dolayısıyla bu tür hareketlerin proleter dünya devriminin birer parçası ve müttefiki olamayacağı açıktır. Fakat bu hareketlerin şu veya bu emperyalist gücü (bir başkasına dayanarak) zayıflatmasının vb. engeli değildir.
EMPERYALİST DÜNYADA BELİRLEYİCİ OLAN GÜÇTÜR
Günümüz dünyasında emperyalizm her alanda saldırıda. Bir avuç tekel, dünyada yaratılan zenginliğin çok önemli bir bölümüne el koyuyor. Emperyalist karşı devrimin saldırıları karşısında dünya çapında devrimci muhalefet çok zayıf. Emperyalist ülkelerin işçi sınıfının küçümsenmeyecek bir bölümü “aristokratlaştırılmış”, “satın alınmış” durumda. Dünya devrimci işçi sınıfı hareketi gibi ulusal devrimci halk hareketleri de en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor. Bir dizi ezilen-bağımlı ülkede “bağımsızlık” ve “özgürlük” talebi temelinde yürüyen çeşitli hareketler olmasına karşın bu hareketlerin hemen hepsi burjuvazi, küçük burjuvazi vs. önderliğinde yürümektedir. Bunlar bir bütün olarak emperyalist sisteme yönelmediği oranda ve ölçüde bu hareketler gerçek kurtuluşu getirecek tarzda hareketler olmaktan çok, emperyalist sistemin içinde kalan hareketler olmaktadır.
Emperyalistler arası güçler dengesindeki değişime bağlı olarak emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşım dalaşı da sürüyor. Bugün emperyalist güçlerin her biri bir yandan rakip emperyalist güçlerle çatışma içinde dünya pastasından daha fazla pay kapma yarışı ve dalaşı yürütmekte, diğer yandan emperyalist sistemin dünya halkları üzerindeki genel çıkarlarını ve üstünlüğünü korumaya çalışmaktadırlar.
Gerek emperyalistlerin kendi aralarındaki dalaşta gerekse dünya halklarına karşı saldırısında belirleyici olan şey güçtür…
Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması – Emperyalizm” adlı eserinde, emperyalist güçlerin dünyayı paylaşımında gücün belirleyici rolünü şu sözlerle ortaya koyar:
“.. kapitalist düzen içinde nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin vs. paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vs. gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların güçler dengesi ise eşitsiz bir biçimde değişmektedir, çünkü kapitalist düzende tek tek girişimlerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşit şekilde gelişmeleri olanaksızdır. Yarım yüzyıl kadar önce Almanya, kapitalist gücü o zamanki İngiltere ile karşılaştırıldığında, zavallı bir hiçti; Rusya ile karşılaştırıldığında Japonya da aynı durumdaydı. On ya da yirmi yıl sonra, emperyalist güçlerin nispi güçlerinin değişmeden kalacağı varsayımı “düşünülebilir” mi? Kesinlikle düşünülemez.” (“Kapitalizmin En Yüksek Aşaması — Emperyalizm”, Lenin, s. 123, İnter Yayınları, Ekim 1995, İstanbul)
Emperyalist dünyada esas egemen olanlar, anda dünya hegemonyası için dalaşabilecek kadar güce sahip olan emperyalist büyük güçlerdir. Somut olarak ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin andaki (haydutlukta büyük olma anlamında) emperyalist büyük güçlerdir. Bunlar dışındaki emperyalist güçler de kuşkusuz yayılmacı, saldırgan ve emperyalisttir. Birçok bağımlı ülkedeki sömürüden pay almakta ve hatta bazılarında esas emperyalist güç olma durumundadır. (Örneğin İtalya kimi Kuzey Afrika ülkesinde; Belçika Afrika’daki kimi eski sömürgelerinde; Kanada, bazı Latin Amerika ülkesinde; Hollanda eski sömürgelerinde; Kanada ve İtalya, beş Batılı emperyalist büyük güç yanında G7’ler isimli “en gelişmiş endüstri ülkeleri” kulübü içinde yer almaktadır, vs.) Buna rağmen, anda diğer emperyalist büyük güçlerle dünya hegemonyası için dalaşacak güçte değillerdir. Ve emperyalist büyük güçler içinde Batı’da ABD emperyalizmi hâlâ baskın güç konumundadır. Doğu da ise Çin gelişmekte olan büyük güç olarak, ABD’nin esas rakibi konumundadır.
Emperyalistler arası hegemonya dalaşı ve güç…
Lenin, emperyalizmin temel özelliklerini sıralarken, üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının ekonomik yaşamda tayin edici bir öneme sahip olan tekelleşme seviyesine ulaştığını, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçtiğini, meta ihracı yerine sermaye ihracının özel bir önem kazandığını ve dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci birliklerin oluştuğunu belirtiyor ve dünyanın teritoryal paylaşımının kapitalist büyük güçler tarafından tamamlanmış olduğunu söylüyordu. Lenin, emperyalizmin diğer özellikleri yanında dünyanın kapitalist birlikler arasında paylaşılması olgusunu irdeleyip ortaya koyarken güç bağıntısında şunları da belirtir:
“Kapitalistler dünyayı kötülüklerinden değil, yoğunlaşmanın ulaştığı seviye, kâr elde edebilmek için onları bu yola girmeye zorladığı için aralarında paylaşıyorlar ve bu paylaşım “sermayeye göre”, “güce göre” gerçekleşmektedir – meta üretimi ve kapitalizm sisteminde başka bir paylaşım yöntemi olamaz. Ne var ki, güç, ekonomik ve siyasi gelişmeyle birlikte değişmektedir; olayları kavrayabilmek için, güçler dengesinin değişmesinin hangi sorunları çözdüğünü bilmek gerekir; …” (Age., s. 78)
Devamla Lenin, kimi burjuva yazarın –ve Kautsky’nin– ileri sürdüğü “uluslararası kartellerin, kapitalist rejim altında, halklar arasında barışın korunması umudunu doğurduğu” görüşüyle polemik yürüterek bu görüşün “sofistik” olduğuna dikkat çeker ve paylaşım yönteminin biçimi konusunda şunları söyler:
“… bu değişikliğin “salt” ekonomik nitelikte mi, yoksa ekonomik olmayan nitelikte mi (örneğin askeri) olduğu sorusu, kapitalizmin içinde bulunduğumuz dönemine ilişkin temel düşünceleri değiştiremeyecek tali bir sorundur. Kapitalist birlikler arasında mücadelenin ve anlaşmaların içeriği sorunu yerine, mücadelenin ve anlaşmaların biçimi (bugün barışçıl, yarın barışçıl olmayan, öbür gün yine barışçıl olmayacak biçimleri) sorununu koymak sofizme düşmek anlamına gelir.” (Age., s. 78)
Lenin, dünyanın büyük güçler arasında paylaşımı konusunu işlerken de dünyanın yeniden paylaşımının mümkün ve kaçınılmaz olduğuna vurgu yapar ve “bugünkü kapitalizmi” –emperyalizmi– belirleyen temel özelliğin tekelci birliklerin egemenliği olduğunu; bu tür tekellerin dünyanın hammadde kaynaklarını tek elde toparladığı koşullarda sağlam ve güçlü durumda bulunacağını; bunu elde etmekle rakiplerinin rekabet olanaklarını da yok edebileceklerine vurgu yapar.
Emperyalizmin hegemonyacı yapısı bugün de çok açık ve bir şekilde sürmektedir.
Emperyalizmin örgütlülüğü, Birleşmiş Milletler ve güç…
Emperyalist büyük güçler, dünyanın paylaşımında, diğer emperyalist güçlerle dalaşlarında kendilerini daha da güçlü kılmak için çeşitli ittifaklara girmektedirler. Bu tür ittifaklar, esas olarak dünya halklarına karşı kullanılmaktadır. Herhangi bir büyük emperyalist gücün liderliğinde kurulan ya da süreçte güçlü emperyalist gücün etkisi altına giren bu tür ekonomik veya askeri örgütler, –her ne kadar söz konusu birliğe katılan ülkelerin hepsinin çıkarlarını savunduğu iddia edilse de– öncelikli olarak lider emperyalist gücün çıkarlarının savunulmasına hizmet etme konumundadır.
NATO ve NAFTA (Kuzey Amerika Özgür Ticaret Bölgesi) adlı örgütler öncelikle ABD emperyalizminin denetiminde olan örgütlerdir. AB (Avrupa Birliği) anda, Batı Avrupa’daki emperyalist büyük güçlerin, esasta Alman ve Fransız emperyalizminin, diğer emperyalist büyük güçlerle rekabetinin ve halklara karşı düşmanlık örgütlenmesinin örgütüdür. APEC (Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü), Uzakdoğu’da anda öncelikle Japon emperyalizminin, diğer emperyalist büyük güçlerle hâkimiyet dalaşının aracıdır. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), BRICS vb. Rus/Çin emperyalizminin kullandığı örgütlenmelerdir.
IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi örgütler de emperyalistlerin –özellikle Amerikan emperyalizminin– ekonomik çıkarlarını gözeten örgütlerden bazılarıdır.
Hemen belirtmek gerekir ki, bu tür örgütler içinde bir arada bulunan, ittifaka giren emperyalistler, çıkar ilişkileri zedelendiğinde bu tür örgütleri bozabilir, yenilerini kurabilirler. Burada belirleyici nokta emperyalistler arası ilişkilerin çıplak çıkar ilişkilerine dayanmasıdır.
Emperyalist güç dengelerinin siyasi planda tartıldığı alanlardan birisi de Birleşmiş Milletler’dir. Bu örgüt, kâğıt üzerinde hemen hemen bütün dünya devletlerinin üye olduğu bir örgüt olmasına karşın, bütün emperyalist büyük güçler Birleşmiş Milletler’i kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar. ABD emperyalizmi, bu örgütün kuruluşu sırasında, andaki esas rakipleri olan Alman ve Japon emperyalizmi İkinci Dünya Savaşı’nın mağlupları olarak söz sahibi olmadığı için, bu örgüt içinde hep avantaja sahip olmuştur, bugüne kadar da bu avantajlı konumunu sürdürmüştür. Öyle ki, Birleşmiş Milletler, ABD emperyalizmine rağmen, ABD emperyalizminin çıkarlarına ters hiçbir yaptırımcı karar alacak durumda değildir.
Fakat yine emperyalistler arasındaki güçler dengesindeki değişim, bu “dünya” örgütünde, ABD emperyalizmi lehine olan durumu değiştirmeye başlamıştır. Emperyalist dünyadaki güç dengesi değişiklikleri, bu örgütün işleyişinin yeniden gözden geçirilmesini gerekli hâle getirmiştir. Yapılacak reformlar da işin özünde bir değişiklik yapmayacak, Birleşmiş Milletler örgütü bugüne dek olduğu gibi, bundan böyle de esas olarak emperyalist büyük güçlerin kendi çıkarlarını bütün insanların çıkarlarıymış gibi göstermesine hizmet edecek bir örgüt olarak kalacak, ancak ABD, hâkimiyetini belli ölçülerde paylaşmak zorunda kalacaktır.
Emperyalistler arasındaki güçler dengesi örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki duruma oranla ve 1991 öncesi duruma oranla değişikliğe uğramıştır. Ekonomik ve askerî açıdan güçlenen Alman ve Japon emperyalizmi, güçlerini siyasi plana aktarmanın yollarından birisi olarak, dünya çapında emperyalizmin çıkarlarını savunan ve emperyalizmin çıkarlarını bütün insanlığın çıkarlarıymış gibi göstermeye yarayan bir örgüt olan Birleşmiş Milletler’in çekirdeğinde, yani Güvenlik Konseyi’nde yer almak için çeşitli uğraşlara girmişlerdir. Uluslararası alanda emperyalist büyük güç konumuna gelişen Çin Halk Cumhuriyeti gerek BM’de gerekse uluslararası değişik enternasyonal örgütler içinde, örneğin Uluslararası Ticaret Örgütü, Dünya Bankası vb. baş aktörlerden biri konumuna gelmiştir. Bu durum karşısında ABD emperyalizmi, Birleşmiş Milletler örgütünü süreçte etkisiz kılmaya, yerine dünya hegemonyasında kullanabileceği daha “yeni” araçlar bulmaya yönelmektedir. Her ne kadar Birleşmiş Milletler içinde kendi çıkarlarına ters düşecek karar alınması anda mümkün değilse de değişen güçler dengesini de hesaba katan ABD emperyalizmi, gelecek açısından kendini sağlama almak istemektedir. Bu “yeni” yollarından birisi olarak ABD emperyalizmi bir bütün olarak ideolojik ve hukuki planda “değer” ve “ölçütlerde” değişikliğe gitmektedir. Bunun yanında ABD emperyalizmi, esasta denetiminde tuttuğu NATO üzerinden BM’yi atlayan bir politikayı uygulamaya koymaktadır.
Örneğin Yugoslavya’nın dağıtıldığı saldırıda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde karar almadan saldırının başlatılması hem hukuki değişiklik hem de “yeni” aracın kullanımı bağıntısında atılan bir adımdı. BM Güvenlik Konseyi’nin kararı, onayı olmaksızın, bu anlamda herhangi bir uluslararası hukuki zemine dayanmaksızın yapılan saldırı bir yanıyla Birleşmiş Milletler’in konumunu da tartışma gündemine getirmekte, bu örgütün etkinliğinin bir ölçüde geri plana atılmasına hizmet etmekte; diğer yanıyla da NATO’nun konumunu güçlendirmeye ve emperyalist güçlerin –özellikle bu örgüt içerisinde en önemli etkinliğe sahip olan ABD emperyalizminin– bu aracı gelecekte daha sık kullanacağının işaretini vermekteydi. Şüphesiz, emperyalistler arasındaki güç dengesinin ABD aleyhine değişmesi, NATO içindeki herhangi bir gücün –örneğin Alman emperyalizminin– gücünü artırması durumunda NATO içinde de etkinlik dalaşı boyutlanarak sürecektir. Şimdilerde NATO içinde birlikte iş yapan, dışarıya karşı birlik resmi çizen emperyalistlerden, Amerikan emperyalizmi dışında gelişme gösteren emperyalist güç/ler bu örgütün içinde de ağırlıklarını hissettirmeye çalışacak ve dalaş çok açık bir şekilde su yüzüne çıkacaktır. Alman emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında NATO saflarında ilk kez bir savaşa katılması bu yönde atılan ve etkinliğini askeri alana da taşıyacağını gösteren bir adımdı. Tıpkı Birleşmiş Milletler içinde yürüyen dalaşta olduğu gibi bir süreç –güçler dengesindeki değişime bağlı olarak– yaşanacaktır.
Bu bağlamda örneğin 1990’dan sonra bütün dünyada belirleyici konum da olan ve kendine utanmazca “Dünya Ekonomik Zirvesi “ adını da veren G7 zirveleri, 2000’li yıllarda eski önemini yitirdi. G20 zirveleri, G7’ye karşı Çin ve Rusya’nın başını çektiği BRICS ve genişletilmiş BRICS toplantıları, en az G7 zirveleri kadar önemli hâle geldi.
Emperyalist sistem, “güçlü olanın haklı” olduğu bir sistemdir.
Büyük haydutlar, küçük haydutlar ve güç…
Emperyalist dünyada gücün önemi ve belirleyiciliği salt büyük emperyalist güçler açısından değil, daha küçük çaptaki “haydutlar” için de geçerlidir. Bu “küçük haydutlar” bölgesel düzeyde kendi çıkarlarını artırma, bunun için güçlerinin yettiği daha az güçteki ülkeleri işgal, tehdit vs. yollarla “dize getirme” çabaları içindedir. Ancak belirtmek gerekir ki, bu çabalar, emperyalist büyük güçlerin çıkarlarıyla çatışmadığı sürece ve ölçüde kabul görmektedir. Emperyalist büyük güçlerin çıkarlarını zedelediği noktada “büyük haydutlar” –emperyalist büyük güçler– “küçük haydutlar”a –bölgesel gerici, faşist güçlere– “hadlerini bildirmekten” çekinmemektedirler.
Son on yıllarda gerçekleşen bölgesel savaşlarda emperyalist sistemde belirleyici olanın güç olduğunu yeterince kanıtlamıştır. 1990’lı yıllarda gerek Körfez Savaşı (1990-91) gerekse Kosova Savaşı’nda gerek emperyalistler arası paylaşım dalaşının nasıl yürüdüğünü; gerekse emperyalist olmayan, fakat bölgesel güç olmaya soyunan kimi diğer güçlerin (örneğin Irak ve Yugoslavya) “güçlerini” kullanarak kendilerinden daha az güçteki ülkeleri/bölgeleri nasıl işgal ve ilhak ettiklerini görmek mümkündür.
Birinci Körfez Savaşı 1990’lı yılların önemli bölgesel savaşlarından birisiydi. Batılı emperyalistler tarafından, emperyalist yayılmacılığın bölgesel çıkarları için güçlendirilen Saddam rejimi, efendilerine karşı gelip “gücünü” bölgesel alanda kendi başına kullanmak ve dünyanın petrol rezervlerinin önemli bir bölümünü kendi denetimi altına almak amacıyla Kuveyt’e saldırdı. Kuveyt’in kendi istekleri/onayları dışında, kendi çıkarlarına taban tabana karşıt bir şekilde Saddam rejimi tarafından işgali, Batılı emperyalist güçleri, özellikle ABD emperyalizmini –onunla aynı çerçevede hareket eden İngiliz emperyalizmini– harekete geçirdi. Kuveyt’in bağımsızlığını savunma ve “insan hakları” adına emperyalistler, Irak’a karşı saldırının temellerini oluşturdular. Büyük emperyalist güçlerin çıkarlarını savunan Birleşmiş Milletler’den çıkarılan bir kararla da saldırının hukuki dayanağı oluşturuldu. Bu karar ertesinde ABD ve İngiliz emperyalistlerinin askeri güçleri Irak’ı bombalamaya başladılar. Bir süre sonra Irak, emperyalist saldırılar karşısında çok ağır koşullarda bir “anlaşmaya” razı oldu ve emperyalist saldırı durdu.
Sonuçta, emperyalistler Kuveyt’i “kurtardılar!” Gerçekte emperyalist güçler; ne Kuveyt’in bağımsızlığını, ne “insan hakları”nı düşünüyorlardı. Onların kurtardığı, Körfez petrollerinden aldıkları paydı. ABD –ve İngiliz emperyalistleri–, kendi çizdikleri çerçevenin dışına çıkan ve kendilerine kafa tutan Saddam rejiminin Körfez petrolleri üzerinde egemenliğini artırma isteğini sert bir şekilde yanıtlamış, Saddam rejimine “haddini bildirmiş” ve kendi güçlerini gerek Saddam rejimine ve gerekse de diğer emperyalist güçlere bir kez daha “hatırlatmışlardı”.
Saddam rejiminin emperyalistleri hiçe sayarak Körfez’de kendi borusunu öttürmesine karşı emperyalistlerin yürüttüğü savaşta binlerle ifade edilen Iraklı işçi, emekçi yaşamını yitirdi, sakat kaldı… Batılı emperyalist güçler tarafından konulan ambargoyla Iraklı emekçiler önemli ölçüde etkilendiler.
Birinci körfez savaşının üzerinden 10 yıl geçmeden, Batılı emperyalistler, kontrol dışına çıkmış olan Saddam rejimini, uydurdukları yalan gerekçelerle, terörizme karşı mücadele adı altında devirdikleri İkinci Körfez Savaşını yürüttüler.
“Kimin gücü kime yetiyorsa!” Körfez Savaşları, emperyalist sistemin bu siyasetinin pratikte nasıl uygulandığını gösteren örneklerden birisidir.
Körfez Savaşları sırasında salt Amerikan –ve İngiliz– emperyalizminin çıkarlarıyla Saddam önderliğindeki Irak rejiminin çıkarları çatışmadı. İngiltere dışında Batı Avrupalı emperyalist güçlerle Rus emperyalizmi de ABD ve İngiliz emperyalizminin saldırıları karşısında, kendilerinin de bir “güç olduğunu ve hesaba katılmaları gerektiğini dile getirdiler, yer yer taraf oldular. Ancak o dönemdeki güç dengeleri, bu emperyalistlerin İngiliz destekli ABD emperyalizmi karşısında fazlaca güçleri olmadığını, Körfez’deki çıkar dalaşında İngiliz destekli ABD emperyalizmi ile büyük çapta bir dalaşı göze alacak “güçlerinin” olmadığını gösterdi.
“Güç” ve “çıkar” temelinde şekillenen emperyalist sistemin Körfez Savaşları’nda “güç” faktörü çok kısa olarak böyle şekillendi.
Kosova Savaşı’nda da “güç” bağlamında Körfez Savaşları’ndaki yaklaşımın benzeri bir tutum söz konusudur.
Dağılan Yugoslavya ertesinde Yugoslav birliğini kendi patronluğunda yeniden kurmak isteyen Sırp faşistleri, bu birliğin sağlanması konusunda Kosova bölgesini tam anlamıyla denetimleri altına almak istiyorlardı. Bunun için Sırp faşizmi, Yugoslavya’nın diğer bölgelerinde uyguladığı “etnik temizlik” siyasetini Kosova’da Arnavut nüfus üzerinde de uyguladı, baskı ve katliam politikasını geliştirdi, Arnavut halkının kendi kaderini tayin hakkını ayaklar altına aldı. Kısaca “küçük haydut” Sırp devleti, gücünün yettiği Kosova halkını yola getirmeye çalıştı,
Bu baskı ve katliamlar, tepki olarak Arnavut milliyetçiliğini geliştirdi, Sırp yönetimine karşı örgütlü –ve silahlı– bir yapı da ortaya çıkardı.
Batılı emperyalist güçler ise, Yugoslav yönetiminin ise cezalandırılarak Kosova’nın Yugoslavya’dan koparılmasını ve bu bölgenin kendi denetimleri altında bir bölge hâline getirilmesini istiyorlardı. Bu siyaset, bizzat emperyalistlerin uluslararası planda savunur göründükleri kimi politikalarla / “ilke”lerle çelişmekteydi. Örneğin, emperyalistlerin uluslararası planda imzaladıkları kimi anlaşmalarda; “bağımsız devletlerin uluslararası sınırlarıyla oynamama”; “çok uluslu devletlerde var olan devlet sınırlarında değişiklik yapılmaksızın ezilen konumda olan ulusların durumlarının düzeltilmesi” gibi kurallar, “ilke”ler de yer alıyordu. Ama ne gam! Emperyalist dünyada, haydutlar, çıkarları gereği gerektiğinde kendi koyduğu kimi incir yaprağı görevi gören kuralları bir çırpıda bir kenara fırlatabilirler… Yugoslavya bağlamında da çıkarlar, incir yapraklarına galip geldi ve büyük emperyalist haydutlar tehlikeli olarak gördükleri Sırp yönetimini hizaya getirmek için “insan haklarını savunma”, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının çiğnenmesini engelleme” ve Kosova’ya “barış getirme” safsatalarıyla, bölgede gelişen milliyetçiliği de kullanarak Sırplara karşı askeri saldırıyı başlattılar. NATO çerçevesinde “birleşmiş” emperyalist güçler, Körfez Savaşı’nın başlaması için Birleşmiş Milletler’den aldıkları “onayı” alma ihtiyacı bile hissetmeden Yugoslavya’ya saldırdılar. Savaş Yugoslavya’nın bütünüyle dağılması ile sonuçlandı.
Kısaca Batılı emperyalistler, kendisinde güçsüz Kosova üzerinde baskı uygulama gücünü bulan “küçük haydut” faşist Sırp yönetimine “haddini bildirerek” kendilerine rağmen, kendi çıkarlarına aykırı bir gelişmeye izin vermeyeceklerini gösterdiler; güçlerini gösterdiler.
Kosova Savaşı’nda NATO içinde yer alan emperyalist güçlerden öne çıkanı ABD emperyalizmidir. ABD emperyalizmi, dünyanın her yerinde olduğu gibi Avrupa’nın göbeğindeki sorunun “çözümünde” de, öncelikle Avrupalı emperyalist güçlere, özellikle de Alman ve Rus emperyalizmine “Bensiz olmaz!” dedi. Buna karşı Batı Avrupalı emperyalist güçler de artık dünya jandarmalığı rolünde “Biz de varız!” dediler! İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilk kez emperyalist çıkarları gereği cepheye asker gönderen Alman emperyalizmi, “Ekonomik gelişmemi askeri alana da taşıyorum, askeri alanda da at oynatmaya ve emperyalist çıkarlarımı savunmaya varım!” dedi.
Gerek Körfez Savaşlarında gerekse Kosova Savaşı’nda ortaya çıkan ve emperyalist sistemin karakteristik özelliklerinden birisi olan “kimin gücü kime yetiyorsa!” haydutluğunda kullanılan gerekçeler – “insan hakları”, “ulusların bağımsızlığı”, “barış” vs.– gerçekte emperyalistlerin gerekçeler kendi çıkarlarını gizlemeye hizmet eden sahtekârlıklardır. Emperyalizmin ne insan haklarını koruma, ne ulusların bağımsızlığını koruma diye bir sorunları vardır. Bizzat kendisi insan haklarını ihlal eden, çeşitli uluslara değişik bağımlılık ilişkileriyle kölelik zinciri vuran emperyalizmin “bağımsızlık savunucusu”, “insan hakları savunucusu” pozlarıyla ortaya çıkmasının nedeni haydutluğu kılıflandırmak ve dünya yoksullarının kendi haydutluklarına karşı çıkmasına set çekmekten başka bir şey değildir.
Lenin’in dediği gibi “Emperyalizm her yere özgürlük değil, hegemonya götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu ise, politik rejim ne olursa olsun, tüm çizgi boyunca gericiliktir, mevcut çelişkilerin bu alanlarda da aşırı ölçüde şiddetlenmesidir. Özellikle ulusal baskı ve ilhak eğilimleri de, yani ulusal bağımsızlığın ihlali de özellikle yoğunlaşmaktadır (çünkü ilhak, ulusların kendi kaderini tayininin çiğnenmesinden başka bir şey değildir)” (Age., s. 125)
Lenin’in söyledikleri, Kuveyt ve Kosova örneğinde çok açık bir şekilde kanıtlanmıştır. Kuveyt, ABD ve İngiliz petrol tekellerinin çıkarlarını güvence altına almak için “kurtarılmıştır”. Kosova bölgedeki emperyalist güçlerin egemenliğini pekiştirmek için “kurtarılmış ”(!)tır. Bu bölgelerde Batılı emperyalist güçlerin –özellikle Amerikan emperyalizminin– egemenliği sağlanmıştır!
Kosova Savaşı sırasında emperyalistler açısından kimi “yeni” uygulamalar da görülmüştür. Bu “yenilikler”, gerçekte emperyalizmin özündeki yenilikler değildir. Hayır, yenilikler, emperyalistlerin güçlerine bağlı olarak emperyalist gerici siyasetin uygulanmasında, daha fütursuz ve daha saldırgan olma bağlamında yeniliklerdir. Burada da belirleyici olan şey emperyalizmin andaki gücüdür. -Bu belirlemeyi yaparken, emperyalist güçler arasındaki güç/güçsüzlük sorununu değil, genel olarak emperyalizmin andaki durumunu kastediyoruz.-
Yukarıda da değindiğimiz gibi Birleşmiş Milletler’in emperyalistlerin noteri olmaktan çıkarılmasında bir adımın atılmış olması yeniliklerden birisidir. Irak saldırısı için BM kararı alan emperyalist güçler, Yugoslavya için böyle bir karara bile gerek görmemişlerdir. Bu durum, emperyalizmin saldırganlığını artık uluslararası hukuk düzeyinde bile yazılı kurallar temelinde gerekçelendirmekten uzaklaştığını göstermektedir. Dünya devletleri arasında imzalanan ve bugüne kadar ilişkilerin düzenlenmesinde belirleyiciliği olan yazılı anlaşma ve kurallar –ki bunların da çoğunlukla emperyalist çıkarlara göre hazırlandığı unutulmasın… Ancak hazırlandığı dönemdeki dünya konjonktürüne göre koyulan kurallar günümüz dünyasında emperyalistlere yetmediği “yeni arayışlarla” bir kez daha görülmektedir!– yerini “ahlaki” değerlere bırakma yönünde değiştirilmektedir.
Şu sıralar kimi burjuva teorisyenler, Yugoslavya saldırısıyla birlikte “insan haklarını koruma adına ulusların içişlerine karışmalarının yolunun açıldığı”; “ulusal sınırlar yerine insanların hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasının çok daha önemli olduğu” türünden teoriler üretiyorlar. Onlar, günümüz dünyasında “ahlaki ilkelerin, uluslararası hukuka ağır basar hâle geldiğini söylüyorlar. Yani onlar; önceki dönemde kabul edilmiş olan ve zaten uluslararası hukuk kurallarının emperyalistlerce “ahlak kurallarına uymadığı” gerekçesiyle keyfi bir şekilde çiğnenebileceği vaaz ediyorlar.
Şimdiye kadarki uluslararası hukuk yerini güçlü olan emperyalistlerin çerçevesini kendi çıkarlarına uygun olarak belirlediği, çifte standartçı “ahlaki norm”lara bırakmaktadır. Dünyanın herhangi bir bölgesinde emperyalistlerin çıkarlarını zedeleyen herhangi bir durumda emperyalistler, kendi “ahlaki” normlarına uygun bir gerekçe ileri sürerek çıkarlarına uygun korsanlığa girişebilmektedir. Uluslararası yeni norm budur.
Sosyalist Sovyetler Birliği ve onun etrafında emperyalizme karşı birleşen sosyalist ve halk demokrasisi ile yönetilen devletlerin oluşturduğu sosyalist kampa karşı emperyalist güçlerin bir sözde “savunma” gerçekte saldırı örgütü olarak kurdukları NATO’nun Yugoslavya’ya yönelik saldırısıyla birlikte NATO, artık Batı emperyalizminin dünya jandarması rolünde, vurucu güç olarak hizmet gördüğünü resmen ilan etmiştir.
Rusya’nın NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesine Ukrayna’da dur demek için giriştiği saldırı sonrasında şimdi iki yıldan fazla süren Batı ve Doğu’nun nerde ise blok hâlinde karşı karşıya geldiği emperyalist savaşta, emperyalist dünyada geçerli olan ilkenin “gücü gücü yetene” olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Emperyalist barbarlığın tek alternatifi proleter dünya devrimidir
Bugün, emperyalizmin güçlü olduğu, gücünden kaynaklanan “haklılığını” dünyanın ezilen, sömürülen bağımlı halklarına dayattığı, çıkarları temelinde istediği gibi at oynatmaya çalıştığı bir süreçten geçiyoruz.
Emperyalist güçler arasındaki dünyayı yeniden paylaşım dalaşlarının insanlığı bir üçüncü dünya savaşına adım adım sürüklediği bir ortamda yaşıyoruz.
Ancak bilinmelidir ki; ne emperyalizmin gücü her şeye kadirdir ne de emperyalist sistemde köle olarak yaşamak “kaderdir!”
Emperyalizmin ve dünya gericiliğinin barbarlığı, haydutluğu altında yaşayan dünyanın ezilenlerinin, sömürülenlerinin kurtuluşu mümkündür!
Kurtuluş, sömürü ve bağımlılık kıskacında bulunan dünyanın ezilenlerinin emperyalizmi proletarya önderliğinde devrimlerle yıkmaları, yerine işçi sınıfının ve emekçilerin kendi düzenlerini kurmalarıyla gerçekleşecektir!
Emperyalist barbarlığın tek alternatifi proleter dünya devrimidir, sosyalizmdir. Bu biricik alternatif gerçekleşmediği sürece kölelik düzeni devam edecek; emperyalizmin barbarlığı dünyayı yok olmaya götürecektir…
Barbarlığa dur demek için, emperyalist baskıya ve sömürüye son vermek için birlikten, dünya işçi sınıfının enternasyonal dayanışmasından ve mücadeleden başka bir yol yoktur.
Marx’ın “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” ve Lenin’in “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!” şiarları dün olduğu gibi bugün de dünyanın ezilen halklarına ve emekçilerine yol gösteriyor; dünyanın ezilen, baskı ve sömürü altında inleyen emekçi yığınlarını proleter dünya devrimi için birliği ve kapitalizme-emperyalizme karşı mücadeleye çağırıyor!
Ya emperyalist barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!
Yaşasın proleter dünya devrimi!
EMPERYALİZM VE YENİ SÖMÜRGECİLİK
Emperyalist hegemonyanın egemen biçimi; yeni sömürgecilik
Emperyalist dünyanın bir yanında, bu dünyanın efendileri olarak emperyalist büyük güçler; diğer yanında bu dünyanın köleleri olan emperyalizme çeşitli biçimlerde ve ölçülerde bağımlı ezilen ülkeler durmaktadır. Bu ezilen ülkelerin andaki esas bağımlılık biçimi, lafta, görünüşte bağımsız, emperyalizmin doğrudan işgali veya yönetimi altında olmayan ve fakat gerçekte iktisadi, siyasi, kültürel her açıdan emperyalizme bağımlı devletler biçiminde bu bağımlılık; yeni sömürgeci bir bağımlılık biçimidir. Emperyalizmin ortaya çıktığı andan itibaren var olan bu bağımlılık biçimi, giderek yaygınlaşmış, İkinci Dünya Savaşı ertesinde bir dizi yeni “bağımsız devlet”in kurulmasıyla esas biçim hâline gelmiştir.
Kuşkusuz yeni sömürgeci tipte bağımlılık ilişkisi içinde olan her devletin somut durumu değişik, gücü, bağımlılık derecesi vb. farklıdır.
Fransızcada “nêo-colonialisme”, ingilizcede “neo-colonialism” olarak adlandırılan yeni sömürgecilik politikası, emperyalizmin klasik sömürge anlayışından uzaklaşarak, bunun yerine sömürge olan, bağımsızlığını kazanamamış ülkelerin sözde “bağımsızlığını” kurma hakkını tanıması; bununla birlikte söz konusu ülkeleri ekonomik, siyasal, kültürel vb. bir dizi bağla kendine bağımlı hâle getirme politikasının adıdır.
“Tekel sömürgecilik politikasından doğmuştur!” – Lenin
Emperyalizm tarih sahnesine çıktığında esas olarak dünyadaki yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını, tarım ürünlerini vs. sömürmek, üretim için ham madde kaynaklarını ele geçirmek zorundaydı. Bu yüzden zenginlik kaynaklarının bulunduğu bölgeler/ülkeler emperyalist güçler taralından askeri olarak işgal ediliyor, emperyalist askeri işgale bağlı olarak söz konusu ülkede “valilik”, “sömürge valiliği” vs. isimlendirmelerle bir siyasi yönetim oluşturuluyordu. Emperyalizme direkt bağlı bu siyasi yapı, işgalci emperyalist gücün çıkarları doğrultusunda soygun ilişkisini yürütüyor; emperyalist gücün çıkarlarına, soygun ve talanına engel olan tüm güçlükleri ortadan kaldırıyor, emperyalizmin yatırım yaptığı tarım ve işletme alanlarındaki ilişkileri kontrol ediyor, elde edilen ürünün ve taşınmak istenen hammaddelerin dünya pazarlarına veya endüstri merkezlerine ulaşabilmesi için ulaşım mekanizmalarının sağlıklı ve sistemli bir şekilde kontrol edilmesini vs. sağlıyordu.
Emperyalizm üzerine yaptığı çalışmada Lenin, emperyalizmin en temel özelliklerinden birisinin dünyanın büyük güçler arasında paylaşımı olduğunu vurgulayarak sömürgeciliğin emperyalistlerce vazgeçilmezliği üzerine şunları yazdı:
“Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik, büyük girişimcilerin tekelci birliklerinin egemenliğidir. Bu tür tekeller, bütün hammadde kaynaklarının tek elde toplandığı koşullarda en sağlam duruma gelirler ve uluslararası kapitalist birliklerin, rakiplerinin her türlü rekabet olanaklarının yok etmek, örneğin demir rezervlerini ya da petrol kaynaklarını vs. satın almak yönünde ne büyük bir gayret sarf ettiklerini gördük. Tekellere, rakipleriyle giriştikleri mücadelede karşılarına çıkabilecek her türlü rastlantıya, hatta karşı tarafın devlet tekeli yasası arkasına siperlenmesi gibi bir rastlantıya karşı başarı olanağını, ancak ve yalnız sömürgelere sahip olmak sağlar.” (“Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Lenin, s. 85-86, İnter Yayınları, Ekim 1995, İstanbul)
Emperyalizmin sömürge politikasından söz edildiğinde, mali sermayenin ve büyük güçlerin, dünyanın ekonomik ve politik yönden paylaşılmasına çıkan dış politikasının ve devletsel bağımlılığın bir dizi geçiş biçimleri yarattığına da dikkat çeken Lenin, dünyanın sömürge sahipleri ile sömürgeler arasında bir bölünme yanında politik olarak biçimde bağımsız ama gerçekte mali ve diplomatik açılardan emperyalizme bağımlı bir ülkeler kategorisi olduğunu da söyler. Lenin bu tipteki ülkeleri örneklerken Arjantin ve Portekiz örneklerini verir, her iki ülkenin emperyalizme bağımlılık ilişkisinde de bir farklılığın bulunduğu belirtir. Lenin, dönemin emperyalist büyük güçlerinden birisi olan İngiliz emperyalizminin, Arjantin burjuvazisiyle ve bu ülkenin bütün ekonomik ve politik yaşamını yöneten çevrelerde “çok sıkı bağlara” sahip olduğunu Schulze-Gaevernitz’den yaptığı alıntıyla ortaya koyar. Söz konusu yazar bu bağımlılık ilişkisini “Arjantin’in İngiltere’nin neredeyse bir ticari sömürgesi” olduğunu ifade ederek vurgular.
Lenin, Portekiz örneği üzerinden de yarı-sömürge ilişkinin bir başka formasyonunu daha verir. İngiliz emperyalizminin rakipleri olan Fransız ve İspanyol emperyalistlerine karşı kendi durumunu güçlendirmek için Portekiz’in –ve onun sömürgelerinin– vesayetini aldığını, Portekiz’e ve sömürgelerine meta ve sermaye ihracında daha iyi koşullar elde ettiğini söyledikten sonra Lenin şu sonuca varır:
“Büyük devletlerle küçük devletler arasında bu tür ilişkilere her zaman rastlanmıştır, fakat kapitalist emperyalizm döneminde bunlar genel bir sistem haline gelir, “dünyanın paylaşılması”nı örgütleyen ilişkiler bütününün tamamlayıcı bir parçası olur ve dünya mali sermayesinin faaliyet zincirinin halkalarına dönüşür.” (Age., s. 89-90)
Emperyalizm soygun döneminde “dünyanın paylaşılmasını örgütleyen ilişkiler bölümünün tamamlayıcı bir parçası olarak mali sermayenin sömürü zincirinin bir halkası olan sömürgecilik, süreçte özde bir değişikliğe uğramaksızın biçimsel birtakım değişikliklerle yoğun bir biçimde varlığını sürdürmektedir.
Yeni sömürgecilik
İkinci Dünya Savaşı öncesinde emperyalizmin temel somut biçimi; dünya üzerindeki geri, gelişmemiş bölgelerdeki zenginlik kaynaklarını ve tarım ürünlerini doğrudan talan etmek, bunun için ülkeleri/bölgeleri kendi sömürgesi olarak elde tutmak şeklindeydi.
Üretici güçlerin değişmesi, emperyalistler arasındaki dengesiz ve sıçramalı gelişmeler, sosyalizmin ve halk demokrasisinin emperyalizme yönelik kazandığı zaferler vb. bir dizi olgudan ötürü İkinci Dünya Savaşı sonlarında yeni sömürgecilik olgusunun ön plana çıkmasına yol açtı. Artık emperyalist güçler alışılagelmiş bir biçimde askeriyle, silahıyla, siyasi kadrolarıyla işgal ve ilhaka dayalı sömürgeci yöntemi bir kenara bırakma, yerine ekonomik olarak kendilerine göbekten bağlı “milli devletini kurmuş”, “bağımsızlığını kazanmış” ülkelerin sömürüsüne dayanan bir biçime yöneldiler. Artık siyasi kadroları sömürge ülkeye götürme yerine, “bağımsızlığını ilan etmiş” ülkedeki işbirlikçileri ve bunların siyasi kadroları üzerinden çıkarlarını güvence altına almaya; bir dizi yöntemle ekonomik bağımlılığı sürekli ve çok daha üst boyutlarda gerçekleştirmeye başladılar. Ekonomik bağımlılık, siyasi bağımlılığı da beraberinde getirdi. Bu yeni sömürgecilik anlayışı, emperyalist talanın esas biçimi hâline geldi.
Neden yeni sömürgecilik anlayışı esas hâle geldi? Bunun birden çok nedeni vardır. Bazılarına kısaca değinelim.
Özgürlükçü ve bağımsızlıkçı hareketlerin yoğunlaşması, pratikte dünya halklarının uyanması ve emperyalizme karşı mücadelede bayrağı açması; emperyalizmin daha “akılcı” politikalara yönelmesini beraberinde getirdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin bir kamp olarak emperyalizmin karşısına dikilmesi ve dünyan 1/3’ünde kurulan sosyalist ve halk demokrasisi ile yönetilen ülkelerin varlığı, sömürge ve bağımlı ülkelerle gelişip güçlenen ulusal kurtuluş hareketlerinin kendi milli devletini kurma yönündeki taleplerinin yoğunlaşması, sosyalist kampın savunduğu ve uyguladığı özgürlük ve bağımsızlık taleplerinin pratikte hayat bulması ve bunların sömürge ülkelerin kuruluş umudunu geliştirmesi vb. vb. olgular karşısında ideolojik açıdan zorda kalan emperyalizm sömürgecilik ilişkilerini yeni bir biçime kavuşturmak zorundaydı. Bunun yolu bulundu: Yeni sömürgecilik.
Yeni sömürgecilik biçimi ile sömürü ilişkisi sömürgelerin “bağımsızlığını tanıma” yaftasıyla gizlenmiş olacak, çok kaba bir biçimde uygulanan sömürü ve talan çok daha inceltilmiş biçimlerle yer değiştirecek, fakat özde kâr akışında bir değişiklik olmayacak, tersine artarak sürecek; bir bütün olarak emperyalist sistem dünya halklarının gözünde yıkılması gereken bir sistem olduğu gerçeği gizlenecekti. Böylece milli kurtuluş hareketleri de emperyalizmin çıkarlarına halel gelmeksizin iğdiş edilmiş olacak, emperyalizm bağımsızlığın ve özgürlüğün savunucusu olduğunu ilan edecek, dünyanın ezilen ve sömürülen yığınlarını bu yolla da aldatabilecekti.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarından birisi, emperyalizmin boyunduruğu altındaki ülkelerde emekçi yığınların mücadelesinin emperyalizmin sömürgecilik zincirlerini kırıp atmak oldu. Ancak yine bu ülkelerin bir bölümünde emperyalizme karşı mücadele burjuva sınıflar önderliğinde gerçekleştiği için emperyalizme bağımlılık zinciri bu bütün olarak kırılıp atılamadı. Sömürgeciliğin yerini kendi ulus devletini kurmuş olan burjuvazinin –ve siyasi– olarak emperyalizme bağımlılığı temelinde gerçekleşen bir bağımlılık ilişkisi, yeni sömürgecilik aldı. Kurulan burjuva “bağımsız” devletler kısa sürede emperyalizmin yeni sömürgeci sisteminin parçaları hâline geldiler. Emperyalizmin ülke içindeki uzantıları hâline gelen hâkim sınıflar ve onların siyasi erki, emperyalist güçlerin çıkarlarının savunucuları oldu, bu arada kendileri de emperyalizmin uşaklığı görevinin karşılığı olarak sömürü pastasında paylarını almaya yöneldiler.
Sömürü ilişkisindeki bu biçim değişikliğinin emperyalist güçler açısından bir diğer avantajı yeni sömürgecilik olgusunun kendi aralarındaki dalaşta kullanmaya elverişli olmasıdır. Emperyalist büyük güçlerin dünyayı kendi aralarında paylaşım dalaşında bir emperyalist güç, diğer emperyalist güçlerin nüfuz alanlarına el atarken, üzerine oynadığı ülkenin bağımsızlık yönündeki taleplerini kendi potasında eritebilme şansına sahip hâle geliyor; emperyalist çıkarları gereği rakip emperyalist gücün sömürgeci yönetimi altında ezilen ve kendi ulusal devletini kurmak yönündeki talebine olumlu yanıt vermekte yarar görüyordu. Savaş sonrasında ABD emperyalizmi gerileyen emperyalist güçlerin, özellikle İngiliz ve Fransız emperyalizminin nüfuz alanlarını ele geçirme ve kendi soygun ilişkisini yerleştirmede “bağımsızlık”, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” vs. söyleminden yararlandı.
Lenin’in 20. yüzyılın başlarına ilişkin Arjantin ve Portekiz bağlamındaki örnekleri hatırlamak bile emperyalizmin bu alanda daha ortaya çıktığı anlardan itibaren kısmen uyguladığı bu politikayı dünyanın yeniden paylaşılmasında diğer rakiplerine karşı uyguladığının açık verileri olduğunu göstermeye yeter.
Bugün emperyalist güçlerin dünya üzerindeki hâkimiyet biçiminin esasta yeni sömürgecilik olduğunu, klasik sömürgeciliğin esas olmaktan çıktığını aşağıdaki tablodan da görebiliriz. Geçmiş sömürge imparatorluklardan kalan çeşitli tipte sömürge alanları bağlamında şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz:
Fransa: Guadalupe, Martinik, Rêunion, Saint-Pierre, Miquelon ve Mahore. Fransız Polmezya, Vallıs, Yeni Kaledonya, Futuna, Fransız Avusturalya ve Antartikası.
“Büyük Britanya İmparatorluğu”/İngiltere: Kanal adaları ve Man adası, Bermuda Takımadaları, Cebelitarık, Falkland, Güney Georgia, Güney Sandwich adaları, Anguilla, Montserrat, Cayman adaları, Turks ve Caikos adaları, Virjin adaları, Hong Kong, Chagos Takımadaları ve Pitcairn.
Hollanda: Hollanda Antilleri Birliği Bonaire, Sint Eustatius ve Saba, adalarının birleşimiyle oluşur. St Marlen ve Aruba.
Portekiz: Macao
ABD: Virjin Takımadaları, Panama kanal bölgesi, Guam, Kuzey Mariana Adaları, Midway Adaları, San Juan Adaları, Wake adaları ile Küba’dan kiralanmış olan Guantanamo körfezi.
Bunun dışında bir zamanlar bağımsız bir devletin parçası olup da (Örneğin Kuzey Kıbrıs) bir yabancı güç tarafından işgal edilmiş alanlarla, çok uluslu devletlerde bağımsız devlet kurmaları zor yoluyla engellenen uluslar/ülkeler de –ki bunlara “iç sömürge” demek yanlış olmayacaktır– (Örneğin Büyük Britanya’da Kuzey İrlanda; Fransa ve İspanya’da Bask bölgesi; Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ta Kürdistan, Sri Lanka’da Tamil Elam) vardır.
Sömürgeciliğin dünya üzerindeki bu görüntüsünü Güney Amerika, Afrika, Ortadoğu ve Asya’nın birçok bölgesinde kendi “bağımsız” devletine, bir ulusal marşa ve bir bayrağa sahip olan ama gerçekte emperyalizme göbekten bağlı yarı-sömürge ülkelerin yaygınlığıyla karşılaştırdığımızda klasik sömürgeciliğin esas biçim olmaktan çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yeni sömürgeciliğin bazı araçları ve kimi sonuçları
Emperyalizmin risksiz, sinsi ve avantajlı yeni yaygın sömürü ve talan biçiminin gelişmesinin çok çeşitli yolları vardır.
Klasik sömürgeci döneme göre daha az bir riskle ve çok daha az bir sermaye ile çok daha kâr elde edebilmenin yolunu açan yeni sömürgecilik olgusu, öncelikle ekonomik açıdan emperyalizme oldukça fazla avantaj sunmaktadır.
Yarı-sömürge ülkeler, emperyalistler açısından ucuz işgücü, ucuz hammadde kaynakları, ucuz tarım ürünleri üreten alanlar, emperyalist sermayenin ürünleri için pazar olarak “değerlendirilmekte”; bu ülkelerde sanayinin gelişmesi emperyalistler tarafından bilinçli olarak engellenmektedir. Bütün bu ve benzeri olguların bir sonucu, emperyalist ülkelerde, emperyalizme bağımlı ülkeler arasındaki derin uçurumların her geçen gün daha da artmasıdır.
“Bağımsız” devleti bağımlı hâle getirmenin yollarından birisi sermaye ihracının yoğunlaşmasıdır. Bu yoğunlaşma kimi zaman tekel yatırımları veya “devlet yatırımı” şeklinde olurken, çoğunlukla da “kredi anlaşmaları” yoluyla gerçekleşmektedir. Emperyalizmin mali kurum ve kuruluşları vasıtasıyla –örneğin IMF, Dünya Bankası– “geri ülkelere” kredi sağlamakta, söz konusu krediler “faizleri bile ödenmeyen” yoğun bir borçlanmayı beraberinde getirmekte, böylece bağımlılık zinciri çok daha güçlenmekte borçlandırma yoluyla “geri ülkeler” soyulup soğana çevrilmektedirler. Bugün emperyalizme bağımlı ülkeler, emperyalizme küçük parmağını uzatmış, ama bu arada kolunu kaptırmış bir durumdadır. Gerçekte emperyalistler kendilerine bağımlı ülkelere yutturduklarının çok daha fazlasını çoktan transfer etmiş durumdadırlar. Bu arada bırakalım bağımlı ülkelerin borçlarının eksilmesini, yeni ödemeler borçların faizlerine sayıldığından ana borçlar yerinde durmakta; hatta giderek daha da büyümektedir.
Emperyalist devletlerle yeni-sömürge devletler arasında yapılan bu tür anlaşmalar, emperyalist devletlerin dayatmaları ve koşullara bağlamaları sonucu alınan kredilerin ne için kullanılacağı, “ne kadar” üretim yapılacağı, yapılan üretimin “iç Pazar için mi, dış Pazar için mi” yapılacağı gibi konularda da emperyalistlere “belirleyici olma hakkı”nı tanımaktadır.
Emperyalizmin herhangi bir ülkeyi kendine bağımlı hâle getirmede kullandığı borçlandırma yöntemlerinden birisi de “karşılıklı yardım anlaşmaları”, “ekonomik işbirliği anlaşmaları”, “kalkınma fonları” vs. vs. adı altında yapılan sözde “yardımlardır”. Eşit olmayan güçler arasında ve çoğunlukla geri ve gelişmemiş ülkelerle yapılan “karşılıklı yardım” veya “işbirliği” anlaşmaları emperyalizmin kasalarını doldurmaktan öte bir işe yaramamakta, geri ve gelişmemiş ülkeye yapılan anlaşmadan çok daha fazla borçla çıkmaktadır. Bunun İkinci Dünya Savaşı sonrasında Marshall ve Truman “yardım programları” gibi Türkiye’de de bilinen birçok “meşhur” örneği de vardır. Marshall ve Truman “yardım programları”nda açıkça ifade edilen sözde yardımlar, güçlü bir ekonomik temele sahip olmayan ulusları ABD emperyalizminin kollarına atmaktan başka bir sonuç vermemiştir. Bugün emperyalist büyük güçlerin, bunların içinde de özellikle ABD’nin etkisi ve denetimi altında olan çeşitli “ekonomik yardım kuruluşları” üzerinden verilen “yardımlar” bağımlılık zincirlerinin güçlendirilmesine hizmet etmektedir. Günümüzde “geçer akçe” olarak piyasaya sürülen “globalleşme” teorileriyle birlikte emperyalizmin “geri” ülkelere yönelik soygun ilişkisi MAI, MIGA gibi programlarla çok daha dizginsiz ve kapsamlı bir saldırıya dönüşmüştür.
Emperyalist ülkelerle yeni sömürge ülkeler arasındaki soygun ilişkisi tüm hızıyla sürmekte, iki kategorideki ülkeler arasında var olan büyük çaptaki eşitsizlik derinleşmektedir.
Emperyalist ülkelerle yarı-sömürge ülkeler arasındaki soygun ilişkisinde önce dünya çapında mamul madde, sanayi ve tarım ürünlerinin değiş tokuşunda sürekli hammadde aleyhine olan ticaret hadleri ile belirleyici rol oynamaktadır. Emperyalizme bağımlı ülkelerin esas ticaret metası olan hammaddelerin ve belirli tarım ürünlerinin dünya pazarındaki fiyatı emperyalistler tarafından dikte edilip sürekli yerinde sayar veya düşerken, emperyalist ülkelerin esas ticaret metası olan mamul maddelerin/sanayi ürünlerinin fiyatı ise sürekli yükselmekte, böylece emperyalizme bağımlı ülkeler giderek daha da yoksullaşmakta, daha da “emperyalizme muhtaç” hâle gelmektedir. Bu soyguna emperyalizmin, kendi avantajları ve daha fazla kâr elde etme dürtüsüne hizmet eden bir gümrük politikasını yarı-sömürge ülkelere dayatması ve gümrük duvarlarını kendisi için çok daha uygun hâle getirmesi olgusu da eklendiğinde var olan uçurum çok daha derinleşmektedir.
Bilginin, iletişimin ve teknolojinin yoğun bir şekilde emperyalist ülkelerde yoğunlaşması, yeni-sömürge ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki eşitsizliğin çok daha fazla büyümesinin araçlarından birisidir. Tekelleşen ve ticari hayatta çok yoğunluklu hâle gelen teknolojinin kullanımında ekonomik güçsüzlük, norm sistemleri, patent, marka ve isim hakları gibi bir dizi engel yüzünden yeni-sömürge ülkeler gelişen teknolojiye uzak kalmakta, bu durum yeni-sömürge ülkelerin emperyalizme bağımlılık zincirine yeni halkalar eklemektedir. Teknolojik gelişmede en iyi hâlde yapılan, emperyalist ülkelerde kullanılan eski, geri teknolojinin geri ülkelere transferidir. Yine emperyalist ülkelerde pahalı işçilikle üretim yapılan sanayi alanlarının ucuz işgücü cenneti olarak girilen alanlara, yani yarı-sömürge ülkelere kaydırılması da yeni sömürgeci soygunun görüntülerinden birisidir.
Emperyalizme bu çok yönlü bağımlılık yarı-sömürge ülkede kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle gelişmesini nispi olarak engeller, emperyalist ülkelerle karşılaştırma içinde sanayinin gelişme düzeyinin alt seviyelerde seyretmesini, ağır sanayi yerine “montaj sanayi”de denilen küçük ölçekli sanayinin, üretim araçları üretmeye değil daha çok tüketime yönelik üretimin ağırlıklı olmasını beraberinde getirir. Bu hiçbir şekilde yeni sömürge konumundaki bir ülkenin hep öyle kalacağı, kapitalist gelişmenin yerinde sayacağı anlamına gelmez. Ekonomik potansiyeli yüksek olan, ham madde açısından zengin yeni sömürgeler, uluslararası konjonktürden de yararlanarak bağımlılık zincirlerini gevşetebilirler.
Yeni sömürgeciliğin bazı siyasi sonuçları
Emperyalizme ekonomik olarak bağımlı bir ülkeden tam siyasi bağımsızlık beklemek abesle iştigaldir. Ulusal devletini kurmuş, “bağımsızlığını” kazanmış ülkelerin uluslararası emperyalist sistemin bir parçası olması yeni sömürgeciliğin siyasi sonuçlarından birisidir.
Bağımsızlığın sözde tanındığı ülkeye ekonomik yolla giren emperyalistler, burada kendi ekonomik tekelini kurmakla kalmaz, bu ülkelerdeki üst yapıyı da kendilerine bağımlı hâle getirir; siyasi yapıda ve sınıfların konumlanışında kendine özgü kimi değişikliklere gider. Emperyalizmin yeni -sömürge ülkelerde esas müttefiki işbirlikçi tekelci burjuvazi ve toprak beyleridir; emperyalizm bağımlılık ilişkisini bu sınıflar üzerinden yürütür.
Dıştan bakıldığında kendi ulus devletini kurmuş olan, sözde bağımsız görünen, kendi iktidar aygıtını “kendisi belirleyen” yarı-sömürge ülkenin hâkim sınıfları iktidarı elde tutmak için “bağımsızlık” adına kitleleri kandırır; kitleleri “bağımsızlık” lafıyla üzerinde emperyalizmin ve kendi sınıf çıkarlarının yazılı olduğu burjuvazinin bayrağı altında toparlama çalışır.
Emperyalizmin yeni sömürgeci siyaseti ve bunun ekonomik, sosyal ve siyasal etkileri ülkelerden ülkeye değişir, tek ve düzenli şeyi izlemez. Bağımlılığın sınırları ve ölçüsü ülkedeki gelişmişlik düzeyine, ulusal bilince, sınıfların konumlanışına vs. göre değişiklik arz eder.
Bu tür ülkelerin bir bölümünde gerek ekonomik koşulların nispi istikrarlı olması, gerekse emekçilerin yaşam standardının nispeten yüksekliği vb. nedenler hâkim sınıfların iktidarını burjuva demokrasisi çerçevesinde sürdürmelerine olanak tanıyabilir. Kimi yarı-sömürge ülkelerde ise burjuva iktidarının açık, terörcü diktatörlüğü; yani faşizm uygulanır.
Bu tür ülkelerde parlamento, faşist iktidarı gizlemeye yarayan bir maske görevi görür. Görünüşte halkın oylarıyla işbaşına gelmiş bir “bağımsız” ve “meşru” bir iktidar vardır, parlamento çalışmaktadır, ancak işçilerin, emekçilerin muhalefetinin yükseldiği ve mevcut “olağan” önlemlerle bu muhalefetin yükselişinin durdurulamadığı, burjuvazinin işin ucunu elinden kaçırdığı dönemlerde “darbelere” de başvurulur. Hâkim sınıfların tüm bu baskıcı ve terörcü uygulamaları emperyalizmin bilgisi dâhilindedir; gerektiği hallerde emperyalist güçler bu tür darbelerin planlanmasında ve uygulanmasında desteklerini “esirgemezler!”.
Emperyalizmin yeni-sömürge ülkelerde esas müttefiki işbirlikçi tekelci burjuvazi ve toprak beyleri olmasına ve bağımlılık ilişkisini bu sınıflar üzerinden yürütmesine rağmen sömürgelerde olduğu gibi doğrudan bir bağımlılıktan söz edilemez. Bununla birlikte emperyalist bağımlılık ilişkisi bu tür ülkelerde sosyal ve siyasal yapıda kendine özgü yarattığı bu değişikliklerin kimi siyasi sonuçları vardır. Sonuçlardan birisi de devrim aşamaları ile ilgilidir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi sınırları ve ölçüsü ülkedeki gelişmişlik düzeyine, ulusal bilince, sınıfların konumlanışına vs. göre değişiklik arz eden çok çeşitli bağımlılık biçimi olması bu ülkelerde değişik devrim süreçlerinin yaşanacağını göstermektedir.
Bunların bir bölümünde feodalizm önemli ölçüde varlığını sürdürür, toplumun gelişmesinin önündeki esas engellerden birini oluştururken, kimisinde feodalizmin tasfiyesi oldukça ilerlemiştir. Kimisi, daha gerçek anlamda uluslaşma sürecini bile tamamlamamış durumdayken, kimisi oldukça uzun süredir ulusal devlettir ve kendi içinde de ulusal azınlıkları ezmektedir. Kimisi iktisadi gelişmesi açısından, proletarya iktidarı şartlarında sosyalist bir sanayileşme için yeterli ön şartlara sahipken, kimisinde hemen hiçbir endüstriyel temel yoktur, vb. Bu ülkelerde, bu yüzden değişik devrim süreçleri yaşanacaktır. Hepsinin ortak özelliği, bu ülkelerin hepsinde, emperyalist sömürü ve egemenlikten kurtulma sorununun devrimin temel sorunlarından biri olarak varlığı, anti-emperyalist devrim görevlerinin varlığıdır.
Klasik sömürge ilişkilerinde emperyalist güç işgalci bir güç olarak açıkça ortadadır. Böyle bir durumda anti-emperyalist mücadele doğrudan işgalci emperyalist güce karşı verilmektedir. İşgalci güç açıkça ortada olduğunda kitlelere anti-emperyalist mücadeleye kazanmak, seferber etmek nispeten daha kolaydır. Emperyalizmin yeni sömürgecilik ilişkisinde bu işgalci yan gizlidir. Böyle bir durumda emperyalizme bağımlı ülkedeki işbirlikçi burjuvazinin arkasındaki emperyalist güce/güçlere de darbe vurmak demektir. Emperyalizme karşı mücadele için devrimi örgütlemek gerekir. Emperyalizme karşı mücadele devrim için mücadele olmak zorundadır.
EMPERYALİZMİN TAM EGEMENLİĞİ NE DEMEKTİR?
Günümüz dünyasına damgasını vuran, emperyalizmin tam egemenliğidir. Tam egemenlikten anlaşılması gereken, emperyalist güçlerin her şeye kadir oldukları, her istediklerini yapabildikleri vb. değil, tüm dünyanın emperyalist ekonominin parçası olması olgusudur. Dünyada emperyalist sistemin dışında hiçbir devlet kalmamıştır.
Emperyalizm çağında, kapitalizm dünya çapında yaygınlaştı. Dünya bir avuç-sömüren emperyalist güçle; ezilen ülkelere bölündü. Günümüzde tüm dünya emperyalist egemenliğin altında yaşamaktadır. Emperyalizmin karakteri tüm dünyayı kendi pazarı hâline getirmektir. Bunu yapmak için emperyalistler dünyayı kendi aralarında paylaşma yolunu tuttular. Emperyalist egemenliğin tesisinde çeşitli yollar denendi. Eskiden, emperyalizmin dünya ölçüsünde gelişip yaygınlaşmasının, etki alanlarını genişletmesinin en önemli yollarından birisi açık askeri işgallerle çeşitli alanların doğrudan sömürgeleştirilmesi, ilhak edilmesi vb. biçimde bağımlı hâle getirilmesiydi. Ancak, bu tür klasik tipteki bir sömürgeleştirme süreci sömürgeleştirilmek istenen ülke halklarının uyanışını ve emperyalizmi kendi ülkelerinden kovma sürecini de beraberinde getirmiştir. Hâl böyle olunca emperyalizm sömürgecilik politikasına yeni kılıflar geçirmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası süreç bu yeni emperyalist sömürgecilik o politikasının yaygınlaşmasını beraberinde gelirmiştir. Emperyalistler artık açıktan askeri işgallerle sömürge edinmek yerine, sermaye ihracı yoluyla geri kalmış ülkeleri kendine bağımlı hâle getirmiştir.
Yeni sömürgecilik politikası, görünüşte devlet bağımsızlığına sahip, fakat siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel bakımdan emperyalizme bağımlı yarı-sömürgelerin yaratılması politikasıdır. Yarı-sömürge ülkelerde, emperyalizm tarafından ülkenin hammadde kaynaklarının talanı ve emeğin sömürüsü, biçimi ve aracıları değişmiş olmakla birlikte, aynen hüküm sürmektedir. Emperyalistler bu politikayla dünyayı kendi egemenliği altında tutmaktadır.
Bugün dünya üzerindeki ülkelerin esasının görünüşte devlet bağımsızlığına sahip ülkeler konumunda olması emperyalizmin gerçek yüzünün geniş kitleler tarafından görünmesini engelleyen bir rol oynamaktadır. Geniş yığınlar emperyalizmin tam hâkimiyeti dendiğinde bir ülkenin açık işgale uğraması; klasik tipte sömürgeleştirilmesi olarak kavrıyorlar. Durumun bu olmadığı koşullarda görünüşteki devlet bağımsızlığı, gerçek bağımsızlık olarak; emperyalistlerle olan ilişkiler de bağımsız ülkeler arası ilişkilermiş gibi algılanıyor. Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri geniş yığınlara bu yalanları şırınga ederek onları kandırıyor, emperyalizmin gizli işgal yoluyla dünyayı kendi egemenliği altına aldığı olgusunu gözlerden gizleyebiliyor. Oysa bir avuç büyük emperyalist güç dünyayı iliğine kadar sömürüyor. Kendine bağımlı hâle getirdiği ülkeler borç batağında kulaç atarken, onlar kendi çıkarları doğrultusunda bu sözde bağımsız devletleri istedikleri gibi yönlendiriyor, yönetiyorlar. Örneğin, hükümetler IMF’nin direktiflerine uygun hareket etmek durumundadır. Bu da o ülkedeki ekonomik gelişmenin emperyalistlerin çıkarına göre şekillenmesi demektir. Emperyalizme bağımlı ülkelerdeki devlet bağımsızlığı, böyle bir bağımsızlıktır.
Kuşkusuz emperyalizme bağımlılık, gerçek anlamda bir köle ile köle sahibi, uşak ile efendi arasındaki bağımlılık ilişkisinin tümüyle aynısı değildir. Emperyalist çıkarların uzun vadeli gelişimi açısından buna gerek de yoktur. Önemli olan atılan adımların emperyalist gelişmenin önünü tıkamaması, onların uzun vadeli çıkarlarını gerçek anlamda zedelememesidir. Bu koşullarda yer yer bazı ayrıntılarda uşak, uşaklığını gizleyebilmek için de olsa bazı hakları için efendisine usulüne uygun olarak kafa da tutacaktır. Demek ki; her bağımlı ülkenin, bağımlı olduğu emperyalist gücün her dediğini harfiyen yerine getirme durumunda olmadığının bilincinde olmak gerek. Belli konularda birbirinden ayrı düşebilirler. Bu durum tam da “bağımsız ülke” olmanın bir kılıfından başka bir şey değil. Bunu kavramayan, emperyalizmin egemenlik politikasını anlamakta zorlanır, ‘emperyalizmin tam egemenliği’nden yanlış anlamlar çıkarır.
Emperyalizmin tüm dünyada tam egemenliğini sekteye uğratan süreç Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’yle başlayan süreçtir. 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ve sonraki süreçte birçok ülke emperyalizmin etki alanının dışına çıktı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sosyalist Sovyetler Birliği ve birçok halk demokrasili ülkenin varlığı koşullarında emperyalistler dünyanın önemli bir bölümünde söz sahibi olmaktan çıkmışlardı. Bu süreçte emperyalizmin dünya ölçüsündeki tam egemenliğinden söz edilmiyordu; kapitalist emperyalist kampla, sosyalist kampın varlığından söz ediliyordu. Olgu buydu. Ancak, Stalin’in ölümü ardından 1956’da yapılan SBKP 20. Parti Kongresi’nde Kruşçev revizyonistlerinin partiyi tümden ele geçirmeleri emperyalistler tarafından kalenin içten fethi demekti. Emperyalistler bu süreci sonuna kadar kendi istemleri doğrultusunda kullanmayı ve sonuçlandırmayı başardılar. Ne sosyalist bir ülke ne halk demokrasili ülkeler kaldı. Bu sürecin ardından, bugün dünyada siyasi, iktisadı, askeri ve kültürel vb. olarak emperyalizmin etki alanı dışında olan herhangi bir ülke yoktur. Emperyalist büyük güçlerin çıkarlarına zarar veren, onlara kafa tutabilen bir güç söz konusu değil. Emperyalistler, kendilerine bağımlı oldukları hâlde istemedikleri bu gelişme yoluna girenleri de hemen susturmak durumundadırlar. Emperyalist büyük güçler dünyanın her alanında kendi atını istedikleri gibi oynatabilmektedir. Dünyada yeni dengelerin oluşturulması ve etki alanlarının genişletilmesi bağlamında emperyalist güçlerin kendi aralarındaki dalaşlar olsa da bir bütün olarak emperyalizmi karşısına alan, ona karşı durabilen bir yapı söz konusu değil. Bu anlamda bugün tüm dünyada emperyalizm tam egemen bir konumdadır.
Kuşkusuz bu olgunun tespit edilmesi, bu durumun böyle sürüp gideceği anlamına gelmez. Dünya işçileri ve ezilen halkları emperyalist canavarı yok etme ve yeni bir dünya kurma gücü yeteneğine sahiptir. Bunu mutlaka gerçekleştirecektir.