- sayımızda Marx’ın yakın mücadele arkadaşı ve Marksizm’in kurucularından Friedrich Engels’in 200. doğumyılı vesilesiyle yayınladığımız bir makale yeralıyor. (“200. Doğum yılında Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”) Söz konusu makalede F. Engels’in eserinin öneminin nerden kaynaklandığı özetle ifade ediliyor ve okurlarımız bu eseri incelemeye çağrılıyordu.
Bu bağlamda bir okurumuzun eleştiri mektubu elimize geçti. Ekte yayınladığımız yazısından da anlaşılacağı üzere okurumuz, konulara araştırmacı ve eleştirici bir şekilde yaklaşıyor. Bu öncelikle selamlanacak bir tavır… Okurlarımızdan gelecek olan ikazlar, eleştiriler, öneriler şüphesiz bizim gelişmemize hizmet eder ve dergimizi daha canlı hâle getirir.
Okurumuz, yazısının ilk bölümünde dergilerimizde yer alan yazılar açısından bazı eksikliklerimizi eleştiriyor. Özellikle yazı tarzı ve yazı diline ilişkin bu eleştiri: “yazıların uzunluğu, dilinin bazen emekçilerin seviyesini aşması durumu, yazının içinde zaten fazlasıyla sosyalizmin şart olduğu bildirilse de muhakkak yazının sonunda tekrardan bu durumu belirtme gereksinimi! Bu durum yazılarda genelde tek elden çıkmış izlenimi yaratıyor. Bu nedenle birkaç sayı sonra, okuyucu neredeyse her makalede ne söyleneceğini tahmin eder oluyor. Oysa daha özgün yazılarla, okuyucunun ilgisi daha da arttırılabilir diye düşünüyorum.”, diyor.
Okurumuzun bu eleştirisinin kısmen bizim eksikliklerimize işaret ettiği doğrudur. Biz de, kolektif içinde kendimizi eleştiriyor ve bu konuda kendimizi aşma çabası gösteriyoruz. Ancak, bu, bir dizi yükü birden omuzlamak zorunda olan, sürekli zaman baskısı ve sıkıntısı çeken relatif küçük bir kolektif için hiç de öyle kolay bir şey değil. Bu şartlarda tercihimizi en önemli görevimiz olan sınıf mücadelesine yön vermek emeliyle “esas olan doğru tavır takınılmasıdır” şeklinde yapabiliyoruz – çok istediğimizden değil, mecburiyetten. Bunu, kısmen haklı bulduğumuz eleştiriyi kesinlikle geri çevirmek için değil, zorluğumuzu anlatmak için açıklama ihtiyacı duyuyoruz.
Elbette ki, bizim de niyetimiz, okurlarımızla paylaşmak istediğimiz siyasi içeriği en iyi ve en okunulası şekilde vermektir. Ve bu yönde çabalarımızı sürdüreceğiz.
Okurumuzun ayrıca bir önerisi var: “Özellikle Türkiye’den olmak üzere felsefe ya da politikada konusunun uzmanı marksist yazarlar ya da akademisyenlerle, sizin bakış açınızın tartışıldığı söyleşiler yapılabilir. Bu durum, başta çevrenizin, sonra da okurlarınızın gelişimine katkı sağlayacaktır diye düşünüyorum.”
Bu öneriyi de olumlu bir öneri olarak değerlendiriyoruz ve zaten imkânlar ölçüsünde bunu yapmaya çalışıyoruz. Gelen somut önerileri değerlendirmeye çalışırız.
Geçerken şunu da belirtelim: Bu bağlamda biz okurumuzun “özellikle Türkiye’den olma” vurgusuna takıldık… Elbette konuşulan ortak dil/ler ve erişilebilirlik açısından böyle bir tercih kolaylaştırıcı olabilir. Ama hepsi o kadar… Yoksa biz “kendi topraklarımızdan” vurgusunu pek doğru bulmuyoruz. Enternasyonalist bir yaklaşımın da ifadesi olarak imkânlarımız el verdiği ölçüde daha fazlasını yapabilmeyi arzuluyoruz, yapmaya da çalışıyoruz.
Dönelim esas konumuza…
Okurumuz Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseri hakkında şunları söylüyor:
“Bu bağlamda sonda söyleyeceğimi şimdiden söyleyeyim ki Engels’in söz konusu bu kitabı da kimi noktalarda “eskimiş” “yenilenmeye muhtaç” konumdadır. İşte bu yenilenmeyi ise kanımca Alâeddin Şenel, söz konusu kitabında yapmıştır. Dolayısıyla bu kitapla, kanımca her marksist kişinin veya grubun hesaplaşması şarttır! İşte bu yazı bunu amaçlamaktadır, tabii ki sizinle birlikte!”
Engels’in kitabının “bazı noktalarda” eskidiği açıktır. Çünkü o günden bugüne bilgi birikimi artmıştır. Ve her geçen gün de artmaktadır. Örneğin homosapiensin geçmişinin kaç yüzyıla dayandığı noktasında her geçen gün yeni bulgular ortaya çıkmaktadır. Alâeddin Şenel’in kitabının basıldığı 2006 yılında “çağdaş tipte homo sapiens”in 200bin yıl kadar önce, “olasılıkla Doğu Afrika’da oluştuğu” (Age., s.86) kabul edilirken, 2017’de Fas’ta bulunan ve 300bin yıl öncesine ait olduğu saptanan “Cebel Irhud” ile yeni bir güncelleme yapılmıştır.
Örneğin 2000 yılında esas olarak tamamlanan kazılarla “Göbeklitepe”nin keşfi, (genç neolitik çağ/taş devri, ilkel topluluk döneminin tapınağı olarak yorumlanıyor) insanlık toplum tarihinde MÖ 11. yüzyıl olarak yeni bir güncelleme gerektiriyordu. (Göbeklitepe bulgusunun yorumlanması henüz çok başlangıçta bulunuluyor. Bu bulgunun önemi insanlık topluluklarının yerleşikliğe geçiş tarihinin de güncellenmesi anlamına gelebilir. Urfa’ya 20 km uzaklıktaki Göbeklitepe’nin, aynı zamanda ilk “kültür tahıl” olarak kabul edilen buğday buluntusunun keşfedildiği Karacadağ yakınında bulunması dikkat çekicidir.)
Her yeni bulgu, şüphesiz bu türden güncellemeleri zorunlu hâle getirmektedir.
Fakat esas olan Marx ve Engels’in temel tezlerinin “eskimiş” olup olmadığıdır. Marx-Engels’e göre, insanlık toplum tarihinin gelişmesinde belirleyici olan moment “maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir.” Ve bu temel tezde bugün de değiştirilecek hiçbir şey yoktur. Salt bununla sınırlı değil elbette. Biz ilgili makalemizde de vurguladığımız gibi Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” eserinin temel tezlerinin bugün de geçerli olduğu görüşünü savunuyoruz. Bu elbette ki, Engels’te “eksik”, “yanlış” denilen görüşleri yeniden inceleyip, gerçeklik payının olup olmadığını irdelememizin engeli değildir.
Okurumuz şöyle devam ediyor:
“Engels’in bu eseri marksistler açısından son derece önemlidir tabii ki. Önemlidir, ancak kutsal değildir. Hızla gelişen, son yüzyıldaki bilgiler ışığında da yenilenmesi gereken bir eserdir. Üstelik bu konu ekonomi ya da felsefe gibi kısmen durağan bir konu değildir. Yani sürekli yeni çalışmalarla yenilenmek zorundadır! İşte kanımca A. Şenel, Engels üzerinden Marksizm’e bu katkıyı yapmıştır! (Hoş, Şenel, asıl amaç olarak Engels’in kitabını geliştirmek için değil de araştırmaların geldiği nokta olarak, ancak Engels’in eksiklerini de özellikle belirterek, başlı başına bir eser ortaya koymuştur.) Ve bizim toprağımızdan, dilimizden böyle bir yazarın bu başarıyı göstermesi insanı ekstra sevindirmiyor değil.”
Öncelikle şunu belirtelim. Biz diyalektik materyalistleriz. Bizim “eleştirilemez”, “sorgulanamaz” anlamında hiçbir kutsalımız yoktur. Biz, Engels’in eserinin de “kutsal” olmadığı ve şüphesiz son yüzyıldaki bilgiler ışığında yenilenmesinin bir gereklilik olduğu görüşündeyiz. Engels’in eleştirilemez olduğunu da düşünmüyoruz ki bizzat ilgili makalemizde Engels’in eşcinsellik bağlamındaki, eserin yazıldığı dönem açısından anlaşılır olan, yanlış ve kabul edilemez tutumuna dikkat çekmiştik.
Esas mesele, tabii ki, Marks-Engels’te “eksik”, “aşılması gerek” denen şeylerin ne kadar doğru olduğudur. Bunun da her somut durumda yeniden irdelenerek tartışılması gereklidir.
Bu anlamda, A. Şenel’in ve ona atıfta bulunan okurumuzun Engels’te eleştirdiği noktaları tek tek ele alalım.
Okurumuzun övdüğü bu kitabı (A. Şenel, “Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi”) hemen merak ettik tabii ki… İnternette pdf olarak varolduğundan kitaba erişmemiz zor olmadı. İndirdik ve toplam 1108 sayfalık kitabı okumaya giriştik. Oldukça kapsamlı bir çalışma tabii ki ve bizce yardımcı kaynak olarak kullanıla bilinir. Ancak, en baştan söyleyelim, bu kitap hakkında okurumuzun yaptığı “Marksizm’e katkı”, “alanın bence dünyadaki en iyi kitabı” değerlendirmelerine katılmıyoruz ve bu değerlendirmeleri yanlış ve abartılı buluyoruz.
Marks ve Engels’in temel düşüncelerini ortaya koydukları aile ve devletin kökeni konularında bizzat Sovyetler Birliği’nin birçok güncelleme çalışmaları olmuştur. Bunun en kısa, yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış olması açısından başarılı örneği “Politik Ekonomi Ders Kitabı”dır. (bkz. “Politik Ekonomi Ders Kitabı”, cilt I, “Kapitalizm öncesi üretim tarzları” s.26-99, İnter yayınları, Ocak 1992, İstanbul) Ve eğitim çalışmalarında, özellikle yeni başlayanlar açısından, temel alınacak bir kitaptır.
1955 Almanca baskısından Türkçe’ye kazandırılmış olan bu eserde, örneğin üretim toplumlarının ayrılmasında ilkel toplum, köleci toplum, feodalizm, kapitalizm sınıflandırılması yapılmaktadır. Ve örneğin, Engels’in Morgan’a dayanarak yaptığı “yabanıl-barbar-uygar toplum” ayrımı kullanılmamaktadır. Barbar toplum kavramı hiç yoktur. İlkel toplumdaki centil örgütlenme anlatılırken, matriarkal ve patriarkal gens, iş bölümüne göre sınıflandırma yaparken “avcı ve toplayıcı kabileler”, “çoban kabileler” gibi kavramlar kullanılmaktadır. Yani bu konuda, A. Şenel’in 2006 yılında dikkat çektiği nokta, çoktan, en geçinden 1955’te bizzat SSCB Bilimler Akademisi tarafından aşılmıştır, yeni değildir. (zaten A. Şenel’in de bunu ilk kez kendisinin yaptığı iddiası yoktur! Dolayısıyla, ona bu noktada Engels’i aştığı yakıştırmasını yapmaya da gerek yoktur.)
Okurumuzun Engels’i eleştirmesi açısından dikkat çektiği her iki noktada da A. Şenel’in tavrını yanlış değerlendiriyoruz. Bunu açıklayalım.
- İnsanlık toplum tarihinde “anaerkil toplum” yaşanmış mıdır?
Şenel’in Engels’te eleştirdiği ilk nokta budur. A. Şenel’e göre, insanlık toplumu tarihinde gerçi anasoyzincirinin hâkim olduğu bir ilkel topluluk dönemi olmuştur, ama ona göre “anasoyçizgisi”nin varlığı “anaerk”in varolduğu anlamına gelmez.
Şenel, Engels’i ve dolayısıyla ona dayanan marksistleri şöyle eleştiriyor:
“İnsanlığın ilk geçim biçimini ve ilk yaşayış biçimini oluşturan avcılık ve toplayıcılık döneminde, kadın-erkek kültürlerinin farklılaşması ne matriarşiye (anaların yönetimine) ne de patriarşiye (babaların yönetimine) varmıştır. Çünkü ilkel topluluk yöneten-yönetilen farklılaşmasına (bile) uğramamıştır. Daha çok marksist ve feminist yazında karşılaşan bir sav var: “İlkel komünal toplum” döneminde toplumun kadınlarca yönetildiği savı. Bu sav, başka tasaların ve eksik bilgilerin ürünüdür. … Anasoyçizgili olmak, zorunlu olarak anaerkinin de bulunacağı anlamına gelmez.” (s.140)
“İlkel topluluğu analar da, babalar da yönetmediğine göre kim yönetiyordu? Hiç kimse! O zaman işler nasıl yönetiliyordu? Yönetilmiyordu, işler birlikte ‘yürütülüyordu’” (s.141)
Bu tezlere bizim yanıtımız şudur:
İlkel topluluğun ilk aşamalarında ne anaların ne de babaların yönetmediği, işlerin “birlikte yürütüldüğü” bir dönemin yaşanmış olması mümkündür. Ancak ilkel toplumlarda da bir gelişme ve farklılaşmalar olmuştur. Gelişme içerisinde, daha ileriki aşamalarda, arkaik ilişkilerden “matriyarka” ve “patriyarka” olarak adlandırılan topluluk biçimlerine doğru bir gelişme olduğu bugün artık bilim alanında genel kabul görmektedir. Tabii ki, azınlıkta da olsa, bunu kabul etmeyen bir kesim de vardır. A. Şenel’de söz konusu kitabıyla bunların takipçisidir.
Bu bağlamda anaerkil toplumdan (matriarşi veya matriyarka) ne anlaşıldığı, kavramın içeriğinin nasıl doldurulduğu açıklanmak zorundadır. Engels, Bachofen’in “Analık Hukuku” araştırmasından yararlansa da, Bachofen’in düşüncelerini olduğu gibi devralmamıştır. O, Morgan ve Bachofen’in araştırmalarına, bunların ilk defa, anasoyzincirine dayalı toplulukların varlığını kanıtlamaları açısından değer vermiştir. Ve bu, o dönem için gerçekten de önemli bir bulgudur. Buradan Engels’in ve marksistlerin çıkardığı sonuç, birincisi, insanlık tarihinde anasoyzincirine dayalı bir dönemin varlığıdır. İkincisi, matriyarkanın olduğu yerde kadınların saygın, evet egemen bir konumda olduklarıdır. Ancak, Engels, matriyarkanın/patriyarkanın tersine, erkekleri köle eden bir egemenlik ilişkisi olmadığını, yaşamın ortaklaşa idare edildiğini, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığını söyler: “Komünist ev idaresi, ilkçağlarda genel yaygınlığa sahip kadın egemenliğinin maddi temelidir.” (Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, s.61)
Engels’in tezi gayet açıktır. Ki, biz de sayı 199’daki makalemizde tam da bunu ortaya koymuştuk: “Marx ve Engels’e göre, analık hukukunun hâkim olduğu dönem “ilkel komünizmdir. Özel mülkiyet sisteminin olmadığı bir dönemdir. Anaerkillik eşitliktir. Toprak ve üretim araçları üzerinde önemli ölçüde ortaklıktır. Anaerkil toplum, ataerkil toplumun basit bir tersyüz edilmesi değildir. Yani sadece egemenlik ilişkilerinin yer değiştirdiği, kadınların saygın olmasının ötesinde erkeği baskıladıkları, yani kadının egemen, erkeğin kul olduğu bir toplum değildir. Kadın erkek eşitliği mevcuttur.”
Devam edelim: A. Şenel yukarda aktardığımız düşünceyi belirli bir tezin, kadınların saygın ve yönlendirici olması anlamında bir anaerkil toplumun varolabileceğinin yadsınmasının ön hazırlığı olarak ileri sürmektedir.
Ve şöyle devam etmektedir:
“… ilkel topluluğun insanının istediğini yapıp istemediğini yapmayacağı “özgürlük” içinde yaşadığı sanılmamalı. Neyin, ne zaman kimlerce yapılacağı önceden, kesin olarak belirlenmişti. (…) Bu bakımdan ilkel topluluğu, kişilerin değil, geleneklerin “yönettiği” söylenebilir. Daha doğrusu ilkel topluluğun geleneklerle “yürütüldüğü” söylenmelidir. (…)
İlkel toplulukta, söz konusu gelenekleri kuşaktan kuşağa geçiren peygamberler, din adamları, öğretmenler gibi inanç, düşünce üreten uzmanlar, profesyoneller yoktu. Geleneği, olağan durumlarda analar çocuklarına; babalar oğullarına geçiriyorlardı.” (A. Şenel, s.142)
İlkel topluluklarda geleneklerin yönlendirici olduğu tespiti de yeni değildir, bunu Engels’e dayanarak ortaya koyan “Devlet Üzerine” makalesiyle Lenin’den başkası değildir:
“İlkel toplumda …bir devletin varolduğunun işaretleri henüz görülmez. Geleneklerin egemenliğini görüyoruz, soy birliğinin en yaşlılarının tattığı otoriteyi, saygıyı ve iktidarı görüyoruz, bazen iktidarın kadınlara tanındığını görüyoruz –kadının o zamanki durumu, bugünkü haktan yoksun, ezilen konumuna benzemiyordu, ama hiçbir yerde, diğerlerini yönetmek ve yönetimin çıkarları ve amaçları uğruna belirli bir cebir aygıtını, bir zor aygıtını planlı ve sürekli olarak elinde bulundurmak için belirlenmiş özel insan kategorisi görmüyoruz…”(Lenin, “Devlet Üzerine”, bkz. V. İ. Lenin, Eserler, 4. baskı, cilt 29, s. 437, Rusça, aktaran: “Politik Ekonomi Ders Kitabı”, cilt I, s.36, İnter Yayınları)
Ne var ki, A. Şenel, yukarda aktardığımız görüşleriyle, ilkel toplumda da eğilimin “erkek kültürü” olduğu, son tahlilde “erkeklerin sözünün geçerli olduğu” tezinde konaklar:
“İlkel toplulukta yaşlı erkekler kadar yaşlı kadınlara da saygı gösterilmiş olmalı. Ama buyrukları yerine getirilenler hep erkekler arasından çıkacaktır. Av önderliği rolü erkeklerde buyurma, eşgüdüm sağlama, istenen sonuçlara gerekli görüldüğünde güç, şiddet kullanarak ulaşma gibi alışkanlıklar kazandıracaktır. Bu alışkanlıklara kazanılan deneyim ve bilgi birikimi, kuşaktan kuşağa aktarılan “erkek kültürü” oluşturacaktır. Ve bu alışkanlık ilerilerde “erkek yönetimi” çeşitlerini doğuracaktır.” (s.142)
Burada doğrularla yanlışlar içiçe olsa da, çıkarılan sonuç (ve okurumuzun da sahiplendiği tez) “buyrukları yerine getirilenler(in) hep erkekler arasından” çıktığıdır. Ve bu ayrımsız olarak bütün bir ilkel toplum dönemi için ileri sürülmektedir.
Sözümona Engels’i “aşma” adına ileri sürülen bu tez bilimsel olarak ayakta tutulamazdır. Ve binlerce yıla tekabül eden bir gelişmenin bilimsel olarak izin verilemez bir biçimde kısaltılarak, atlanarak yorumlanması, ya da adını koyalım, çarpıtılmasıdır.
Nedenlerini açıklayalım:
– İnsanlık toplumlarının gelişiminde, ilkel toplumda anasoyzinciritopluluklarından babasoyzinciri (patriarki) topluluklarına doğru bir gelişme yaşandığı olgudur. Bunun kanıtı zamanımıza dek varlığını sürdüren etnik toplumlar üzerindeki incelemelerdir. Bilgiler, yeni bulgular temelinde hep güncellense de, bunlar Morgan’dan, Bachofen’e ve onların bulgularını diyalektik materyalizm ışığında ele alan Engels’in temel tezlerini doğrulayan yöndedir.
1998 yılında, dünya çapında 1300 etnik toplumdan 160’ında anasoyluluk söz konusudur (%13). (Gen teknolojisinin de gelişmesiyle bu konuda çok daha detaylı bilgi edinmek mümkün olmuştur.)
Yani bu topluluklarda soyzinciri anne ve büyükanneye göre hesaplanmaktadır.
Anasoy zincirinin geçerli olduğu etnik toplumların üçte birinde aynı zamanda matri-lokalite (ana yerleşiklik) söz konusudur. Yani çocuklar kadının yanında kalır, eşleşen erkek kadının yanına taşınmak durumundadır. Yüzde 38’inde “Avunkulat” söz konusudur. “Avun”un, yani dayının yanına taşınılır ve dayı çocukların sosyal babalığını üstlenir, miras da bu şekilde anne soyunda kalır. (Yani, anasoyzincirinin varolduğu toplumlarda geleneği oğula geçiren, A. Şenel’in iddia ettiği gibi öncelikle babalar değil, dayılardı.)
Ve yüzde 18’de patri-lokallik söz konusudur, yani ana soyçizgisi esas alınmasına rağmen evlenen eşler erkeğin ve onun ailesinin yanına taşınır.
Bunun ötesinde ayrımın bu kadar net olmadığı başka geçiş (ara) toplumları da söz konusudur.
Zamanımızdaki hâlen varlığı söz konusu olan 3 milyonu aşkın nüfusu ile en büyük ana soylu ve aynı zamanda matri-lokal (ana yerleşik) kültür Minangsabau’dur ve Endonezya adası Sumatra’da yaşamaktadır.
Kuzeydoğu Hindistan’da Kasi (1,5 milyon), Garo (1 milyon), Afrika’da, Kuzey Afrika’da Tuareg (3 milyon), Kongo bölgesinde çok sayıda Bantu halkları, Güney Amerika’da İrokez halklarında (yaklaşık 70bin) Çin’de Mosuo (yaklaşık 40bin) ve Avrupa dışında 100 diğer etnik toplumda bu söz konusudur. (Tüm bilgiler Almanca Wikipedi’dendir.)
Anasoy zincirinin ve ana yerleşikliğin söz konusu olduğu toplumlarda kadınların toplumsal konumlarının eşitlik ve saygınlık açısından patriarkal örgütlenmiş toplumlardan çok farklı olduğu yukarda saydığımız toplumlar üzerinde yapılan incelemelerle sabitlenmiştir. Bu etnik topluluklarda çoğunlukla “kendinden bitme bir işbölümü”, yani işin “cinsiyete ve yaşa göre bölünmesi söz konusudur. Kadınlarla erkekler arasında kendinden bitme iş bölümü temelinde bir uzmanlaşma söz konusu olsa da –erkeklerin avcılıkta, kadınların bitkisel besin maddeleri toplama, sebze bahçeciliği ve ev idaresinde– A. Şenel’in bahsettiği türden bir “erkek buyruğu”nun geçerli olduğu bir “erkek kültürü” kesinlikle söz konusu değildir. Tam tersine, bu toplulukların örgütlülüklerinde “gelenek koyucu ve koruyucu” olarak kadınların sözü geçerlidir.
Zamanımızda nasıl ki, en ilkelinden en gelişmişine dek çeşitli toplum türleri “yanyana” varlık gösterebiliyorsa, geçmiş çağlarda da, çok büyük zaman süreçlerinde matriarkal ve patriarkal toplulukların “yanyana” varolduklarından yola çıkmak gerekir. Şüphesiz bunlar arasında da kültür farklılıkları olagelmiştir. Örneğin, “savaşçı kadınlar”dan oluşan “amazon” toplulukları gerçekten var mıydı? Var ise, bunların hepsi aynı kültüre mi sahipti? Bunlar ile diğer anaerkil topluluklar arasındaki benzerlik ya da farklılık neydi? Vs. Vb.
Devam edelim:
İnsanlık tarihinde, erkeğin yönetimi ele geçirdiği patriarkanın daha ileri bir örgütlenmeye tekabül ettiği doğrudur. Bunda esas belirleyici etken üretim aletlerinin vegiderek onlar üzerindeki özel mülkiyet türlerinin gelişmesidir. “Erkek kültürü”nün öncülüğü ele geçirmesinde belirleyici etken aranacaksa eğer, öncelikle bu noktalar üzerinde durulması gerekmektedir.
Anasoy zincirinin gerilemesiyle tarım ve büyük baş hayvancılığın gelişimi arasında bağ vardır. İlk toplumsal iş bölümünün gerçekleşmesi noktasında bağ vardır. Bu, zamanımızda da, karasabanın kullanıldığı etnik toplumlarda anasoy zincirine ender de olsa hâlâ rastlanmasıyla bağdaştırılmaktadır. Karasabana rastlanmayan ve sebze-bahçe kültürünün hâkim olduğu yerlerde anasoy zinciri ve ana-yerleşiklik daha fazladır.
Politik Ekonomi Ders Kitabı’nda bu süreç şöyle özetlenmektedir:
“Centil örgütlenmenin ilk aşamasında, insanların o dönemki maddi yaşam koşullarının sonucu olarak kadın egemen konumdaydı. Erkeklerin işi olan tümüyle ilkel silahlarla avcılık, insanların yaşantısını tam güvenceye alamıyordu: Avın sonuçları az çok rastlantıya bağlıydı. Bu koşullar altında ziraatın ve hayvancılığın (hayvanların evcilleştirilmesinin) embriyon biçimleri bile büyük iktisadi öneme sahipti. Bunlarla uğraşmak, yaşam için gerekli araçların avcılıktan daha güvenilir ve düzenli bir kaynağıydı. Ama ilkel bir tarzda yürütüldükleri sürece, ziraat ve hayvancılık, öncelikle erkekler ava giderken evde ocak başında kalan kadınların uğraşısıydı. Kadın, uzun bir zaman boyunca, gens toplumunda önder rolü oynadı. Akrabalık anne çizgisine göre hesaplandı. Gens toplumunun çerçevesi dardı ve ona yalnızca bir kadının soyundan gelenler mensuptu. Bu, ana hukukuna dayanan ya da anaerkil gensti (anaerki-matriyarki).
Üretici güçlerin daha sonraki gelişme süreci içinde göçebe hayvancılık (çobanlık) ve biraz daha gelişmiş ziraat (ekincilik) –her ikisi de erkeklerin işi– ilkel topluluğun yaşantısında tayin edici rol oynamaya başladığında, anaerkil gens, baba hukukuna dayanan ya da ataerkil gens (ataerkil patriyarki) tarafından çözüldü. Önder rol, erkeklere geçti. Erkek, centil topluluğun başına geçti. Akrabalık artık baba çizgisine göre hesaplanır oldu. Topluluğun çerçevesi, anaerkil gense göre gözle görülür bir şekilde genişledi. Ataerkil gens, ilkel topluluğun son döneminde varoldu.” (Age., s.37)
“İlkel topluluk, gelişmesinin en parlak dönemini anaerkil toplumda yaşadı. Ataerkil gens, ilkel topluluğun çöküşünün embriyonlarını artık içinde taşıyordu.
İlkel topluluğun üretim ilişkileri, belirli bir zamana kadar üretici güçlerin gelişme düzeyi ile uyum içindeydi. Ataerkil toplumun son aşamasında, yeni, daha mükemmel üretim aletlerinin ortaya çıkmasıyla (demir devri), ilkel toplumun üretim ilişkilerinin yeni üretici güçlere denk düşmesi sona erdi. Ortak mülkiyetin dar sınırları ve emeğin ürünlerin eşit ölçüde dağılımı, yeni üretici güçlerin gelişmesini kösteklemeye başladı.” (s.38)
(Avrupa’da keramik kültürü (genç neolitik çağ) (ilkel köy topluluğu) ile birlikte büyük baş hayvancılığın (sığır) gelişmesinin M.Ö. 6000 yılı civarında olduğu ve anasoyluluktan baba soyluluğa gelişimin de bu süreçte başladığı kabul edilmektedir. (UrsulaEisenhauer: Matrilokalitaet in der Bandkeramik. EinethnologischesModellundseineImplikationen, atıfta bulunan Wikipedia.org Almanca)
“Hayvancılığa ve ziraata geçişle birlikte toplumsal işbölümü, yani önce çeşitli komünlerin ve daha sonra da komünlerin tek tek üyelerinin üretim faaliyetinin çeşitli türleriyle uğraşmaya başladıkları bir işbölümü doğdu. Çoban kabilelerin ayrışması ilk büyük toplumsal işbölümüydü.” (“Politik Ekonomi Ders Kitabı”, s.36-37)
Anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçişin nasıl olduğu noktasında birçok yorum vardır. Engels’in “devrim” dediği bu değişimin zor kullanımla mı gerçekleştiği, yoksa Engels’in savunduğu gibi tedricen mi geliştiğini netleştirmek, günümüzdeki bilgilerimizle de henüz mümkün değildir. Aynı şekilde A. Şenel’in ileri sürdüğü, erkeklerin, kadınların elinden öncülüğü yöneticiliği kapmasında, avcılıktan, savaşçılıktan gelen uzmanlıklarının rol oynayabileceği de olası bir yorumdur. Ve belki de öyle olmuştur, bunda öncelikle avcılık ve savaşçılık için yeni, daha mükemmel aletlereduyulan ihtiyaç belirleyici olmuş olabilir. Bütün bunları kesin bir şekilde kanıtlamak mümkün değildir. Fakat anaerkil toplumların geçmişte ve bugün varlığı kanıtlanabilir bir olgudur. Bu noktada Engels ve marksistleri eleştiren A. Şenel haksız bir pozisyondadır.
- Devletin gelişmesi nasıl oldu?
- Şenel’in kendini Engels’ten kısmen ayırdığı (ve okurumuzun tartışmaya sunduğu) bir diğer nokta devletin gelişmesiyle ilgilidir. Devletin gelişmesi ile ilgili birçok teoriye yer veren A. Şenel, Engels ile Franz Oppenheimer karşılaştırması yapmakta ve kendi anlayışını Oppenheimer’e dayandırmaktadır:
“Görüldüğü gibi, kan bağına (akrabalık ilişkilerine) dayanan ilkel topluluktan uygar topluma geçiş, Engels’e göre, toplumun iç dinamiklerinin (tarihsel materyalist terminoloji ile söylenirse iç çelişkilerinin) gelişmesiyle gerçekleşebilmektedir. Dolayısıyla, “uygarlığın ve devletin sınıf çatışması kuramı” (Oppenheimer’in benimsediğim fetih kuramına bu noktada zıtlığına bakarak), Engels ve öteki tarihsel materyalistler öyle nitelemeseler de, “iç gelişme” kuramları arasında sınıflandırılabilir. Oppenheimer’in kuramı ise “dış gelişme” denebilecek sınıfa sokulabilir.” (s.334)
Şenel’in açımlamaları temelinde okurumuz da (Oppenheimer’in tezine katılmakta) ve devletin gelişmesine varan yolda fetihlerin esas rol oynadığı görüşüne katılmaktadır: “kendine yetmeyen göçebe çoban (aşiret) toplulukları, kendine yeterli çiftçi (köy) topluluklarına saldırmak zorunda kalacaktı. Yani ‘barışçı alışveriş ilişkilerinin önü tıkalı idi’. Bunun üzerine göçebe toplulukları öncelikle, çifçilere yönelik “talan” aşamasına koyulacak, ardından talanın sonucunda çiftçilerin bir daha hiç besin üretemediğini görünce (yani bir dahaki sefere talan edilecek bir şey kalmadığını görünce) bundan sonra talan yerine “yağma” işlemine koyulacaklarını belirtir. Daha sonra ise –yavaş yavaş olmak üzere tabii ki– yağma yerine “haraç” almaya başlayacak çoban topluluklarının, bir sonraki ve son aşamada “vergi” alarak “fetih ve çöreklenmeyi” son aşamasına taşıyacaklarını anlatır. İşte bundan sonra, yani “eşitsizlikçi bütünleşme” sonucunda, katmanlı/sınıflı topluma varılacağını belirtir! (Dikkat, devlet, toplumun sınıflara bölünmesi ve “sınıf savaşımı” ile değil, “eşitsizlikçi bütünleşme” sonucunda oluşuyor.!)”
Burada birden fazla sorun vardır:
Birincisi, devletin ortaya çıkmasına dek süren gelişmede fetih savaşlarının oynadığı rolü ilk bulan ne Oppenheimer’dir ne de A. Şenel. Bu tespitler bizzat Engels’in adı geçen eserinde ortaya konmaktadır. Bunu biraz sonra aktaracağımız alıntıda açıkça görebiliriz.
İkincisi, Engels’in devlet en başından itibaren “sınıf savaşımı” ile ortaya çıkmıştır şeklinde ‘kaba’, bir görüşü yoktur. Engels devletin ortaya çıkmasına giden yolda, üretim araçlarının gelişmesinin rolü, toplumsal iş bölümünün gelişmesi, toplulukların zenginleşmesine bağlı olarak kabile topluluklarının örgütlenmelerinin karmaşıklaşması, dış saldırılara karşı kabile topluluklarının birleşme zorunluluklarının doğması ve evet fetih savaşlarının kazandırdığı yeni bir unsur olarak köleciliğin icat edilmesi vb. gibi bir dizi faktör saymakta ve bunların her birini ayrı ayrı detaylandırmaktadır.
Antik Yunan örneği temelinde şöyle özetlemektedir görüşlerini:
“Yunan aşiretleri, çoğunlukla küçük halklar biçiminde toplanmışlardır; bununla beraber, bu topluluklar içinde, gensler kabileler ve aşiretler henüz özerkliklerini koruyorlardı. Bu halklar, artık surlarla pekiştirilmiş kentlerde oturuyorlardı; nüfus, sürülerin genişlemesi, tarımın yayılması ve küçük el zanaatlarının başlamasıyla, artıyordu; aynı zamanda servet farkları ve onunla birlikte, eski ilkel demokrasi içinde aristokratik öğe de büyüyordu. Çeşitli küçük halklar, en iyi topraklara sahip olmak için kuşkusuz ganimet ereğiyle de, ardı arkası kesilmez savaşlar yapıyorlardı; işte bu andan itibaren, savaş tutsakları köleliği kabul edilmiş bir kurum haline gelmişti.”(Ailenin Özel Mülkiyeti ve Devletin Kökeni”, s.122-123, İnter Yayınları, 2000 İstanbul)
Antik Yunan’da “Babalık hukuku, servetin çocuklara geçişiyle, aile içinde servet birikimini kolaylaştırır ve aileyi gens karşısında bir güç durumuna getirir; servetler arasındaki fark, soyluluk ve soydan geçme bir krallığın ilk izlerini yaratarak, kuruluş üzerine etkili olur; önceleri savaş tutsaklarıyla sınırlanan kölelik, daha o zamandan aşiret üyelerinin, hatta kendi öz gens üyelerinin köleleştirilmesinin yolunu açar; aşiretten aşirete eski savaş, bu çağdan itibaren, sürü hayvanları, köleler, hazineler kazanmak için, karada ve denizde sistemli bir yağmacılık biçiminde, yani normal kazanç kaynağı biçiminde yozlaşır; sözün kısası, zenginliklerin zora dayanarak çalışmasını haklı göstermek için eski gentilice kurallar çiğnenir. Artık bir tek şey eksikti: yalnızca özel kişiler tarafından az zamandan beri edinilmiş bulunan zenginlikleri, gentilice düzenin komünist geleneklerine karşı koruyan ve yalnızca eskiden o kadar horgörülen özel mülkiyeti kutsallaştıran ve bu kutsal şeyi bütün insan topluluğunun en yüce ereği olarak bildiren bir kurum değil, ayrıca mülkiyet edinmenin, başka bir deyişle, zenginliklerdeki durmadan daha hızlı bir büyümenin ard arda gelişmiş yeni biçimleri üzerine, genel olarak toplum tarafından yasaya uygunluk mührünü de basan bir kurum; yalnızca toplumda başlamış bulunan sınıflar halindeki bölünmeyi değil, ayrıca mülk sahibi sınıfın hiçbir şeye sahip olmayan sınıfı sömürme hakkını ve onun üzerindeki egemenliğini de sürdürüp götüren bir kurum. Ve bu kurum çıkageldi. Devlet icat oldu.” (Age., s.112)
Aynı süreç, “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nda daha da geniş ve anlaşılır biçimde anlatılmaktadır. Burada ancak ana başlık olabilecek tarzda bazı bölümleri aktaralım:
“İnsanlık tarihinde ilkel toplumdan köleciliğe geçiş, ilkönce Doğu ülkelerinde gerçekleşti. Köleliğe dayanan üretim tarzı, Mezopotamya’da (Sümer Devleti, Babilliler, Asurlular vs.) Mısır’da, Hindistan’da ve Çin’de daha M.Ö. 4.-2. bin yıllarında egemendi. M.Ö. 1.bin yılda Transkafkasya’da (Urartu devleti) egemen oldu ve M.Ö. 8. – 7. yüzyıldan M.S. 5. – 6. yüzyıla kadar Horezm’de (Horasan) güçlü bir köleci devlet mevcuttu. Eski Doğu’nun köleci devletlerinde gelişen kültür, Avrupa ülkeleri halklarının gelişmesi üzerinde büyük bir etkide bulundu.
Köleciliğe dayanan üretim tarzı, Yunanistan’da altın çağına M.Ö. 5. ve 4. yüzyılda ulaştı. Bundan sonraki dönemde kölelik, küçük Asya devletlerinde, Mısır’da ve Makedonya’da gelişti (M.Ö. 4. – 1. yüzyıl). Köleci düzen, en yüksek gelişme aşamasına, M.Ö. 2. yüzyılla M.S. 2. yüzyıl arasındaki dönemde Roma’da ulaştı.”
“Toplumun köleci düzene geçişinin temelinde, üretici güçlerin daha da büyümesi, toplumsal iş bölümünün ve değiş tokuşun gelişmesi yatıyordu.” (Age., s.61)
“Kölelik, insanın insan tarafından sömürülmesinin ilk ve en kaba biçimidir. Köle, efendisinin tam ve sınırsız mülkiyetiydi. Köle sahibi yalnızca kölenin emeği üzerinde değil, aynı zamanda hayatı üzerinde de dilediğince tasarrufta bulundu.” (Age., s.62)
“Köleci düzenin oluşması sırasında ilk kez devlet ortaya çıktı.” (Age., s.62) (Daha geniş olarak bkz. “Politik Ekonomi Ders Kitabı”, cilt I, s.36-62)
Görüldüğü gibi, Engels ve onu doğru okuyan marksistler, tarihsel gelişim içinde fetih savaşlarının oynadığı rolü, savaş esirlerinin öldürülmeyip köleleştirilmesini, toplumun sınıf ve tabakalara bölünmesini, ortak emek ve ortak mülkten, bireysel emek ve özel mülkiyete geçişin nasıl olduğunu doğru bir biçimde ele almışlardır. Bu anlamda, devletin ortaya çıkışını toplumun katmanlara, sınıflara, öncelikle de köle sahipleri ile köleler sınıfına ayrışmasıyla gerçekleştiği tamamen doğru bir tespitinde “eskiyen” ve değiştirilmek zorunda olan hiçbir şey yoktur. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve sınıflar ortaya çıktığı günden bu yana da toplumların gelişme tarihi sınıf savaşımları tarihi olagelmiştir. Bunu, diyalektik-materyalist yöntemle ortaya koyan Marx-Engels’ten başkası değildir.
Okurumuz son olarak, “Alâeddin Şenel Marksizm’e Karşı mıdır?” diye soruyor ve buna hayır yanıtını veriyor. A. Şenel’den okuduğumuz ilk ve tek kitap söz konusu kitaptır. Orda da, toplum bilimleri alanında ciddiye alınabilecek bir tarzda araştırma yapan herkesin olduğu kadar, A. Şenel’in de Marx ve Engels’in görüşlerini bir şekilde dikkate almak zorunda kaldığını görüyoruz. Ancak ondan okuduğumuz bu kitaptaki yaklaşımı, Engels’i aşmak adına, onun doğru temel iki tezinin yerine doğru olmayan tezleri sahiplenmektir. Biz Engels’in eleştirilemeyeceği, aşılamayacağı vb. görüşünde değiliz. Fakat bu iddiada bulunanların önce Engels’i doğru okumaları gerektiğini, eleştireceklerse onun gerçek görüşlerini doğru veri ve gerekçelerle eleştirmeleri gerektiğini düşünüyoruz. Marksist tavır budur.
Biz şunu değerlendirebilecek durumdayız: Kendisini Engels’ten ayırdığı ve yukarda tartıştığımız iki noktada A. Şenel, haksız bir pozisyondadır. Devlet ile ilgili görüşlerinde kendisine Oppenheimer’in temel aldığını belirttiği noktadan itibaren en azından şu da bilince çıkarılmak zorundadır: F. Oppenheimer, Marksizm’in sınıf savaşımı ve devrimler teorisinin karşısında yer alan, toplumların gelişmesinin devrim ile değil, evrimle olacağını öğütleyen sosyal-reformist bir teorisyendir.
Bu anlamda, biz A. Şenel’in kitabını kesinlikle Engels’in eserinin yerine okunacak bir kitap olarak değerlendirmiyoruz. Biz, eğitim çalışmalarında öncelikle ML öğretiyi temel alan sağlam kaynaklara dayanmalıyız. Bu, diğer kaynakların da incelenmeyeceği, ya da sorgulanmak üzere tartışmaya çekilmeyeceği anlamına gelmemektedir.
15.10.2020
İNSANLIK TARİHİ VE F. ENGELS ÜZERİNDEN KİMİ SORULAR
Serhat Emek
Yaklaşık 15 senedir derginizi kimi zaman düzenli, kimi zaman aralıklı olmak üzere takip ediyorum. Ve özelde işçi sınıfı üzerinde, genelde de emekçi katmanlar üzerinde yaptığınız sürekli, özenli çalışmanızı kutluyorum. Birçok harekette mevcut olan maceracı, gücünü abartarak ayakları yerde olmayan tavırları sizde pek görmediğim gibi; sürekli, sadece emekçilerin mücadelesine dayanmaya çalışmanız da başkaca övgüye değer özelliklerinizdendir diye düşünüyorum.
Ancak kendimce bazı eksikliklerinizi de eleştirmek isterim. Ne mi onlar? “Ezbere bir yazı tarzı” diye özetleyebileceğim, içeriği özgün olsa da dili özgün olmayan bir dil! Yazıların uzunluğu, dilinin bazen emekçilerin seviyesini aşması durumu, yazının içinde zaten fazlasıyla sosyalizmin şart olduğu bildirilse de muhakkak yazının sonunda tekrardan bu durumu belirtme gereksinimi! Bu durum yazılarda genelde tek elden çıkmış izlenimi yaratıyor. Bu nedenle birkaç sayı sonra, okuyucu neredeyse her makalede ne söyleneceğini tahmin eder oluyor. Oysa daha özgün yazılarla, okuyucunun ilgisi daha da arttırılabilir diye düşünüyorum. Yine kültür-sanat dergilerinde olduğu gibi ya da “Çağrı” benzeri diğer kimi dergilerde olan şu yenilikleri de yapabilirsiniz diye düşünüyorum: Özellikle Türkiye’den olmak üzere felsefe ya da politikada konusunun uzmanı marksist yazarlar ya da akademisyenlerle, sizin bakış açınızın tartışıldığı söyleşiler yapılabilir. Bu durum, başta çevrenizin, sonra da okurlarınızın gelişimine katkı sağlayacaktır diye düşünüyorum.
Bu girişten sonra size yazmamın asıl nedenine gelebilirim: Son sayınızda Friedrich Engels’in meşhur “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” isimli kitabı üzerinden, aileyi ele almanız, yani aslında insanlık tarihine yönelmeniz, bana derhal Alaeddin Şenel’in “Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi” (İmge Yayınları, 2006) kitabını hatırlattı. Ve ne yazık ki bu önemli eserden, marksistlerin pek de faydalanmaması üzerine, bu yazıyı yazmak aklıma geldi.
İnsanlık Tarihi Yazımının Satır Başları ve Marx-Engels
Bilindiği gibi, Engels’in söz konusu kitabı, insanlık tarihini başlangıcından ortaçağ sonuna kadar incelediği Marksizm’in başucu kitaplarındandır. Engels bu kitabı Marx’ın ölümünden (1883) sonra ve yaşarken istemiş olduğu için, bir nevi “vasiyet” olarak kaleme almıştır. Tabii ki aynı zamanda bir yönüyle bilim insanı olan Engels, bu vasiyeti müthiş bir çalışma ile yapmıştır. Öyle ki ilk baskısını 1884’te yaptığı kitabını, aradan 7 yıl geçtikten sonra 4. baskısında, yani 1891’de, adeta yeniden yazmıştır. Bugün ellerde dolaşan kitap da aslında bu 4. baskıdır.
Yine bilindiği gibi tüm insanlık tarihi kitapları asıl olarak bir yorumdur. Yani antropologların farklı toplumsal aşamalarda bulunan yerli halklara ilişkin bulgularına ve bunlar üzerinden yazılı tarih öncesine ilişkin çıkardıkları sonuçlara bağlıdırlar. Ama özellikle 20 ve 21.yüzyılda evrim biyolojisi, tıp, fizik-kimya gibi pozitif bilimlerin ve antik dillerin araştırılmasının yaygınlaşması ile birlikte, Marx-Engels dönemine göre çok daha “somuta” dayanan bir bilgi birikimi oluşturulabilmektedir. Bu son cümleyi söylerken, tekrara düşsem de yine belirteyim ki; bu pozitif bilime dayanma bile, sonuçta bir “yorumdur”, ama çok daha sağlam bir yorum! Bu bağlamda sonda söyleyeceğimi şimdiden söyleyeyim ki Engels’in söz konusu bu kitabı da kimi noktalarda “eskimiş” ve “yenilenmeye muhtaç” konumdadır. İşte bu yenilenmeyi ise kanımca Alaeddin Şenel, söz konusu kitabında yapmıştır. Dolayısıyla bu kitapla, kanımca her marksist kişinin ve ya grubun hesaplaşması şarttır! İşte bu yazı bunu amaçlamaktadır, tabii ki sizinle birlikte!
Engels’in de dediği gibi “1860 yıllarına kadar, ‘bir aile tarih sorunu’ söz konusu olamazdı. Bu alanda, tarih bilimi, henüz tamamen Musa’nın beş kitabının etkisi altındaydı.” (F. Engels, aynı eser, Sol Yayınları, s.15; Ankara,1998) Ancak Marx ve Engels’in bu konuyu –dolaylı da olsa– 1846 yılında “Alman İdeolojisi” kitabıyla ele almaları, ikilinin ‘büyüklüğünü’ tekrardan hatırlamamızı sağlamalıdır. Bu kitapta asıl olarak, ileride ‘tarihsel materyalizm’ olarak adlandırılacak konunun temelleri atılırken, üzerinde durduğumuz insanlık tarihi konusuna ise kimi değinmeler yapılmıştır! İnsanlık tarihi konusunda dünyadaki asıl, ilk önemli eser ise 1861 yılında yayınlanmış J. Jakob Bachofen’in “Analık Hukuku” adlı eseridir. Ve Engels, bu kitabı, kendi kitabının 4. baskısında yani 1891’de ele alarak alıntılayacaktır. Ardından bu alanda 1865 yılında J. F. McLennan’ın “İlkel Evlilik” kitabı önemlidir. Ve bu konunun asıl dikkat çekeni ise 1877 yılında Lewis Henry Morgan’ın “Eski Toplum” adlı kitabıdır. Bu son kitabı, Marx’ın 1880-81 kışında “keşfettiği” düşünülmektedir. Ve bu kitabı Almanlara bizzat tanıtmak amacıyla 192 sayfalık bir kitap hâlinde yayımladığı notlar, kitabını yazarken, Engels’in eli altında bulunuyordu. Zaten Engels de bu özgün eserini temelde Morgan’a, daha sonra da Marx’a dayanarak çıkaracaktı.
Engels’in bu eseri marksistler açısından son derece önemlidir tabii ki. Önemlidir, ancak kutsal değildir. Hızla gelişen, son yüzyıldaki bilgiler ışığında da yenilenmesi gereken bir eserdir. Üstelik bu konu ekonomi ya da felsefe gibi kısmen durağan bir konu değildir. Yani sürekli yeni çalışmalarla yenilenmek zorundadır! İşte kanımca A. Şenel, Engels üzerinden Marksizm’e bu katkıyı yapmıştır! (Hoş, Şenel, asıl amaç olarak Engels’in kitabını geliştirmek için değil de araştırmaların geldiği nokta olarak, ancak Engels’in eksiklerini de özellikle belirterek, başlı başına bir eser ortaya koymuştur.) Ve bizim toprağımızdan, dilimizden böyle bir yazarın bu başarıyı göstermesi de insanı ekstra sevindirmiyor değil. Şimdi Şenel’in söz konusu eserine geçmeden önce, kendisinden bahsedelim, sonra da eserinden…
Alaeddin Şenel ve İnsanlık Tarihi
- Şenel, Kütahyalı zanaatçı-işçi bir ailenin çocuğu olarak 1941’de doğmuş, ilk-orta öğrenimini dayısının yanında esnaf çıraklığı olarak tamamlamıştır. AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni burslu öğrenci konumuyla 1963’te bitirmiş, üniversite yıllarından itibaren sosyalist kimliği ile akademik çalışmalarını insanlık tarihi üzerine yoğunlaştırmış, 1980’de doçent olmuş 1983’te istifa etmiştir. 1991’e kadar yaşamını çevrilerle kazanmış, 1991’de SBF’ye dönüp 2001 sonunda emekli olmuştur. Pek çok kitabının birikimi ile en son 2006’da yayımladığı söz konusu “İnsanlık Tarihi” kitabı ise alanın bence dünyadaki en iyi kitabıdır.
Şenel, asıl olarak ‘devletin/sınıflı toplumun/uygarlığın ortaya çıkması’ mevzusunda, Engels’in “sınıf çatışması” kuramı yerine, Oppenheimer’ın “fetih” kuramını önererek en önemli ‘özgünlüğünü’ ortaya koyuyor. Yine Morgan’ın (dolayısıyla Engels’in) “terminoloji sorununa” değiniyor ve ilkel toplumda toplumun kadınlarca yönetildiği tezinin yanlışlığını belirtiyor. İşte az sonra açmaya çalışacağım konular, başlıca bu üç mesele üzerinden gerçekleşecektir!
Şenel, söz konusu kitabının daha pek çok yerinde ama özelde 133. sayfasından başlamak üzere 136. sayfaya kadar; Morgan’ın önerdiği “yabanıl-barbar-uygar toplumlar” ayrımı yerine neden sadece “ilkel topluluk-uygar toplum” ayrımı yapılması gerektiğini anlatıyor. Bu konuda fazla detaya girmeden şu alıntıları yapabilirim: “…Birkaç nedenle Yabanıl ve Barbar sözcükleri bugün pek kullanılmıyor. Kullanılmayışının nedeni, bu sözcüklerin aşağılayıcı anlamlarının çağrıştırılabilmesi ile sınırlı değil. Neden daha çok, onların yerine, “avcı ve toplayıcı topluluklar” ve “besin üretici topluluklar” olarak, onların (kültürel değil) sosyoekonomik içeriklerini yansıtan kavramların yeğlenmesi… Öte yandan, Morgan’ın “yabanıl” ve “barbar” dediği toplulukları bir de aşağı, orta, yüksek biçiminde derecelendirmesi, birçok toplumda örtüşemeyecek denli kesin ve ayrıntılı olması da bir sorundu… Son olarak, Morgan’ın “topluluk” ile “toplum” ayrımını yapmaması, terminolojisinin bırakılışının nedenleri arasında sayılabilir.” (Bu eleştiriler, dolayısıyla “aşılma durumları”, aslında Engels’e yöneliktir! Dikkat!)
Şenel, 140. sayfada “matriarşi-patriarşi kavgası” bölümünde ise direkt Engels’in ve dolayısıyla klasik marksist anlayışın eleştirisini yapıyor. Zira Engels bu konuda “analık hukuku” adı altında kadınların toplumda yüksek bir konumda olduğunu ve komünist ev idaresinin kadınların egemenliğinin maddi temeli olduğunu söylüyordu. Yani matriarşiye (anaların yönetimine) atıfta bulunuyordu! İşte tam da bu görüşleri eleştiren Şenel, şunları söylüyor: “İnsanlığın ilk geçim biçimini ve ilk yaşayış biçimini oluşturan avcılık ve toplayıcılık döneminde, kadın-erkek kültürlerinin farklılaşması ne matriarşiye (anaların yönetimine) ne de patriarşiye (babaların yönetine) varmıştır. Çünkü ilkel topluluk yöneten-yönetilen farklılaşmasına (bile) uğramamıştır. Daha çok marksist ve feminist yazında karşılaşan bir sav var: “İlkel komünal toplum” döneminde toplumun kadınlarca yönetildiği savı. Bu sav, başka tasaların ve eksik bilgilerin ürünüdür… Anasoyçizgili olmak, zorunlu olarak anaerkinin de bulunacağı anlamına gelmez.”
Sayfa 141’de ise konuya şu açıklığı getirir Şenel: “İlkel topluluğu analar da, babalar da yönetmediğine göre kim yönetiyordu? Hiç kimse! O zaman işler nasıl yönetiliyordu? Yönetilmiyordu, işler birlikte ‘yürütülüyordu’”
İlkel topluluğun yaşam pratiğini anlamamız adına ise Şenel, “geleneğin zorbalığı” bölümünde şu çok önemli bilgileri verir: “…İlkel topluluğun insanının istediğini yapıp istemediğini yapmayacağı “özgürlük” içinde yaşadığı sanılmamalı. Yapılacak şeylerle yapılmayacak şeyler, bir ilkel topluluğun insan-insan, insan-doğa ilişkilerinde kuşaklar boyu deneyiminden süzülüp çıkarılarak geleneklere bağlanmıştı. Bu bakımdan ilkel topluluğu, kişilerin değil, geleneklerin “yönettiği” söylenebilir. Daha doğrusu ilkel topluluğun geleneklerle “yürütüldüğü” söylenmelidir.” Her şeye rağmen Şenel, eğilimin bu dönemde de “erkek kültürü” olduğunu ise şu sözlerle belirtir (Sayfa 143): “İlkel toplulukta yaşlı erkekler kadar yaşlı kadınlara da saygı gösterilmiş olmalı. Ama buyrukları yerine getirilenler hep erkekler arasından çıkacaktır. Av önderliği rolü erkeklerde buyurma, eşgüdüm sağlama, istenen sonuçlara gerekli görüldüğünde güç, şiddet kullanarak ulaşma gibi alışkanlıklar kazandıracaktır. Bu alışkanlıklarla kazanılan deneyim ve bilgi birikimi, kuşaktan kuşağa aktarılan “erkek kültürü” oluşturacaktır. Ve bu alışkanlık ilerilerde “erkek yönetimi” çeşitlerini doğuracaktır.”
Şimdi buraya kadar anlatılanlara göre, çok daha temel bir mesele olan “devletin kökeni/oluşumu” sorununa gelelim. Burada, bilindiği gibi klasik marksist bakış açısı, devletlerin işleyişinde olduğu gibi, oluşumunda da asıl olan “sınıf çatışmasıdır” der. Zira söz konusu kitapta Engels bu konuya şöyle açıklık getirir: “Kan bağı üzerine kurulmuş eski toplum (yerini) yeni yeni gelişmiş sınıfların çatışması sonucu değişir.” (Sa:12)
Şenel’in bu anlayışa söylediklerini ise kendi eserinde sayfa 334’te şu şekilde görürüz: “Görüldüğü gibi, kan bağına (akrabalık ilişkilerine) dayanan ilkel topluluktan uygar topluma geçiş, Engels’e göre, toplumun iç dinamiklerinin gelişmesiyle gerçekleşebilmektedir. Dolayısıyla, ‘uygarlığın ve devletin sınıf çatışması kuramı’ (Oppenheimer’ın benimsediğim fetih kuramına bu noktada zıtlığına bakarak), Engels ve öteki tarihsel materyalistler öyle nitelemeseler de, “iç gelişme” kuramları arasında sınıflandırılabilir. Oppenheimer’ın kuramı ise “dış gelişme” denebilecek sınıfa sokulabilir.”
Franz Oppenheimer ve ‘Fetih Kuramı’ (A. Şenel’in Savunduğu Görüş)
İşte bu andan itibaren Şenel, Oppenheimer’a dayandırdığı kendi anlayışını; “Oppenheimer’ın ‘Fetih’ Kuramını” başlığında (sayfa 334’te) açıklamaya koyulur: “Franz Oppenheimer (1864-1948), Almanya’da yoksulların sağlık sorunlarına adadığı doktorluk mesleğini sürdürmekteydi. Onların sorunlarının kökenine inebilmek için toplumbilim çalışmalarına yöneldi. 1922-35 yılları arasında basılacak ‘Sosyoloji Sistemi’ kitabının “devlet” konusunu ise 1909’da “Devlet” adı ile yayımlattı. İşte bu yapıt, onun “devletin fetih kuramı” olarak bilinen görüşlerini sunduğu kaynaktır.” Bu kaynağa göre devlet oluşumu tabii ki Sümerlerdeki şekliyle ortaya çıkmıştır ve temelde bu durum incelenmelidir. Buna göre Şenel, konuyu kitabının Neolitik Devrim (tarım devrimi) bölümünün sonlarında, yani Sümerlerde devlet oluşumunun arifesinde anlatır!
“Topluluklar Arası Farklılaşma” bölümünde ise Şenel, şu önemli saptamayı yapar: “Avcı ve toplayıcı (eski) asalak topluluklar ile onların yanında besin üretici toplulukların doğuşu, toplumsal farklılaşmanın ilk görünümüdür. Ve farklılaşma, kararlı bir eşitlikçi yapıya sahip ilkel toplulukların içinde değil, topluluklar arasında başlamıştır. Onu, gene topluluklar arasında olmak üzere bitkisel besin üreticisi yerleşik çiftçi topluluklar ile hayvansal besin üreticisi göçebe çoban topluluklarının farklılaşması izleyecektir (ikinci farklılaşma!).”
Bu ikinci farklılaşmada, özelde de göçebe çoban toplulukları ile birlikte, insanlık tarihindeki şu önemli değişikliklere vurgu yapar Şenel: “Bunlardan birincisi hayvansal besin üretiminde başrolü erkeklerin üstlenmesidir. İkincisi, göçebe çobanlığın “savaşçı” bir yaşayış biçimine yol açabilmesidir. Çünkü göçebe yaşayış biçimi, her an sefer durumunda bir ordunun yaşayışına benzer. Erkek kültürünün egemenliği ve savaşçılık erdemi(!) göçebe çoban topluluklarının yaşayış biçiminin yapısal özelliğini oluşturur. Üçüncüsü, göçebe yaşayış biçiminin, ekonomik bakımdan (yerleşik çiftçi yaşayış biçiminin tersine) kendine yeterli olmamasıdır.”
Bu açıklamanın üzerine, sonu “devlete” varacak olan, bu iki topluluğun (çiftçiler ve çobanların) ilişkisine eğilir Şenel. Ona göre kendine yetmeyen göçebe çoban (aşiret) toplulukları, kendine yeterli yerleşik çiftçi (köy) topluluklarına saldırmak zorunda kalacaktı. Yani “barışçı alışveriş ilişkilerinin önü tıkalı idi”. Bunun üzerine göçebe toplulukları öncelikle, çiftçilere yönelik “talan” aşamasına koyulacak, ardından talanın sonucunda çiftçilerin bir daha hiç besin üretemediğini görünce (yani bir dahaki sefere talan edilecek bir şey kalmayacağını görünce), bundan sonra talan yerine “yağma” işlemine koyulacaklarını belirtir. Daha sonra ise –yavaş yavaş olmak üzere tabii ki– yağma yerine “haraç” almaya başlayacak çoban topluluklarının, bir sonraki ve son aşamada “vergi” alarak “fetih ve çöreklenmeyi” son aşamasına taşıyacaklarını anlatır. İşte bundan sonra, yani “eşitsizlikçi bütünleşme” sonucunda, katmanlı/sınıflı topluma varılacağını belirtir! (Dikkat, devlet, “sınıf savaşımı” ile değil, “eşitsizlikçi bütünleşme” sonucunda oluşuyor!) Bunun için ise şu son vurguyu yapar: “Ancak böyle bir sürecin devletli, uygar topluma götürebilmesi için bir etmen daha gereklidir: Toplumsal artı aktarımının büyük toplumsal birimler arasında, büyük çaplı olması!”
İşte Şenel, bu sınıflı topluma geçme durumunu dünya tarihinde ilk kez Sümerlerde görüldüğünün altını çizer. Sümerlerde, yukarıda anlatılan bağlamda “fetih” kuramını ise Sümer dilinden açıklaması özellikle çok ilginçtir: “Aşağı Mezopotamya topluluklarının dillerinin Sami kökenli olmasına karşılık Sümercenin bir Sami dili olmaması anlamlıdır. Gerçekten, dil bilginleri Sümerceyi bilinen hiçbir eski dil ailesi içine sokamamaktadırlar. Bu durum, Sümerlerin yöre halkından olmayıp dışarıdan geldiklerini gösterir. Dolayısıyla bir fethin ve onu izleyen katmanlaşmanın ipuçlarından birini verir.” (Sayfa 359) Sümer’deki şehirlerin arkeolojik kazı çalışmalarından ve daha pek çok yoldan, kuramını anlatmaya çalışan Şenel, sonuç olarak şunu demektedir: “Göçebe çoban topluluğun, yerleşik köylü topluluğu fethedip boyun eğdirmesinin amacı onu ekonomik bakımdan sömürmektir. Örgütlenme yetenekleriyle vurucu güçlerini bir araya getiren hareketli çoban topluluklar, hareketsiz köylü topluluklarını yenilgiye uğratmakta zorlanmazlar. Onlara kolaylıkla boyun eğdirebilirler. Yenilen tarımcı köylüler ise, tarlalarını bırakamayıp, boyun eğmeye katlanabilirler. Fatihlerine haraç ödemeyi kabul edebilirler. Böyle bir haracı elde etme yolunda gerek duyulan örgüt ise ‘devlet’ olacaktır” (Sa:335)
Alaeddin Şenel Marksizm’e Karşı mıdır?
Deminden beri anlattıklarımızdan sanki Şenel’in Marksizm’e karşı olduğu düşünebilir. Baksanıza, Engels’in “sınıf çatışması” kuramına karşı çıkmaktadır! Ama durum tam olarak böyle değildir. Bir kere, Şenel, sadece ilk devletin oluşumunda sınıf savaşımının olmadığını, çünkü o dönemde sınıfların (katmanlaşmanın) oluşmadığını belirtiyor! Kendisine göre, bu sınıflı toplumun oluşumu (devletin oluşumu) durumu, ancak “fetih kuramı” ile açıklanmaktadır. Ancak ilk devletin oluşumuyla birlikte sınıfların oluştuğunu, buna bağlı olarak da “sınıf savaşının” başlayıp sürdüğünü, kitabının hemen her sayfasında belirtir.
Zira Sümerlerde devlet oluşumunu anlattığı yukarıdaki bölümün hemen ardından, sayfa 367’de “Ve İşte Uygarlık!” bölümünde, şunları belirtir: “Az çok aynı olguyu farklı yönleriyle yansıtan kavramlarla “kentli yaşayış biçimi”, “sınıflı toplum”, “uygarlık” Sümer’de böyle doğmuş olmalı… Burada, ilkel topluluktan uygar topluma geçişin “dış itici güçler” ile başladığını gördük. İç itici dinamiklerle kurumlaşıp yerleşmesini izledik. Uygarlık böylece bir kez devinime geçirildikten sonra, gelişmesini günümüze dek hızlanarak sürdürecektir. Uygarlık tekerleğinin dönmesini sağlayan bu güç: “toplumsal artı aktarımı” dışında ne olabilir ki?”
Tüm bu anlatılanlardan sonra şimdi, şu vurguyu yapmak hakkımdır diye düşünüyorum: Engels’in söz konusu kitabını Şenel’in kitabı ile karşılaştırırsak şunu görürüz: Engels’in kitabı hem eksik, hem de dili ağırdır. Dolayısıyla günümüzde sadece özel araştırmacılar tarafından incelenmelidir. Ancak genel okuyucu için ya da eğitim çalışmalarında, bence, A. Şenel’in kitabı ele alınmalıdır. Çünkü Şenel’in açıklamaları gerçeğe daha yakındır ve son derece ağır konuları gayet sade ve akıcı bir dille anlatmıştır. Yani dili bakımından da örnektir! Ya sizce? Tartışmak dileğiyle…
Haziran 2020 / Serhat Emek