“Adalet sağlanmadan bu dava(lar) bitmeyecek!”
Kapitalist devletler ihtiyaç duyduklarında emekçi muhalefeti parçalamak, çeşitli kesimleri birbirine düşürerek kendisine yönelen, yönelebilecek muhalefeti zayıf düşürmek ya da toplumun bir kesiminin desteğini sağlamak için milliyetçiliği/ırkçılığı körükleyerek toplumun bir kesimini diğer kesim(ler)ine düşman hâline getirir. Bu ve benzeri şeyleri gerçekleştirmek için kapitalist devlet gerek “yasal” güçleri gerekse denetiminde/desteğinde oluşturduğu gizli gruplar/çeteler üzerinden provokasyonlara, katliamlara, siyasi cinayetlere başvurur.
Bu, sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil, tüm kapitalist devletler için geçerli bir durumdur.
Her kapitalist devlet kirlidir, katildir!
Her kapitalist devlet hizmet ettiği kapitalist sınıfın çıkarlarını korumak için her türlü provokasyonu, cinayeti, katliamı gerçekleştirmekten çekinmez; emekçiler cephesini parçalayabilecek ideolojik yaklaşımların toplum içinde serpilip gelişmesinde bir sakınca görmez. Tam tersine eğer kullanışlı ve getirisi olan araçlar ise bizzat kendisi bu araçların gelişmesine destek olur.
Dincilik, milliyetçilik, ırkçılık, bu bağlamda en fazla kullanılan ideolojik araçlardandır. Türkiye’de dinin, mezhep farklılıklarının kullanılarak toplumun ayrıştırılması bunun bildiğimiz bir örneğidir. Sivas, Maraş, Çorum, Madımak katliamları bu tür provokasyonların en bilinenleridir ve etkileri yıkıcı olmuştur. Yine Ermeniler ve Kürtler başta olmak üzere, Türk olmayan ulus ve azınlık milliyetlere yönelik ırkçı/milliyetçi saldırıların sistemli bir şekilde devlet politikası olarak uygulandığı bir ülke, üzerinde yaşadığımız ülkedir.
Suriyeli göçmenlere karşı yoğunlaşan milliyetçi/ırkçı saldırılar, Alevilere yönelik provokasyonlar bu temelde ortaya çıkan güncel örneklerdendir.
Bu toplumsal provokasyonların yanında siyasal cinayetler de kapitalist devletlerin uygulamaları arasındadır. Bunun ülkemizde birçok örneği vardır. Gözaltında kaybolanlardan işkencelerde yok etmeye, “Emniyet” binalarının üst katlarından insanları aşağıya atıp öldürdükten sonra “İntihar etti!” yalanıyla cinayetlerin üzerinin kapatıldığına, kimi gazetecilerin, bilim insanlarının, siyasetçilerin devletle ilintili tetikçiler tarafından katledildiğine, bombalandığına tanık olunan bir ülkede yaşıyoruz.
Son yıllarda yaşanan Hrant Dink, Tahir Elçi cinayetleri devlet bağlantılı siyasal cinayetlerden ikisidir. Her iki kurban da katledilmeden önce medya üzerinden yürütülen milliyetçi kışkırtmalar sonrasında “hedef” hâline getirilmişlerdir. Her iki cinayet sonrasında devletin katil(ler)in ve onların arkasındaki güçlerin ortaya çıkarılması konusunda takındığı tavır noktasında benzerlikler taşımaktadırlar.
13 YIL HRANT YOK, 13 YIL ADALET YOK!
“Ey, gök ve yeryüzü… Ey, dağlar ve denizler… Kalkın, tanıklık edin. Bu topraklarda dökülen kanlara siz tanıklık edin. Çünkü insanlar sustu, susturuldu. Öldü, öldürüldü. Yas tutabilecek güç bile bitti. Akıllar durdu, akıllılar yok edildi.” diyordu Rakel Dink, eşinin katledilişinin 10. yılında yapılan anmada yaptığı konuşmada.
Hrant Dink 19 Ocak 2007’de katledildi.
O gün dostumuz, yoldaşımız, “ahpariğimiz” Hrant Dink’in faşist kurşunlarla aramızdan çekilip alındığı gündür. Hrant Dink, kendi sözleriyle, “yaşadığı cehennemi cennete çevirmeyi hedefleyen” bir yoldaşımızdı.
O, işçilerin, emekçilerin millet/milliyet, din/ırk temelinde ayrıştırılmasını en büyük kötülük olarak gören bir devrimciydi; milliyetçilik, dincilik temelinde birbirlerine karşı kışkırtılan, kırdırılan halkların kardeşliğini savunan bir devrimciydi.
O, Ermeni ulusuna mensup olduğu için, Türkiye’de Ermeni nüfusun yok edildiğini söylediği için, halkların birbirlerinin acılarını paylaşarak birlikte yaşamasını savunduğu için, devletin ve halkların sorumluluklarına sahip çıkmasını savunduğu için, susmadığı için, kaçmadığı için; yasalarla ve ölüm tehditleriyle dilini, kalemini susturmaya çalışanlara karşı direndiği için katledildi.
O, Ermeni ulusuna mensup olduğu için, Ermenilere soykırım yapıldığını söylediği için, susmadığı için, kaçmadığı için; yasalarla dilini, kalemini susturmaya çalışanlara karşı direndiği için katledildi.
Hrant Dink’in katli sadece kandırılmış/kışkırtılmış bir tetikçinin tetiği çekmesi basitliğinden öte bir cinayettir. Resmî devlet görevlilerinin, kışkırtıcıların, medyanın, ırkçı katillerin el birliğiyle hazırlanan ve gerçekleştirilen bir cinayettir Hrant Dink cinayeti. Onlar bir yandan Hrant’ın katledilmesinin ortamını hazırladılar. Bir yandan medyaları üzerinden Hrant’ı “düşmanlaştırırken”, bir yandan birileri katilleri yetiştirdi; bir cinayeti adım adım planlayıp hazırladılar. Gündüz gözü, İstanbul’un en işlek caddelerinden birisinde; birileri işlenen cinayete göz yumdu, birileri arka çıktı, birileri delilleri kararttı, birileri suçluları korudu.
Onlara göre Hrant’ın öldürülmesinden iki gün sonra, Samsun’da yakalanan cinayetin tetikçisi Ogün Samast “el üstünde” tutuldu, kameralar karşısında Türk bayrağı önünde devletin kolluk güçleri katille poz verdiler, katil “kahraman” ilan edildi nerdeyse! Hrant’ın katledilmesinin ardından İstanbul Valisi “basit bir olay”, Emniyet Müdürü “örgüt bağlantısı yok, milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet” açıklamasını yaparak Hrant’ın katledilişini vaka-ı adiye olarak göstermeye çalıştı.
Hrant Dink’in katledilmesinin ardından açılan dava ise tam bir “müsamere” gibidir. Hrant davasında deliller karartılmış, tetikçinin arkasında duranların açığa çıkmaması için her yol denenmiştir. Devletin cinayetteki sorumluluğu gözlerden gizlenmeye çalışılmıştır, çalışılmaktadır. Kimi devlet görevlilerinin kamuoyu ve ailenin baskısı sonucu kısmen de olsa davaya dâhil edilmesi Hrant Dink cinayetinin organize bir devlet cinayeti olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Öyle ki, devlet görevlilerinin yargılandığı duruşmalarda, sanıkların birbirlerini suçlamaları, aleni olan kimi gerçekleri “bilmiyorum, haberim yoktu, hatırlamıyorum” şeklinde geçiştirmeleri dikkat çekicidir.
Yine devlet görevlilerinin yargılandığı duruşmalarda, Hrant’ın katledilmesine giden süreçte, belgelerin gizlendiği, katillerin korunduğu, teşvik edildiği ortaya çıktı. Ortaya çıkan tüm bilgi ve belgelere rağmen tetikçilerin arkasındaki örgüt henüz “ortaya çıkarılmış” değil!
Evet, Hrant Dink cinayeti davası 13. yılında da adaleti bekliyor.
Bu yazının yazıldığı günlerde Hrant Dink davasının 100. duruşması görülüyordu. Aradan geçen 13 yılda, olaya sayfalarında yer vermeye çalışan soldaki duyarlı gazeteler halen toplanmakta olan delillerden, henüz dinlenmemiş tanıkların varlığından bahsediyor. Burjuva basının büyük kesimi için artık sıradan bir “haber özelliği” bile taşımıyor olacak ki, Hrant’ın katledilişine, davanın seyrine ilişkin fazla bir şey yazmıyorlar. Yazılanlar da herhangi bir vaka-i adiye haberi olarak ya da devleti aklamak için yazılıyor.
Hrant katledildiğinden bu yana, Hrant’ın ailesi, arkadaşları, dostları, yoldaşları, devrimci demokrat basın yayın organları mahkeme kapılarının önündeki basın açıklamalarında, yayın organlarında takındıkları tavırlarla “müsamereyi bırakın, asıl sorumluları yargılayın!” diye haykırdılar; tetikçinin arkasındaki örgütün açığa çıkarılmasını talep ettiler, ediyorlar.
Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in cinayetin 10. yılında dediği gibi “Hedefe koyanlar, tehdit edenler, ‘Hrant, öfkemizin hedefisin’ diyenler, Genelkurmay’dan bildiri yayınlayanlar ne zaman adalet önüne çıkarılacak?”
On…
On bir…
On iki…
Aradan on üç yıl geçti…
Ama aradan geçen 13 yıllık yargılama sürecinde katilin, azmettirenlerin, cinayette devletin, devletin gizli servislerinin payı, yönlendirmesi tetikçinin arkasındaki örgüt(ler) açığa çıkmadı, çıkarılmadı.
Tahir Elçi cinayetinin faillerinin ortaya çıkarılmadığı gibi…
ELÇİ DAVASI KARANLIĞA HAVALE EDİLİYOR
“Kasım ayı, mevsim sonbahar… Avucumuz boş, elimiz yüreğimizde… Getiremedik bu sokağa adaleti. Uyuyan adalet serzeniş olur, damlar avuçlarımıza. Sen gittin, hanemizde acıdan başka ne kaldı? Savaş kuruttu gözümüzdeki denizleri, kumunda ölülerden başka ne kaldı? Sen gittin, zamansız ölümler çoğaldı. Yalnızlığımızın kuytusuna saklandık. Gel kurtar bizi bu haksızlıktan. Sen geldin, sen geldin bu sokağa. Yüreğini eline alarak geldin, yalnız geldin. Ölümleri durdurmak için çoğalarak nerelere gittin? Kap kapa taşlı kapına geldik. Aydınlığından bizim karanlığımıza seslen. Bize yaşamın kutsallığından söz et. Hakkın, hukukun, özgür düşüncenin yüceliğini, işkencenin insanlık suçu olduğunu yıllarca haykırdığın gibi yeniden haykır. İnsanlar arasında ırk, dil, din ayırımı yapmadan, herkes için adalet ve eşit yaşam koşulları talep etmenin nasıl bir erdem olduğunu savaş severlere, bu topraklarda savaş istememenin ulviyetini, bu maşhum mahalde sanık aramayanlara masum duruşunla bir kez daha hatırlat. Barış isteyen bir adama arkadan vurmanın alçaklık olduğunu haykır. Belki biter bu sabahsız gece. Belki zulüm susar, kan susar, belki kaderimiz beklenmedik düzlüklere çıkar.” diyordu Türkan Elçi, eşinin katledilişinin 4. yılında, eşinin katledildiği yer olan Dört Ayaklı Minare’nin önünde.
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi 28 Kasım 2015 tarihinde, Diyarbakır Sur’da, Dört Ayaklı Minare önünde basın açıklaması yaptığı sırada katledildi.
Katili aradan geçen süre içinde ortaya çıkarılamadı. Oysa devletin yetkilileri katil ya da katillerin ortaya çıkarılacağı sözü veriyorlardı cinayetin ardından yaptıkları açıklamalarda.
Ancak “verilen sözler” yerine getirilmedi.
Tahir Elçi’nin katledilmesinin üzerinden geçen dördüncü yılında davayla ilgili herhangi bir gelişme sağlanmış değil. T24 yazarlarından Gökçer Tahincioğlu konuyla ilgili yaptığı bir derlemede diğer şeylerin yanında şu noktalara dikkat çekiyordu:
“*Cinayet öncesinde inanılmaz olaylar yaşandı. Diyarbakır gibi devletin sürekli teyakkuzda olduğu bir kentte bunca ‘ihmalin’ bir araya gelebilmesi ve bununla ilgili hiçbir yaptırım uygulanmaması da anlaşılmazdı. Elçi cinayetinden hemen bir gün önce polise saldırı düzenleyen 2 YDG-H’linin bindiği taksiyi polis durdurdu. Taksidekiler kendilerini durduran iki polisi öldürerek basın açıklaması yapılan sokağa girdi ve burada çıkan çatışmada Elçi öldürüldü. Avukatların çabası ve alınan ifadeler, o taksinin zaten takipte olduğunu, Balıkçılarbaşı gibi kentin en yoğun bölgelerinden birine gelene kadar trafik yoğunluğu gerekçesiyle müdahale edilmediğini, trafiğin kesilerek müdahale yolunun seçilmediğini açığa çıkarttı.
*Elçi ise tüm bunlar yaşanırken, operasyonlarda ve çatışmalarda zarar gören Dört Ayaklı Minare’nin ve kültürel mirasın korunması konusunda basın açıklaması yapıyordu. İddiaya göre, bölgedeki onlarca kamera, Elçi’yi vuran silahı kayda alamadı. Polislerin olaydan sonra verdiği ifadelerin özü de aynıydı: “Ben ateş etmedim, başka ateş edeni de görmedim.”
*Olaydan sonra ilk keşif, aynı gün saat 15.00’te gerçekleştirildi ama yarım kaldı. İkinci ve kapsamlı keşif olaydan tam 110 gün sonra yapıldı.
*17 Mart 2016’daki yapılan bu keşiften sonra bilirkişi raporu ise sadece iki günde yazıldı. Rrapor yazılırken, tıbbi belgeler, otopsi bulguları, fotoğraf ve videolar dosyada yoktu, hepsi Adli Tıp’ta bekliyordu.
*Eksik belgelere rağmen, raporda çok iddialı bir yorum yapıldı, dosya kapatılmak istendi: “Ölümüne neden olan atışın, hangi silahtan, hangi açıyla, kişinin hangi vücut pozisyonuyla gerçekleştiğinin tıbben ve fiziken bilinemeyeceği…”
*Bu arada bazı görüntülerin kayıp olduğu da anlaşıldı. Yenikapı Sokak’ta yer alan PTT Şubesi’nin 5 nolu güvenlik kamerası kayıtlarında olay günü saat 11.34 ile 11.51 saatleri arasında 17 dakikalık bir kesintinin olduğu saptandı. Foto Film Şube Personeli’nce çekilen görüntü kayıtlarında yaklaşık 13 saniyelik bir kesintinin olduğu da tespit edildi. Bu görüntülerle ilgili suç duyurusunda bulunuldu ama sonuç elde edilmedi.” (Gökçer Tahincioğlu, t24.com.tr isimli internet haber sitesi, 27 Kasım 2019)
Tahir Elçi cinayetinin karanlık noktaları sadece bunlar değil. Başka noktalar da var açıklığa kavuşturulmayan.
Örneğin; 2016’da Diyarbakır Barosu, Londra Üniversitesi Adli Mimarlık Bölümü’nden mevcut deliller üzerine teknik bir çalışma yapılmasını talep etti. Baronun ilettiği verileri inceleyen kurum, bilimsel bir rapor hazırladı. Raporda, Elçi yönüne seri şekilde ateş açan 3 polis memuru bulunduğu ve öldürücü atışı yapan tam olarak belirlenemese de 2 polis memurunun kuvvetli suç şüphesi altında olduğu tespit edildi. Diyarbakır Barosu söz konusu raporu Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına sunarak Elçi yönünde ateş ettiği tespit edilen 3 polis memurunun derhal ifadeye çağrılması ve şüpheli sıfatıyla ifadelerinin alınması ve sorgu hâkimliğine sevk edilip tutuklanmasını talep etti. Ancak savcılık aradan geçen sürede herhangi bir işlem yapmadı..
Bırakalım katil ya da katillerin bulunmasını, doğru dürüst delil bile toplama çabasına girişmemiştir devletin savcıları. Onların yapması gereken araştırma-soruşturma görevini Diyarbakır Barosu üzerlenip, “Tahir Elçi Cinayeti Soruşturma Komisyonu” adı altında bir komisyon oluşturarak fail ya da faillerin bulunması için çaba gösteriyor, “ilginç” bulgulara ulaşıyor ve ama bu arada devletin bir dizi engellemesiyle de karşılaşıyorlardı.
Örneğin; tüm görüntüleri izleyen, Adli Tıp’tan görüş alan İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu bir rapor hazırlamıştı. Raporun akıbetini soran avukatlara ve baroya bakanlıktan verilen bilgiye göre, rapor tamamlanmış, Diyarbakır Başsavcılığı’na ve ilgili mülki idareye gönderilmiş; ancak adli nitelik taşıması nedeniyle avukatlara verilemeyeceği söylenmiştir. Bakanlığın verdiği bu bilgiye rağmen savcılık ise ısrarla raporun dosyaya gönderilmediğini bildirmiştir. Diyarbakır Barosu ve avukatlar raporun akıbetinin hâlâ belirsiz olduğunu belirtmekteler.(Veriler aynı yazıdan)
Avukatlar raporun peşini bırakmadılar. İçişleri Bakanlığı’ndan rapor tekrar talep edilirse de sonuç alınmadı. Ama avukatlar başka bir dava dosyası üzerinden söz konusu raporun bir bölümünü elde ettiler. İçişleri Bakanlığı’nın tevdi raporunda da şüphelinin 3 polisten 1’i olduğu, Elçi’nin vurulduğu alandaki aracın çevresinde bulunan bir polis memurunun, silah seslerinin kesilmesinin hemen akabinde diğer polisler tarafından sokağın gerisine gönderildiği yazıyordu. Bu hususu şüpheli gören bakanlık, polis memurlarının kendi aralarındaki konuşmaların ses çözümünün yapılmasını talep etti. (“Tahir Elçi cinayeti 4 yıldır nasıl karanlıkta bırakılıyor?” başlıklı haberde Tahir Elçi Cinayeti Soruşturma Komisyonu Üyesi Avukat Gamze Yalçın’ın anlatımlarından, Evrensel, 27 Kasım 2019)
Avukatlar Tahir Elçi cinayetindeki sis perdesinin aralanması için çaba harcamalarına rağmen kendileri bilinçli engellemelerle karşılaştıklarını, dosyadaki tüm evrakların avukatlarla paylaşılmadığını belirtmişlerdir. Tahir Elçi Cinayeti Soruşturma Komisyonu Üyesi Avukat Gamze Yalçın, bu duruma ilişkin; “Resmi bir gizlilik kararı olmasa da savcılık makamı ve başsavcılık tarafından dosyaya uygulanan fiili bir gizlilik var.” görüşündedir. (Evrensel, 27 Kasım 2019)
Sonuç olarak aradan dört yıl geçti ama Tahir Elçi cinayetiyle ilgili yapılan soruşturmada, açılan davada bir ilerleme yok. Hrant Dink cinayeti gibi Tahir Elçi cinayeti de “adaletin” tozlu sayfalarında unutturulmak, üzeri kapatılmak istenmektedir.
Ama biz, emekçiler buna sessiz kalamayız. Katillerin ve onların arkasındaki güçlerin/devletin devrimcilere, ilericilere, yurtseverlere, devrimci ve komünistlere karşı saldırılarına, provokasyonlara, katliamlara karşı güçlü bir şekilde ses çıkarmalıyız.
Cinayetlerin, katliamların ardında olan, suçluları, suça teşvik edenleri kollayan, koruyan güçler, devletin derinliklerinde dolaşanlar konuşmadığı, gerçeği anlatmadıkları sürece gerçeklerin ortaya çıkacağı da yok.
Ama bilmemiz gereken bir şey var: Tüm kapitalist devletler ve onların karanlık güçlerinin çeşitli nedenlerle işlenen siyasi cinayetlerden haberlerinin olmaması bir yana, bu cinayetlerin bizzat planlayıcısı ve maşaları üzerinden uygulayıcısıdırlar.
Bugün bize düşen görev; komünistlere, devrimcilere, ilericilere, demokratlara uygulanan faili belli cinayetlerin, işkencede, gözaltında kayıpların, yargısız infazların, provokasyonların takipçisi olmak, devletin ve onun koruyup kolladığı cinayet şebekelerinin dağıtılması için örgütlenmek ve mücadele etmektir.
Bilmeliyiz ki, kapitalist devlet, tüm kurum ve kuruluşlarıyla yıkılmadan gerçek anlamda adalet yerini bulmayacaktır!
BURJUVA DEVLET İŞİN İÇİNDEYSE ADALET HİÇBİR YERDE YOK!
“Oğlumun acısına artık dayanacak gücüm kalmadı… Oğlumun yanına gidiyorum…”
21 Ekim 2019’da bu dünyadan göçen bir annenin, Rita Holland’ın sözleri bunlar.
Rita Holland, Almanya’nın Berlin kentinde bir Nazi tarafından katledilen Luke Holland’ın annesi. Oğlu Luke, Berlin’de avukatlık yapıyordu. 20 Eylül 2015 tarihinde Berlin-Neukölln’de “İngilizce konuştuğu” için bir Nazi olan Rolf Zielzinski tarafından öldürülmüştü.
- yüzyılda, dünyanın en ileri “demokrat” ülkelerinden birinde yaşanmıştı bu olay.
Yaygın ve ama yanlış bir kanıya göre ileri ülkelerde, örneğin Luke’nin katledildiği Almanya’da “adalet” çoğu zaman daha berrak bir şekilde “yerini bulurdu”.
Ama öyle olmadı…
Adalet sadece üzerinde yaşadığımız toprakların sorunu değil. Dünyanın en gelişmiş ülkelerden birinde, bizim gibi ülkelere göre burjuva demokrasisinin en gelişkin olduğu ülkelerden biri olan Almanya’da da “adalet”in öyle kolay “tecelli etmediği”, işin içinde devlet varsa, devletin beslediği, koruyup kolladığı ya da devletin işine gelen ideolojilerin taraftarları güçler işin içindeyse “adalet” denilen şey öyle kolay kolay “tecelli etmiyordu”.
Luke Holland cinayeti ırkçılık sonucu işlenen bir cinayetti. Katil Rolf Zielzinski ırkçı birisiydi. Evinde yapılan aramalarda Nazi videoları, çeşitli manipüle ve ateşli silahlar, mühimmat, vb. bulunmuştu. Aslında olması gereken, katile en üst cezanın, ömür boyu hapis cezası verilmesi gerekirdi.
Ama öyle olmadı.
Mahkeme, cinayetin ırkçılık nedeniyle işlenmediğine, katilin “alkol problemi” olduğuna ve “kontrol yeteneğinin bulunmadığına kanaat getirerek” on bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırdı.
Bu cinayet, Berlin’in Neuköln semtinde yaşanan ilk Nazi cinayeti değildi. Duruşma sırasında, Luke’nin ailesi bölgede daha önce de buna benzer ırkçı cinayetlerin işlendiğini, örneğin Burak Bektaş’ın benzer bir cinayete kurban gittiğini, eğer Burak Bektaş davası ciddi bir şekilde soruşturulmuş olsaydı, oğullarının hâlâ hayatta olacağını söylemişlerdi.
Burak Bektaş, 5 Nisan 2012’de Berlin-Neukölln‘de vurularak öldürülmüş, iki arkadaşı ağır yaralanmış, katil ya da katiller, arkalarındaki güçler ortaya çıkarılmamıştı.
Bu cinayetler yanında bir de devletin direkt işin içinde olduğu cinayetler zinciri var bu devletin sicilinde: NSU (“National Sozialist Untergrund” — “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü”) adında bir faşist çete hemen hepsi yabancı kökenli 10 kişiyi öldürmüş, iki bombalı saldırı ve 15 soygun düzenlemişlerdi. Beate Zschäpe, Uwe Böhnhardt, Uwe Mundlos bu örgütün üyeleriydi. Bunlardan Uwe Böhnhardt ve Uwe Mundlos resmi açıklamalara göre başarısız bir banka soygununun ardından intihar etmiş, bunun üzerine geriye kalan örgüt üyesi Zschäpe, intihar eden örgüt üyeleriyle birlikte yaşadığı Zwickau şehrindeki daireyi ateşe vermiş ve birkaç gün sonra da polise teslim olmuştu.
Münih Eyalet Mahkemesi’nde görülen ve beş yıl kadar süren dava sonunda dokuz göçmeni öldüren faşist NSU örgütünün hayattaki tek sanığı Beate Zschäpe’yi ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış, faşist terör hücresine destek veren diğer zanlılar savcılığın talep ettiğinden daha az cezalara çarptırmış ve dava kapanmıştı.
NSU davası sürecinde bir dizi gizli ilişki ortaya çıktı.
Örneğin NSU davası bittikten sonra Walter Lübcke isimli bir Hristiyan Demokrat Parti (CDU) yöneticilerinden birisi bir cinayete kurban gitti. Bu cinayetin faili de yakalanmadı. Ama NSU davasında, davanın içinde Anayasayı Koruma Örgütünün bir “eski çalışanı” olarak yeralan ve NSU cinayetlerinden haberdar olduğu belirtilen Andreas Temme isimli birisinin Nazilerle ilişkide olduğu Lübcke soruşturmasında bir kez daha gündeme geldi. Bu kişinin Lübcke’nin katil zanlısı olan “Küçük Adolf” lakaplı Stephan E. ile 2006 yılında “resmen ilgilendiği” ortaya çıkmıştı.
Anayasayı Koruma Örgütünün “eski çalışanı” Temme’nin karanlık ilişkileri bu cinayetle sınırlı değildi.
O’nun karanlık ilişkileri ve karıştığı bilinen ilk olayı 6 Nisan 2006’da Kassel şehrinde bir internet kafede işlenen bir cinayetle ilgiliydi. Daha sonra ortaya çıktığı üzere NSU cinayet zincirinin ilk halkalarından birisi olan bu cinayette 21 yaşındaki Halit Yozgat isimli “yabancı kökenli” bir genç öldürüldüğünde olay yerinde bulunanlardan birisi de “istihbarat elemanı” Temme idi.
Ortaya çıkan bilgilere göre Temme cinayet hakkında bilgi sahibiydi, hatta cinayeti işleyenin Temme olabileceği de dışlanacak bir olasılık değil.
Katledilen Halit Yozgat’ın babası İsmail Yozgat oğlunun 10. ölüm yıldönümü olan 6 Nisan 2016 tarihinde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Bir sene önce Münih Eyalet Mahkemesi’nde mahkeme başkanı Götzl ve heyete bizzat kendim, oğlumun öldürüldüğü İnternetcafé’yi gidip görmeleri için başvurdum. Gidip olay yerini görürlerse yapılan inceleme ve tatbikatların gerçeklikle hiçbir ilgisi olmadığını da görecekler. Ama aradan bir yıl geçti ve olay yerinde tetkik yapılmadı. Bunun mutlaka yapılması gerekiyor. Çünkü Temme yalan söylüyor. Temme ya oğlumu öldürdü ya da katili gördü. (…) Olay yerinde tetkik yapılmaz ve mahkeme heyeti Hessen Eyaleti Anayasayı Koruma Örgütü eski çalışanı Temme’nin verdiği ifadelere inanıp çelişkileri açıklığa kavuşturmazsa, dava sonunda verilecek karar bizim için hükümsüzdür. Kararı tanımayacağız. Tekrar ediyorum, hükümete bağlı Anayasayı Koruma Örgütü’nün çalışanı oğlumu ya öldürdü ya da katilleri gördü.” (Kaynak: www.nsu-tribunal.org)
Ama O bırakalım hakkında dava açılmayı ve ceza almayı ne polis araştırmasına tâbi tutuldu ne de mahkemeye çıkarıldı.
Koruyucu bir zırhı vardı Temme’nin.
“ADALET SAĞLANMADAN BU DAVA BİTMEZ!”
Almanya’da “adalet”i arayan sadece Yozgat Ailesi ve NSU cinayetlerinin mağduru aileler değildi.
Başka örnekler de vardı.
Örneğin Oury Jalloh’un gözaltında katledilmesi, bu cinayetle ilgili yapılan soruşturma ve mahkeme süreci Almanya’da da işlerin Türkiye’dekinden pek de farklı işlemediğini gösterdi, gösteriyor.
Bir Afrika ülkesi olan Sierra Leone’den Almanya’ya gelerek iltica başvurusunda bulunan bir göçmendi Oury Jalloh. Ancak Jalloh’un iltica talebi reddedildi, kendisine geçici oturum hakkı verildi ve geri gönderilmek için gözaltına alındı. Jalloh, 7 Ocak 2005 tarihinde gözaltında tutulduğu karakol hücresinde kolları ranzaya kelepçeli bir şekilde yanarak can verdi.
Polisin iddiası, Oury Jalloh’un kendisini yakarak intihar ettiği şeklindeydi. Tesadüf odur ki (!), yangının çıktığı anda polis hücresindeki mikrofon ve yangın alarmı da kapalıydı ve bu yüzden ne Jalloh’un çığlığı duyulmuştu ne de yangın alarmı çalışmıştı!
Oysa Oury Jalloh gözaltına alındığında üzeri aranmış, kendisi polislerce ranzaya bağlanmıştı. Yani Jalloh fiziki olarak herhangi bir şey yapacak durumda değildi! Kollarını kullanması, herhangi bir yerden “çakmak edinmesi” mümkün değildi. Bir başka deyişle “dışardan bir müdahale olmadan” Jalloh’un yanarak yaşamını yitirmesi mümkün değildi!
İşte o “dışarıdan müdahale” dava süresince Alman savcılığı ve davaya bakan mahkeme tarafından yok sayıldı, Oury Jalloh’un yakılarak katledildiğine dair ciddi deliller olmasına rağmen savcı ve mahkeme ısrarla Jalloh’un kendisini yaktığını iddia ederek katil polisleri akladı: Jalloh’un arkadaşlarının, çeşitli sığınmacı ve göçmen haklarını savunan örgütlerin ısrarlı mücadelesi sonucu polisler hakkında Dessau-Roßlau mahkemesinde dava açıldı. Ancak dava, 8 Aralık 2008’de beraat ile sonuçlandı.
Jalloh’un arkadaşları, kimi sığınmacı ve göçmen örgütlerinin çabalarıyla bu cinayetin üzerinin örtülmesi engellendi.
Söz konusu kurumlar bir yandan yaptıkları eylemle cinayeti kamuoyunun gündeminde tutarken diğer yandan da hukuki mücadeleyi sürdürdüler. Ellerinde olan belge ve bilgileri İngiltere’deki bağımsız bilirkişiye gönderdiler. Belgeleri inceleyen bilirkişi Jalloh’un tek başına kendini yakmış olamayacağı sonucuna vardı. Bilirkişinin hazırladığı rapor kamuoyuna açıklandı. Aynı zamanda polisler hakkındaki beraat kararına da itiraz edilerek dava bir üst mahkemeye taşındı. Üst mahkeme polislere verilen beraat kararını bozdu; dava bu sefer Magdeburg’daki eyalet mahkemesinde görüldü. Magdeburg eyalet mahkemesi Jalloh’un yakılarak katledildiği günün yıldönümü olan 7 Ocak 2010’da bir polis hakkındaki beraat kararını kaldırdı. Hakkında beraat kararı verilen ikinci polis için ise, mahkeme bu kararın kesinleştiğini belirterek, sadece bir polisi yargılamaya başladı.
12 Ocak 2011’de yeniden başlayan davayı 13 Aralık 2012’de sonuçlandıran Magdeburg eyalet mahkemesi, yargılanan polise günde 90 avro karşılığı 120 gün, toplam 10 bin 800 avro para cezası vererek, davayı kapatmaya karar verdi.
Bir polis merkezinde bir insanın yakılarak katledilmesini 10 bin 800 avro para cezasıyla kapatılmasını kabullenmeyen kurumlar mücadeleyi sürdürdü. Katledildiği Dessau kentinde her yıl ocak ayında düzenlenen eylemlerde polisin vahşice saldırılarına rağmen, adalet talep etmeye devam ettiler. Oluşan kamuoyu karşısında cinayet ve mahkeme sonucu Alman medyasında işlenmeye başlandı. Almanya’nın ciddi televizyon kanallarından ARD’de konuyla ilgili detaylı bir belgesel hazırlandı ve yayınlandı.
Oluşturulan kamuoyu sonucu, ilk yargılamanın beraatla sonuçlandığı Dessau-Rosslau’da savcılık 2014’te yeniden soruşturma başlattı. ARD, 2017’de yayınladığı Monitor programında Dessau savcılığının Jalloh’un kendi kendini yakmadığını kabul ettiğini belirtti. Ancak dava hemen bu savcıdan alınarak Halle kentindeki başka bir savcıya verildi. Halle savcılığı ise 2017 Ekim ayında olayın açıklığa kavuşturulmayacağı iddiasıyla davayı yeniden kapattı.
Ancak Oury Jalloh’un arkadaşlarının, sığınmacı ve göçmen örgütlerinin davanın kapatılmasına karşı adalet mücadelesi sürüyor.
Onlar; “Adalet sağlanmadan bu dava bitmeyecek!” diyorlar, sessizliğin ortasında Jalloh için ses oluyorlar! “Adalet” ararken sistemin, devletin adaletsizliğini toplumun gözlerinin önüne seriyorlar. Tıpkı Dink ailesi ve arkadaşları gibi, Tahir Elçi’nin ailesi ve dostları gibi, Burak Bektaş’ın, Luke’nin, NSU cinayetleriyle yaşamını yitirenlerin aileleri gibi.
Yeni bir dünya için mücadele yürüten bizler de devletin/devletlerin işkencehanelerde, gözaltılarında, hapishanelerde yaptıkları katliamlara, işledikleri cinayetlere ilişkin “adalet” talep ediyoruz!
Bizler de “Adalet sağlanmadan bu davalar bitmeyecek!” diyenlerdeniz!
Ama biz şunu da biliyoruz:
Burjuva sistemde devletler gerçek anlamda bir “adalet” sağlayamazlar. “Hukukun üstünlüğü”, “yargının bağımsızlığı” gibi laflar “adalet”, adına, “hukuk” adına göz boyamak için söylenen laflardır.
Bu sistem sürdüğü sürece, sermayenin çıkarlarını görev edinmiş devlet var olduğu sürece gerekli gördüğünde cinayetler işleyecek veya işletecek, katilleri koruyacak, provokasyonlar yaratmak isteyecek, halkları birbirine düşürmek için ırkçılığı, milliyetçiliği, dini kullanacak, halkları birbirine karşı kışkırtmak/kırdırmak için elinden gelen her şeyi yapacaktır.
Bunlara dur demek biz emekçilerin elindedir:
Devletin ve onların açık ya da gizli çetelerinin yeni provokasyonlar yaratmasını, cinayetler işlemesini engellemenin yolu bu cinayetlerin, provokasyonların, ırkçı-milliyetçi-dinci kışkırtmaların kaynağı olan kapitalist sistem ve onun devletinin devrim(ler)le ortadan kaldırılması gereklidir!
Gerçek anlamda “adaletin tecelli etmesi” için bu devletin yıkılmasının; kapitalist devletin kurduğu, koruyup beslediği her türlü çetelerin dağıtılmasının yolu devrimdir!
Bu hedef için örgütlen ve mücadeleye katıl!
2 Aralık 2019