Doğu Akdeniz’de son yıllarda yapılan hidrokarbon keşifleri sonrası gerek bölge devletleri, gerek emperyalist güçler gerekse bunların tümü arasındaki gerilim giderek artış gösterdi. Yeni ve yeniden ittifaklar/koalisyonlar oluşturuluyor ve bunların güç gösterisine sıklıkla rastlıyoruz. Tüm tarafların kendilerine göre çıkar hesapları var ve çıkar çatışmaları hep gündemde.
“Uluslararası hukuk düzeni”nden söz ediliyor sıklıkla ve taraflar buna dayandıklarını öne sürüyor.
Nedir bu dayanıldığı söylenen ‘Uluslararası Hukuk Düzeni’?
Bu, ortaya konduğu günün koşullarına, o günkü güç dengelerine göre oluşturulan ve esas olarak büyük emperyalist güçlerin damgasını taşıyan kurallar bütünüdür. Sözü edilen hukuk düzeni bir dizi farklı unsurdan oluşuyor. Ve taraflar bunlar içinden işlerine ne uygun geliyorsa onu öne çıkartarak kendi tezlerinde haklı olduklarını savunuyor. Yani tarafların her biri açısından duruma göre kıvırabilmenin, kendini haklı kılmanın hukuksal altyapısı mevcuttur.
Kıta sahanlığı kavramı 1945 yılında Truman bildirisi ile ortaya çıkmıştır. ABD, kıyılarının uzantısı olan denizlerde deniz altı ve üstündeki tüm kaynakların kendine ait olduğunu ilan etmiştir. 1958 yılında Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi ortaya konmuştur. 1969 yılında Uluslararası Adalet Divanı ise kıta sahanlığının doğal hak olduğunu onaylamıştır. 1982’deki Birleşmiş Milletler (BM) Deniz Hukuku Sözleşmesinde ise kıta sahanlığı 200 mil olarak tanımlanmıştır ama bazı istisnai ve esnek durumlara da değinilmiştir.
Aynı sözleşme ile Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) kavramı uluslararası hukuka dâhil edildi. MEB ile kıta sahanlığı olarak tespit edilmiş bölgede ekonomik açıdan bir dizi hak elde edilmiş olmaktadır. Bunun için bölgenin harita ve koordinatlarının BM’ye deklare edilmesi gerekir vb. Deniz Yetki Alanları kavramı ise daha geniş biçimde hem kıta sahanlığını hem de MEB’yi kapsamaktadır.
Akdeniz’de ve Ege denizinde olduğu gibi bir dizi kıyıdaş ülkenin yan yana bulunduğu, bunun yanında bir dizi adanın bulunduğu denizlerde iş karmaşıklaşmaya başlar. Ülkeler arasındaki mesafe uygun değilse 200 mil uygulamasını bırakalım 12 mil bile dert yaratır. Bir ülkenin yakınlarında başka bir ada devlet ya da başka devlete ait adalar varsa uygulamanın nasıl olacağı tartışmalı hâl alır.
1994 yılı Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Uygulama Antlaşması, Münhasır Ekonomik Bölge oluşturulmasına yönelik prosedürleri tam olarak belirlemediği için ilgili devletler, bu duruma benzer durumlarda uluslararası mahkemelerin daha önce aldığı kararları dayanak yapmaya çalışmaktadır.
Öte yandan kapitalist/emperyalist sistemde güç belirleyici konumdadır. Güçlünün hukuku her zaman belirleyici önemdedir. Bizzat hukuk kurallarını koymada başat konumda olan emperyalist devletlerin, işine gelmediği zaman bu kuralları çiğnediğine sıklıkla rastlarız. Bu nedenle burjuva devletler birbirlerini karşılıklı olarak rahatlıkla suçlayabilir durumdadırlar. Tümü benzer tavırlar içinde olduğundan birbirlerini “sen asıl kendi yaptığına bak” gibisinden suçlayıp kendi yaptıkları talan ve sömürüyü haklı çıkarmaya çalışır.
Bunları yaparken kullandıkları dil dikkat çekicidir; özenle çoğul dil kullanılır: Ülkenin, devletin çıkarları söz konusu edilir, sanki o ülke içindeki tüm bireylerin çıkarları ortakmış gibi “bizim çıkarlarımız” denir.
Dalaş kimlerin çıkarı uğruna yapılıyor?
Oysa söz konusu olan egemen sınıfın çıkarlarından başkası değildir. Kapitalist düzende ardında ekonomik çıkarların durduğu dalaşmalar, egemen sınıf burjuvazinin çıkarı uğruna yapılır. İşte bu gerçeğin üzerini örtmek ve alt sınıfları kendi peşine takabilmek için burjuvazi böyle bir dil geliştirmiş ve toplumda bu dilin kullanılması artık alışkınlığa dönüştürülüp doğal hâle getirilmiştir.
Kapitalist toplum, bireylerin az sayıda sömüren, toplumun büyük çoğunluğunun sömürülen olarak sınıflara bölündüğü bir sosyal yapıdır. Gelişmesi içinde toplumun sömürücü üst katmanları devamlı zenginleşip servetlerini arttırırken, sömürülen büyük çoğunluk yaşamını binbir zorlukla sürdürebilecek durumda kalır. Kapitalizm tarihi bunu açıkça tanıtlar. Sözüm ona ortak çıkarlar için dalaş, üst sınıflar için yeni servetler yaratırken, alttakiler için yıkım ve ölümden başka bir şey getirmemiştir.
Burjuvazi sürekli olarak, artık toplumun alt kesimlerinin de “zincirlerinden başka kaybedecek” (sözün sahibinin bunu ne anlamda söylediğini anlamaktan uzak biçimde) çok şeyi olduğu propagandasını yapar. Artık işçi sınıfı bile eskisi gibi değildir, çok daha fazla olanaklara sahiptir ve ülke zenginleştikçe daha da fazlasına sahip olacaktır. Anlatılan öykü budur.
Gerçekler başka türlüdür. Geçenlerde asgari ücret tartışması sırasında DİSK bir veri yayınladı. Kuzey Kürdistan-Türkiye kapitalizm tarihi açısından uzunca bir süre diyebileceğimiz 1978-2019 yılları arasında kişi başı gelirin artışı ve bundan asgari ücretin aldığı pay ile ilgili bir veri idi bu. 41 yılda artan kişi başı milli gelir karşısında asgari ücretin durumu şöyle konmuş: 1978 yılında asgari ücret kişi başı gelirin %3,4 üzerinde iken (biz de baktık ve %4,8 üzerinde bulduk), 2019 yılında %46 altında bir düzeydedir. Bu neyi gösterir? Asgari ücretin kişi başına milli gelire oranında ilerleme değil, gerileme söz konusudur. Kişi başı ortalama ulusal gelirin 1978-2019 arasındaki 31 yıllık dönemde (1.550 dolardan 9213 dolara) 6 kat artmış olması, öncelikle burjuvazinin (tabii kendi içindeki unsurlar arasında farklı bir biçimde olmak üzere) zenginleşmesi anlamına gelmektedir. Zenginlikten alınan pay bağlamında tartışıldığında, asgari ücretlinin payında gerileme söz konusudur!
Kapitalist sistemden beklenen olmuştur. Başka türlüsü mümkün değildir. Ve geçmişte nasıl olmuş ise gelecekte de farklı olmayacaktır.
Egemen sınıf temsilcilerinin iddiası ise farklı olacağı biçimindedir. Şimdi hidrokarbon dalaşı sürüyor. Öyle bir hava yaratılıyor ki, buradan ne kadar çok pay kapılırsa ülkenin her bireyi aynı şekilde kazançlı çıkacaktır. Bu nasıl olacak sorusuna somut yanıt beklendiğinde, son olarak Karadeniz’de yapılan keşif sonrası dendiği gibi, vatandaşların çok daha ucuza doğalgaza erişecekleri söyleniyor. Oysa kazanacak olanlar bu sahalara yatırım yapan ve yapacak olan yerli ve yabancı şirketlerdir. Hidrokarbon kaynaklarına sahip olma maliyeti düşecektir ama bunun vatandaşlara yansımasının garantisi nerede? Bunun hiçbir garantisi olmadığı gibi bugüne kadar gördüğümüz uygulamalar sonucun ancak şöyle olacağını gösterir: Bu alana yatırım yapan şirketler açısından daha kârlı bir iş sahası açılmış olacaktır (Meta ne denli ucuza mal edilebilirse burjuvazinin kâr oranı o oranda artar) ve görece ucuza gelen doğalgazdan devlet daha çok vergi alarak bütçeyi (burjuvazinin sınıf bütçesini) doğrultmaya çalışır.
Destek bekleyen sanayi görece düşük fiyatlı doğalgazla üretim yapıp uluslararası piyasalarda rekabet gücünü arttırabilir vb. (“Arap Baharı”nın yaşandığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın büyük hidrokarbon üretici ve dışsatımcı ülkelerindeki gelirin paylaşım görünümü bize aynı şeyi gösterir. Son 30 yılda, en düşük gelire sahip olan yüzde 20’lik kesim milli gelirden ortalama yüzde 5 pay alırken, en zengin yüzde 20 ise milli gelirin yaklaşık yüzde 75’ini almıştır. Ayaklanmaların ekonomik nedeni burada yatmaktadır).
Dalaştan olabildiğince fazla pay kapmak ve bunu koruyabilmek için ama burjuvazinin alt sınıflara gereksinimi vardır. Bu nedenle, sanki ortak çıkarları varmış gibi bu kesimler genel bir vatan, toprak, bayrak kavramları uğruna savaşmaya hazır durumda tutulur. Şimdilerde bir de uğruna savaşmaya, ölmeye değeceği iddia edilen bir “mavi vatan” kavramı ortaya çıkarıldı. Yazı içinde buna bakacağız.
Tüm olaylara, gelişmelere bakarken yukarıda kısaca değindiğimiz gerçeklerden yola çıkmalıyız. Böylece gerek gelişmelere bakışımız ve yaklaşımımız gerekse çıkartacağımız sonuçlar proletaryanın sınıf savaşımına yakışır bir tarzda olur.
Yazı içinde ülkelerden/devletlerden söz ettiğimizde kastettiğimizin bu ülkelerin egemen sınıfları olduğu açık olmalıdır.
Hidrokarbon kaynaklarının önemi ya da dalaşın ardındaki neden
Bir hidrokarbon türü olan petrolün varlığı, yeryüzüne kendiliğinden çıktığı bölgelerde eski çağlardan beri bilinmekle ve bir şekilde kullanılmakla birlikte önemi esas olarak rafine edilmeye ve işlenilerek değişik biçimlerde, değişik alanlarda kullanılmaya başlandığı son iki yüzyılda artmıştır. Bir hidrokarbon türü olan doğal gazın ilk üretimi de aynı tarihlere denk gelir. Sanayinin ve buna bağlı kentleşmenin artışıyla birlikte hem önemi hem de üretim miktarı artış göstermiştir. ABD ve Rusya hariç diğer kapitalist ülkelerde, özellikle de Avrupa’da üretim sahaları olmaması (geçtiğimiz yüzyıl başında Romanya’da üretim vardı)
Avrupa’nın emperyalist devletleri arasında, var olan ve olası kaynakların ele geçirilmeleri konusunda dalaşa neden olmuştur. Kaynak sahibi emperyalistler de dalaşın içindedir, zira daha fazla kaynağa sahip olmak ve rakipleri bundan mahrum bırakmak üstünlük açısından gereklidir.
Rakipler arasında üstün konuma gelmek ve bunu koruyabilmek ile enerji kaynakları arasında doğrudan bir bağ vardır. Gerek dünya savaşları gerekse bölgesel çatışmaların hemen tümünün temelinde doğrudan ya da dolaylı olarak enerji kaynaklarını garanti altına alma önemli rol oynar. Çünkü son iki yüzyıllık süreç içinde durum artan biçimde öyle bir hâl almıştır ki, var olduğu biçimiyle yaşam bu kaynaklar olmadan sürdürülemez biçime gelmiştir.
Enerjisiz bir ekonomi ve yaşam düşünülemez. Petrol ve doğalgaz, dünya enerji sektöründe en büyük paya sahiptir. 2018 verilerine göre dünya enerji tüketiminin %32’si petrol ve %22,2’si doğalgaz ile yapılmaktadır. (1) Dünya enerji tüketimi sürekli artmaktadır. Enerji tüketiminde petrolün payı azalırken, doğal gazın payı artma eğilimindedir. (2)
2019’da Küresel petrol tüketimi 5 milyar 705 milyon tondu. (3) Doğal gaz tüketimi ise 3,93 (4) trilyon metreküpe ulaştı.
Salt elektrik enerjisi üretimi konu edildiğinde petrolün payı yaklaşık % 3 ve doğalgazın payı % 23 düzeyindedir ve buradaki payın artma eğiliminde olduğu öngörülmektedir.
Ekonomiden, sanayiden söz edildiğinde iş enerji ile bitmiyor, petrole dayalı bir dizi üretim alanı bulunuyor. Petrol ve doğalgaz türevi ürünler dünya ekonomisi içinde ikinci büyüklüğe sahiptir.
Kullanım noktasına gidene kadar da arama, sondaj, üretim, değişik yollarla taşıma, depolama, rafinaj, dağıtım ve pazarlama gibi bir dizi farklı faaliyet alanı bulunmaktadır. Tüm bu alanlarda da irili ufaklı şirket faaliyet göstermektedir. Doğal olarak tüm bu alanlarda da kıyasıya rekabet söz konusudur.
Petrol ve doğalgaz yatakları yerküreye dengesiz bir biçimde dağılmıştır. Bu hammaddeleri kullanan devletlerin her biri kendi gereksinimine yetecek kaynağa sahip değildir. Dolayısıyla eksiklik dışalımla karşılanmak zorundadır. Kaynakların dengesiz dağılımı ve onlara sahip olmadaki dengesizlik çelişkilerin ana nedenini oluşturmuştur. Özellikle büyük emperyalist devletler (ama küçükler de kendi çaplarında işin içine katılarak) bu durumu kendi avantajlarına dönüştürme çabası içindedirler. Tabii her ülke bu kaynaklara erişim maliyetini düşürme ya da rakiplerin maliyetini arttırma ve böylece rakipleri karşısında avantaj kazanma eğilimi içerisindedir. Küresel doğalgaz dışsatımının %92’sini 20 ülke gerçekleştirirken, başka 20 kadar ülke dışalımın %85’ini gerçekleştirmektedir. ABD’nin ise hem büyük üretici, hem de ithalatçı ve ihracatçı olarak yeri başkadır.
Dünyada en büyük doğal gaz rezervi Rusya’dadır. Rusya’yı İran, Katar ve ABD izlemektedir.
Dünyada doğal gaz talebi en fazla artan ülkelerin başında ise Çin ve Türkiye gelmektedir. Türkiye, talebinin neredeyse tamamını ithalat ile karşılamak durumundadır. Kendi kaynakları bu gün için gereksiniminin ancak %6 ila 8’sini karşılar durumdadır. Türkiye’nin 2017 yılı toplam doğal gaz talebi 53,3 milyar metreküp olarak gerçekleşmiştir.
Enerji arz güvenliği tüm ülkeler için olduğu gibi, Türkiye için de önemlidir. Doğalgaz talebinin 2025 yılında 75 milyar metreküp seviyesine çıkacağı tahmin edilmektedir. Yüzde 50’sinin Rusya, yüzde 20’lik bir kısmının İran, yüzde 10’luk kısmının Azerbaycan tarafından karşılanan talebin geri kalanının Türkmenistan, Irak ve hatta İsrail tarafından karşılanabileceği uzmanlarca ileri sürülmüşse de gelişmeler böyle olmamıştır. İleride kapsamlı göreceğimiz üzere Türkiye ile Azerbaycan arasında bu alanda geliştirilen ilişkiler ve yatırımlar sonucu Rusya’nın payı %33’e gerilerken Azerbaycan’ın payı %23’ü aşmıştır.
Türkiye’nin toplam petrol ithalatı 2019’da bir önceki yıla göre yüzde 18 artarak 44 milyon 822 bin 756 tona yükseldi. 15 milyon 900 bin tonla Rusya’dan yapılırken, bu ülkeyi 9 milyon 526 bin tonla Irak ve 3 milyon 179 bin tonla Kazakistan izledi. (5) Türkiye’nin İran’dan ham petrol ithalatı ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlarının açıklandığı 2018 Mayıs ayından bu yana giderek azaldı ve kasım ayında tamamen sıfırlandı. (6) ABD’nin 2 Mayıs’tan itibaren Türkiye dâhil 8 ülkenin İran yaptırımları muafiyetini kaldırmasının ardından, Türkiye’nin İran’dan petrol ithalatını tamamen durduğu iddiaları, Tüpraş tarafından doğrulandı. (7) Bu kuşkusuz İran konusundaki resmi durumdur. Gerçekte İran Türkiye’nin en önemli petrol ve gaz tedarikçilerinden biri olma durumunu koruyor.
Ortadoğu ve Avrasya’nın petrol ve doğalgaz üretimindeki önemi
Ortadoğu, önemli enerji kaynaklarının bulunduğu bir bölgedir. Dünya petrol rezervlerinin yüzde (%47) ile doğal gaz rezervlerinin %39’u bu bölgededir. Dünya doğal gaz rezervlerinin yüzde 30’unun ise Avrasya (Rusya dâhil) bölgesinde olduğu tahmin edilmektedir. (8)
Son araştırmalara dayanan tahminlere göre, Doğu Akdeniz’de çıkarılabilir doğal gaz miktarının 3,5 trilyon ile 10 trilyon metreküp (15 trilyondan söz eden de var) arasında olduğu ifade edilmektedir. Aynı şekilde bölgede 1,5 ila 3,5 milyar varil civarında petrol rezervinin mevcut olduğu hesaplanmaktadır. Parasal değer açısından trilyonlarca dolar söz konusudur. (9)
Tek başına Irak’ın bilinen üretilebilir petrol rezervleri, bazı kaynaklarda 148,7 milyar varil olarak kabul edilmektedir. Bu miktar, dünya rezervlerinin yaklaşık %8,62’sini oluşturmaktadır. Enerji uzmanı Fuat Şengül Irak’ın ispatlanmış petrol rezervinin 143 milyar varil, doğalgaz rezervinin ise 3 trilyon 158 milyar metreküp olduğu bilgisini vermektedir.
Bu durum başta emperyalist büyük güçler olmak üzere tüm kapitalist ülkelerin iştahını kabartır bir görünüm sunmaktadır. Venezuella dışta tutulursa (çünkü ülke bazında en fazla olan %17.50 rezerv buradadır) dalaşın önemli bölümü de bu bölgede görülmektedir.
Bu bölgede bulunan Türkiye’nin kendi kaynaklarının kıt olması ve tüketiminin çok az bölümünü kendi kaynaklarından karşılayabilmesi nedeniyle çevresindeki kaynaklara ilgi göstermemesi düşünülemez. Ama onun oyunu da, salt kendi gereksinimini karşılamak üzerine kurulu değildir. Dünyada en fazla doğal gaz rezervine sahip olan yirmi ülkeden on tanesi, Türkiye’ye yakın coğrafyalarda bulunmaktadır. En büyük talep bölgelerinden biri ise Avrupa’dır. Bu durum, doğal gaz üretimi ve nakli açısından Türkiye’nin önemini artıran bir unsurdur. Türkiye bu durumu kendi çıkarına kullanma gayreti içindedir.
Ortadoğu ve Avrasya bölgesi on binlerce kilometrelik petrol ve doğalgaz iletim borularıyla adeta örümcek ağları gibi örülmüştür. Üretici ülkelerin kendi ihraç limanlarına uzandığı gibi, bu borular sınırlar aşarak başka ülke ve kıtalara da uzanır. Dolayısıyla çok sayıda ülke bu ağların içinde yer almaktadır. Burada bir çıkar birliği oluşmuştur, ama bu, paylaşım çelişkileri ile bir aradadır. Kimi ülkeler üretici ve dışsatımcı olduğu hâlde komşu ülkelerden de dışalımcı konumdadır. Kimi ağırlıklı olarak geçiş ülkesi konumundadır. Ve bu alım-satım ya da transit işleminde tarafların her biri en fazla kazanç sağlama peşinde olduğundan ve birinin fazla kazanması diğerinin kaybı anlamına geldiğinden bu durum bir çelişkiler yumağı oluşturur. Karmaşık ve birbirine bağlı ilişkilerden dolayı, herhangi bir dış müdahalede kayba uğrayan ülke sayısı da çok olmaktadır.
Türkiye’de doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde binlerce kilometre uzunluğunda boru hatları döşenmiş durumdadır. Kimi boru hatları inşası devam etmektedir. Türk burjuvazisinin derdi salt kendi gereksinimini karşılamak ve bir enerji dağıtım merkezi (hub) olmak değildir. Bizzat kendi egemenliği altında bulunan sahalardan elde edeceği hidrokarbon kaynakları ile dünya çapında hatırı sayılır bir konuma gelmek artık vazgeçilmez hedef olarak görünüyor. Kendi egemenliği altında derken, burjuvazi buna, Doğu Akdeniz’deki kendi kıta sahanlığı ve MEB’si (Münhasır Ekonomik Bölge ) olarak gördüğü yerleri de dâhil ediyor. Böyle bir yaklaşımı, Türkiye’nin uzun yıllardır verdiği cari açık da dikte etmektedir. Cari açığın arkasında net bir şekilde enerji açığı durmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin enerji açığını, eğer imkânı varsa kendi kaynaklarından yararlanarak çözmek gibi bir zorunluluk karşısında olduğu görülüyor.
Dalaş ve paylaşım nasıl yürütülüyor
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında hidrokarbon kaynaklarının paylaşımı uğruna dalaş daha önem kazanmıştır. Dünyanın paylaşımı ve yeniden paylaşımı için dalaşta bu kaynaklar olmazsa olmaz öneme sahiptir. Birinci Paylaşım Savaşı sırası ve sonrasında, enerji kaynağı kömürün yerini hızla petrol ve türevleri almaya başlamıştır. Artık onsuz modern bir sanayi düşünülemediği gibi, bu sanayi olmaksızın ciddi bir güç olmak ve dünya paylaşımına katılabilmek de olanaksızdır. Bizzat bu savaşı sürdürmek bu hidrokarbon kaynaklarından bağımsız değildir. Bu nedenle emperyalizmin ilk hedeflerinden biri bu kaynakların kısa zamanda ele geçirilmesi olmuştur. Emperyalistlerin her biri bu kaynaklara tek başına sahip olmak ve böylece aynı zamanda karşıtları bundan mahrum bırakmak güdüsüyle hareket etmiştir.
1945’te, İkinci Dünya Savaşı bitimine dek geçen süre içinde bu alanda bir dizi çekişme ve çatışma gündemde olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetimi konusunda başat güç ABD olmuştur. Denetim; kaynak bölgelerde söz sahibi olma, üretimde, ulaşım yollarında ve küresel pazar payında egemen konumda bulunmayı kapsar. İlerleyen yıllarda diğer emperyalist güçler de oyuna daha çok dâhil olmaya başlamış ve bölgesel güçler, üretici durumda olan ülkeler de oyunda kendi paylarını arttırma uğraşı içine girmiştir.
Biz burada Türkiye çevresinde yer alan ve onun ilgi alanına giren bölgelerle sınırlı kalacağız.
Devletlerin bir yumuşak ve bir de sert gücünden bahsediliyor. Küresel ve bölgesel anlamda güç olabilmek için bunların bir arada bulunması kaçınılmazdır. Bu iki unsur birbirlerini destekler ve koşullandırır ve biri olmadan diğer unsur da eksik kalır. Yumuşak güç dendiğinde, ilgili devletin ekonomik gücü başta olmak üzere ve esas olarak buna dayanarak diğerleri üzerinde siyasi, kültürel vb. oluşturduğu etkiler anlaşılırken, sert güç, esas olarak askeri yeteneğin gelişkinlik düzeyi ve bunu diğerleri üzerinde etki aracı olarak kullanmak olarak anlaşılmaktadır. Devletler gücüne ve somut duruma göre ağırlıkla birini ya da öbürünü veya aynı anda ikisini birden kullanırlar. Tipik örnek olarak belki, sert güç kullanımında daha önde olan devlet olarak ABD, yumuşak güç kullanan olarak FAC (Almanya) verilebilir.
ABD muazzam bir askeri komplekse sahiptir. Gerektiğinde ve her fırsat çıktığında, hatta bizzat kendi tarafından fırsat çıkarılarak bu gücü kullanmaktadır. Böyle bir müdahale hem ilgili bölgede söz sahibi olmanın yolunu açarak hem de kendi savaş sanayiini destekleyerek çok yönlü işlev görmüş olur. Öte yandan İkinci Dünya Savaşı’nın yenik düşmüş devleti Almanya (Japonya’nın da benzer bir durumu vardır) gerek kendisine belli kısıtlar konmuş olması gerekse (şimdilik) böyle askeri güç kullanma konusunda belli çekincelerinin olması nedeniyle askeri seçenekten uzak durur gibi gözükmektedir. Almanya, daha çok elindeki ekonomik gücü kullanmayı öncelemektedir.
Söz konusu hidrokarbon olduğunda, Almanya’nın büyük petrol ve doğalgaz tekeline de sahip olmadığı görülür. Bu alanda ABD, Birleşik Krallık, Fransa, Hollanda, İtalya büyük ve köklü tekellere sahipken son birkaç on yıl içinde Rusya, Çin, Suudi Arabistan, İran, Meksika, Kuveyt, Brezilya, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Irak, Cezayir, Venezuela, Norveç de böyle tekeller çıkarmışlardır. Ancak burada şu fark da belirtilmelidir: Emperyalist ülke tekelleri dünyanın hemen tüm alanlarında (yani başka ülkelerin kaynaklarında) bir biçimde operasyonlar yürütürlerken, diğerlerinin, büyük tekellere sahip olması, esas olarak kendi zengin kaynaklarına egemen duruma gelmelerine bağlı olarak gerçekleşmiştir. Bu ama kapitalizm koşullarında bu sonuncuların da başka ülke kaynaklarına sarkmayacakları anlamına gelmez, tersine günümüzde üretim miktarı bakımından Suudi Aramco başı çekmekte onu Rusya (Gasprom- Rosneft) ve İran (NIOC) tekeli izlemektedir. En büyük ABD tekeli ExxonMobil ancak bunların ardından 4. sırada yer almaktadır. Emperyalist devletlerin bu alandaki tekellerinin süreç içinde üretim miktarları açısından geride kaldıkları görülüyor. Böylece bu alanda rekabet de artmıştır. Geçmişin bu kaynaklara sahip sömürge ve yarı sömürge ülkeleri bu alanda son 50-60 yılda ciddi ataklar yapmışlar, örgütledikleri OPEC vb. uluslararası örgütlerle önemli oyuncular arasına girmişlerdir. Bunların böyle ortaya çıkması ve yükselmesi, doğal olarak büyük emperyalist güçlerin aleyhine bir gelişme olmuştur. Emperyalist büyük güçlerin bu gelişmelere sessiz kalması düşünülemez kuşkusuz ve kalmamışlardır da.
Günümüzde Irak ve Libya müdahalelerinin ardındaki önemli nedenlerden biri –eğer en önemlisi değilse– hidrokarbon kaynaklarıdır. Ekonomileri büyük oranda bu kaynaklara dayanan bu iki ülkenin başına buyruk iki yöneticisinin (Saddam ve Kaddafi) iktidardan uzaklaştırılması ve böylece bu ülkelerde daha etkin olma isteği bir yana, müdahaleye katılan güçlerin diğerleri karşısında avantajlı konuma gelme istekleri de belirleyici rol oynamıştır.
Irak konusundaki gelişme ve müdahaleler, bu konudaki dalaş sorununu çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’ndan yenik çıkan ve egemenlik hakları epey kısıtlanmış olan Irak, 2003 yılında yapılan II. müdahaleye kadar olan süre içinde hidrokarbon kaynakları arama/çıkarma/işletme faaliyetleri alanında esas olarak Rusya, Çin, Fransa tekelleriyle anlaşmalar yaptı. (10) Başta ABD olmak üzere Birleşik Krallık bu yeni duruma tahammül etmedi. Bunlar bir dizi gerekçe uydurup, askeri güç kullanarak Irak’ı tümüyle denetim altına aldı. Yaptıkları ilk iş, daha önce yapılan petrol ve doğalgaz anlaşmalarını geçersiz ilan etmek oldu ve anlaşmalar diğer ülkelerin müdahaleye katılması için pazarlık konusu yapıldı. Baş aktör olmayı merkeze koyan ABD, son söz kendinde olmak üzere diğerlerini de peşine takmaya özen gösteriyor gibi görünmektedir. Bunun ne denli uygulanabilir olduğunu sonraki gelişmeler gösterecektir ama ABD sopası her zaman hazır bekler durumdadır.
Venezuella için aynı durum söz konusudur
ABD emperyalizminin, Ortadoğu hidrokarbon kaynaklarına yaklaşımının ne olduğu sır değildir. 40 yıl önce ABD başkanı Jimmy Carter, “Carter Doktrini” (Truman Doktrini’nden esinlendiği söylenir) ile Basra Körfezi’nin kontrolünü ele geçirmeye yönelik herhangi bir girişimin, Amerikan ulusal çıkarlarına yönelik bir saldırı olarak değerlendireceğini ve askeri güç kullanarak derhal karşılık verileceğini ifade etmiştir. ABD, 11 Eylül sonrası dönemde aynı politikayı, Hazar Bölgesi’ne yönelik olarak da uygulamaya başlamıştır. CIA eski başkanlarından R. James WOOLSEY ise (15.09.2002 tarihli Washington Post gazetesinde) Irak ile ilgili şöyle demekteydi: “Olay gayet açıktır. Fransız ve Rus petrol şirketlerinin, Irak sahalarında ilgileri, girişimleri vardır. Onlara, Irak’ın mevcut hükümetinin uzaklaştırılmasında yardımcı olurlarsa, yeni hükümetle ve ABD’li şirketlerle yakın çalışabilmeleri için, elimizden gelen desteği göstereceğimiz söylenmelidir. Ancak, Saddam’dan yana tavır almaları hâlinde, Irak’ın yeni hükümetinin onlarla çalışmasını kabul ettirmemiz zor, hatta imkânsız olacaktır”.
Bu, patron benim, benim dediklerime uyarsanız buradan bir pay alabilirsiniz demekten başka bir anlama gelmez. Ortadoğu’nun kendileri açısından ne denli önemli olduğunu, ABD Başkanı Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’un, yayın organlarında yer alan “Ortadoğu’nun petrol ve doğal gaz açısından son derece önemli olduğu ve Amerika’nın bu bölge için her zaman savaştığı” yönündeki görüşleri açıkça gösterir.
O dönem dünya petrol piyasalarını elinde tutan beş büyük petrol şirketinden dördüne sahip olan Amerika ve İngiltere’nin, Irak petrolünden en fazla kâr sağlayacak ülkeler olacağı düşünülüyordu.
Müdahale yanlıları, karşı çıkanlara bu işin ne denli kârlı olduğunu anlatıyorlardı: Irak’ta 10 yıl içinde üretimin günde 8 milyon varile çıkarılabileceğinden ve varil fiyatının 30 dolar olabileceğinden yola çıkarak yıllık petrol gelirinin 87,6 milyar dolar olacağı ve bu miktarın savaşmak için yeterli bir miktar olduğu konusunda ciddi yorumlar yapılıyordu.
ABD’nin girişimine diğer ülkeler tepki gösterdi. Fransa ve Almanya’nın ABD karşısındaki sert çıkışları, dünyanın en büyük petrol rezervlerine ve en ucuz geliştirme maliyetlerine sahip ülkeler arasında ilk sıralarda yer alan Irak’ın bu önemli kaynağını kontrol altına alma savaşımından bağımsız değildi kuşkusuz.
Saddam döneminde yapılan tüm petrol kontratlarının hükümsüz olduğunun ilan edilmesinin ardından Iraklı yetkililer 2012 Ocak’ına kadar, içerisinde Amerikalı ve İngiliz şirketlerin de bulunduğu uluslararası petrol şirketleri ile 4 tur ihale kapsamında geliştirme ve üretim servis anlaşmaları ile teknik servis anlaşmaları yapmıştır. Kürt bölgesel yönetimi ABD güçlerinin Irak’tan çekilmesine yaklaşık bir ay kala Exxon şirketi ile 6 petrol sahası için uluslararası bir anlaşma imzalamıştır. 2003 işgali sonrası Irak’ın petrol ve türevlerinden elde edilen gelirleri, Amerikan Federal Rezerv Bankası’nda (FED) Irak Merkez Bankası adına oluşturulan Irak Kalkınma Fonu (Iraq Development Fund – IDF) hesabına aktarılmıştır. Bu anlamda Irak’ın petrol gelirlerinin harcanması noktasında Amerikan Federal Rezerv Bankası’nın önemli bir gücü elinde tuttuğu görülmektedir.
Bu anlatılanlardan Irak’ta petrol piyasasında egemen gücün, son yirmi yıl içinde yaptığı operasyonlar sayesinde hâlâ ABD olduğu görülmektedir. İkinci büyük işgalci güç İngiltere de gücü oranında paylaşıma katılmaktadır. Bu iki gücün bu konumda bulunmaları anlaşılır bir durumdur, bunlar cebren, askeri güç kullanarak ülkeyi işgal etmişlerdir. Petrol alanında büyük ve uzun geçmişe, deneyime sahip tekelleri burada etkin olduğu gibi, Irak’ın petrol satışlarından elde ettiği gelir ABD’de tutulmakta ve ABD savaş tazminatı olarak satışlardan %5 oranında bir pay almakta, daha doğrusu gasp etmektedir.
Müdahale öncesi Irak hükümetiyle anlaşmalar yapmış olan devletlerin olaya yaklaşımları nasıldı?
Rusya’nın, Irak’a daha önce yaptığı silah satışlarından doğan milyarlarca dolarlık alacağı bulunmaktaydı. Bu alacaklı konumunu kullanarak ve ABD’nin 1991 sonrası uyguladığı ambargodan da yararlanarak, başta Batı Kurna olmak üzere, Irak’taki zengin petrol sahalarıyla ilgili bir dizi anlaşma yaptı. Yapmış olduğu hizmet anlaşmalarında ve çeşitli ticari anlaşmalarda önemli haklar elde etmiş durumda idi. Rusya, bu yatırımların, kendi stratejik önemini arttıracağı, bunun da ötesinde, buradan elde edeceği gelirle yüklü borçlarını hızla ödeme olanağı sağlayacağı hesabı içindeydi. The Observer gazetesinin 6 Ekim 2002 tarihli sayısında, Rusya’nın Irak’taki ana kaygısının Sovyet döneminden kalan 7 milyar dolarlık alacağını tahsil etmek değil, Irak’la yaptığı petrol anlaşmalarını yürürlüğe sokabilmek olduğu biçiminde bir yorum yer alıyordu. Lukoil 1997’de Batı Kurna bölgesinde petrol çıkarmak için 20 milyar dolarlık bir anlaşma yapmıştır. Diğer bir Rus petrol şirketi Zarubezhneft ise Bin Umar petrol bölgesinin işletme hakkını kazanmıştır. Bu bölge potansiyel olarak işletmecisine 90 milyar dolar civarında kazanç getirecek zenginlikte petrole sahiptir. Dünya Enerji Ajansı’nın bir raporuna göre, zengin Irak petrol rezervleri sayesinde Saddam Hüseyin yabancı şirketlere bir trilyon doları bulan petrol ayrıcalıkları verebilecek güçteydi.
Çin’in hidrokrbon dalaşındaki yeri
Çin ekonomisi hidrokarbon kaynaklarına bağımlı durumda idi. 2010 yılında hidrokarbon temini konusunda Çin’in Ortadoğu’ya bağımlılığının %80’e çıkması bekleniyordu. O dönemde her ne kadar Çin’in mevcut ithalatında Irak’ın payı çok düşük olsa da, geleceğe dönük büyük yatırımları vardı. Çin, ithal kaynaklarını çeşitlendirmek amacıyla, Irak’ın petrol sahalarındaki arama ve üretim projelerinde yer almayı stratejik bir öncelik olarak değerlendirmekte idi. Bu hedef doğrultusunda, daimi 5 üyesinden biri olduğu BM Güvenlik Konseyi’nde, ABD’nin önerdiği karar metinlerine (Fransa ile birlikte) gösterdiği direnişin temel nedeni de, bu yaklaşımdan kaynaklanmakta idi. Irak’a müdahale sonrası petrol fiyatlarının çok yüksek değerlere ulaşması olasılığı, Çin için bir tehdit olarak görülmekte idi. Dolayısıyla Rusya için bir noktaya kadar avantaj sayılabilecek yüksek petrol fiyatları, tükettiği petrolün önemli bölümünü ithal eden Çin için, bir kâbus senaryosu olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim müdahale ile petrol varil fiyatı 27 dolardan 37 dolara fırladı. Bu durumdan Çin gibi hidrokarbon dışalımına bağlı ülkeler zararlı çıkarken, Suudi Arabistan gibi ihracatçı ülkeler avantajlı çıktı. Ama bu sonuncu için öyle bedavadan kazanmak olmazdı. ABD Irak’a yaptığı müdahalenin masrafını Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin sırtına yükledi ve ayrıca, özellikle Suudi Arabistan’a yüzlerce milyar dolar silah satışı yaptı.
Suriye ve Libya’daki savaşların nedeni
Suriye ve Libya’daki müdahalelerin ardında esas olarak ABD durmaktadır. Diğer güçler ortaya çıkan duruma bağlı olarak bir biçimde katılım göstermişlerdir. Suriye’de IŞİD ve diğer muhalif güçler taşeron olarak kullanıldı ya da en azından o konuma getirildi. İç savaş ve dış müdahale ile Suriye’nin petrol altyapısı ciddi zarar gördü. Savaş öncesinde, petrol üretimi günde 670 bin varil, doğal gaz üretimi ise 5,3 milyar metreküp seviyesindeydi. Petrol üretimi günde 18 bin varile kadar düştü. Suriye’de bir dizi güç cirit atar duruma geldi Sonuç olarak Suriye’nin hidrokarbon yatakları bakımından zengin kuzeydoğu bölgesinde egemen güç ABD oldu.
Libya’ya 2011’deki müdahale de ABD tarafından başlatıldı, sonrasında Fransa ve diğerlerinin katılımıyla sürdü. Müdahale öncesinde Arap ülkeleri arasında en zenginlerinden biri olan ve istikrarlı şekilde günde 1,6 milyon varil üreten Libya’da dış güçlerin de müdahil olduğu iç çatışma sonucu üretim aksamalara uğradı ve düştü. Petrol sahaları, terminaller ve ihracat limanları, kendi aralarında çatışan gruplar arasında sürekli el değiştirdi. Düşen üretim ancak yakın zamanda 1 milyon varile yakın miktara ulaşabildi.
İran’da ise petrol ve doğal gaz sektörleri, geçmişte olduğu gibi şimdi de, ABD’nin ciddi baskısı altındadır. 2018 yılının ilk yarısında petrol üretimi günde 3,8 milyon varil, ihracat ise günde 2,7 milyon varil seviyesindeydi. Ancak, aynı yılın 4 Kasım tarihi itibariyle ABD, İran petrol ihracatını tamamen engelleme kararı aldı ama bunun pek de uygulanamaz olduğu görüldü. Önemli alıcılardan biri olan Türkiye, ABD’nin ambargo kararına uymayacağını sürekli açıklar durumdaydı. İran ise körfezden petrol sevkiyatının engelleme girişimini savaş nedeni sayacağını duyurdu.
ABD hâlâ dünyanın önemli petrol bölgelerini stratejik kontrolü altında tutmaktadır. Petrol fiyatlarının belirlenmesinde Amerika oldukça etkilidir. Bu açıdan diğer önemli oyunculardan biri 1960’ta 5 ülkenin kurduğu OPEC’tir (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü). Sonradan örgüte 8 ülke daha katılmıştır. OPEC dışında diğer oyuncular olarak şunlar sıralanabilir. OPEC dışı büyük üreticiler (Rusya, Meksika, Norveç, vb.), OECD/Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), büyük petrol şirketleri (Exxon-Mobil, BP-Amoco-ARCO, Shell, Aramco, Lukoil, ENI, vb.), uluslararası büyük borsalar (New York Merchantile Exchange, vb.), Enerji dağıtım merkezleri (Enerji hubları), enerji konusundaki uluslararası yayınlar, düşünce kuruluşları, vb. dir. Bu oyuncular, kimi zaman aralarında uzlaşarak, ancak çoğunlukla kendi çıkarları doğrultusunda diğerleriyle çatışırlar ve petrol arz ve talebi üzerinde etkinlik kurarak, fiyatlara yön vermeye çalışmaktadırlar.
Bugün büyük hidrokarbon sahalarında 10-15 ülke şirketi, genellikle ortaklıklar hâlinde üretim yapıyor.
Ve Türkiye işin içine giriyor
2020 Aralık ayında RTE, Doğu Akdeniz Çalıştayı’nda şunları söyledi: “Türkiye gibi, Akdeniz’in en uzun kıyı şeridine sahip ülkesinin burada yaşanan gelişmeleri tribünden izlemesi mümkün değildir. Ülkemizin, Antalya sahillerine hapsetmeyi amaçlayan plan ve haritaları kabul etmeyeceğini açıkça dile getirdik. Avrupa Birliği, içine düştüğü stratejik körlükten bir an önce kurtulmalı, Rum Kesimi ve Yunanistan tarafından Doğu Akdeniz’de bir ‘koçbaşı’ gibi kullanılmasına müsaade etmemelidir… Doğu Akdeniz’e kıyıdaş tüm bölge ülkelerinin ve Kıbrıs Türklerinin de yer alacağı bir konferans düzenlenmesi önerimiz hâlen masada duruyor. Muhataplarımızdan, Türkiye’nin uzattığı bu eli havada bırakmamalarını bekliyoruz… Kimsenin hakkını, hukukunu gasp etme peşinde değiliz. Haklarımızı elimizden almaya çalışan korsan zihniyete karşı dik bir duruş sergiliyoruz.”
Bir hafta sonra bu kez Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu şu açıklamayı yaptı: “Eğer biz gelişmelere sessiz kalırsak, seyirci kalırsak, başkalarının kurguladığı oyunların peşinden gitmek zorunda kalırız. Türkiye olarak gerektiğinde oyun kurucuyuz ama yeri geldiği zaman da ülkemizin menfaatlerine karşı oyun kuranların oyunlarını bozuyoruz. Güçlü olmak ve kendi hikâyemizi yazmak zorundayız”.
RTE’nin açıklaması, Çalıştay’ın konusuna bağlı olarak Doğu Akdeniz’deki gelişmelerle sınırlı iken, Çavuşoğlu soruna daha kapsamlı bakıyor. Böylesi açıklamalar zaman zaman sertleşerek epeydir sürüyor. Bunun gibi açıklamalar, Türk egemen sınıflarının konu ile ilgili tavırlarını özetliyor. Meselenin Doğu Akdeniz ile sınırlı olmadığı açıktır.
Türk egemen sınıfları geçmişten de dersler çıkartarak meselenin önemini vurguluyor; Ege konusunda bazı durumlarda pasif davranıldığı özellikle “muhalefet” tarafından dillendiriliyor.
Oyun kurucu olmak ya da muhatapları bir konferans etrafında toplanmaya zorlayarak buradan en fazlasını alır durumda çıkmak nasıl mümkün olabilir? Gelişmeler ipuçlarını gösterir mahiyettedir.
Kapitalizmi gelişmekte olan Türkiye de, hidrokarbon enerji kaynaklarına bağımlı bir ülke olarak, sürekli artan kendi gereksinimini garanti altına almak için soruna gücü oranında katılmaktadır. Bir yandan kendi kara ve deniz sınırları içinde yer alan kaynakları işletmeye çalışırken diğer yandan çevre ülkelerdeki, hatta uzak alanlardaki kaynaklarla da ilgilendiğini görüyoruz.
Ülke içinde petrol arama geçmişi 1926 yılına kadar gidiyor (Osmanlı’da ilk faaliyet 1887’de). Ticari anlamda ilk keşif ve işletme 1940’lı yıllarda başlamıştır. Günümüze dek 5.000 civarında kuyu açılmıştır. Başlangıçta esas olarak Antakya (Arabistan) ve Kuzey Kürdistan bölgesinde yoğunlaşan arama ve üretim, sonraki yıllarda Trakya başta olmak üzere birkaç bölgeye yayıldı. 1970’li yılların ilk yarısı ve 1990 başlarında üretim pik yaparak yıllık 3,5-4,5 milyon ton arası miktara ulaştı ise de son yıllarda 2-3 milyon ton arasında gidip geliyor. Önceki dönemde gereksinimi karşılama oranı daha yüksekti ve şimdilerde %8 civarında seyrediyor. Trakya’da son dönemde doğalgaz üretimi de söz konusu (Doğal gaz gereksiniminin ancak %6,5’i karşılanabilmektedir). Son dönemlerde çevre denizlerde/kıta sahanlığı içinde arama çalışmalarının yoğunlaştığını görüyoruz. Karadeniz’de ciddi rezervlere ulaşıldığı haberlerini izliyoruz. (11)
Fazla tarihsel gelişme boyutuna girmeden son 10-15 yılda yapılanlar ile egemen sınıf ve temsilcilerinin konuya nasıl yaklaştığına bakacağız.
Türkiye, petrol ihtiyacının önemli bölümünü İran ve Irak’tan boru hatları yoluyla karşılamaktadır.
Irak ile bu alandaki ilişkiler eskiye dayanmaktadır. Irak petrolü Kerkük-Yumurtalık boru hattı ile Türkiye’ye gelmekte ve buradan ihraç da edilmektedir. 1977 ve 1987’de inşa edilen paralel iki boru hattının yıllık taşıma kapasitesi 71 milyon tondur. Ancak yapılan emperyalist ikinci müdahaleden sonra yeni koşullar ortaya çıkmıştır. Kerkük-Yumurtalık boru hattının çalışma kapasitesinin oldukça düştüğü 2003 sonrası dönemde emperyalist tekeller üretim sahalarını paylaşmaya başlamıştır. Sonraki dönemde Türkiye’nin ve Türk sermayesinin daha yoğun olarak işin içine girmeye başladığını görüyoruz.
TPAO, Irak güneyindeki verimli bir sahada (Kuveyt ve BAE şirketlerinin de ortak olduğu) konsorsiyum içinde, %40 payla yer almıştır. İktidarda Şii kesim ağırlık kazandıktan sonra, Sünnilerin egemen olduğu dönemdeki eski cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi hakkında idam kararı verilmiş, o tarihte Türkiye’de bulunan Haşimi’nin iade talebinin reddedilmesi üzerine TPAO’nun ortaklığına zorluk çıkarılmış ve TPAO bu konsorsiyumdaki 250 milyon dolarlık payını Kuveyt şirketine satmak durumunda kalmıştır. Haşimi’nin iade edilmemesinin burada rol oynadığı iddia edilmiştir.
Sonrasında aranın düzeltilmeye çalışıldığını görüyoruz. Dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, 2014 başlarında verdiği demeçlerde Irak petrollerinin önemini vurguluyordu. Meseleye sadece “parayı basarım petrolü alırım” biçiminde yaklaşılmadığı gözden kaçmıyor. Bakan bir şeyin açık olduğunu belirtiyor: “…sınır komşumuz Irak’ın kaynaklarına kayıtsız kalınmasının milli menfaatlerimiz açısından uygun olmayacağı izahtan varestedir…”
Ne kadar açık değil mi? “Milli menfaatlerimiz açısından” komşumuz Irak’ın kaynaklarına kayıtsız kalınamazmış. Neden? Bakanın açıklamasına göre çünkü “her geçen yıl artan enerji ithalatı… milli ekonomimiz üzerinde” bir yük meydana getirmektedir; bu yük azaltılmak zorundadır. Bu yüzden bu pazarın kaynakları ile ilgilenilecektir vb. Lenin’in “Kapitalistler dünyayı kötülüklerinden değil, yoğunlaşmanın ulaştığı seviye, kâr elde edebilmek için onları bu yola girmeye zorladığı için aralarında paylaşıyorlar ve bu paylaşım ‘sermayeye göre’, ‘güce göre’ gerçekleşmektedir –meta üretimi ve kapitalizm sisteminde başka bir paylaşım yöntemi olamaz” dediği gibi bizim egemenlerin de bu pazarı paylaşma isteği “kötülüklerinden dolayı değil” dir; “Ülkemiz” zaten “Irak ile enerji faaliyetlerini uluslararası hukuk çerçevesinde Türkiye ve Irak’ın iç hukuk düzenine uygun ve saygılı bir şekilde yürütmektedir”. Peki, “her geçen yıl artan enerji ithalatının milli ekonomimiz üzerinde meydana getirdiği yük” nasıl azaltılacaktır? Bu azalmanın ancak, bu ülkeden elde edilecek petrol ve doğalgazın diğer yerlerden yapılan ithalattan çok daha ucuza mal edilmesiyle gerçekleştirilebileceği açık değil mi? Yani Türkiye de bu yola “kâr elde edebilmek için” başvuruyor. O zaman “hukuk düzenine uygun ve saygılı” davranma iddiası yapılanları gizlemek içindir. Sömürgecilik döneminde emperyalistler de aynı amaçlarla gittikleri ülkelere uygarlık götürdüklerini iddia ediyorlardı. Hukuka saygılı olmak, Türkiye’nin Irak’ın içişlerine karıştığını gizlemek amacıyla özellikle vurgulanmaktadır. O dönemde Bağdat rejimi atlanarak, IKBY (Irak Kürdistan Bölge Yönetimi) ile doğrudan anlaşma yoluna gidilmesi gibi girişimler söz konusudur ve yukarıda söz ettiğimiz Haşimi meselesi gibi sorunlar vardır. Ayrıca Türk egemenleri ikide bir sıcak takip bahanesi ile Irak topraklarına girmektedir (Türk makamları, bunu, Saddam döneminde imzalanmış bulunan bir anlaşmaya dayanarak yaptıklarını söylemektedir. Ama bunun tek yönlü işlediği görülmekte ve örneğin Irak’ın benzer bir girişimine rastlanmamaktadır. Ve bu sorun sıklıkla Irak makamlarının protestosuna neden olmaktadır). Bakan “sürecin üçlü mekanizma çerçevesinde yürütülmesi hedeflenmektedir. Irak’ın kuzeyi ya da güneyi fark etmeksizin kolaylaştırıcı bir rol üstleniyoruz” demektedir.
Bakanın dediğine göre Türkiye, Irak’ın kuzeyi veya güneyi fark etmeksizin bu ülkedeki doğal kaynakları uluslararası piyasalara aktarmak istemekte ve “yüzde 30 kapasiteyle çalışan Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın tam kapasite ile çalışmasını hedef”lemektedir.
TPAO’nun o dönemde Irak’ta, ikisi petrol diğer ikisi doğalgaz olmak üzere 4 sahada çalışmaları sürmektedir. TPAO’nun internet sitesinde günümüzde Irak ile ilgili olarak 3 saha hakkında bilgi bulunuyor: Siba, Badra ve Missan. 2011 yılında 20 yıllık olarak imzalanan kontratlarda, (5 yıl uzatma seçeneği bulunmaktadır.) bu üç sahada, TPAO’nun alt şirketi TPOC’un payı sırasıyla %40, %10 ve %15’dir. TPAO buraya proje süresince 3,8 milyar dolar yatırım yapmayı planlamıştır.
TPAO’nun yan kuruluşu olarak örgütlenen TPIC’in Irak Milli Petrol Şirketi (SOC) ile imzaladığı anlaşma kapsamında Rumeila’da yürüttüğü çalışmaların Basra bölgesindeki en büyük proje olduğu söylenmektedir ve TPIC burada anlaşma gereği 45 sondaj kuyusu açacaktır. Sondaj anlaşmasının değeri 338 milyon dolardır ve bugüne dek 19 kuyu açılmıştır.
2014 Nisan’ında Bakan Yıldız, Iraklı Bakan Luaibi ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, TPAO’nun konsorsiyum üyeleriyle birlikte o gün itibarıyla merkezi Irak hükümetinden 25 milyar dolarlık iş alındığını, TPAO’nun hissesine düşen miktarın yaklaşık 5,5 milyar dolar olduğunu söylüyor ve Türkiye’nin amacının iki ülke arasındaki 15 yıllık anlaşmaya dayanarak, günlük 1,5 milyon varil olan petrol boru kapasitesini tam olarak kullanmak olduğunu açıklıyordu. Bu, yıllık yaklaşık 550 milyon varil ve o dönem dünya fiyatları açısından 40 milyar dolar anlamına gelmektir. 2014’te 114 dolar olan petrol fiyatları bugün 35-45 dolar arasında oynamaktadır, bu durum toplamda önemli değişiklik sunmaktadır. Fakat nereden bakılırsa bakılsın görüldüğü gibi milyar dolarlar havada uçuyor.
2017 yılında Kerkük – Yumurtalık Boru Hattı aracılığı ile sevkiyatı yapılan ham petrol miktarı 185 milyon varil olmuştur. Türkiye salt üretime katıldığı sahalardan değil, boru hatları sevkiyatından da para kazanmaktadır.
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile merkezi yönetimden ayrı, özel ilişkiler geliştirilmiştir. Irak’taki zengin kaynakların küçük bir bölümü bu bölgede yer alırken, 2009’da Türkiye sınırına yakın bir sahada zengin kaynaklar keşfedilince bölgeye dünyanın önde gelen Exxonmobil, Chevron, Gazprom Neft ve Total gibi yabancı enerji şirketlerinin ilgisi artmıştır. Bu şirketler, 2011 yılından başlayarak Erbil ile Bağdat’tan bağımsız çeşitli anlaşmalar yapmıştır. Türkiye, uluslararası büyük enerji şirketlerinin bölgeye yönelik ilgilerinin yoğunlaştığı bu dönemde, kızışan rekabet ortamında bölgedeki enerji anlaşmalarından daha fazla pay almak için çeşitli diplomatik girişimler başlatmış, hem bölgedeki Türk özel girişimlerini destekleyerek hem de bölgede faaliyet gösterecek yeni şirketler kurulmasını teşvik ederek, bölgedeki etkin konumunu sürdürmeye çalışmıştır. Önce pazarda önemli pay sahibi yabancı şirketlerle belli anlaşmalar temelinde ortaklıklar kurulmaya başlanmıştır. Kürdistan bölgesinde, ABD müdahalesinden sonra birçok saha için kontrat imzalamış bulunan Exxon ile TPIC ortaklığı gündeme getirilmiş ve bir ön anlaşmaya da varılmıştır. IKBY de bu anlaşmaya destek verdiğini açıklamıştır. Ancak merkezi yönetim (Bağdat yönetimi), kendi dışında gelişen girişimlere sıcak bakmamış, ABD yönetimi de destek vermemiştir. Daha sonraki karışıklıklar, IŞİD müdahalesi vb. nedenlerle bu girişim başarısız olmuştur. TPIC hâlâ ilgisini açıkça belirtip, fırsat kollamaktadır. Buna karşın birkaç büyük Türk şirketi bölgede önemli faaliyetler yürütmekte ve günlük birkaç yüz bin varil petrol çıkarmaktadırlar.
Bölgede faaliyet gösteren şirketlerin karşılaştıkları en önemli sorun, bölgede çıkarılan hidrokarbonun dünya pazarlarına nasıl ulaştırılacağı konusu olmuştur. Bu durum, küresel enerji şirketlerini Türkiye’yi hesaba katmak zorunda oldukları yeni arayışlara itmiştir. Sorunun çözümüne yönelik arayışlar çerçevesinde yapılan müzakere ve görüşmeler neticesinde 2013 yılında gelinen aşama, Türkiye ile IKBY arasında (Bağdat yönetiminin denetimi altında olan boru hattından ayrı) enerji nakil hatlarının inşası konusunda varılan uzlaşı olmuştur. IKBY ile Türkiye arasındaki petrol boru hattının tamamlanmasından sonra bölgeden Türkiye’ye doğalgazın 2016’da ihraç edileceği açıklanmıştır. Bu konuyla ilgili kestirimlerde, IKBY’nin petrol ihracat kapasitesinin 3 yıl içinde günlük 1 milyon varil olarak hedeflendiği, Türkiye’ye doğalgaz taşıyacak yatırımların da en geç 2018’de tamamlanacağı ifade edilmiştir. Bu taahhütler paralelinde söz konusu petrol boru hattının inşası belirtilen süre içerisinde tamamlanmıştır.
Bağdat yönetiminin IKBY’den doğrudan alınan petrolün üçüncü ülkelere satışını engellemeye yönelik uluslararası platformlarda başlattığı girişimler Türkiye’de depolarda tutulan petrolün satışını bir süre geciktirse de, uluslararası pazarlara ulaştırılmasını engelleyememiştir. Tüm engelleme girişimlerine rağmen, Türkiye’de depolanan petrolün 11,2 milyon varillik kısmının 16 tanker ile 12 Eylül 2014 tarihi itibarıyla uluslararası pazarlara sevk edildiği dönemin Enerji Bakanı Taner Yıldız tarafından ifade edilmiştir. Petrolün dış piyasalarda satışı, sonraki süreçte artarak devam etmiştir.
2015’de 180 milyon varil petrol Türkiye üzerinden ihraç edilmiş, 2016 yılının sadece ekim ayında Ceyhan Limanı üzerinden toplam 16 milyon 766 bin 563 varil petrol ihraç edilmiş ve bu sevkiyattan IKBY yaklaşık 417 milyon dolar gelir elde etmiştir.
Türkiye gücü oranında Irak pazarından pay almaya çalışmaktadır, dedik. Güç dendiğinde salt askeri güç anlaşılmamalıdır. Burada bir dizi faktör rol oynar. Türkiye’nin Irak ile geçmişe dayanan tarihsel, kültürel, ekonomik vb. ilişkileri vardır ve bu pazar hemen yanı başındadır. Her iki ülke açısından birbirlerinin en büyük ticaret ortaklarından biri olması gibi bir durum söz konusudur. Türkiye ağırlıkla kuzeyde, Kürdistan’da olmak üzere 1500 civarında şirket ile bölgede sermaye yatırımlarına ve yine Kürdistan’da birkaç askeri üs bölgesine sahiptir. Yabancı şirketler içinde Türk şirketleri açık ara birinci konumdadır. 2010 yılında IKBY bölgesinde satılan tüm malların %80’inin Türkiye menşeli olduğu saptanmıştır. Tüm bu vb. ilişkileri kullanarak pazardaki payını arttırma gayretindedir. Bölgedeki “enerji faaliyetlerini uluslararası hukuk çerçevesinde Türkiye ve Irak’ın iç hukuk düzenine uygun ve saygılı” bir şekilde sürdürdüğünü iddia etmesine karşın, merkezi hükümeti atlayarak, Kürdistan ile enerji anlaşmaları yapmaktadır. Bölgenin petrolü Türkiye üzerinden pazarlanacak, satış geliri ise Halkbank’ta toplanacaktır vb.
Satış gelirlerinin Türkiye’de bir bankada toplanması, ABD’nin Irak ile yaptığı anlaşmaya bağlı satış gelirlerinin Amerika’da Irak Kalkınma Fonu’nda toplanması ile açık çelişkili bir durumdur. ABD ve Irak, paranın JP Morgan’a yatırılması konusunda ısrar etti. Kürt yönetimi ise Bağdat’ın bu hesabı kontrol altında tutacağı, kendi bütçe paylarını yatırmayacağı endişesiyle buna sıcak bakmadı.
ABD’nin belirlediği kurallara karşı böylesi girişimlerin çelişki çıkmadan gerçekleşmesi olanaksızdır. Nitekim buna itiraz hem merkezi hükümetten hem de ABD’den gelmiştir. Halkbank, Türkiye ile ABD’nin ambargo uyguladığı İran arasındaki örtülü alışverişlerde kullanılır durumda iken, bir de bu son durum eklenince iyice göze batar konuma gelmiştir. 17 ve 25 Aralık 2013’te yapılan ve Halkbank’ı da hedef alan operasyonların arkasında bu çelişkilerin yatma olasılığı büyüktür, Zira günümüzde “müttefikler”, “stratejik ortaklar” arasında mücadele bu vb. operasyonlarla yürütülmektedir. Nitekim olaydan sonra Halkbank devreden çıkar gibi olmuş, Aralık 2013 sonu gibi kamuoyuna yansıyan haberlere göre IKBY, Türkiye üzerinden yapacağı petrol ihracatında Halkbank’ın aracılık etmesi ısrarından vazgeçtiğini açıklamıştır. Hesaplamalara göre Türkiye böylece yıllık 26 milyar dolarlık para akışının dışında kalacak ve 11,5 milyar dolarlık zarara uğrayacaktı. Ancak T.C. hükümeti IKBY ile yaptığı görüşmelerle kısa sürede işi kendi lehine toparlamayı becerebilmiştir. Erdoğan ve Barzani Nisan 2014’teki görüşme sonrası yaptıkları açıklamada, Türkiye ile IKBY’nin işbirliği konusunda kararlı olduklarını, bunu Bağdat’taki yönetime de, ABD makamlarına da açık şekilde ifade ettiklerini belirttiler. Bu doğal olarak, “buralarda biz de söz ve pay sahibiyiz” demekten başka anlama gelmiyordu. Bunu ABD’nin hoş karşılaması beklenemezdi kuşkusuz. Sonraki yıllarda ABD’de görülen Halkbank davası, bu girişimlerin rövanşı gibidir.
Irak aynı zamanda Türkiye’nin en önemli ihraç pazarlarındandır. Dış alım-satım açık ara Türkiye lehine olmak üzere, 2013’te ihracat tutarı 12 milyar dolar (bunun 8 milyar doları IKBY bölgesi iledir) düzeyine çıkarak, Türkiye’nin Almanya’dan sonra ikinci büyük pazarı konumuna gelmiştir. Sonrasındaki karışıklıklar nedeniyle tutar azalmaya yüz tutmuştur. Türk burjuvazisinin hedefi işi eski düzeyine getirmek, hatta aşmaktır.
IKBY ile yapılan anlaşmalardan ise çok şey beklendiği, o günkü yorumlardan anlaşılıyor. Yapılan enerji anlaşması ile ilk gaz 2017’de gelecek ve öncelikle iç piyasada maliyetlerin düşürülmesinde kullanılacaktı. 2019 yılına kadar Kuzey Irak’ın Ceyhan üzerinden günlük 2 milyon varil petrol ve yıllık 20-30 milyar metreküp doğalgaz ihracına başlaması planlanmıştır. Bu da yıllık 100 milyar dolara yakın ciro yapılacağı anlamına gelmektedir. Petrol ve doğalgaz fiyatları dünya fiyatlarından düşük olacaktır. Buna ciddi itirazlar gelmiş, Irak hükümetine bağlı devlet petrol şirketi SOMO, Kuzey Irak yönetiminin Irak halkına ait petrolü, değerinin çok altında sattığı ve bu yüzden hazinenin zarar ettiği gerekçesiyle Kürdistan ve Türkiye hakkında uluslararası tahkim davası açacağını duyurmuştu. Buna karşın fiyat biraz arttırılsa da dünya piyasalarından %16 daha ucuza sevkiyat yapılmış, parası da Halkbank’a yatırılmıştı. Bakan Yıldız, Kuzey Irak petrolünün sevkiyatından Türkiye’nin varil başına 1 dolar transit geliri olduğunu açıkladı.
Salt Kürdistan petrollerinden elde edilen gelir ile ilgili Mart 2014’te şöyle bir haber göze çarpıyordu: “İsviçreli UBS’nin araştırmasına göre Türkiye’ye petrol ihraç etmeye başlayan Kuzey Irak Kürt Bölgesi’nin ve Irak merkezi yönetiminin yıllık kazancı yaklaşık 9 milyar dolar. Türkiye’nin payına düşen miktar ise 3 milyar doları buluyor”. (12)
Durum bu merkezdeyken Irak’ta zaten bir biçimde varlığını sürdüren silahlı İslami gruplar içinden IŞİD örgütü çıkmış ve etkinliğini arttırmıştır. Irak’la yaşanan bu ilişkilerin hemen ardından 11 Haziran 2014’te IŞİD, Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’na saldırdı, işgal etti, çalışanları rehin aldı. Bundan en çok, bölgede ekonomik açıdan büyük rol oynayan Türkiye kökenli şirketler etkilenmeye başladı. 2016 başında Barzani bağımsızlık referandumundan söz etmeye başladı. Kuzey Irak’ta yerleşik birçok Türk şirketinin, T.C. hükümetini çok sert tavır almaması konusunda uyarmasına karşın, hükümetin politikası sonucu Türkiye ile ipler gerildi. Bazı Türk şirketleri işlerini tasfiye yoluna gittiler. Aynı dönemde PKK’nin Kerkük-Yumurtalık boru hattını hedef alan eylemi ve akışın kesilmesi, bu hattı kullanan şirketlerin zararına yol açtı.
Kuzey Irak’taki en büyük Türk özel petrol şirketi olan Genel Enerji (diğer hatırı sayılır şirketler; Pet Holding, Doğan ve Çalık grupları) 2002’den beri bölgede faaliyet yürütüyordu. 2011’de Taq Taq sahasında 6 bölgede arama ruhsatı sahibi idi. Kasım ayında İngiliz Vallares petrol şirketi ile %50 ortaklık kurdu, şirketin adı Genel Energy oldu ve peşinden şirket hızla büyüdü. 1,2 milyar dolar yatırarak, bölgedeki birçok yabancı şirketin hisselerini toplayarak büyüdü. Kuzey Irak’taki karışıklıklar ve petrol sevkiyatının aksaması sonucu Genel Energy’nin 2013’te Londra Borsası’nda 4,8 milyar dolara yükselen hisseleri hızla eriyerek onda biri değerine düştü. Sonraki yıllarda yine belli bir toparlanmanın içine girdi.
Libya’da Türk sermayesinin operasyonları 40-45 yıl öncesine dek gider. 1970’li yıllarda burada esas olarak inşaat sektörü alanında yüklenici hizmetleri verilmeye başlanmıştır.
Petrol alanında girişimler yakın döneme rastlar. TPAO, 2009 yılında açtığı ilk kuyuda petrol keşfi gerçekleştirmiştir. 2010 yılında 11 kuyu kazılmış ve 7’sinde petrol bulunmuştur. Sonrasında ise 2011 ayaklanmaları ile salt bu alanda değil, Türk sermayesi başta müteahhitlik olmak üzere yatırım yaptığı tüm alanlarda darbe yemiştir. 25.000 T.C. vatandaşı Libya’dan tahliye edilmiş, geri kalanlar ise 2014 yılında Hafter’in “derhal terk edin” uyarılarına maruz kalmışlardır. Haziran 2014 ortalarında Hafter, Katar ve T.C. vatandaşlarının, kendi etkinliği altındaki doğu bölgesini 48 saat içinde terk etmelerini istemiş ve bölgede bulunan 250 kadar T.C. vatandaşı zor bela tahliye edilmişti.
Libya’nın Türk sermayesi açısından çok önemli ve kaybedilmesine göz yumulmayacak bir pazar olduğu görülüyor.
Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Libya Temsilcisi Murtaza Karanfil, 2020 Temmuz’unda yaptığı açıklamada Türk burjuvazisinin görüşlerini özetliyor gibidir: Türkiye’nin Libya ekonomisindeki payı şu an yüzde 13 seviyelerindedir ve “Libya’da istikrarın artırılmasıyla bu rakam(ı) yüzde 30 seviyelerine çok rahat çıkartabilecek”tir.
İstikrarın arttırılması… Yapılanlara bakılırsa bu, Türkiye’nin etkisini artırmak gerektiği anlamına gelmektedir.
Libya 6 milyonluk nüfusa sahip bir ülke olmasına karşın 2010 öncesinde yaklaşık 90 milyar dolarlık petrol geliri ile Libya, Rusya ve Norveç’in ardından Avrupa’ya en çok enerji tedarik eden üçüncü ülke konumundaydı. Dolayısıyla başta büyük emperyalist güçler olmak üzere tüm kapitalist ülkelerin gözü bu ülkenin üstündedir. Türkiye’nin ise burada, eğer geçmiş yıllar içindeki ilişkilere bakılırsa, hatırı sayılır bir yer edinmiş olduğu görülür.
2011 öncesi Türk yüklenici firmaları Libya’da yaklaşık 29 milyar dolarlık anlaşmaya imza atmış, 10 milyar dolarlık proje tamamlanmıştı. 19 milyar dolarlık proje, rafa kaldırılmak zorunda kaldı. Bunun haricinde tamamlanmış kısımlardan doğan, hak ediş alacakları 1 milyar dolar, teminat tutarı 1,7 milyar dolar, makine, donanım gibi diğer zararlar toplamı ise yaklaşık 1,3 milyar dolardır. Firmalar hâlen teminat mektupları için yılda 50 milyon dolar komisyon ödemeye devam etmektedir.
Libya’nın yeniden inşası için 120 milyar dolarlık yatırım yapılması gerekliliğinden söz ediyor. Gerek bundan pay kapma açısından gerek hidrokarbon kaynaklarından pay kapma açısından gerekse var olan alacaklar ve oluşan zararları bir şekilde tazmin etme açısından bakıldığında Türk burjuvazisi bu pazardan vazgeçmez, vazgeçemez.
Üstelik burası Orta Afrika’ya bir sıçrama tahtası olarak değerlendirilmektedir. Bu açıdan da Libya’ya büyük önem verildiği görülüyor.
Bu arada, bilindiği gibi Libya’daki Trablus (Sarrac) yönetimi, (BM tarafından tanınan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ) ile Kasım 2019’da Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması imzalandı. Bunun, Doğu Akdeniz’deki paylaşımda Türk burjuvazisi açısından önemi de ortadadır. Türk egemenlerin Libya’daki hedeflerini gerçekleştirebilmeleri için (yumuşak/sert) belli bir güce ulaşmış olmaları gerekir. Ve görünen o ki ekonomik alanda çeşitli yardımlar yapılmakta, yatırımlar açısından bakıldığında ise Türk burjuvazisinin hazır beklediği görülmektedir. Siyasi açıdan karışık görünen durumun, kendilerinin kabul edebilecekleri biçimde çözüme kavuşmasını beklemektedir Türk egemenler. Bunun için, ortak hareket edilecek güçler, başta askeri olmak üzere her açıdan desteklenmektedir. Palermo’da olduğu gibi, Türkiye, işine gelmediğinde masadan kalkıp, askeri operasyonlara ağırlık vermiştir.
Uygulanan politikaların meyveleri de toplanmaya başladı gibi gözüküyor. 2011 yılında yaşanan olaylardan sonra yarım kalan projelerin tekrar hayata geçirilmesi ve yeni projelere başlanmasının önündeki engellerin kaldırılması amacıyla 13 Ağustos 2020’de, Ticaret Bakanı Pekcan ile Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Planlama Bakanı Jehaimi arasında mutabakat zaptı imzalandı. İmza sonrasında Pekcan, alacaklar sorununun bir yıl içinde, anlaşılan plan çerçevesinde çözüleceğini söylerken, Jehaimi, başlatılan 184 yeni proje için 16 milyar dolar bütçe ayrıldığını, Türk girişimcilerinin bundan önemli pay alabileceklerini açıklıyordu. 2020 Eylül ayında Deutsche Welle’nin, “Türkiye Libya stratejisinin getirisini toplamaya hazırlanıyor” başlıklı haberinde milyarlarca dolarlık sözleşmelerden söz ediliyor. Ticaret Bakanlığı, Karadeniz Holding Karpowership’in yanı sıra Çalık Enerji ve Aksa Enerji’den Libya’daki mevcut elektrik sorununun çözümü için proje önerileri sunmasını istemiştir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez ise, Libya’daki petrol arama faaliyetlerinin Libya milli petrol şirketiyle birlikte devam edeceğini, birlikte hareket edilebilecek uluslararası petrol şirketlerinin de işin içine çekilebileceğini söylemiştir.
Sahadaki gelişmeler şimdilik böyle. Herhâlde şu net: Türkiye Libya’da var ve varlığını sürdürmede kararlı görünüyor.
Azerbaycan ile ilişkilere özel bir önem verildiği bilinmektedir. “İki devlet bir millet” söylemleri taraflarca sıklıkla kullanılıyor. Görünüşte bu anlayışa uygun da davranış sergileniyor. Son Ermenistan – Azerbaycan çatışmasında bu daha açık olarak gözler önüne serildi. Ancak işin geri planına baktığımızda, bu yaklaşımın özünün, salt aynı etnik geçmişe sahip insanların, bu geçmişe dayanan ortak tavır sergilemeleri olmadığı anlaşılıyor. Her iki ülke de görece hızlı gelişen kapitalist ülkelerdir. Ve işin içine sermaye ve sermayenin çıkarları girdiğinde “kardeşlik”in nasıl bir şey olduğu bellidir: Bozulmaya açık bir çıkar birliği ve çıkar çatışması bir arada yürür. Günümüzde çıkarlarda uyumun ve işbirliğinin ağır bastığı görülüyor. Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ekonomik ilişkiler boyutu öyle bir yere gelmiştir ki, her iki ülke de diğerinde artık en büyük yabancı yatırımcı konumundadır. Bunun dışında, askeri başta olmak üzere bir dizi alanda yakın işbirliği vardır. 2020 yılında Türkiye, Azerbaycan’a yaptığı “savunma” sanayii ürünleri dışsatımını, Ermenistan ile yapılan çatışma sayesinde büyük oranda arttırmıştır.
Ancak örneğin Türkiye’nin İsrail ile arası iyi değilken, Azerbaycan’ın İsrail ile ilişkileri “iyi”dir. Tabii böyle durumlar değişmez de değildir.
Biz burada daha çok hidrokarbon konusundaki ilişkilere bakacağız.
TPAO, burada 4 proje içinde yer almaktadır. Bunlardan ikisi petrol ve doğalgaz sahalarının işletilmesi, diğer ikisi ise üretilen gaz, petrol ve kondensatın nakli için inşa edilen boru hatları ile ilgilidir.
Bunlardan ilki 1994 yılındaki anlaşma ve uluslararası petrol şirketlerinin ortaklığı ile başlatılan AÇG (Azeri-Çırak-Güneşli) projesidir. TPAO bu projede %5,73’lük paya sahiptir. Bu sahalardan 2019 yılı sonuna dek 3,3 milyar varil petrol, BTC (Bakü-Tiflis-Ceyhan) boru hattı yolu ile Ceyhan’a ulaştırılıp, buradan 4.300’den fazla tanker aracılığıyla dünya piyasalarına sunulmuştur. 2014 yılı baharında Bakan Yıldız BTC’nin, kurulduğundan bu yana TPAO’ya 12 milyar dolarlık gelir oluşturduğunu açıklıyordu. Demek ki bu sahadan gelen petrolden yılda 1,5 milyar dolar civarında gelir elde edilmektedir.
İkinci proje Şahdeniz Projesidir. Hazar Denizi’nin güneybatısında yer alan Şah Deniz sahası Azerbaycan’ın en yüksek günlük üretime sahip doğalgaz sahasıdır. TPAO buraya 1996’da %9 oranında ortak olmuştur. İlk keşif ve bir süre sonra gaz ve kondensatın ticari boyutu açıklanınca çalışmalar başlamış ve 2007 yılında üretilmeye başlanan gaz, SCP (Güney Kafkasya Boru Hattı) ile Gürcistan üzerinden Türkiye’ye aktarılmıştır. Projenin ikinci aşaması için 2013’te yatırım kararı alınmış, 2018 yılında üretilmeye başlanan gaz TANAP (Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı) ile Eskişehir’de BOTAŞ’a ulaştırılmıştır. 2014 yılında TPAO, TOTAL’in elindeki %10 hisseyi 1,325 milyar dolar bedelle satın alarak Şah Deniz projesinde %19 pay ile BP’den sonra ikinci büyük ortak olmuştur. TPAO bu satın alma için İş Bankası ve Vakıfbank’tan toplam 1 milyar dolar kredi almıştır (banka ve sanayi sermayesinin iç içe girmesinin bir biçimi). TPAO’nun proje ömrü boyunca 15 milyar dolar yatırım yapması öngörülmüştür. Bugün için üretimin erişmiş olduğu 16 milyar metreküplük doğalgazın 6 milyarlık bölümü Türkiye’de kalmakta, gerisi TAP (Trans Adriyatik Boru Hattı) aracılığı ile Avrupa pazarına sunulmaktadır. Projede ulaşılması öngörülen toplam üretim düzeyi, yıllık 25 milyar metreküp doğalgaz ve 39 milyon varil kondensattır. Rezerv miktarı ise 1 trilyon metreküp gaz ve 2,2 milyar varil kondensat olarak tahmin edilmektedir.
Üçüncü proje, BTC (Bakü-Tiflis-Ceyhan) boru hattıdır. Bu hat 1.768 km uzunluğundadır. Hattı işletmek için TPAO’nun %6,53 payla ortak olduğu BTC Co. şirketi kurulmuştur. Hattın Türkiye içindeki bölümünü, BTC Co. ile anlaşma yapan BOTAŞ işletecektir. BTC, Mayıs 2005’te işletmeye açılmıştır. 2014 yılı baharına dek 2 milyar varil sevkiyat yapılmıştır ve bu, o günkü rakamlarla toplam 200 milyar dolarlık ciro oluştuğu anlamına gelir.
SCP (Güney Kafkasya Doğalgaz Boru Hattı), dördüncü projedir. Azerbaycan’dan, BTC’ye paralel uzanarak Türkiye sınırına varan hat 692 km uzunluğundadır. Borunun işletimi için kurulan SCP Co. şirketindeki %10 TOTAL hissesini, TPAO 154 milyon dolar bedelle, Şah Deniz’deki TOTAL hisse devri sırasında satın almıştır. İlk gaz teslimi 2007’de başlamış, ilk aşamada yıllık taşıma kapasitesi yıllık 9 milyar metreküp olarak belirlenmiş, 2013 yılında alınan kapasite genişletme kararı ile SCPX projesine başlanmış ve 2020 sonu itibariyle 24 milyar metreküplük kapasiteye ulaşılmıştır.
İşin Türkiye ayağında, bu bölgeden gelen gazın ülke içine ve dışına sevk edilmesi için geliştirilen projeler bulunuyor. Bunların en önemlisi olan TANAP projesinde Azerbaycan tekeli SOCAR %58 pay ile en büyük ortak konumunda (diğer ortaklar BOTAŞ %30 ve BP %12 pay ile). Bu projeye eklemlenmiş bulunan TAP projesi ile 2007 yılı sonundan itibaren Yunanistan’a, yılda yaklaşık 700 milyon metreküp gaz sevkiyatına başlanmıştır. Aynı hat üzerinden İtalya’ya da gaz verilecektir.
Şahdeniz ve TANAP gibi projeler, Türkiye’nin hem bizzat doğalgaz üreteceği hem de ürettiği doğal gazı kendi boru hatları vasıtasıyla taşıyabileceği gibi bir durum da yaratmış ve bu, Türkiye’ye önemli ekonomik (tabii siyasi de) olanaklar sunmuştur. Yapılan hesaplamalara göre Türkiye, Şah Deniz sahasından 2044’e kadar 28 milyar dolarlık gelir elde edecektir. Türkiye’nin 2045’e kadar boru hattı işletmesinden 17 milyar dolarlık gelir sağlaması beklenmektedir. Ayrıca TANAP’tan Türkiye’ye pompalanacak Azeri gazı, Rus gazından %12 daha ucuza mal olacaktır. Boru hattının inşaatı boyunca taşımacılık, hizmet, demir-çelik gibi birçok sektöre doğrudan ve dolaylı fayda sağlayacağı için TANAP’ın inşa faaliyetinin Türkiye ekonomisine toplam katkısının 50 milyar doları bulacağı öngörülmüştü.
Bunun dışında BTC hattına paralel inşa edilen ve 2007 ortalarından bu yana yılda 6,6 milyar metreküp gaz akışı sağlanan BTE (Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı) bulunuyor. Bu hattın kapasitesini arttırma çalışmaları sürmektedir.
BTC Ham Petrol Boru Hattının 1.076 km’lik Türkiye bölümü BOTAŞ tarafından inşa edilmiştir ve işletmesi BIL (BOTAŞ International Limited) tarafından yapılmaktadır. Bu hattan Türkmen ve Kazak petrolleri de taşınmaktadır.
AB’nin Türkiye ile hidrokarbon sorununda, diğerleri yanında, TANAP vb. projeler açısından da bir çelişkisi bulunmaktadır. Yaşamın her alanında önemli yer tutan bu ürün, daha önce söz ettiğimiz gibi sanayi üretimi açısından en azından orta vadede vazgeçilemez bir enerji kaynağıdır. (Uzun vadede vazgeçilmek zorunluğu hâsıl olacaktır, çünkü genelde fosil yakıtların yerini adım adım yenilenebilir enerji almak zorundadır.) Kim bu kaynağa daha bol olarak ve daha ucuza sahip olursa, sanayi ürünlerinde en önemli girdilerden birini ucuza getirip, görece daha ucuza mal ettiği ürünlerle rakipler karşısında bir adım önde olacaktır. Bu nedenle AB, Türkiye’nin, zaten ucuz işçi ücretlerinden dolayı var olan avantajı dışında, bu açıdan da avantajlı konuma gelmesini istemiyor. Kaynağa yakın olan ülkenin, aldığı ürünü diğerlerinden daha ucuza alması gayet anlaşılabilir bir durum iken, AB, Türkiye’ye daha ucuza gaz vermemesi konusunda Azerbaycan’a baskı uygulamıştır. Azerbaycan gazının AB ülkelerine taşınması için ortaya konan NABUCCO projesinde, Türkiye’nin, ülkeden transit geçen doğal gaz boru hatlarından, transit ücreti alması istenmemiş ve bu imzalanan anlaşmaya da konmuştu. Yani Türkiye’nin, coğrafi konumunun ona sağladığı avantajların hiçbirini kullanması ve bununla AB karşısında rekabet gücünü arttırması istenmiyor.
Sonrasında ne oldu? İş, AB’nin istemediği biçimde gelişme gösterdi. Nabucco projesi rafta kaldı. Onun yerine yukarıda sözünü ettiğimiz TANAP projesi geliştirildi. Nabucco’dan 450 km kısa olan bu proje gerek maliyet, gerekse üzerindeki söz sahipliği açısından Türkiye ve Azerbaycan’a önemli avantajlar sağladı.
TPAO, 2012’de alt şirketi TP Afghanistan Ltd. ve iki şirketle oluşturulan işbirliğiyle Afganistan’da da çalışmalara başlamış, 7 yıllık sismik arama, veri toplama faaliyetleri sonucu Sandıklı bölgesinde sondaj ihalesi gerçekleştirilmiştir. 2020 yılı içinde 5.500 metrelik bir kuyu kazılması planlanmış ve bunun için 60 milyon dolarlık bir yatırım öngörülmüştür.
TPAO’nun aynı zamanda Afganistan’da Çalık Enerji ve Bayat Enerji ile birlikte petrol ve doğal gaz arama girişimleri vardır.
TPAO’nun alt şirketi TPIC, Venezuela Devlet Şirketi PDVSA ile 2015 yılında, petrokok ve petrol ürünleri ticaretini geliştirmek için bir iyi niyet anlaşması imzalamıştır. Venezuela ile yapılan devletten devlete görüşmelerde, “toplu konut yapımı karşılığında petrol” gibi mutabakatlara varıldığı kamuoyuna yansımıştır.
TPIC; Kazakistan, Türkmenistan, Suriye, Gürcistan’da bir dizi sondaj çalışması yapmıştır. 2009 yılında ise Suriye’den alınan 80.000 ton petrolün deniz yolu ile uluslararası piyasalara satışını gerçekleştirmiştir.
TPAO, Orta Afrika’da, henüz keşif yapılmamış bölgelerde petrol ve doğalgaz arama faaliyetlerine ilgi duymaktadır.
Genel Energy ise Fas, Malta, Etiyopya, Fildişi Sahili ve Somaliland’da arama/üretim imtiyazlarına sahip olduğunu açıklamıştır.
TPAO alt şirketi TPOC, Rusya’nın Baytugan bölgesinde, 2014 yılında işletmeci olan Macar MOL grubuna bağlı Baitex şirketinin %49 hissesini 175 milyon dolar bedelle sattın alarak çalışmalarını sürdürmektedir. 400 üzerinde kuyu ile günlük 9.500 varil petrol üretimi yapılmaktadır. Saha toplam 100 milyon varil rezerve sahiptir. Oluşturulan ortaklık, Rusya’daki orta ölçekli sahalarda büyümeyi hedeflemektedir.
Rusya ile ilişkiler bununla sınırlı değildir kuşkusuz. Bir dizi ekonomik ilişki yanında enerji alanında işbirlikleri mevcuttur. Konumuz gereği somut olarak boru hatları yoluyla gaz sevkiyatı meselesine bakalım.
Rusya ile bu alanda oluşturulan ilişkiler ayrı bir önem taşıyor. Rusya, öncelikle askeri açıdan büyük bir emperyalist güç ve duruma göre bu gücünü kullanmaktan çekinmiyor. Bu güçle ilişkiler doğal olarak, İran, Irak, Libya ve Azerbaycan gibi ülkelerle oluşturulan ilişkilerden önemli farklılıklar gösterebilir. Bu ve benzeri ilişkilerde güç dengesi unsuru, her zaman, kendini belirleyici biçimde ortaya koyar.
Önemli bölümü bitirilmiş bulunan Rusya ile Türkiye arasındaki hatlarda durum şöyledir: Sonradan Türk Akımı adını alan proje, 1990’lı yıllarda ilk planlandığında, aslında Bulgaristan-Yunanistan üzerinden Türkiye’yi bypass etme projesi olarak ortaya çıkmıştı. Ama Türk burjuvazisinin Rusya ile ilişkilerini geliştirmede gösterdiği gayret ve Rusya’daki yatırımlarla pekişmeye başlayan ilişkiler, öbür yandan duruma göre verilen ödünler, o zamanlar Güney Akımı olarak anılan projenin Türk Akımı biçimini almasını sağladı. Böylece proje, Rusya gazının Türkiye üzerinden özellikle Avrupa pazarlarına, arz güvenliği çeşitlendirilerek ulaştırılmasının bir projesi hâline geldi. Rusya bu proje ile gazının Avrupa’ya ihracatında transit konusunda Belarus ve özellikle de Ukrayna’ya alternatif bir yol bulmayı amaçlamıştır. Türkiye ise bir taraftan Rusya ile enerji alanındaki iş birliğini geliştirerek diğer taraftan da petrol ve gaz aldığı kaynakları arttırmaya çalışarak, Avrupa ile Asya arasında köprü ve bir nevi hub olma gayesi gütmektedir. Türk Akımı birbirine paralel iki hattan oluşuyor. Her iki boru hattı da 15,75 milyar metreküplük kapasiteye sahip. 930 km uzunluğundaki Türk Akımı boru hattının 700 km’lik bölümü Türkiye karasuları içinde yer almaktadır. Boru hattının uzunluğu, başlangıçta planlanan Güney Akımı’na göre 2.100 km daha kısadır ve Rusya’nın inşa maliyetleri açısından 10 milyar dolar tasarruf etmesini sağlamıştır. Projenin 225 km’lik kara kesiminin inşaatının 13.500 kişilik istihdam yaratacağı ve Türkiye milli hasılasına 546 milyon dolarlık katkı sağlayacağı düşünülmüştür. Kara hattı Gazprom ve BOTAŞ’ın yaptığı anlaşma gereği, ortak bir şirket kurularak, birlikte inşa edilmiştir.
Konunun kimi uzmanları, yapılan anlaşmaya bakıldığında, Avrupa’ya uzanacak hattan Türkiye’nin bir çıkarı olmadığı görüşündeler. Bu hattın inşasının daha çok, diğer alanlarda Rusya’nın olurunu alabilmek için bir tür ödün olduğu düşünülüyor. Ancak yukarıdaki veriler, kara bölümünün inşasından belli kazançlar sağlanabileceğini gösteriyor. Gazın doğrudan Rusya’dan gelmesi ve Trans-Balkan hattı gibi üzerinde çok sayıda ülke bulunmaması, enerji güvenliği açısından daha olumlu karşılanıyor.
Yine Türkiye’nin –enerji açısından bakıldığında– Rusya’ya çok bağımlı olduğu iddiaları bulunuyor. Bu yanlış da değil. Ama bunun bir biçimde diğer kaynaklarla dengelenmeye çalışıldığını, burada da Azerbaycan ile bu alanda geliştirilen ilişkilere çok önem verildiği görülüyor.
Türk Akımı dışında, ondan daha önce devreye giren Mavi Akım projesi bulunuyor. Mavi Akım ile esas olarak Türkiye’nin gereksinimi karşılanıyor. Mavi Akım’ın kapasitesi 16 milyar metreküp. 2003 yılı başından beri bu hattan gaz sevkiyatı yapılıyor. Karadeniz geçişinin inşaatı Gazprom, Türkiye içindeki hattın inşası BOTAŞ yükümlülüğünde gerçekleştirilmiştir.
Bunun dışında Türkiye, Trans-Balkan boru hattından da gaz alıyor. Buradan aldığı doğal gaz ise 14 milyar metreküp civarında. Türk Akımı büyük olasılıkla Trans-Balkan hattından alınan gazı gereksiz kılacak ve o hat üzerinde bulunan Ukrayna, Rusya’nın istediği biçimde cezalandırılmış olacak.
İran’dan 1.491 km uzunluğundaki “Doğu Anadolu Doğal Gaz İletim Hattı” yolu ile 2001 sonundan itibaren yılda 10 milyar metreküp gaz alınmaktadır. İran’ın doğal gaz ihracatının yüzde 90’ını Türkiye’ye yapılan satışlar oluşturmaktadır. (Suptniknews verilerine göre bu miktar 2019 yılında 7,9 milyar metreküptür.)
Türk sermayesinin, İran’da da hidrokarbon kaynakları ile ilgili yatırım yapma girişimleri olmuştur. Güney Pars sahasının 3 ayrı fazının geliştirilmesi ve yaklaşık 2000 kilometre uzunluğunda yeni bir doğal gaz boru hattı inşasını öngören mutabakat zaptının imzalanmasından sonra, bu konuda bir ilerleme kaydedilmemiştir. Bunun İran’ın, Türkiye’nin Ortadoğu’daki başlıca enerji hubı olmasına sıcak bakmamasıyla ilgili olduğunu savlayan görüşler vardır.
Doğu Akdeniz’deki gelişmeler, çelişkiler
AB üyesi Kıbrıs Cumhuriyeti (Türkiye’ye göre “Rum kesimi”), 2003 yılında Mısır ile 2007’de Lübnan ve 2010’da İsrail ile deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşmaları yapmıştır. 2004 yılında ise kendi MEB’i ilan etmişti. Bu gelişme karşısında Türkiye 2006 yılında, bölgedeki enerji merkezlerinin güvenliği için olduğunu söylediği “Akdeniz Kalkanı” projesini uygulamaya başladı. Adanın çevresinde 2007 yılında hidrokarbon yatakları keşfine yönelik Kıbrıs yönetimince ruhsatlandırma çalışmalarına başlandığında Türkiye sert tutum göstermeye başladı. Türkiye’nin Antalya Körfezi civarında dar bölgeye hapsedilmeye çalışıldığı, haklarının gasp edildiği, KKTC’nin de o bölgelerde hakkı olduğu biçiminde itirazlar yükseltildi. Doğu Akdeniz’de en uzun kıyı hattına sahip olan Türkiye yapılanlara razı olmayacaktı. Bununla da kalınmadı, Türk Deniz Kuvvetleri, ihaleye çıkarılan sahalarda gerçek mermiler kullanarak tatbikat ve eğitimler gerçekleştirdi.
Kıbrıs’ın arkasında Yunanistan, her ikisinin arkasında ise üyesi bulundukları AB duruyordu. Nitekim AB İlerleme Raporlarında da Türkiye’nin bu tutumu eleştiri konusu yapıldı.
Türkiye’nin bu politikası dozu artarak devam etti. Günlük yayın organlarına, 2010 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nın, uluslararası deniz hukuku alanında uzman olarak değerlendirdiği kişileri davet ederek, Doğu Akdeniz’deki enerji rezervinin savaş riskine değer mi sorusuna yanıt aradığı bilgisi yansıdı. Yanıtın “evet” olduğu; sadece doğal gaz açısından 7 trilyon dolar değerinde 15 trilyon metreküp rezerv olabileceği söylendi. Peşinden silahlı kuvvetlerin bu yeni duruma uygun hazırlık yapacağı bilgisi paylaşıldı. ABD ise bu andan itibaren daha sıkı bir izleme içine gireceğini belli etti.
Eylül 2011’de Kıbrıs yönetimi, doğal gaz arama çalışmalarına başlandığını açıkladı. Türkiye’den hemen bunun engellenmesi gerektiği, bu yapılmazsa “Rumların” yılsonuna doğru tüm parsellerdeki ruhsat alanlarında ihaleler yapıp çalışmalara başlayacağı, uluslararası şirketlerin buradan pay kapma yarışına gireceği vb. şeklinde sesler yükseldi; hemen misilleme yapılmalıydı.
Ardından Kıbrıs yönetiminin Amerikan Noble Energy şirketi ile anlaşarak, 12. parselde sondaj çalışmalarına başladığı, ABD’li şirkete ait platformun ve sondaj çalışmalarının İsrail silahlı kuvvetleri tarafından koruma altına alındığı açıklandı. Burjuva Türk basınında, sorunun “Türkiye’nin kararlılığının test edileceği bir kırılma noktasına doğru son süratle” ilerlediği vb. yorumlar yapıldı.
Sonrasında Türkiye’nin, kendi ve Kıbrıs Türklerinin hakkı olarak gördüğü bölgede, arama ve keşif çalışmaları ile doğrudan devreye girmeye başladığını görüyoruz. Yunanistan daha önceleri (1987 yılında) petrol ve gaz aramalarına başlayacağını duyurunca da bu savaş nedeni sayılmış ve misilleme kabilinden Piri Reis araştırma gemisi, “keşif yapma amacıyla” aynı bölgeye gönderilmişti. Eylül 2011’de de bu gemi Akdeniz’de sorunlu bölgelere gönderildi. Ancak Piri Reis daha çok üniversite araştırmaları için kullanılan ve öngörülen görevleri gerektiği gibi yerine getirebilecek vasıfta olan bir gemi değildi. Zira gerekli olan binlerce metre derinlikteki sularda ve onun da binlerce metre altındaki kara bölümünde keşif ve sondaj yapabilecek nitelikteki gemilerdi. Bu tip gemiler birkaç gelişmiş ülke ve onların şirketleri elinde bulunuyordu. Buralardan kiralanacak gemilerle ve uluslararası büyük tekellerle işbirliği hâlinde işe girişmenin, büyük güçlerle aradaki çelişki sonucu ortaya çıkacak ambargo vb. nedenlerle sorunlu olacağı görüldüğünde hemen bu nitelikte bir gemi inşa işine girildi ve onun yapımına dek geçecek süre içinde bir gemi satın alımı gerçekleştirildi. TPAO, 2012 yılında Norveç’ten satın alıp Barbaros Hayreddin Paşa adını verdiği sismik araştırma gemisine sahip oldu ve gemi Şubat 2013’ten başlayarak değişik sahalarda görev yapmaya başladı. Sonrasında TPAO, 2017, 2018 ev 2020 yıllarında sırasıyla Fatih, Yavuz ve Kanuni adını verdiği Güney Kore’de Norveç için inşa edilen üç adet modern, derin deniz sondaj gemisini satın alarak bünyesine kattı. 2012 yılında ise iki devlet kurumu SSM (Savunma Sanayi Müsteşarlığı) ve MTA (Maden Tetkik Arama Müdürlüğü) birlikte modern bir sismik araştırma gemisi inşası işine girdi. Bir Türk tersanesinde %90 yerlilik oranı ile 2015’te tamamlanıp MTA Oruç Reis adı verilen gemi, Norveç’ten satın alınandan daha yeteneklidir ve 2017 yılından beri görevdedir.
Konunun uzmanları, ikisi sismik araştırma, üçü derin deniz sondaj gemisi olan bu beş gemi ile Türkiye’nin bu alanda dünyanın ilk 10 ülkesi arasına girdiğini söylemektedir. On yıl öncesi ile kıyaslandığında gelinen yerin bu açıdan bir konum değişikliğine yol açtığı açıktır. Ancak sismik arama gemisi inşa edildiği gibi, eğer bu konuda bağımsız hareket hedefleniyorsa ki ediliyor, derin sondaj gemilerinin de Türk tersanelerinde inşa edilmesi gerekir. Bu yetenek var gibidir ama bunun somut olarak ortaya konması önemlidir. Başka önemli bir konu, derin sondaj gemileri için eğitilmiş eleman sorunudur. Gemi almakla iş bitmiyor, derin deniz sondaj işinde deneyim kazanmış çalışanlara gereksinim vardır. Bunun da önemi kavranmış ve gerekli personelin eğitilmesine soyunulmuş olmakla birlikte, şu anda gemilerin personelinin çoğunluğu yabancıdır. İşe hâkim olma açısından bu durumun yarattığı zaaf yanında, Kıbrıs yönetiminin yabancı çalışanlarla ilgili “yargılanırsınız” tehdidi söz konusudur. Bu koşullarda yabancı personeli elde tutmak için yüksek ücretler ödenmektedir vb.
2013 sonrası Türkiye, kendi hakkı olarak gördüğü ya da sorunlu sahalar olarak saydığı bölgelerde, Kıbrıs yönetiminin buralarda kendi başına ve haksız biçimde davrandığı iddiasıyla hareket etmeye başladı. Barbaros Hayrettin gemisi sismik araştırmalar yapıyor, ona deniz kuvvetleri koruma sağlıyordu. Bununla yetinilmedi, Kıbrıs yönetiminin parselleyip ruhsat verdiği sahalara müdahale edilmeye başlandı. Aynı bölgelerde Kıbrıs Türklerinin (KKTC’nin) de hakkı olduğu ve onun da arama yapması için her tür desteğin verileceği ilan edildi. Ada çevresindeki parsellerde 7-8 devletin petrol şirketleri tek başlarına ve ortaklıklar yaparak arama yapar durumdadır.
Türkiye AB dalaşı
2014 yılında, üç ayrı bölgede arama ve sondaj çalışmalarına başlamış olan İtalyan ENI ve Güney Koreli KOGAS petrol şirketleri Türk Deniz Kuvvetleri’ne bağlı unsurlarca izlenmeye, rahatsız edilmeye başlandı. Üçüncü Parsel’de TOTAL’in de çalışmaları söz konusudur. 2018 başında ENI bölgeden çekilme kararı aldı ve gerekçe olarak savaş gemilerinin varlığını gösterdi.
Daha sonra Yavuz sondaj gemisi Kıbrıs’ın güneybatı açıklarında yer alan Yedinci Parsel’e gönderildi. Burada Fransız TOTAL ve İtalyan ENI çalışmalar yürütüyordu. Bu defa Fransa ile Türkiye arasında ipler iyice gerilmeye başladı.
Gerilimin ardında paylaşım dalaşının yattığı açıktır. Yukarıda Azerbaycan hidrokarbon kaynakları ile Türkiye’nin ilişkisine baktığımız yerde, TPAO’nun, Şahdeniz ve SCP’deki TOTAL paylarını satın alarak onu devre dışı bıraktığını görmüştük. 2019 sonbaharında yapılan Libya-Türkiye deniz yetki sınırları anlaşması ile Doğu Akdeniz, kuzey-güney doğrultusunda bir anlamda kesilmiş gibi oldu. Bu girişimdeki amaç, Doğu Akdeniz’den elde edilecek hidrokarbon ürünlerin Batı’ya taşınmasında Türkiye’yi bypass etme girişimlerini akamete uğratmak ve hem iki ülke deniz yetki alanları içinde hem de Libya’daki kaynakların işletilmesi konusunda Türkiye’ye avantajlar sağlamaktı. Tabii bu girişim, kendini Akdeniz’in dayısı olarak görmeye alışmış büyük emperyalist güç Fransa’nın hoşuna gitmedi. Suriye, Libya (ve son olarak Azerbaycan) sorunlarında Türkiye ve Fransa’nın farklı cephelerde yer alması zaten bir çelişki kaynağı idi. Türkiye’nin buralardaki girişimleri ile elde ettikleri, sonuçta diğer güçler yanında, Fransa’nın da çıkarına dokunmaktadır.
Bu arada Türkiye’nin büyük askeri tatbikatlarla gövde gösterileri yaptığı biliniyor. Şubat-Mart 2019’da, 9 gün süren “Mavi Vatan” tatbikatı 103 geminin katılımıyla gerçekleştirildi. Mayıs ayında ise bu defa 131 gemi, 57 uçak, 33 helikopter ve 25.900 personelin katılımıyla 12 gün süren “Denizkurdu” tatbikatı yapıldı. Bunlar bırakın bölgeyi, dünya çapında büyük tatbikatlar oldu. Tatbikatlarda bir dizi yerli sistem de denenmiş oldu. Bu tatbikatlar dışında ufak çaplı uluslararası tatbikatlar da söz konusu.
Fransa ise bölgeye birkaç firkateyn gönderdi ve Yunan deniz kuvvetleri ile birlikte tatbikatlar yaptı.
Geçtiğimiz Haziran ayında, NATO görevi kapsamında Libya’ya silah ambargosunu denetleyen bir Fransız firkateyni, Tanzanya bandıralı bir gemiyi şüphe üzerine durdurmak isteyince Gemiye eşlik eden Türk savaş gemileri tarafından tacize uğradığını, üzerine üç kez radar kilitlemesi (bu, hedef gemiyi vurmanın hemen öncesinde yapılan işlemdir) yapıldığını açıkladı. Olayı protesto ederek NATO makamlarına iletti. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ilk açıklamasında, sanki açık vererek olayı doğrularcasına “Burada bizim gemilerimizi Libya’ya bir şey mi götürüyor diye yoklamaya çalışıyorlar. Bizim de oralarda gemilerimiz var. Sen NATO müttefikine böyle davranırsan karşılığını alırsın” dedi. Bu sözlerin ardında, aşağıda üzerinde duracağımız bir yaklaşımın yattığı bellidir. Sonrasında Türk savaş gemilerinin böyle bir radar kilitlemesi yapmadığı iddia edildi. NATO’nun da delil bulamadığını açıklamasından sonra Türkiye, Fransa’dan özür beklediğini söylerken, Fransa söz konusu NATO görevinden ayrıldığını açıkladı.
Libya’da her iki tarafın askeri varlığı kuşku götürmez biçimde açıktı. Fransa’nın askeri varlığı 2016’da bir askeri helikopterin düşürülmesi ve 3 Fransız askerinin ölmesi ile ortaya çıkmıştı. 2019’da ise Hafter’e bağlı güçlerin kullandığı bir üs içinde Fransız yapımı füzeler ele geçirildi ve Fransa bunların kendine ait olduğunu kabul etti. Türkiye’nin ise askeri gücünü kullanarak Libya’daki dengeleri değiştirdiği biliniyor. Bu kadar silah, donanım, askeri personel, hatta SİHA’lar oraya ışınlanmadı ya. Bunlar ağırlıklı olarak deniz yoluyla oraya sevk edildi. Türkiye’nin bunu gerçekleştirirken çok şeyi göze aldığı açıktır; firkateynlerle koruma laf olsun diye yapılmıyor. Türkiye’nin Fransa’ya (ve olaya müdahil diğer güçlere) karşı tavrı “sen ne yapıyorsan ben de onu yapıyorum” gibi bir şey. Bölgesel güç olabilmek iddiası böyle bir tavrı gerekli kılıyor.
Köklü ve büyük bir emperyalist güç olan Fransa, kendi açısından, Libya’da yaptığı gibi böylesi girişimleri doğal görüyor ve ama Türkiye’nin orada ne işi olduğunu sorguluyor. Türkiye’nin orada ne işi olduğunu, yukarıda anlattık; bu, Türk burjuvazisinin oradaki çıkarları tarafından dikte edilmektedir.
Çelişkilerin boyutunu göstermek açısından, yakın zamanda yine Türk bandıralı bir ticaret gemisinin, bu defa bir Alman firkateyni tarafından yine denetleme harekâtı kapsamında baskına uğramasına değinebiliriz. Bu baskının, öncekinin (Fransa ile yaşanan olayın) rövanşı niteliğinde bir gözdağı vermek olduğunu söyleyenler de oldu ama burada harekâtı yapanların, en hafifinden mahcup olması gibi bir durum da oluştu. Fransa ile yaşanan olaya bakıldığında Türkiye’nin, alanında uluslararası tanınmışlığa sahip Türk bandıralı bir gemiyi kullanarak ve korumasız biçimde silah sevkiyatını yapacak kadar saf davranmayacağı belli idi. Gerçekten silah sevkiyatı yapılsa idi, Türkiye’nin Alman firkateynine, Fransa’nınki gibi davranmayacağının da hiçbir garantisi yoktu. Böylece bu girişim, adeta, arabulucu gibi davranan Almanya ile Türkiye’nin arasını açmak için yapıldı gibi bir görünüm sundu. Sonuçta silah bulunamadı ve baskını yapanlar, Türkiye’nin, eylemin kurallara uymadığı ve bunun bir korsanlık olduğu biçimindeki suçlamalarına maruz kaldı.
Kıbrıs yönetimiyle anlaşma imzalayan ABD’li Noble Energy petrol şirketinin de Kıbrıs güneyinde bir bölgede arama/sondaj çalışmaları yürüttüğünü söylemiştik. ABD emperyalizminin dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi Doğu Akdeniz bölgesinde de çıkarları vardır. Ve Türkiye’nin birçok konuda ABD ile çelişki içinde olduğu malumdur. ABD’nin önde gelen think-tank kuruluşları (ki bunların CIA, Pentagon gibi kurumlarla sıkı ilişkileri vardır; kurucuları ve araştırmacıları zaten bu vb. kurumlardan gelen kişilerden oluşmuştur), 15 yıl kadar öncesinden başlayarak yaptıkları analizlerde Türkiye’nin artık eskisi gibi bir müttefik olmayacağını (Rand Corporation), nedenleriyle açıklamışlardı. Şimdi Doğu Akdeniz/Ortadoğu bölgesindeki sorunlarla ilgili ABD’nin Türkiye ile ciddi çelişkileri olduğu görülüyor.
ABD’nin Türkiye’ye nasıl yaklaştığına bir örnek oluşturan bir başka think-tank kuruluşunun görüşleri ilginçtir. 1961’de kurulan ABD’li düşünce kuruluşu “Atlantik Konseyi” (13) yakın tarihte yaptığı, dünyadaki riskler listesinin 10. sırasında Türkiye’ye yer veriyor. Türkiye için “Rogue state” (haydut devlet) benzetmesi yapılarak şunlar deniyor: “Erdoğan liderliğinde giderek otoriterleşen, İslamcı ve yayılmacı Türkiye; Somali, Katar, Libya, Irak, Suriye ve Balkanlar’a ya askeri müdahalede bulundu ya da asker konuşlandırdı. Ankara, IŞİD ile savaşan ABD müttefiki Kürtlere saldırırken diğer yandan Suriye, Libya ve Azerbaycan’da Rusya ile karşı karşıya geldi. Türkiye, NATO için tehdit oluşturan ve ABD yaptırımlarına yol açan Rus S-400 hava savunma sistemini konuşlandırdı. Doğu Akdeniz’de, Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni ihlal ederek ve Kıbrıs’a tehdit oluşturarak provokasyon yaptı. Pek çok Arap devleti Türkiye’yi tehdit olarak görürken, Erdoğan da son terör saldırılarını idare ediş yöntemi nedeniyle Fransa’yı kışkırtıyor. Ankara’nın çok cepheli askeri iddiası, daha fazla çatışmaya yol açabilir ve Türkiye’yi üyesi sayan NATO içinde hesaplaşmaya neden olabilir.”
Doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynakları konusunda sadece Türkiye ile Yunanistan/Kıbrıs ve destekçileri arasında anlaşmazlık bulunmuyor. Bu çelişki, Yunanistan/Kıbrıs bloğunun yaptığı deniz yetki anlaşmalarına dâhil ülkelerle ilişkilere de bir biçimde yansıyor. Bunun dışında bölgedeki diğer ülkelerin kendi aralarında da anlaşmazlık noktaları bulunuyor. Bölgenin önemli ülkeleri olan Suriye, İsrail, Mısır ile Türkiye’nin, devlet yönetimini elinde bulunduran RTE/AKP takımının ideolojik tercihleri nedeniyle de ters düştüğü biliniyor.
Türkiye yakın zamana dek uyguladığı politikasında, kendi hakkı olarak varsaydığı deniz alanlarında “sert gücünü” de gösterir bir yol izledi. Salt bununla kalınmadı; Suriye’de, Libya’da yapılanları biliyoruz. Ancak bu sürekli ve uzun süre izlenebilir bir politika değildir. Her şeyden önce bu büyük bir kaynak israfıdır. Dünyanın güçlü ülkeleri bile, bölge somutuna bakıldığında, salt sert güce dayalı politikayı uzun süre sürdüremez. Bu nedenle bu politika paralelinde çözüm arayışları, yeni bağlaşık arayışları sürer. Nitekim şimdi Almanya arabuluculuğunda Türkiye-Yunanistan “istikşafi” görüşmeleri sürüyor. Bunlar, hiçbir bağlayıcılığı olmayan görüşmeler. Nitekim daha önce de yıllarca süren ve sonuç alınmadan bırakılan böyle görüşmeler bulunuyor. Bunlar daha çok, sertleşen çelişkinin, o gün için, görece yumuşatılmasından başka işe yaramıyor. Sorun erteleniyor. Taraflar zaman kazanmış oluyor sadece; gücünü arttırmak için gerekli olan zamanı. Sorunun çözümü sonuçta güç dengelerine bağlıdır ve belli bir anda bir biçimde çözülmüş gibi görünen sorunun ileride yine patlak vermesi kaçınılmazdır.
Şu sıralar ise, ABD ve AB’nin Türkiye üzerinde bir baskı politikasını, birbirleriyle koordineli biçimde yürütme niyetleri açığa çıktı. Bir dizi tehditler eşliğinde üzerine çok fazla baskı gelen Türkiye’nin bir molaya gereksinimi olduğu görülüyor. Bu nedenle en azından söylemde bir yumuşama politikasının daha öne çıktığı görülüyor.
Türkiye bir yandan, Doğu Akdeniz çevresindeki taraf ülkeleri, kendisi ile deniz yetki anlaşması yapmaları konusunda, bunun onların da çıkarına olacağını ve daha çok alan kazanacaklarını söyleyerek ikna etmeye çalışırken, diğer yandan son sözü güç dengesinin söyleyeceğinin bilincinde “savunma” gücünü pekiştiriyor.
Türkiye’nin bir enerji merkezi (hub) olma uğraşı
Türkiye’nin dalaşa katılımının ardındaki nedenlerden biri de bir enerji merkezi olma ve bu yeni konumu rakiplere karşı kendi çıkarına uygun olarak kullanma isteğidir.
Hub kavramı, belli bir üretim dalında belirli bir aktivitenin tanımlandığı yer anlamında kullanılmaktadır. Enerji alanında hub, bu alanda fiziki ya da sanal işlem gören merkez anlamında kullanılıyor. Hub olan bölge veya ülkelerde birkaç faaliyetin yer aldığı da görülür. Bunlar; gaz veya petrolün toplama ve işleme, iletim, depolama, pazarlama ve ticareti, dağıtımı vb. işlemlerdir. Buralarda şeffaf ve rekabetçi piyasa ortamında fiyat oluşumu için referans sağlandığı düşünülür. Uluslararası piyasalarda Henry Hub (Louisiana, ABD); Zeebrugge (Belçika); Baumgarten (Avusturya) ve borsa için de NBP (Birleşik Krallık); TTF (Hollanda) örnek olarak verilebilir.
Türkiye’nin böyle bir enerji merkezi olma ve fiyat oluşumunda önemli bir role sahip duruma gelme gayreti açık olarak görülüyor. 2016 yılında Avrupa Birliği Bakanlığı tarafından, enerji politikasının temel hedefi, “enerjinin ekonomik büyümeyi gerçekleştirecek ve sosyal gelişmeyi destekleyecek şekilde zamanında yeterli, güvenilir, rekabet edilebilir fiyatlardan çevresel etki de göz önüne alınarak temin edilmesi” olduğu biçiminde konulmuştur. Aynı biçimde Dışişleri Bakanlığı da, Türkiye’nin Enerji Profili ve Stratejisi belgesinde, “kaynak ülke ve güzergâh çeşitliliğine gidilmesi önemli yere sahip” olduğu belirtilmiştir.
Türkiye benzer bir enerji merkezi olma sürecinin neresindedir?
European Federation of Energy Trades (Avrupa Enerji Tacirleri Federasyonu – EFET) tarafından 2015 yılı için yapılan çalışmada Türkiye’nin hub gelişim skoru 20 üzerinden 5,5 olarak değerlendirmiştir. Skoru yüksek olan ülkelere göre Türkiye gerilerdedir. Skoru en yüksek ülke 19,5 puanla Hollanda’dır ve onu 19 puanla Almanya izlemektedir. Türkiye’nin etkin bir oyuncu olması için 15 puanlı İtalya ya da 14 puanlı Avusturya düzeyine yükselmesi gereği, konunun uzmanlarınca ortaya konmaktadır. Bunun için Türkiye’nin, ülkeye doğalgaz giriş kapasitesini 2 kat arttırması gerektiği söylenmektedir. Ancak skoru etkileyen başka unsurların da bulunduğu görülüyor. Örneğin Nisan 2018’de, Enerji Piyasası Denetleme Kurumu – EPDK tarafından OTSP’nin (Organize Toptan Satış Doğalgaz Satış Piyasası) açılmasıyla birlikte skor hemen 9 puana yükselmiştir. Bu gelişme, burjuvazinin bu konudaki hedefine doğru yürüdüğünü gösteriyor.
Türk burjuvazisi, ülkenin bir enerji merkezi olması doğrultusunda uğraşını sürdürüyor. Ülkeye doğal gaz girişinin önümüzdeki yıllarda artması planlanmış durumdadır. Azerbaycan üretim sahalarında arz miktarının artmasına paralel olarak bu gerçekleşecektir. Önümüzdeki 5-6 yıl içinde artan ve boru hatlarına sevk edilen miktar, bugünkünün yaklaşık 2 katı olacaktır. Ayrıca Azerbaycan’dan gelen boru hatlarına Türkmenistan gazının da eklenmesi çalışmaları yapılmakta ve hatta Kazakistan gazının da bu hattan yararlanabileceği düşünülmektedir.
Bunlara çevre denizlerde kıta sahanlığı ve MEB olarak görülen sahalarda hidrokarbon kaynaklarından elde edilecekler de eklendiğinde Türkiye’nin hub olma skorunun çok üstlere çıkacağı açıktır.
Türk burjuvazisi, ülkenin, konumunu değiştirmeye hizmet edecek biçimde bir enerji merkezi durumuna gelmesinin, kendi açısından sağlayacağı kazançları hesaba katarak edimlerine devam ediyor.
Bu gerçekleştiğinde ise bundan en zararlı çıkacak ülkelerin Rusya ve Suudi Arabistan olması olasılığı büyüktür. Bu nedenle bu iki büyük üretici ülke kendi konumlarını olumsuz etkileyecek böyle bir gelişmeye sıcak bakmaz. Türkiye’nin Azerbaycan ile birlikte geliştirip gerçekleştirdikleri (TANAP gibi) projeler de bir yandan bir hub olmaya hizmet ederken öte yandan Azerbaycan’ın dünyaya açılmasının yolunu açmıştır. Bu da Rusya’nın hoşuna gidecek bir gelişme değildir. Hidrokarbon alanında başlı başına bir güç olan ABD ise bir yandan Rusya aleyhine olacak bir gelişmeyi desteklerken, öte yandan Türkiye ile çelişkilerinden dolayı ikircikli bir tavır içindedir.
Ve güç sorunu
Yukarıda, kapitalist-emperyalist dünyada paylaşım sorunlarının son kertede güç dengelerine bağlı olarak çözüldüğünü sıklıkla yineledik. Yine gördük ki, bölgede değişik devletler paylaşımda farklı biçimlerde yer alıyor ve bunlar zaman zaman güç gösterilerine başvuruyor.
Türkiye’nin/Türk egemenlerinin başta yakın coğrafyası olmak üzere gücünün yettiği yerde yerkürenin uzak köşelerine bile sarktığı bir gerçek. Bu, ekonomik açıdan tartışmasız böyle. Askeri açıdan ise küresel çapta da operasyon yapabilmeyi hedefine koymuş bölgesel bir güçten söz edebiliriz. Bölgesel güç olabilmek, gerektiğinde büyük emperyalist güçlerle bile karşı karşıya gelme riskini göze almayı zorunlu kılar. Çünkü sonuçta bu büyük güçlerin de söz konusu bir ve aynı bölgede çıkarları söz konusudur. Bu, somut tekil olaylarda da gördüğümüz gibi karşı karşıya gelmeyi beraberinde getirmektedir. Peki, ama henüz bağımlılıktan tam kurtulmamış, emperyalist bir güç konumuna gelememiş bu yönde ilerleyen bölgesel bir güç, büyük güçlerle nasıl başa çıkacaktır. Burada, pratik yaşam içinde de izlediğimiz bir dizi faktör devreye girer: Geçici ve daha uzun süreli bağlaşıklar, jeopolitik konum, ekonomiler arasındaki belli biçimlerde var olan bağlantılar ve bundan yararlanma çabaları, çelişkilerin çatışma noktasına geldiğinde yapılan getiri/kayıp hesapları, yeni çıkan duruma uygun pazarlıklar ve karşılıklı ödünler vb.
Bunun dışında örneğin, büyük emperyalist güç, dikkatini tüm yerküreye dağıtmak zorunda olduğundan gücünü bir noktaya toplaması başka yerlerde zaafa neden olabilecekken, bölgesel güç doğrudan “anavatan” çevresinde operasyonlarını yürütmenin avantajlarına sahiptir.
Ancak son kertede belirleyici olan, ardında teknolojik düzeyin durduğu “savunma” sanayiindeki güçtür. Pazarlıklarda avantajlı çıkabilmek bile buna bağlıdır. Gerektiği gibi askeri güç göstermedikçe “masada olmak”, paylaşımdaki pazarlık yapacak güçlerden biri konumuna gelmek olanaksızdır. Elde edilecek pay ise güçle orantılıdır.
RTE yıllar önce ve belki bunu pratikte görüp kavrayınca, şu görüşü açıkça beyan etmişti: “Arkanızda bağımsız güçlü bir savunma sanayii olmadan yapılan diplomatik girişimler bir yere kadar”.
Çünkü diplomatik girişimler/siyaset… Bu, günümüzde, özünde gücü oranında sömürüden pay kapma için yapılan görüşmelerden başkası değildir. Ve siyaset yapmanın uç noktası ise işin içine silahlı gücü sokmaktır.
Türkiye’nin giderek bu gücüne daha çok güven duyması gibi bir durum oluştu. Bunun ardında kuşkusuz “savunma” sanayiindeki gelişmeler ve buna bağlı olarak teknoloji yoğun, gelişmiş ürünlerle, gereksinimlerini yerli üretimle karşılama oranının artması duruyor. Ürünlerinin ne işe yaradığını savaş içinde sergilediği oranda, bu ürünlere küresel çapta talep de artıyor.
2016’daki “Türk ‘Savunma’ Sanayisi Üzerine” (YDİ Çağrı, 2016/4) başlıklı yazımızda o dönemle ilgili bir dizi veri, bilgi paylaşmış idik. Son 4 yılda bu alanda sağlanan ve ciddi bir ilerleme olduğunu gösteren değişikliklerle ilgili birkaç temel veri paylaşarak farkı görelim.
Sektör cirosu 2019 sonu itibariyle 10,884 milyar dolara yükselmiştir (2014’te 5,101 milyar dolar). İhracat 3,068 milyar dolara ulaşmıştır (2015’te 1,673 milyar, sonradan 1,855 olarak düzeltildi. 2020’de ise yılın özel koşullarına bağlı olarak %16’lık bir düşüş söz konusu). Küresel ihracat sıralamasında Türkiye, 2014’teki 16. sıradan 12.’liğe yükselmiştir. İthalat ile ihracat arasında denge mevcuttur. SIPRI (Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) raporuna göre, Türkiye’nin küresel silah ithalatındaki payı yüzde olarak 2019’da 2014’e göre yarı yarıya gerilemişken, ihracattaki payında %60 artış olmuştur. Ürün ve teknoloji geliştirme için 1,672 milyar dolar harcama yapılmıştır (2015’te 904 milyon dolar). 2015’te Defence News dergisinin dünyada en fazla ciro yapan 100 savunma şirketi listesinde 2 Türk şirketi yer alırken, 2019’da bu sayı 7’dir ve Aselsan artık ilk 50 içindedir. 2019’da sektörde çalışan sayısı 73.771 olmuştur (2017’de 44.740). Hâlihazırda 60 milyar dolarlık (parasal değer açısından 2015’e göre 2 kat artış anlamına gelir bu) 700 proje üzerinde çalışılmaktadır.
Savunma sanayinin yurtiçi gereksinimi karşılama oranı (YİKO) %70’i bulmuştur (4 yıl önce %60).
Kısaca, önceki dönemde olduğu gibi son 5 yılda bu sanayi dalında ciddi bir gelişme söz konusudur.
2021 Ocak ayında, 2023 hedefinin, 27 milyar dolara yakın ciro, 10 milyar dolar ihracat ve 80.000 kişilik istihdam olduğu açıklandı. YİKO’nun %75’i bulması hedeflenmiştir.
Türk egemenleri, gelişen ve gelişmekte olan, savunma sanayiindeki bu gücü arkasına alıp, operasyonlarını yürütüyor. Lenin’in, “Kapitalist bir devletin gerçek gücünü sınamak için savaştan başka araç yoktur” (“Seçme Eserler”, cilt 5, s.150, İnter Yayınları, Haziran 1995, İstanbul) saptamasını bir kez daha haklı çıkaracak biçimde davranıyor, güç gösterisi yapıyor.
Sonuç olarak
Doğu Akdeniz haritasına ilk bakışta, Yunanistan/Kıbrıs/AB tarafından Sevilla haritası referans alınarak ortaya konan ve Türkiye’nin de kabul etmesi istenilen, deniz yetki alanlarının paylaşımında bir tuhaflık olduğu gözüküyor. Türk egemenlerin iddia ettikleri gibi dar alana sıkıştırılmış bir görünüm var. Bu iddiaya bağlı olarak, Türk burjuvazisi, kendilerine tanınan deniz alanının üç katını talep ediyor. Bu taleplerinde, kapitalist-emperyalist sistemin ortaya koyduğu uluslararası hukuk bağlamında şu veya bu oranda haklı olabilirler ya da tersi. Nitekim konuyla ilgili bir dizi yabancı uzman bile Türk tezlerine hak vermiyor değil.
Devlet yönetiminde olan RTE/AKP takımı, meselenin bir “beka” davası olduğunu söyleyip, toplumun tüm kesimlerini arkasına almaya çalışıyor. Doğu Akdeniz sorununda dayatılmaya çalışılan koşulları Sevr’e benzeterek, bunu yırtmak gerekliliğini söyleyip duruyor. Dolayısıyla ona göre, kendi yapıp ettikleri, Kurtuluş Savaşı’ndakine benziyor. “Mavi Vatan”ın “bize” ait olduğu iddiası ile vatanımızın işgal edildiği temasını işliyor. Nasıl Sevr’i yırtmak için savaş yürütüldü ise, şimdi de aynı şey yapılmalıdır vs.
Günümüz Türkiye’sinin, 100 yıl öncesinin sömürge, yarı-sömürge Osmanlısı ile bir benzerliği kalmamıştır. Kapitalizminin geldiği düzey onu, bölgesel ve hatta küresel çapta yayılma ve karşılaştığı sorunlarda proaktif davranmaya itmektedir. Günümüzde, diğer güçlerle olan çelişkilere, onun bu tavrı kaynaklık etmektedir.
Ülkemizde “muhalefet” denen, ana akım burjuva partiler de ikircikli bir tavır takıyor: Bir yandan ülke yönetiminin başında olan partiyi, işler ciddiye bindiğinde, bu “ortak” davada desteklemekle kalmıyor, onunla yarış içinde, hükümetin, ülke çıkarını yeterince koruyamadığını söyleyerek, sermayenin çıkarını daha iyi savunacağını beyan ediyor. Diğer yandan ama hükümetin saldırgan dış politikasını, “Türkiyeyi yalnızlaştıran bir politika” “Batı’dan kopormaya yönelen bir politika” vs. olarak eleştirip, öncelikle Batılı emperyalistlere kendisini “sadık bir müttefik” siyaseti için alternatif olarak sunuyor.
Bu durumda bizim açımızdan yapılması gereken nedir?
Yazımızın başında ortaya koyduğumuz gibi, kapitalist sistem söz konusu olduğunda, her şey üstteki sınıf ve tabakaların çıkarları doğrultusunda işler. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan dar ücretli ve yoksul emekçi yığınlar ise ancak bir sömürü nesnesi olarak varlığını sürdürür. Ülkenin tüm değerlerine, kaynaklarına burjuvazi sahiptir. Her şeyi ortak bir dava, ortak vatan vb. çıkarları için yaptıklarını söylüyorlar. Ama dalaşta elde ettikleri de onların cebine gidecek. Gerçek bu olduğunda, vatan da onlarındır, onların olsun. Biz burjuvazinin bizi vatan haini ilan etmesinden korkmuyoruz. Egemen sınıfların kendi çıkarları için girdikleri dalaşın piyonu olmayı reddediyoruz. Bize, hepimizin aynı gemide olduğu, çıkarların ortak olduğu, askerin – ordunun hepimizin olduğu palavrası sıkılıyor. Bunun böyle olmadığı gün gibi açık, her gün yaşanan gelişmelerle bu kanıtlanıyor. En küçük bir demokratik hak uğruna ve uğranılan haksızlıklara karşı verilen savaşımda halkın karşısına “güvenlik” güçleri çıkmıyor mu? Haksızlığa direnen, sesini duyurmaya çalışan işçi ve köylünün karşısına jandarma güçleri dikilmiyor mu?
Bizim işimiz, şu veya bu ülkenin sömürücüleri arasında hakemlik yapmak, tercih yapmak ya da “vatan, millet, bayrak” nidaları ile kendi sömürücülerimiz peşine takılmak olamaz. Tersine bunu yapanları teşhir etme göreviyle karşı karşıyayız. Gerek ülke gerekse dünya egemenlerinin, amaçlarının ne olduğunu, yapılanların kimlerin çıkarına hizmet ettiğini elden geldiğince ortaya sermeliyiz. Kapitalist ülkelerin egemen güçlerinin birbirleriyle girdiği dalaştan, işçi sınıfı ve yoksul emekçilerin savaşımları için, gücümüz oranında yararlanmaya çalışmalıyız. İşin uç noktası olan savaşları ise işçi sınıfı önderliğinde yoksul emekçi yığınların sınıf savaşımına döndürmek için var gücümüzle uğraş vermeliyiz.
Ocak 2021
Dipnotlar:
(1) https://de.qaz.wiki/wiki/World_energy_consumption
(2) http://www.klimaretter.info/energie/nachricht/23669-welt-energieverbrauch-waechst-ungebremst
(3) https://de.statista.com/statistik/daten/studie/40384/umfrage/welt-insgesamt—erdoelverbrauch-in-tausend-barrel-pro-tag/
(4) https://de.statista.com/statistik/daten/studie/41064/umfrage/welt-insgesamt—erdgasverbrauch-in-milliarden-kubikmeter/#statisticContainer
(5) (Dünya Gazetesi 07.06.2020)
(6) (Hürriyet 28.01.2019)
(7) (https://tr.sputniknews.com 11.07.2019)
(8) (https://www.enerjiatlasi.com)
(9) https://www.enerjiportali.com/dogu-akdenizde-dogal-gazdan-baska-enerji-kaynaklari-var/
(10) Her üç ülkenin, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olması tercih nedeni olmuş gibi gözüküyor. Bununla Irak egemenleri BMGK’da alınacak ambargo vb. aleyhte kararların önüne geçmeye çalışmış olabilir.
(11) Arama ve üretim faaliyetleri ağırlıklı olarak, bir devlet tekeli olan TPAO (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı) tarafından yürütülmektedir. Ama bir bölümü yabancı olan bir dizi özel şirket de ilerleyen yıllarda işin içine girmiştir. Türk şirketlerinin süreç içinde bu üretim dalında deneyim kazanmış oldukları açıktır. Süreç içinde TPAO (1954’te kuruldu. Bir dizi şirket yanında rafineriler de kurdu) yanında, TPİC (Turkish Petroleum International Company –1988’de TPAO bağlısı olarak kuruldu, yakın zamanda BOTAŞ’a bağlandı) ve BOTAŞ (Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi– Irak petrollerinin taşınması için 1974’te kuruldu) gibi tekeller de oluşturuldu. Bunların bir dizi yan kuruluşu mevcuttur ve gerek ülke içinde gerekse dışında büyük projelerde yer almışlardır.
(12) https://www.milliyet.com.tr/ekonomi/turkiye-kurt-petrolunden-yilda-3-milyar-dolar-kazanacak-1851012
(13) The Atlantic Council –Burada yönetici ve uzman olarak çalışan görevliler, ya daha önce Pentagon, silahlı kuvvetler, CIA/istihbarat örgütleri ve Dışişleri Bakanlığı’nda kilit konumlarda çalışanlar ya da Konsey’de çalıştıktan sonra bu görevlere getirilmiş kişilerden oluşuyor ve mali sermayenin değişik kanatları tarafından maddi olarak destekleniyor.–