Cuma, Mayıs 9, 2025
  • Tüm Yazılar
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI
E-DERGİ OKU
  • Anasayfa
  • Dünya
    • Tümü
    • Afrika
    • Amerika
    • Asya
    • Avrupa
    • Ortadoğu
    Hindistan Pakistan savaşına dair

    Hindistan Pakistan savaşına dair

    Toplantı: “71 Devrimci Hareketinin mirası ışığında güncel devrimci sorumluluklar”

    Toplantı: “71 Devrimci Hareketinin mirası ışığında güncel devrimci sorumluluklar”

    Almanya Ulm’de 1 Mayıs

    Almanya Ulm’de 1 Mayıs

    Avusturya Viyana’da 1 Mayıs

    Avusturya Viyana’da 1 Mayıs

    İşçi sınıfının uluslararası mücadele gününde sokaklara, alanlara!

    İşçi sınıfının uluslararası mücadele gününde sokaklara, alanlara!

    Berlin’de “Emperyalist savaşlara, faşizme karşı işçilerin birliği ve halkların kardeşliği” konulu toplantı yapıldı

    Berlin’de “Emperyalist savaşlara, faşizme karşı işçilerin birliği ve halkların kardeşliği” konulu toplantı yapıldı

    Trending Tags

      • Avrupa
      • Amerika
      • Ortadoğu
      • Afrika
      • Asya
      • Pasifik
    • Yayınlar
      • Son Sayı
      • YDİ Çağrı / Tüm Sayılar
      • Tekoşîna Komunîst/Komünist Mücadele
      • Yeni İşçi Dünyası
      • Yeni Dünya İçin
      • Yeni Kadın Dünyası
      • Yeni Dünya Gençliği
      • Eğitim Dizisi
      • Bildiriler
      • Broşürler
    • İşçi Dünyası
      1 Mayıs’ı sınıfsal özüne uygun kutlamak için ne yapmalı?

      1 Mayıs’ı sınıfsal özüne uygun kutlamak için ne yapmalı?

      Mersin de 1 Mayıs

      Mersin de 1 Mayıs

      İzmir’de 1 Mayıs

      İzmir’de 1 Mayıs

      1 Mayıs çalışmamız sürüyor

      1 Mayıs çalışmamız sürüyor

      YDİ ÇAĞRI

      Nisan sayımız, sayı 68 çıktı!

      Dersim’de belediye işçileri direnişte!

      Dersim’de belediye işçileri direnişte!

      Trending Tags

      • Kürdistan
        “Rojava Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı” yapıldı

        “Rojava Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı” yapıldı

        Şeyh Said (Azadi Ayaklanması) üzerine

        Şeyh Said (Azadi Ayaklanması) üzerine

        Panel: Yüzüncü yılında Azadi Ayaklanması

        Panel: Yüzüncü yılında Azadi Ayaklanması

        Newroz ateşi ile devrim ocağını körükle!

        Newroz ateşi ile devrim ocağını körükle!

        Adım adım “barış”a doğru mu?

        Adım adım “barış”a doğru mu?

        Îhmalkirina îradeya hilbijêran û  JI  QEYÛMAN RE NA!

        Îhmalkirina îradeya hilbijêran û JI QEYÛMAN RE NA!

        Trending Tags

        • Güncel
          İkiyüzlü CHP ve üç fidan

          İkiyüzlü CHP ve üç fidan

          “Barış emekçisi”ne veda

          “Barış emekçisi”ne veda

          İstanbul’da Taksim ablukası!

          İstanbul’da Taksim ablukası!

          Kadıköy’de 1 Mayıs

          Kadıköy’de 1 Mayıs

          Haydi, 1 Mayıs’a!

          Haydi, 1 Mayıs’a!

          1 Mayıs’ta Kadıköy’deyiz!

          1 Mayıs’ta Kadıköy’deyiz!

          Trending Tags

          • Gençlik
            Kimsenin payandası olmayacağız!

            Kimsenin payandası olmayacağız!

            Kayyım uygulaması: Faşizm!

            Kayyım uygulaması: Faşizm!

            Üniversiteler, kampüsler savaş çığırtkanlığı yeri değildir!

            Üniversiteler, kampüsler savaş çığırtkanlığı yeri değildir!

            Protesto haktır!

            Protesto haktır!

            Kaza değil cinayet!

            Kaza değil cinayet!

            ÇEDES projesine hayır!

            ÇEDES projesine hayır!

            Trending Tags

            • Kadın
              “Alevi kadınlara yönelik sistematikleştirilmiş saldırılara karşı susmuyoruz!”

              “Alevi kadınlara yönelik sistematikleştirilmiş saldırılara karşı susmuyoruz!”

              Melek’ten mektup var…

              Melek’ten mektup var…

              Emperyalist yayılmacılığa ve savaşlara hazırlığın nüfus politikası olarak  “Aile Yılı”

              Emperyalist yayılmacılığa ve savaşlara hazırlığın nüfus politikası olarak “Aile Yılı”

              İran: Baskının gölgesinde direniş ve Kürt kadınlarının mücadelesi

              İran: Baskının gölgesinde direniş ve Kürt kadınlarının mücadelesi

              Kadıköy’de kitlesel 8 Mart eylemi

              Kadıköy’de kitlesel 8 Mart eylemi

              Erkek egemen sisteme karşı mücadeleye!

              Erkek egemen sisteme karşı mücadeleye!

              Trending Tags

              • Makaleler
                İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasının üzerinden 80 yıl geçti…

                İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasının üzerinden 80 yıl geçti…

                Viyanalı işçiler faşizme karşı silahlı mücadele içinde (Şubat 1934)

                Viyanalı işçiler faşizme karşı silahlı mücadele içinde (Şubat 1934)

                2025 Merkezi Yönetim Bütçesi ve üzerine yürütülen tartışmalar

                2025 Merkezi Yönetim Bütçesi ve üzerine yürütülen tartışmalar

                Emperyalizm üzerine kimi yazılar

                Emperyalizm üzerine kimi yazılar

                12 Eylül 1980 askeri faşist darbesine dair

                12 Eylül 1980 askeri faşist darbesine dair

                Katledilişinin 80. yıldönümünde: Ernst Thälmann

                Katledilişinin 80. yıldönümünde: Ernst Thälmann

                Trending Tags

                • Çevre
                  Öldüren deprem değil, rant, kâr üzerine kurulu sömürü düzenidir!

                  Öldüren deprem değil, rant, kâr üzerine kurulu sömürü düzenidir!

                  Gezegene ihanette sınır tanımayanlar

                  Gezegene ihanette sınır tanımayanlar

                  COP29 İklim Zirvesi (zırvası!) Bakü’de yapıldı

                  COP29 İklim Zirvesi (zırvası!) Bakü’de yapıldı

                  Ülkelerimizde nükleer santral istemiyoruz!

                  Ülkelerimizde nükleer santral istemiyoruz!

                  Kaz Dağları’nda bakır madenine karşı eylem!

                  Kaz Dağları’nda bakır madenine karşı eylem!

                  16 Kasım 2024 Uluslararası Çevre Mücadele Günü İçin Sokağa!

                  16 Kasım 2024 Uluslararası Çevre Mücadele Günü İçin Sokağa!

                  Orman yangınlarında rekor artış!

                  Orman yangınlarında rekor artış!

                  5 Haziran Dünya Çevre Günü

                  5 Haziran Dünya Çevre Günü

                  Ayvalık’ta “havlunu al gel” kıyı eylemi

                  Ayvalık’ta “havlunu al gel” kıyı eylemi

                  Trending Tags

                  • Youtube TV
                  • İletişim
                    • Hakkımızda
                    • Tüm Yazılar
                  Sonuç yok
                  Tüm Sonucu Görüntüle
                  • Anasayfa
                  • Dünya
                    • Tümü
                    • Afrika
                    • Amerika
                    • Asya
                    • Avrupa
                    • Ortadoğu
                    Hindistan Pakistan savaşına dair

                    Hindistan Pakistan savaşına dair

                    Toplantı: “71 Devrimci Hareketinin mirası ışığında güncel devrimci sorumluluklar”

                    Toplantı: “71 Devrimci Hareketinin mirası ışığında güncel devrimci sorumluluklar”

                    Almanya Ulm’de 1 Mayıs

                    Almanya Ulm’de 1 Mayıs

                    Avusturya Viyana’da 1 Mayıs

                    Avusturya Viyana’da 1 Mayıs

                    İşçi sınıfının uluslararası mücadele gününde sokaklara, alanlara!

                    İşçi sınıfının uluslararası mücadele gününde sokaklara, alanlara!

                    Berlin’de “Emperyalist savaşlara, faşizme karşı işçilerin birliği ve halkların kardeşliği” konulu toplantı yapıldı

                    Berlin’de “Emperyalist savaşlara, faşizme karşı işçilerin birliği ve halkların kardeşliği” konulu toplantı yapıldı

                    Trending Tags

                      • Avrupa
                      • Amerika
                      • Ortadoğu
                      • Afrika
                      • Asya
                      • Pasifik
                    • Yayınlar
                      • Son Sayı
                      • YDİ Çağrı / Tüm Sayılar
                      • Tekoşîna Komunîst/Komünist Mücadele
                      • Yeni İşçi Dünyası
                      • Yeni Dünya İçin
                      • Yeni Kadın Dünyası
                      • Yeni Dünya Gençliği
                      • Eğitim Dizisi
                      • Bildiriler
                      • Broşürler
                    • İşçi Dünyası
                      1 Mayıs’ı sınıfsal özüne uygun kutlamak için ne yapmalı?

                      1 Mayıs’ı sınıfsal özüne uygun kutlamak için ne yapmalı?

                      Mersin de 1 Mayıs

                      Mersin de 1 Mayıs

                      İzmir’de 1 Mayıs

                      İzmir’de 1 Mayıs

                      1 Mayıs çalışmamız sürüyor

                      1 Mayıs çalışmamız sürüyor

                      YDİ ÇAĞRI

                      Nisan sayımız, sayı 68 çıktı!

                      Dersim’de belediye işçileri direnişte!

                      Dersim’de belediye işçileri direnişte!

                      Trending Tags

                      • Kürdistan
                        “Rojava Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı” yapıldı

                        “Rojava Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı” yapıldı

                        Şeyh Said (Azadi Ayaklanması) üzerine

                        Şeyh Said (Azadi Ayaklanması) üzerine

                        Panel: Yüzüncü yılında Azadi Ayaklanması

                        Panel: Yüzüncü yılında Azadi Ayaklanması

                        Newroz ateşi ile devrim ocağını körükle!

                        Newroz ateşi ile devrim ocağını körükle!

                        Adım adım “barış”a doğru mu?

                        Adım adım “barış”a doğru mu?

                        Îhmalkirina îradeya hilbijêran û  JI  QEYÛMAN RE NA!

                        Îhmalkirina îradeya hilbijêran û JI QEYÛMAN RE NA!

                        Trending Tags

                        • Güncel
                          İkiyüzlü CHP ve üç fidan

                          İkiyüzlü CHP ve üç fidan

                          “Barış emekçisi”ne veda

                          “Barış emekçisi”ne veda

                          İstanbul’da Taksim ablukası!

                          İstanbul’da Taksim ablukası!

                          Kadıköy’de 1 Mayıs

                          Kadıköy’de 1 Mayıs

                          Haydi, 1 Mayıs’a!

                          Haydi, 1 Mayıs’a!

                          1 Mayıs’ta Kadıköy’deyiz!

                          1 Mayıs’ta Kadıköy’deyiz!

                          Trending Tags

                          • Gençlik
                            Kimsenin payandası olmayacağız!

                            Kimsenin payandası olmayacağız!

                            Kayyım uygulaması: Faşizm!

                            Kayyım uygulaması: Faşizm!

                            Üniversiteler, kampüsler savaş çığırtkanlığı yeri değildir!

                            Üniversiteler, kampüsler savaş çığırtkanlığı yeri değildir!

                            Protesto haktır!

                            Protesto haktır!

                            Kaza değil cinayet!

                            Kaza değil cinayet!

                            ÇEDES projesine hayır!

                            ÇEDES projesine hayır!

                            Trending Tags

                            • Kadın
                              “Alevi kadınlara yönelik sistematikleştirilmiş saldırılara karşı susmuyoruz!”

                              “Alevi kadınlara yönelik sistematikleştirilmiş saldırılara karşı susmuyoruz!”

                              Melek’ten mektup var…

                              Melek’ten mektup var…

                              Emperyalist yayılmacılığa ve savaşlara hazırlığın nüfus politikası olarak  “Aile Yılı”

                              Emperyalist yayılmacılığa ve savaşlara hazırlığın nüfus politikası olarak “Aile Yılı”

                              İran: Baskının gölgesinde direniş ve Kürt kadınlarının mücadelesi

                              İran: Baskının gölgesinde direniş ve Kürt kadınlarının mücadelesi

                              Kadıköy’de kitlesel 8 Mart eylemi

                              Kadıköy’de kitlesel 8 Mart eylemi

                              Erkek egemen sisteme karşı mücadeleye!

                              Erkek egemen sisteme karşı mücadeleye!

                              Trending Tags

                              • Makaleler
                                İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasının üzerinden 80 yıl geçti…

                                İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasının üzerinden 80 yıl geçti…

                                Viyanalı işçiler faşizme karşı silahlı mücadele içinde (Şubat 1934)

                                Viyanalı işçiler faşizme karşı silahlı mücadele içinde (Şubat 1934)

                                2025 Merkezi Yönetim Bütçesi ve üzerine yürütülen tartışmalar

                                2025 Merkezi Yönetim Bütçesi ve üzerine yürütülen tartışmalar

                                Emperyalizm üzerine kimi yazılar

                                Emperyalizm üzerine kimi yazılar

                                12 Eylül 1980 askeri faşist darbesine dair

                                12 Eylül 1980 askeri faşist darbesine dair

                                Katledilişinin 80. yıldönümünde: Ernst Thälmann

                                Katledilişinin 80. yıldönümünde: Ernst Thälmann

                                Trending Tags

                                • Çevre
                                  Öldüren deprem değil, rant, kâr üzerine kurulu sömürü düzenidir!

                                  Öldüren deprem değil, rant, kâr üzerine kurulu sömürü düzenidir!

                                  Gezegene ihanette sınır tanımayanlar

                                  Gezegene ihanette sınır tanımayanlar

                                  COP29 İklim Zirvesi (zırvası!) Bakü’de yapıldı

                                  COP29 İklim Zirvesi (zırvası!) Bakü’de yapıldı

                                  Ülkelerimizde nükleer santral istemiyoruz!

                                  Ülkelerimizde nükleer santral istemiyoruz!

                                  Kaz Dağları’nda bakır madenine karşı eylem!

                                  Kaz Dağları’nda bakır madenine karşı eylem!

                                  16 Kasım 2024 Uluslararası Çevre Mücadele Günü İçin Sokağa!

                                  16 Kasım 2024 Uluslararası Çevre Mücadele Günü İçin Sokağa!

                                  Orman yangınlarında rekor artış!

                                  Orman yangınlarında rekor artış!

                                  5 Haziran Dünya Çevre Günü

                                  5 Haziran Dünya Çevre Günü

                                  Ayvalık’ta “havlunu al gel” kıyı eylemi

                                  Ayvalık’ta “havlunu al gel” kıyı eylemi

                                  Trending Tags

                                  • Youtube TV
                                  • İletişim
                                    • Hakkımızda
                                    • Tüm Yazılar
                                  Sonuç yok
                                  Tüm Sonucu Görüntüle
                                  Yeni Dünya İçin ÇAĞRI
                                  Sonuç yok
                                  Tüm Sonucu Görüntüle
                                  Anasayfa Makaleler

                                  İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasının üzerinden 80 yıl geçti…

                                  8 Mayıs 2025
                                  İçinde Makaleler, Tüm Yazılar
                                  İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasının üzerinden 80 yıl geçti…
                                  0
                                  PAYLAR
                                  42
                                  GÖRÜNTÜLEME
                                  Facebook'ta PaylaşTwitter'da Paylaş

                                  SİLAHLAR SUSMUŞTU, İNSANIN ÇIĞLIĞI DEVAM EDİYORDU…

                                  SAVAŞIN “SOĞUK” YÜZÜ…

                                  Takvimler 30 Nisan 1945’i gösterdiğinde Sovyet güçleri Berlin’deki Alman güçlerinin komuta sığınağına yaklaştığında, Adolf Hitler’in intihar ettiği haberleri Alman askerleri arasında yayılmaya başlamış, Berlin 2 Mayıs 1945’te Sovyet güçlerince ele geçirilmişti. Bu gelişmenin üzerinden sadece altı gün sonra, Nazi Almanya’sı da teslimiyet belgesini imzaladı. Teslimiyet anlaşması gereği 9 Mayıs’tan itibaren Alman birlikleri yığınlar hâlinde silahları bırakmaya ve teslim olmaya başladılar. Savaş sırasında Mihver devletler içinde Nazilerle birlikte yer alan Japonya ise savaşı sürdürüyordu. Sovyetler Birliği Japonya’ya savaş ilan  etti ve Mançurya’yı ele geçirdi. Devamında Japonya’ya karşı askerî harekât sürecek, Sovyet orduları Japonya’yı da faşizmden kurtaracaktı. Fakat konvansiyonel silahlarla sürdürülen savaşta Japonya’nın teslim olması zaman alabilirdi. Pasifik cephesinde Japonya ile savaşan ABD, Japonya’nın kuzey cephesinden gelen Sovyet güçleri tarafından yenilmesi ihtimalini ortadan kaldırmak için de atom bombası silahını devreye soktu. Sonuçta ABD’nin 6 Ağustos’ta, Hiroşima’ya ve 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye attığı atom bombası bu cephede savaşı sonlandırdı. O güne kadar görülmemiş, bir anlık bir patlamayla 120 bin sivil hemen öldü. 130 bin insan ise atom bombasının sonuçları nedeniyle daha sonra hayatını kaybetti. Sivilleri hedefleyen ve sonraki nesiller üzerinde de ölümcül etkide bulunan atom bombasıyla ABD tarafından büyük bir insanlık suçu işlenmişti.

                                  Takvimler 2 Eylül’ü gösteriyordu. Japonya teslim bayrağını çekti.

                                  İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi sonrasında dünyadaki siyasi yapı değişti. Savaştan sosyalist Sovyetler Birliği ve dünya demokratik/sosyalist hareketi büyük bir kazanımla çıktı: Sadece Sovyetler Birliği’nin azgın düşmanı Alman faşizmi ve onunla birlikte hareket eden Mihver İttifakı alt edilmemiş, gerek savaş sırasında gerekse savaşın hemen ertesindeki birkaç yıl içinde Doğu Avrupa’da parçalanan Almanya’nın doğu parçasında Doğu Almanya (1949), Polonya (31 Aralık 1944), Çekoslovakya (1945), Macaristan (1947), Romanya (Aralık 1947), Yugoslavya (1943), Arnavutluk (1944) gibi ülkelerde kendini “sosyalist” olarak tanımlayan halk demokrasisi ülkeleri ortaya çıktı. Çok geçmeden Çin de demokratik halk devrimini yaparak bu ülkelere katılacaktı (1949).

                                  Bu zincirleme halk demokrasisi devletlerin ortaya çıkmasında şüphesiz faşist saldırganlığa/işgale karşı direnişlerde en ön safta çarpışan komünist partilerin kitleler içinde kök salmasının ve savaşın bütünü dikkate alındığında, Sovyetler Birliği’nin ve Kızılordu’nun muazzam direnişinin yarattığı sempatinin önemli rolü vardı. Sovyetler Birliği ve onun şahsında sosyalizm/komünizm düşüncesi savaşın acısını bizzat yaşayan, faşist işgale uğramış Avrupa’nın büyük bir bölümünde bir çekim merkezi oldu.

                                  Savaş sırasında ve sonrasında Avrupa’daki bu gelişmelere Hindistan ve bir dizi başka sömürge ülkede/bölgede yaşananları da eklemek gerekir.  İkinci Dünya Savaşı’na kadar bir İngiliz klasik sömürgesi olan Hindistan bir sivil itaatsizlik başkaldırısı sonucu 15 Ağustos 1947’de İngiltere’den bağımsızlığını kazandı ve sosyalist Sovyetler Birliği ve diğer halk demokrasisi ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmaya başladı. Dünya nüfusunun yarısından fazlası Batılı emperyalistlerin denetiminden/etki alanından çıkmış; yeni bir kamp, sosyalistlerden ve halk demokrasisi ülkelerinden oluşan, literatürde de “Sosyalist Kamp” olarak nitelenen bir kamp oluşmuştu.

                                  Bu, yeni bir durumdu.

                                  Emperyalistlerin “demir perde” korkusu

                                  İkinci Dünya Savaşı ertesinde Batılı emperyalist dünyanın görünümü de kabaca şu şekildeydi:

                                  Her şeyden önce emperyalist güçlerin Mihver İttifakı içinde yer alanlar (Almanya İtalya ve Japonya) savaşın kaybedenleri idiler. Kendileri bir süre de olsa yenenlerin kölesi durumuna düştüler. Emperyalist güçlerden ABD, Fransa ve İngiltere savaşın galipleriydi. Fakat emperyalist güçlerin dünya hegemonyası için yürüttükleri savaştan, emperyalist sistem bir bütün olarak yenilgi ile çıktı.

                                  İkinci Dünya Savaşı’nın en önemli sonuçlarından birisi olarak Avrupa’da halk demokrasisi devletleri –ve Çin– kapitalist sistemden koptular ve Sovyetler Birliği ile birlikte ayrı bir cephe oluşturdular. Savaş sonrasında artık iki dünya pazarı vardı. ABD, İngiltere, Fransa vd. emperyalist güçler açısından iki ayrı dünya pazarının ortaya çıkması kapitalist üretimin ve sömürünün daralması, hammadde kaynaklarına daha zor ulaşım… demekti. En nihayetinde bu, dünya kapitalist-emperyalist sisteminin genel bunalımının ağırlaşması demekti.

                                  Savaşın hemen ertesinde bu durum apaçık ortadaydı. Bu bağlamda İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in 5 Mart 1946’da ABD’nin Missouri eyaletinin Fulton kentinde yaptığı konuşmada, ortaya çıkan yeni durumu şöyle ortaya koyuyordu:

                                  “Cesur Rus halkına ve savaş zamanı yoldaşım Mareşal Stalin’e karşı güçlü bir hayranlık ve saygı duyuyorum. Britanya’da -ve burada da şüphem yok- tüm Rusya halklarına karşı derin bir sempati ve iyi niyet var ve birçok farklılığa ve reddedilmeye rağmen kalıcı dostluklar kurma kararlılığı var.” şeklindeki Stalin övgüsünün ardından sözlerini şöyle sürdürür; “Ancak, Avrupa’daki mevcut durum hakkında bazı gerçekleri önünüze koymak benim görevim. Baltık’taki Stettin’den Adriyatik’teki Triest’e kadar Kıta’nın üzerine bir demir perde indi. Bu çizginin arkasında Orta ve Doğu Avrupa’nın tüm eski devletlerinin başkentleri yer alır. Varşova, Berlin, Prag, Viyana, Budapeşte, Belgrad, Bükreş ve Sofya; tüm bu ünlü şehirler ve etraflarındaki nüfuslar Sovyet küresi demem gereken yerde yer alır ve hepsi bir şekilde sadece Sovyet etkisine değil, aynı zamanda Moskova’nın çok yüksek ve bazı durumlarda artan bir kontrol ölçüsüne tâbidir.” (www.winstonchurchill.org)

                                  Konuşmasının devamında “tehlikeyi” daha da açık bir şekilde dillendirmiş ve “tehlikeye” karşı kendi açılarından yapılması gerekenleri şöyle dile getirmişti Churcill:

                                  “Hanımlar ve beyler, dünyanın güvenliği Avrupa’da hiçbir ulusun kalıcı olarak dışlanmaması gereken bir birlik gerektirir. Avrupa’daki güçlü ana ırkların kavgalarından, tanık olduğumuz veya eski zamanlarda meydana gelen dünya savaşları ortaya çıkmıştır.

                                  Amerika Birleşik Devletleri, savaşmak için milyonlarca gencini iki kez Atlantik’in ötesine göndermek zorunda kaldı. Ama şimdi, nerede olursa olsun, herhangi bir ulusu alacakaranlık ile şafak arasında bulabiliriz. Elbette Birleşmiş Milletler yapısı içinde ve Tüzüğümüze uygun olarak Avrupa’nın büyük bir pasifleştirilmesi için bilinçli bir amaçla çalışmalıyız.

                                  Rus sınırlarından uzakta ve dünyanın dört bir yanında çok sayıda ülkede, komünist beşinci kollar kurulmuş olup, komünist merkezden aldıkları talimatlara tam bir birlik ve mutlak itaat içinde çalışmaktadırlar. Komünizmin henüz emekleme aşamasında olduğu İngiliz Milletler Topluluğu ve Amerika Birleşik Devletleri hariç, komünist partiler veya beşinci kollar Hristiyan medeniyeti için büyüyen bir meydan okuma ve tehlike oluşturmaktadır. (…) Sovyet Rusya’nın savaş istediğine inanmıyorum. İstedikleri savaşın meyveleri ve güçlerinin ve doktrinlerinin sınırsız genişlemesidir. Ancak bugün burada zaman varken düşünmemiz gereken şey, savaşın kalıcı olarak önlenmesi ve tüm ülkelerde mümkün olduğunca hızlı bir şekilde özgürlük ve demokrasi koşullarının oluşturulmasıdır. Zorluklarımız ve tehlikelerimiz gözlerimizi kapatarak ortadan kalkmayacaktır. Ne olacağını görmek için beklemekle ortadan kalkmayacaklar; ya da yatıştırma politikasıyla ortadan kalkmayacaklar. Gereken şey bir çözümdür ve bu ne kadar gecikirse, o kadar zor olacak ve tehlikelerimiz o kadar büyük olacaktır.” (Aynı yerde)

                                  Sosyalist Sovyetler Birliği’nin önderliğinde Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da halk demokrasilerinin kurulması ve gelişmesi, sosyalizm düşüncesinin dünya üzerinde etkisini artırması sadece İngiliz emperyalistlerini tedirgin etmiyor, “tehlikeye karşı” “çözüm gerekliliği” düşüncesi sadece İngiliz burjuva siyasetçilerince dillendirilmiyordu. Savaştan galip çıkan emperyalist ülkeler içinde en kârlılarından olan ve anda Batı emperyalizminin “öncü” gücü durumunda bulunan ABD emperyalistleri de durumdan ve gidişattan memnun değillerdi. Bu emperyalist güç açısından da durumun değişmesi, gidişata dur denilmesi, “Sovyet yayılmasına” engel olunması gerekiyordu.

                                  Savaşın hemen ertesinde ABD emperyalistleri sosyalizm/komünizm/Sovyetler Birliği düşmanlığını ve bu “düşmana” karşı “çözüm önlemlerini” bir plan temelinde ortaya koydu. Plan ideolojik, ekonomik, örgütsel, diplomatik, kültürel… olmak üzere çok yönlüydü.

                                  Truman doktrini

                                  Sosyalizmin devletleşmiş hâli olan Sovyetler Birliği ve onun etrafında gelişen sempatinin halk demokrasili devletler hâlinde ortaya çıkması karşısında ABD emperyalistlerinin önderliğindeki emperyalist güçlerin harekete geçmesinin bir ideolojik ayağı olmalıydı. Bunu savaşın bitmesine aylar kala ABD Başkanlığı görevinde bulunan Franklin D. Roosevelt’in görev başında ölmesi sonucu başkan yardımcısı iken Başkanlığa gelen Harry Truman ortaya koydu. Siyaset literatürüne “Truman Doktrini” ([1]) olarak geçen çerçeve siyaseti Truman 12 Mart 1947’de kongreye yaptığı konuşmada ([2]) ortaya koydu. ([3])

                                  Truman’ın konuşmasında öne çıkardığı konular nelerdi?

                                  Her şeyden önce Truman, konuşmasında Doğu Avrupa’da kuzeyden güneye uzanan yeni devletler gelişmesinin Yunanistan ve Türkiye’yi de kapsayacak şekilde sürmesinin önüne geçmek, bunun için bu ülkelere ekonomik destek başta olmak üzere her türlü desteğin verilmesini ve “Batılı/ABD yanlısı” durumlarını sürdürmesini kalıcı hâle getirmek istiyordu. Konuşmasının girişinde şöyle diyordu:

                                  “Bugün dünyanın karşı karşıya olduğu durumun ciddiyeti, Kongre’nin ortak oturumunda görünmemi gerektiriyor. Bu ülkenin dış politikası ve ulusal güvenliği söz konusu. Şu anda değerlendirmeniz ve karar vermeniz için size sunduğum mevcut durumun bir yönü Yunanistan ve Türkiye ile ilgilidir. Amerika Birleşik Devletleri, Yunan Hükümeti’nden acil bir mali ve ekonomik yardım çağrısı aldı. Şu anda Yunanistan’da bulunan Amerikan Ekonomik Misyonu’ndan gelen ön raporlar ve Yunanistan’daki Amerikan Büyükelçisi’nden gelen raporlar, Yunan Hükümeti’nin Yunanistan’ın özgür bir ulus olarak hayatta kalması için yardımın zorunlu olduğu yönündeki açıklamasını doğrulamaktadır. Amerikan halkının ve Kongre’nin Yunan Hükümeti’nin çağrısına kulak tıkamak istediğine inanmıyorum.”

                                  Truman’ın bütün konuşması içerisinde üzerinde önemle durduğu ülkelerden birisi olan Yunanistan’da (diğeri Türkiye’dir!) neler oluyordu?

                                  İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunanistan, Nazi Almanya’sı tarafından işgal edildi. Bu dönemde Yunanistan Ulusal Kurtuluş Cephesi (EAM) ve onun silahlı kanadı Yunan Halk Kurtuluş Ordusu (ELAS), Almanlara karşı direnişin öncüsü oldu. Savaş sonrası Yunanistan’da iktidar mücadelesi başladı. 4 Aralık 1944’te başlayan iç savaşın bir yanında İngiliz ve ABD emperyalistleri tarafından desteklenen Yunanistan Krallığı ve Kraliyetçi Hükümet Ordusu olarak bahsedilen Yunanistan Ulusal Ordusu; diğer yanında ise Yunanistan Komünist Partisi ve onun önderliğinde 1946’da kurulan Demokratik Ordu (DSE) vardı. Bıçak sırtında süren iç savaşta Batılı emperyalist güçler, özellikle İngiltere, Yunanistan’da komünistlerin kontrolü ele geçirmesini istemiyorlardı. ([4]) Böyle bir gelişme yıkılması istenen Sovyetler Birliği’ni daha da güçlü hâle getirecekti. İngiliz ve ABD’li emperyalistleri önlem almaya zorlayan bu korkuydu. Churchill ve Truman’ın Yunanistan’a (ve Türkiye’ye… – Türkiye konusuna daha sonra değineceğiz…) sıkça vurgu yapmalarının nedeni de buydu.

                                  Truman’ın konuşmasındaki en temel nokta komünizme karşı mücadeledir. Komünizmin/sosyalizmin yayılmasını engellemek, ABD dış politikasının en önemli hedeflerinden biri hâline geldi.

                                  Truman komünizme karşı mücadeleyi “özgür halkların desteklenmesi” siyaseti ile kamufle ediyordu. Şöyle diyordu konuşmasında:

                                  “Amerika Birleşik Devletleri’nin politikasının, silahlı azınlıklar veya dış baskılar tarafından boyunduruk altına alınma girişimlerine direnen özgür halkları desteklemek olması gerektiğine inanıyorum. Özgür halkların kendi kaderlerini kendi yollarıyla belirlemelerine yardımcı olmamız gerektiğine inanıyorum. Yardımımızın öncelikle ekonomik istikrar ve düzenli siyasi süreçler için elzem olan ekonomik ve mali yardım yoluyla olması gerektiğine inanıyorum. Dünya durağan değildir ve statüko kutsal değildir. Ancak Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni ihlal ederek zorlama gibi yöntemlerle veya siyasi sızma gibi hilelerle statükoda değişikliklere izin veremeyiz. Özgür ve bağımsız ulusların özgürlüklerini korumalarına yardımcı olarak, Birleşik Devletler Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin ilkelerini yürürlüğe koyacaktır.”

                                  Truman, “demokratik yönetimlerin korunması ve desteklenmesinin” ABD’nin küresel rolü olduğunu belirtiyor ve “dünya liderliği” konumu ile ABD’nin bu adımı atmasını, atmazsa başka ciddi “alternatifin” (sosyalizm/komünizm) gündeme geleceğini, bunun da gerek “dünya barışını” gerekse “ABD’nin kendi refahını” tehlikeye atacağını söylüyordu konuşmasında.

                                  Kongre 22 Mayıs 1947 tarihinde kabul ettiği bir genel yasa ile Truman’ın çizdiği çerçeveyi ABD’nin resmi siyaseti hâline getirdi. Strateji belirlenmişti, artık uygulamaya geçilebilirdi, geçildi…

                                  Truman’ın bu konuşması “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan dönemini başlangıcı olarak değerlendirildi.

                                  Peki, nedir “Soğuk Savaş” ya da “Soğuk Savaş Dönemi”?

                                  Yeni dönemin adı: Soğuk Savaş Dönemi

                                  Truman’ın, Churchill’in ya da Batılı emperyalist güçlerin sözcülerinin açıkça ifade ettikleri gibi Sovyetler Birliği’ne, halk demokrasisi devletlerine, sosyalizm, komünizm düşüncesine karşı açık bir savaş ilan edilmiş, yeni bir dönem başlamıştı. Buna karşın Sovyetler Birliği önderliğinde dünyanın sosyalist/komünist güçleri emperyalizmin saldırılarına karşı ayrı bir kamp olarak hareket ettiler. Batılı emperyalist güçlerle Sovyetler Birliği önderliğindeki sosyalist kamp arasında başlayan bu süreç “Soğuk Savaş” dönemi olarak adlandırıldı.

                                  1947’de başlayan 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla “biten” “Soğuk Savaş Dönemi”, iki kamp arasında ideolojik ve politik olarak birbirlerine karşı yoğun bir rekabet içinde oldukları dönemi ifade eder. Doğrudan askeri çatışmanın olmadığı ve ama gerilimin sürekli olarak arttığı, “sıcak” savaşı başlatabilecek olayların yaşandığı bir dönemdir “Soğuk Savaş Dönemi”.

                                  Soğuk Savaş Döneminin en dikkat çekici yanlarından birisi, İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde iki büyük güç olarak dünya siyaset sahnesinde yer alan ABD ve Sovyetler Birliği’nin, kendi sistemlerini dünya çapında yaymaya çalışırken, birbirlerine karşı doğrudan bir savaşa girmemeye özen göstermiş olmalarıdır. Bunun yerine soğuk savaş daha çok siyasi, diplomatik, ekonomik, askeri ve kültürel… çatışmalarla şekillenmiştir. Nükleer silahlanma yarışı, casusluk faaliyetleri, ideolojik propagandalar, yerel çatışmalara dolaylı müdahaleler/temsilci savaşları, uzay savaşları… bu dönemin diğer çatışma ve “yarışma” alanlarıdır.

                                  Soğuk Savaş Döneminin en önemli yanlarından birisi, taraflardan “Doğulu” olanın dönemin başlangıcındaki karakteri ile dönemin bittiği tarihteki karakteri arasındaki farklılıktır. Soğuk Savaş Döneminin başlarında gerçekten iki ayrı dünya karşı karşıyaydı: Batılı emperyalist kampın karşısında, başını Sosyalist Sovyetler Birliği’nin çektiği halk demokrasili devletlerin içinde yer aldığı “Sosyalist Kamp” vardı, mücadele emperyalist-kapitalist dünya ile ona karşı mücadele eden, onları yıkarak sınıfsız, sınırsız dünyayı, komünist dünyayı yaratmak isteyenler arasındaydı. Bu durum 50’li yılların ikinci yarısından itibaren değişti. Stalin’in ölümünün ertesinde modern revizyonizmin iktidara tam hâkim olması gerçekleşti. Sovyetler Birliği sosyalist olmaktan çıkarak sosyal-emperyalist bir güce evrildi. Bu ülkenin ideolojik etkisi altında olan dönemin halk demokrasili ülkeleri de kapitalizme dümen kırdılar ve çoğu sosyal emperyalist büyük gücün uydu devletleri oldular. Böylece Soğuk Savaş’ın sonunda iki tarafında da emperyalist devletler olan bir dönem oldu “Soğuk Savaş Dönemi…”

                                  Soğuk Savaş dönemi, ABD emperyalizminin önderliğindeki Batı Bloku’nun ideolojik olarak dünyaya dayattığı şey aslında “serbest piyasa”yı, “kapitalist düzen”i ve bunun vitrin süsü olarak kullandığı “demokrasi” söylemini kutsallaştırmasıydı. Burada asıl mesele özgürlük ya da demokrasi vs. değildi. Esas mesele, Amerikan emperyalizminin ve Batılı tekellerin dünya üzerindeki ekonomik ve siyasi çıkarlarını garanti altına almak için yürüttüğü büyük bir hegemonya savaşıydı. Kapitalizmin krizlerini başka coğrafyalara ihraç etmek, emeği ve kaynakları sınırsızca sömürmek ve bunu yaparken de “komünizm tehdidi” bahanesini kullanarak kendi askeri varlığını meşrulaştırmak… İşte Soğuk Savaş’ta Batı Bloku’nun ideolojik/politik özü buydu. NATO, CIA, Marshall Planı, IMF, Dünya Bankası… Bunların hepsi aynı ideolojik makinenin dişlileriydi. Emeği ucuzlatmak, sendikaları ezmek, halkçı iktidarları devirmek, darbeler örgütlemek, Gladio gibi gizli örgütlerle halkın iradesini sabote etmek… Bunların tamamı “özgür dünya” söyleminin ardına gizlenmiş bir sistematik saldırının araçlarıydı.

                                  Yani Soğuk Savaş’ta Batı Bloku’nun ideolojisi, kapitalist sömürü düzenini küresel ölçekte dayatmak, emperyalist soygunu yer yer “özgürlük”, “hür dünya” vs. olarak paketleyip parlatmak, dünyaya kurulan kapitalist tahakküm düzeninin tarihsel adıdır.

                                  Türkiye “soğuk savaş”ta Batılı emperyalist cephede yer aldı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Almanya’nın kaybedeceği kesinleştiği sırada Türkiye, Mihver Devletlerle diplomatik ilişkilerini kesti. Dahası, 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya da resmen savaş da ilan etti. Savaşın bitmesinden çok kısa önce ilan edilen bu “savaş ilanı”nın pratik bir değeri yoktu ama ABD ve İngiliz emperyalistlerinin baskı ve “ikna” çalışması sonucu aldığı bu kararla Türkiye, hem galip Müttefik Devletlerin tepkilerini engellemiş ve onların yanında yer aldığını göstermiş olacak hem de yeniden şekillenen dünyada kendisine bir yer açaacaktı.

                                  Türkiye’nin bu adımı atmasında “Sovyetler Birliği korkusu”nun da bir rolü vardı: Sovyetler Birliği’nin savaştan büyük insan ve ekonomik kayıplarına rağmen zaferle çıkması, çevresinin halk demokrasili ülkelerle çevrili olması emperyalistler için olduğu gibi Türk egemenleri açısından da korku verici bir durum oluşturuyordu.

                                  Sovyetler Birliği de Türkiye’nin savaş sırasında takındığı ikircikli ve güvenilmez tavrını görmüş, bunu Sovyet ülkesi açısından tehlikeli bulmuştu. Savaştan sonra Sovyetler Birliği, Türkiye’den Boğazların savunmasına kendisinin de katılımını talep etti. Ayrıca zamanı dolan “Türk-Sovyet Anlaşması”nın uzatılması için de görüşme talep etti. Sovyetler Birliği’nin bu taleplerini Türk egemenleri “toprak talebi” olarak değerlendirdiler ve kamuoyuna da bu toprak talebi olarak yansıtıldı.

                                  Türk burjuvazisi daha cumhuriyetin kuruluşunda hedefi sınıf konum ve tavırlarına uygun olarak Türkiye’de kapitalizmin geliştirilmesi olarak koymuştu. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist/emperyalist dünyanın parçası olarak kapitalizmi geliştirmek, her şeyden önce ABD’nin safında yer almak; ikiye bölünen dünyada safını emperyalist Batı’dan yana belirlemek anlamına gelirdi.

                                  “Sovyetler Birliği Türkiye’den toprak talep etti” yaygarası işte bu ortamda koparıldı. Bu durum egemen sınıflar için ABD ile ilişkileri hızla geliştirmek için kamuoyunu hazırlama işinde kullanıldı. ABD açısından ise dünya hegemonyası mücadelesinde şimdi Sovyetler Birliği’nin abluka altına alınmasında Türkiye mutlaka kazanılması gerekli önemli bir “ön cephe” ülkesi idi.

                                  Sonuçta Türkiye safını emperyalist dünyanın parçası olarak belirledi; Marshall yardımının bir parçası oldu, NATO kurulduktan sonra bu pakta üye oldu (1952). Tüm Soğuk Savaş Dönemi boyunca Türkiye Batılı emperyalist güçlerin safında yer alarak dışarda Sovyetler Birliği’ne ve “demir perde ülkelerine”, içte ise sosyalizme/komünizme karşı düşmanca bir politika izledi.

                                  Planın bir ayağı: Marshall (Yardım) Planı

                                  Truman’ın konuşmasında vurguladığı yardım programı acil bir şekilde uygulanmalıydı, çünkü hem savaşın yıkıcı etkileriyle üretim alanları büyük zarar görmüş, ekonomik dengeler altüst olmuş hem de Avrupa’daki burjuva sınıfı, bu olumsuz şartlar nedeniyle iktidarını korumakta zorlanmaya başlamıştı. İşçi sınıfının güç kazanması ve yönetimi ele geçirmesi olasılığının giderek arttığı bir süreçten geçiliyordu.

                                  Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin savaştan güçlenerek çıkması ve komünizmin prestij kazanması Batı’da, özellikle ABD’de tedirginlik yaratıyordu. Avrupa’daki komünist partiler ise oldukça etkindi ve kitlesel destek buluyorlardı. Bu ortamda, ABD resmi siyasetine göre ABD, Avrupa sermayesini desteklemeliydi. Zaten savaşın hemen ardından ABD’nin Avrupa’ya yönelik ekonomik yardımları vardı ve ama bu ilk yardımların amacı, daha çok halkın temel ihtiyaçlarını karşılamaya dönüktü; Avrupa’nın ekonomik toparlanmasına kalıcı bir katkısı yoktu. Bu koşullarda kendisine biçtiği rol gereği “dünya kapitalizminin lideri” ABD, yardım sürecini sistemli ve uzun vadeli bir kalkınma planı dâhilinde yapmalıydı. Öyle ki, ABD’nin Avrupa ülkelerine “yardım” siyaseti bir yanıyla da İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin etki/pazar alanlarına da yerleşmeyi, bu emperyalist güçlerin ekonomilerini ABD ekonomisinin bir uzantısı durumuna getirmeyi sağlamalıydı.

                                  İşte bu ve benzeri hedefler doğrultusunda geliştirilen yardım politikası, tarihe “Marshall Planı” olarak geçti. Plan adını, bu düşünceyi ilk kez 5 Haziran 1947’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı konuşmayla kamuoyuyla paylaşan ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall’dan aldı.

                                  ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall yaptığı konuşmada, dolaylı olarak komünizmin yayılmasına ve Sovyet etkisine karşı bir tavır ortaya koydu. Marshall bu konuşmasında;

                                  – Avrupa’nın ekonomik çöküşünün siyasi istikrarsızlık ve radikal ideolojilere (özellikle komünizme) zemin hazırladığını;

                                  – Açlık, fakirlik, umutsuzluk ve ekonomik çöküş ortamında her türlü ideolojinin güç kazanabileceğini;

                                  – ABD’nin yardımıyla Avrupa’nın ekonomik olarak toparlanmasının, demokratik rejimleri ve istikrarı güçlendireceğini söyledi. Özetle Marshall Sovyetler Birliği’ni veya komünizmi açıkça hedef almıyor ama konuşmasının satır aralarında şu mesajı net veriyordu: “Eğer Avrupa’ya yardım etmezsek, Sovyet etkisi ve komünizm hızla yayılacak.”

                                  Haziran 1947’de ABD yetkilileri Avrupa ekonomisine yönelik yardım planı ve onlardan beklentileri konusunda önce İngiltere, ardından Fransa ile görüşmeler yaptılar. Bu görüşmelerde Avrupa’nın yeniden yapılanmasına yönelik yardım planının temel unsurları tartışıldı, yardımların ülkelerle nasıl dağıtılacağı, ekonomik entegrasyonun nasıl sağlanacağı gibi konular ele alındı.

                                  Marshall Planı’nın şekillendiği ve Avrupa’daki yardımların uygulanmasında izlenecek stratejilerin belirlendiği bu toplantılarda sadece “Batılı” emperyalistlerin yanında yer alan Avrupalı devletler değil, Sovyetler Birliği’de dâhil olmak üzere “Doğu” Bloku ülkelerinde de “Marshall Yardımı” yapılması da gündeme geldi. Bu düşünce İngiltere ve Fransa üzerinden Sovyetler Birliği’ne ve diğer halk demokrasili ülkelere de iletildi. Konuyu görüşmek üzer İngiltere ve Fransa, Sovyetler Birliği ile dışişleri bakanları düzeyinde 27 Haziran 1947’de Paris’te bir görüşme yaptılar. 2 Temmuz’a kadar süren toplantılarda Sovyetler Birliği, ulusal egemenliğe zarar vereceği düşüncesiyle Marshall Planı’na katılmayı reddetti. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, 3 Temmuz 1947’de 22 Avrupa ülkesini Paris’te toplantıya çağırdı. 12 Temmuz’da yapılan bu toplantıya 16 ülke katılırken; Sovyetler Birliği ile birlikte Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Yugoslavya, Arnavutluk, Romanya ve Finlandiya daveti reddeden ülkeler oldu. Böylece Avrupa, Marshall Planı süreciyle birlikte Doğu ve Batı olarak iki farklı blok hâlinde şekillenmeye başladı.

                                  “Doğu Bloku” ülkelerinin katılmayı reddettiği “Avrupa Kalkınma Programı” (“European Recovery Programme” / ERP) olarak da bilinen Marshall Planı 3 Nisan 1948 tarihinde yürürlüğe girerek, 30 Aralık 1951’e kadar devam etti. Bu süreçte 16 Avrupa ülkesi, toplamda 12,4 milyar dolarlık yardımdan faydalandı. Yardımların koordinasyonu için Avrupa ülkeleri “Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü” (“Organization for European Economic Cooperstion” / OEEC) adlı bir kuruluş oluştururken, ABD tarafında ise bu süreci yöneten “Ekonomik İşbirliği İdaresi” (Economic Cooperation Administration / ECA) kuruldu. Marshall Planı çerçevesinde yardımdan yararlanan ülkeler şunlardı: Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Yunanistan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İsveç, İsviçre, Türkiye ve İngiltere. Bununla birlikte, savaş sonrası işgal altında bulunan ve bağımsız yönetimi olmayan Almanya da bu planın fiili uygulama alanına dâhil edilmişti. ABD, İngiltere ve Fransa’nın kontrolünde olan Alman toprakları da yardım planına entegre edildi.

                                  Marshall Planı için ABD yönetimi 13,3 milyar dolar (bugün yaklaşık 130 milyar dolar) bir bütçe ayırmıştı. Bu yardım, özellikle sanayi üretiminin artması, altyapının onarılması ve gıda temininde yardım sağlanması üzerine odaklanmıştı.

                                  Türkiye de Marshall Yardımı alan ülkelerden birisiydi ve hem Paris Konferansına katılarak hem de OEEC’nin kurucuları arasında yer alarak başından itibaren Marshall yardımı sürecinin bir parçası olmuştu. 1947 yılında makine ve teçhizat alımı için Marshall Planı dâhilinde 615 milyon dolar yardım talebinde bulunsa da Türkiye’ye yapılan yardım yaklaşık 137 milyon dolar civarında oldu.

                                  Marshall Planı’ndan Türkiye’ye yardım iki yöntemle verildi: Direkt para yardımı ki ABD’nin dolar yardımı Amerika’dan yapılacak mal ve hizmet satın alınması için kullanılmalıydı. Diğer yardım yöntemi ise Türkiye’nin çeşitli Avrupa ülkelerinden belirli malları satın alma yetkisi (traj hakkı) biçiminde olmuştu.

                                  ABD emperyalistlerinin Marshall Planı çerçevesinde yardım yapılan ülkelerden belirli beklentileri ve talepleri vardı. Onlar her şeyden önce “serbest piyasa egemenliği”nin sağlanmasını istiyorlardı. Bunun anlamı yardım alan ülkelerin ekonomileri ABD’nin çizdiği çerçevede, onların istek ve çıkarları doğrultusunda biçimlendirilecekti. Elbette alınan yardımlar da bu şekilde “değerlendirilecekti”. Nitekim öyle de oldu. Türkiye yardımları ABD’nin çizdiği çerçevede kullanacağını garanti etti, bunu bir kanunla karar altına da aldı. ([5])

                                  Türkiye, bu yardımları ağırlıklı olarak tarıma dayalı sanayi ve ulaşım altyapısı projelerine harcamış, sanayileşme ikinci planda kalmıştır. Bu durum, Türkiye’nin ekonomik yapısında dengesizliklere yol açmış ve uzun vadede sanayileşme çabalarını sekteye uğratmıştır. Ayrıca, Türkiye’nin ABD’ye olan siyasi ve askeri bağımlılığı artmış, bu da ülkenin dış politikada bağımsız hareket etme yeteneğini sınırlamıştır.

                                  Ekonomik sonuçları açısından değerlendirildiğinde Marshall Planı’nın en belirgin sonucu, Batı Avrupa ülkelerinin burjuvazisinin nefes almasıydı. 1950’lerin başına gelindiğinde Batı Avrupa ülkelerinin, savaş öncesi seviyelerine yaklaşan ekonomik büyüme oranlarıyla kalkınmaya başladıkları görülüyordu. Avrupa ekonomileri yeniden inşa edildi ve üretim kapasiteleri artırıldı. Savaşın yarattığı işsizlik ve kıtlık döneminden sonra Avrupa’da ekonomik canlanma sağlandı. Almanya, Hollanda ve Fransa Marshall Planı sayesinde hızlı bir şekilde yeniden sanayii ayağa kaldırma sürecine girdi, sanayi mallarının üretimi büyük ölçüde arttı, işsizlik azaldı, ticaret hacmi genişledi. Yunanistan gibi ülkelerde ise tarıma yönelik altyapı çalışmaları hızlandı. ABD’nin Yunanistan (ve Türkiye) gibi ülkelere yardım politikası onların ekonomik olarak kalkınmasından çok, Batı Bloku’na sıkı sıkıya bağlanmalarına hizmet etti. Gelen yardımlar daha çok tarıma, askeri alanlara ve Amerikan çıkarlarını koruyacak yatırımlara yöneldi. Bu ülkelerde tarımda makineleşme (özellikle traktör ithalatı) ile üretim artışı sağlandı.

                                  Avrupa’daki yeniden yapılanma süreci, Avrupa’nın kendi öz kaynakları ve bağımsız üretim modelleriyle değil, ABD’nin denetiminde ve onun ekonomik sistemine bağımlı hâle getirilerek gerçekleşti. Avrupa’daki pek çok ülkenin ABD’ye olan ekonomik bağımlılığı durumu, ABD’nin dünya üzerindeki siyasi gücünün pekişmesine de yol açtı.

                                  Siyasi sonuçları açısından Marshall Planı, ABD’nin Avrupa üzerindeki siyasi etkisini pekiştirmiştir. Plan, Batı Avrupa ülkelerini ABD’nin müttefiki hâline getirerek, Sovyetler Birliği’ne karşı bir blok oluşturmuştur. Bu durum, Soğuk Savaş’ın derinleşmesine ve dünya siyasetinin iki kutuplu bir yapıya bürünmesine katkıda bulunmuştur.

                                  Marshall Planı’nın kültürel etkileri de dikkate değerdir. ABD, bu plan aracılığıyla Avrupa’da kendi kültürel değerlerini ve yaşam tarzını yaymayı hedeflemişti. Bu süreç, Avrupa ülkelerinin kültürel kimliklerinde erozyona yol açtı ve Amerikan kültürünün (“Americanization”- “Amerikanlaşma”) yayılmasına hizmet etti. Bu durum kültürel emperyalizmin tipik bir örneğidir.​

                                  Planın askeri ayağı: NATO

                                  İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan “Soğuk Savaş” döneminde emperyalist Batı’nın genelde düşman olarak gördüğü sosyalizm/komünizmi ortadan kaldırmak, özelde ise İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen, yeni kurulan devletlerle güçlenen sosyalizmi, sosyalist bloku engelleme, güçsüzleştirme ve –mümkünse yok etme!– siyasetinin ekonomik ayağı dışında bir de askeri ayağı olmalıydı!

                                  Kısa süre içinde ABD önderliğindeki emperyalist/kapitalist ülkeler çıkarlarını koruma ve genişletme aracı olarak askeri bir örgütlenmeyi, NATO’yu kurdular. Savaşın yaralarını sararak toparlanmaya çalışan Avrupa, sosyalizmin yükselişi karşısında ABD’nin baskısıyla birleşerek “Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü” – NATO’da yerlerini aldılar: 4 Nisan 1949’da Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, İngiltere (Birleşik Krallık), Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Norveç, Danimarka, İzlanda ve Portekiz’in katılımıyla kurulan NATO, kapitalizmin ve emperyalizmin en güçlü savunucularından biri olarak, sadece bir askeri ittifak olmanın ötesinde, dünya çapında egemen güçlerin çıkarlarını korumak için kurulan bir askeri savaş aygıtıdır.

                                  NATO’nun kuruluş belgelerinde de iddia edildiği gibi onun sadece bir “savunma” örgütü ([6]) olduğunu düşünmek saflıktır. Evet, kuruluş belgelerinde NATO “bir savunma örgütü” rolünü kendisine biçse de gerçekte o, yalnızca bir savunma gücü değil, aynı zamanda dünya çapındaki kapitalist/emperyalist egemenliğin silahlı bir temsilcisi olarak hareket etti. Gerçekte, NATO, Batı’nın dünya üzerindeki emperyalist egemenliğini sürdürebilmek adına askeri olarak bir saldırı örgütüdür. NATO aynı zamanda ideolojik bir araçtır da… ABD’nin nükleer silahları ve bu silahların Batı Avrupa’daki varlığı, Sovyetler’e karşı bir tehdit oluştururken, bu durum aynı zamanda ABD’nin dünya çapında etkin egemenliğini pekiştiren bir sembol oluyordu.

                                  Fransa’nın 1966’da NATO’nun askeri kanadından çekilmesi ([7]), ABD’nin NATO içindeki liderliğini sorgulayan bir adım olsa da NATO’nun varlık sebebi değişmemiştir: ABD’nin küresel egemenliği ve Batı kapitalizminin korunması amacıyla, NATO hâlâ dünyanın dört bir yanında güç gösterileri yapmaya devam etmektedir.

                                  Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Soğuk Savaş Döneminde kurulan bir örgüt olarak NATO ortadan kalkmadı, kaldırılmadı. Tam tersine “Soğuk Savaş sonrası düzenin” inşasına katkı sunarak kapitalizmin/emperyalizmin küresel çıkarlarına hizmet etmeye devam etmektedir.

                                  Soğuk Savaş Döneminde NATO emperyalizmin operasyon örgütüdür

                                  Soğuk Savaş döneminin en belirgin ve tartışmalı yapılarından biri, kuşkusuz NATO’dur. Batı’nın, özellikle ABD’nin dünya çapındaki emperyalist hedeflerini gerçekleştirmek için kurduğu NATO, Soğuk Savaş süresince yalnızca bir askeri ittifak değil, aynı zamanda o, gizli/karanlık bir savaşın, “düzensiz savaş” ağını oluşturan, eğiten, yönlendiren… bir örgütlenmeydi, örgütlenmedir. Darbelerden faşist devlet terörüne, sabotajlardan provokasyonlara… ne kadar karanlık ve pis iş varsa yapan örgütün adıdır NATO. Soğuk Savaş dönemi ABD emperyalistlerinin CIA-NATO ortaklığı ya da bu örgütlenmeler üzerinden kurduğu kontra örgütlenmeler eliyle demokratik yollarla iktidara gelen her halkçı, demokrat, bağımsızlıkçı, sosyalist eğilimli iktidarları hedef aldığı bir dönemdi. 1953 İran’da Musaddık, 1954 Guatemala’da Árbenz, 1973 Şili’de Allende, 27 Mayıs / 12 Mart /12 Eylül Türkiye darbeleri… Hepsi ABD ve etrafındaki emperyalist güçlerin çıkarları için düzenlenmiş darbelerdi.

                                  Soğuk Savaş boyunca NATO-CIA ortaklığı Latin Amerika’da da iş başındaydı… Latin Amerika NATO-CIA laboratuvarı gibi kullanıldı. Latin Amerika ABD için bir açık cezaevine dönüştürüldü. Küba Devrimini boğmak için yaptıkları “Domuzlar Körfezi” çıkarmasında da bu örgüt vardı. “Condor Planı”yla Arjantin’den Şili’ye, Brezilya’dan Paraguay’a kadar anti-emperyalist tüm hareketleri kanla bastıran da NATO-CIA ortaklığıydı. Bu örgütlerin destekleriyle Latin Amerika ülkelerinde darbe yoluyla iktidar olan cunta rejimleri on binlerce insanı katletti, kaybetti, işkenceden geçirdi.

                                  “Condor Planı”, NATO ve emperyalizmin gizli savaşı: Aynı kanlı el, farklı coğrafyalar

                                  Soğuk Savaş sadece cephelerde, sınır ötesi askerî harekâtlarda veya ideolojik savaşlarda değil; en kirli, en karanlık yüzünü halkların içinde, şehirlerin sokaklarında, işçi mahallelerinde, sendika toplantılarında gösterdi. Emperyalist kapitalizmin öncüsü ABD, NATO eliyle Avrupa’da, CIA eliyle Latin Amerika’da aynı modeli hayata geçirdi: Halkçı, solcu, sosyalist, ilerici olan her şeyi ezmek, devrimci potansiyeli doğmadan boğmak, sisteme tehdit olabilecek her sesi susturmak.

                                  İşte Avrupa’da Gladio neyse, Latin Amerika’da Condor Planı oydu. Aynı merkezin iki farklı kıtadaki eli. Aynı yöntemin, farklı coğrafyalardaki uygulaması.

                                  1950’lerden itibaren NATO’nun Avrupa’da kurduğu Stay-Behind (Gladio) örgütleri, “sözde Sovyet işgaline karşı direniş” bahanesiyle örgütlenmişti ama esas görevleri iç düşmana, yani kendi halklarına karşı bir savaş yürütmekti. Sendikacılar, komünistler, sol partililer, aydınlar, ilerici gazeteciler, öğrenciler… Bunlar NATO’nun hedefindeki “tehlikeliler” listesindeydi. İtalya’dan Yunanistan’a, Türkiye’den Almanya’ya kadar Gladio hücreleri darbeler yaptı, suikastlar düzenledi, provokasyonlarla solun meşruiyetini yok etmeye çalıştı.

                                  Tam da bu sırada, ABD aynı stratejiyi Latin Amerika’da devreye soktu. 1975’te Şili’de Pinochet rejimi öncülüğünde kurulan Condor Planı; Arjantin, Brezilya, Uruguay, Paraguay, Bolivya gibi Latin Amerika diktatörlüklerinin birleşik anti-komünist terör örgütlenmesi hâline geldi. Ancak bunlar kendi başına hareket eden faşist iktidarlar değildi. Hepsinin arkasında CIA vardı. Eğitimlerini ABD üslerinde aldılar. Operasyon tekniklerini Pentagon’dan öğrendiler. İstihbaratlarını Washington sağladı. Avrupa’da NATO ile geliştirilen Gladio tarzı gizli savaş taktikleri, Güney Amerika’ya Condor adıyla taşındı.

                                  Condor Planı ve NATO’nun Gladio operasyonları bize şunu öğretti: Emperyalizm, sadece silahla/parayla değil, gizli savaşla; sadece tankla değil, işkencehanelerle; sadece ekonomiyle değil, psikolojik harp ve terörle… var olur. Bu yüzden Condor Planı ile NATO arasındaki ilişki, sadece teknik bir işbirliği değil; kapitalist-emperyalist sistemin kendi kendini savunma refleksinin uluslararası tezahürüdür.

                                  Bugün dünya halklarının özgürleşme mücadelesi, aynı zamanda bu kirli tarihle, bu kanlı örgütlenmelerle yüzleşmeden tamamlanamaz. Çünkü Condor sadece Latin Amerika’da kalmadı. Gladio sadece Avrupa’da kalmadı. Türkiye’de, Yunanistan’da, Arjantin’de, Şili’de, Brezilya’da… Aynı akıl, aynı korku, aynı şiddet biçimi işledi.

                                  Adı ülkelere göre değişti, ama öz aynı kaldı: Halktan, emekten, devrimden, komünizmden korkan kapitalizmin gizli orduları!

                                  Soğuk Savaş yıllarında NATO-Türkiye ilişkisi

                                  Soğuk Savaş Dönemi Türkiye’nin Batı dünyasıyla ilişkilerinin şekillendiği önemli bir dönemi temsil eder. Türkiye, Kore Savaşı’na asker göndererek Batı’ya “biz de yanınızdayız” mesajı vermiş ve bu adım, Türkiye’nin 1952’de NATO üyeliğiyle sonuçlanmıştı. Bu üyelik, Türkiye’nin Batı ile stratejik bağlarını güçlendiren bir dönüm noktası olmuş, Batı dünyasının bir parçası olarak tanınmasını sağlamıştır.

                                  Soğuk Savaş dönemi boyunca, Türkiye NATO için yalnızca bir askeri üs değil, aynı zamanda Batı’nın çıkarları doğrultusunda iç ve dış siyaseti şekillendiren bir müttefik olmuştur.

                                  NATO, Türkiye’deki sağ-sol çatışmalarına doğrudan müdahil olmuş, sol hareketlere karşı baskılar artmış ve özellikle 1960’lar ile 1970’lerdeki darbelerde Batı’nın çıkarlarına hizmet eden bir yapılanma oluşturulmuştur. Örneğin, 27 Mayıs 1960 darbesi, Türk ordusunun NATO ile sıkı ilişkileri çerçevesinde gerçekleştirilmiş, 1971’deki muhtıra da aynı bağlamda değerlendirilmiştir. Bu dönemde, sosyalist hareketler karşısında NATO’nun Türkiye’deki askeri varlığı daha da belirginleşmiş, ordu, NATO’nun desteğiyle sol hareketlere karşı tavır almıştır.

                                  12 Eylül 1980 darbesi, NATO’nun Türkiye iç siyasetinde en belirgin etkisini gösterdiği olaylardan biridir. Bu darbe, sol, sosyalist/komünist hareketlerin bastırılması ve emekçi sınıfların taleplerinin yok sayılması adına önemli bir dönüm noktası olmuştur. NATO’nun desteğiyle gerçekleştirilen bu darbe, Batı’nın stratejik çıkarlarına hizmet etmek için Türkiye’deki toplumsal yapıyı yeniden şekillendirmiştir. Türkiye’deki bu müdahaleler, yalnızca askeri değil, aynı zamanda ideolojik bir savaşın parçası olarak karşımıza çıkmaktadır.

                                  Türkiye’deki NATO-Gladio ilişkisi, özellikle 1952’den sonra daha belirgin hâle gelmiştir. NATO’nun “Stay Behind” (Gladio) yapılarının bir uzantısı olarak, Türkiye’de de benzer bir kontrgerilla yapılanması oluşturulmuştur. İlk olarak Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) adıyla kurulan bu yapı, zamanla Özel Harp Dairesi (ÖHD) olarak bilinen yapıya dönüşmüştür. Bu yapılanma, Sovyetler Birliği’nin olası bir işgaline karşı halk direnişi organize etmek gibi görünse de gerçek amacı Türkiye’deki devrimci ve sosyalist hareketlerin bastırılmasıdır. CIA ile doğrudan bağlantılı olan bu yapı, aynı zamanda Türkiye’deki sağ-sol çatışmalarını körükleyerek, halkın iradesini baskı altına almayı hedeflemiştir. Gladio-ÖHD yapılanması, yalnızca askeri bir operasyon yapmamış, aynı zamanda sivil alanlarda da aktif olmuştur. Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi sivil yapılar, CIA tarafından finanse edilen ve doğrudan NATO’nun ideolojik bir aracı olarak çalışan organizasyonlardı. Bu dernekler, sendikaları hedef almış, grevleri bastırmış, sosyalist öğretmenleri fişlemiş ve solcu öğrencileri tehdit etmiştir. Bu yapı, aynı zamanda sokak çeteleri, ülkücü paramiliter gruplar ve Komando Kampları gibi unsurlarla birleşerek, sağ-sol çatışmalarını daha da derinleştirmiştir.

                                  Soğuk Savaş dönemi boyunca, Türkiye’deki NATO-ÖHD yapılanmasının gerçekleştirdiği en önemli operasyonlardan bazıları şunlardır: 6-7 Eylül 1955 Pogromu, 16 Şubat 1969 Kanlı Pazar, 1 Mayıs 1977 Taksim Katliamı, Maraş Katliamı (1978), Çorum Katliamı (1980) ve 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Darbesi. Bu olayların büyük bir kısmı, doğrudan NATO destekli kontrgerilla birimleri tarafından gerçekleştirilmiş ve Batı’nın stratejik hedeflerine hizmet etmiştir.

                                  Türkiye’deki NATO-ÖHD yapılanma yalnızca askeri ayakla sınırlı kalmamış, sivil alanda da örgütlenmişti. “Komünizmle Mücadele Dernekleri” dışında, ülkücü militanların eğitildiği Komando Kampları, Ülkü Ocakları, sivil faşist gruplar, paramiliter çeteler doğrudan NATO’nun kontrgerilla stratejilerinin uzantısı olarak görev yapmıştı. CIA destekli bu yapı, aynı zamanda medya, üniversite ve devlet bürokrasisine de yerleşmişti. Susurluk Kazası (1996) sonrasında açığa çıkan devlet-mafya-siyaset ilişkileri, bu yapının sürekliliğini gözler önüne serdi.

                                  Türkiye’deki NATO-ÖHD modeli, Latin Amerika’daki Condor Planı ile şaşırtıcı derecede benzerlikler taşır. Condor Planı nasıl ABD destekli askeri diktatörlüklerin solculara karşı birleşik bir imha operasyonuyduysa, Türkiye’deki ÖHD-Gladio yapılanması da aynı işlevi içeride sürdürüyordu. Latin Amerika’da cunta rejimlerinin işkence merkezleri, kayıplar, faili meçhul cinayetler nasıl bir sistematikse, Türkiye’de de Ziverbey Köşkü’nden Diyarbakır Cezaevi’ne, Mamak’tan Davutpaşa’ya kadar onlarca özel işkence merkezi, sorgu üsleri aynı NATO aklıyla kurgulanmıştı.

                                  Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi, NATO’nun Türkiye’deki iç siyaseti şekillendiren en önemli müdahalelerinden biridir. CIA Türkiye Masası Şefi Paul Henze’nin darbe sonrası yaptığı “Bizim çocuklar başardı” açıklaması, NATO’nun Türkiye’deki askeri ve siyasi yapılanmalar üzerindeki etkisini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu darbe sonrasında, Batı’nın stratejik çıkarlarına uygun bir toplumsal modelin inşa edilmesi için büyük çaba sarf edilmiştir.

                                  Sonuç olarak, Türkiye’deki NATO-Gladio-ÖHD yapılanması, Soğuk Savaş döneminin bir parçası olarak, yalnızca askeri bir yapı değil, aynı zamanda ideolojik bir savaş aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yapılanma, Türkiye halklarının özgürleşme mücadelesi ve anti-emperyalist hareketlerin karşısında durarak, sosyalist ve ilerici güçlere yönelik organize bir karşı-devrim hareketi oluşturmuştur.

                                  Bağdat Paktı

                                  ABD liderliğindeki emperyalist Batı dünyası NATO dışında, Sovyetler Birliği’nin hareket alanlarını daraltmak için kurdukları bir pakt daha vardı: “Central Treaty Organization” (CENTO) (“Merkezi Antlaşma Teşkilatı” / Yaygın olarak Bağdat Paktı olarak bilinir Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık arasında sözde “savunma ve güvenlik” amaçlı kurulmuştur.

                                  Bağdat Paktı, Soğuk Savaş dönemi sırasında emperyalist hegemonya mücadelesinin önemli bir aracıydı ve özellikle Türkiye için hem iç hem de dış politikada kritik bir öneme sahipti. 1955 yılında kurulan bu askeri ittifak, yalnızca Ortadoğu’daki dengeleri etkilemekle kalmadı, aynı zamanda ABD’nin ve Batı’nın Sovyetler Birliği’ne karşı küresel stratejilerinin bir parçası hâline geldi. Bağdat Paktı, kapitalist emperyalizmin Sovyetler’e karşı yürüttüğü soğuk savaşın bir yansımasıydı ve Türkiye’nin bu ittifakta yer alması, ülkenin sosyalist hareketlerinin ve sol görüşlülerinin hedef alınmasına neden olan önemli bir unsurdu.

                                  Bağdat Paktı’nın, özellikle Türkiye açısından iki önemli boyutu vardı. Birincisi, Türkiye’nin Batı bloğuna entegrasyonunun derinleşmesi ve NATO ile olan ilişkilerinin pekişmesiydi. Bu bağlamda, Türkiye’nin Bağdat Paktı’na katılması, Batı’ya olan bağlılığını ve Sovyetler’e karşı oluşturduğu güvenliğini artırmaya yönelik bir hamleydi. Ancak bu süreç, Türkiye’deki sol hareketleri, sosyalistleri/komünistleri dışlama ve bastırma stratejilerinin de bir parçasıydı. Solcular, sosyalistler/komünistler, emperyalist güçlerin yanında yer almayı reddeden, bağımsızlıkçı bir tutum sergileyen halk hareketleri olarak, genellikle Bağdat Paktı’na karşı durdular. Bu tutum hem yerel düzeyde hem de Soğuk Savaş’ın genelinde sosyalistlerin ve devrimci düşüncelerin hedef alınmasının gerekçesi hâline geldi.

                                  İkinci olarak, Bağdat Paktı Türkiye’nin iç politikasında da derin etkilere yol açtı. 1950’lerden itibaren, Türkiye’deki işçi sınıfı hareketi, öğrenciler ve aydınlar, anti-emperyalist bir perspektifle Bağdat Paktı’na karşı çıkan sesler yükseltmeye başladılar. Bu tür solcu muhalefet, Batı’nın desteğini almış olan hükümetler tarafından “komünist tehdit” olarak etiketlendi ve siyasi baskılara uğradı. Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin yakın coğrafyasındaki bu tür ittifaklar, kapitalist emperyalizme karşı anti-emperyalist tutum sergileyen sosyalist hareketleri güçlendirme potansiyeline sahipti. Ancak, McCarthyizm ve diğer emperyalist/faşist müdahaleler, bu hareketlerin etkisini kırmaya yönelik yoğun bir propaganda ve baskı süreci başlattı.

                                  Bağdat Paktı’nın Türkiye’deki sosyalist hareketler açısından, yalnızca emperyalist bir ittifakın parçası olmanın ötesinde, kapitalist sistemin karşısında duran ve ilerici, devrimci, demokrat bir perspektife sahip tüm düşüncelere karşı yürütülen bir savaşın araçlarından biriydi. Türkiye’nin, Soğuk Savaş dönemi boyunca, Bağdat Paktı ve NATO gibi askeri ittifaklar aracılığıyla Batı bloğuyla kurduğu sıkı bağlar, sol, sosyalist/komünist düşüncenin ve ilerici hareketlerin baskı altına alınmasını beraberinde getirmiştir.

                                  *   *   *   *

                                  ABD emperyalizmi dünya üzerinde sosyalizme/komünizme karşı savaş yürütürken, ülke içinde de komünizme karşı mücadeleyi faşist bir anlayışla yürüttü. “McCarthy dönemi” olarak adlandırılan bu dönem ABD’nin 1950’li yıllarına damgasını vurmuş, özellikle Soğuk Savaşın etkisiyle şekillenmiş ve hem toplumsal hem de siyasal açıdan derin yaralar bırakmış bir dönemdir. Bu dönemin en önemli figürlerinden biri, Senatör Joseph McCarthy, ABD’deki komünizm karşıtı histeri dalgasının başını çekmiş ve bu süreç, tarihsel olarak “McCarthyizm” olarak anılmaya başlamıştır. McCarthy’nin yükselişi, yalnızca ABD’nin iç politikasını etkilemekle kalmamış, aynı zamanda dünya çapındaki komünist ve devrimci hareketlere karşı bir tehdit unsuru olarak da şekillenmiştir.

                                  Sosyalist Kamp’ın emperyalizme karşı “Soğuk Savaşı”

                                  Soğuk Savaş döneminin başladığı dönemlerde Batı Bloku’nun Sovyetler Birliği önderliğindeki Sosyalist Kampa bu kadar yoğun bir şekilde yöneldiği dönemde Sosyalist Kampta neler oluyordu?

                                  Elbette, ABD emperyalizmin etrafında birleşen emperyalist/kapitalist dünyanın müdahale ve baskılarına karşı sürekli bir savunma ve karşı-atağa geçme zorunluluğu ile karşı karşıyaydı. Aslında Sosyalist Kamp da biçim olarak emperyalist kampın saldırı aparatlarının karşısına kendi örgütlenmelerini, Comecon ve Varşova Paktını çıkardılar.

                                  Comecon (Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi)

                                  Marshall Planı çerçevesinde ABD’lilerin İngiltere ve Fransa üzerinden Sovyetler Birliği ve halk demokrasisi ülkelerine de “yardımda” bulunma teklifleri olduğunu ve ama bunun Sosyalist Kamp ülkeleri tarafından reddedildiğini yukarıda belirtmiştik. Bu durumda Sosyalist Kamptaki ülkeler de kendi içlerinde bir ekonomik birlik kurmak zorundaydı. Emperyalist Batı Blokunun saldırıları karşısında ancak bu şekilde güçlü kalabilirlerdi. Sosyalist ülkeler, kapitalist ülkelerin ekonomik gücüne karşı güçlerini birleştirerek ortak bir ekonomik yapı kurmaya karar verdiler. Sosyalist ekonomik işbirliğinin kurumsal yapısı, 1949 yılında Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde Bulgaristan, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Romanya’nın katılımıyla kuruldu.

                                  Comecon’un (“Council for Mutual Economic Assistance” / “Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi”) kuruluş amaçları arasında, üyeleri arasında ekonomik planlamayı koordine etmek, ticaretin düzenlenmesi, doğal kaynakların verimli kullanılmasını sağlamak ve teknoloji transferi ile ortak sanayi projeleri geliştirmek bulunuyordu.

                                  Sovyetler Birliği’nin politik ve ekonomik önderliği altında kurulan Comecon üyesi ülkeler, başlarda Sovyetler Birliği’ne yakın, onunla koordineli bir şekilde planlı ekonomi uyguladılar.

                                  Comecon’un Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve ekonomik önderliği altındaki ülkeler, karşılıklı ticaretin teşvik edilmesi ve ekonomik işbirliğinin artırılması için bir dizi ortak ekonomik proje ve plan geliştirmeye başladılar. Bu ekonomik işbirliği örgütü, Sosyalist Blok içindeki ülkeler için yalnızca ekonomik dayanışma sağlamakla kalmadı, aynı zamanda Batı’nın ekonomik baskılarına karşı bir savunma mekanizması oluşturdu. Ne yazık ki, bu durum uzun sürmeyecek, Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp içindeki ülkelerde değişim ve dönüşümle başka bir karaktere bürünecekti.

                                  Varşova Paktı

                                  Varşova Paktı, 14 Mayıs 1955’te Polonya’nın başkenti Varşova’da imzalanan anlaşmayla kuruldu. Kuruluşunun doğrudan nedeni, 1955 yılında Federal Almanya’nın (Batı Almanya) NATO’ya resmen üye yapılmasıydı. Bu adım, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkeler için açık bir savaş tehdidi olarak algılandı. Çünkü NATO’nun kuruluşu (1949) zaten doğrudan sosyalist ülkelere karşı bir askeri kuşatma planının parçasıydı. Batı Almanya’nın yeniden silahlandırılması ve NATO’ya dâhil edilmesi, faşizmin eski kalıntılarının Batı emperyalizminin kanatları altında yeniden örgütlenmesiydi.

                                  İşte Varşova Paktı, tam da bu koşullarda –özünde bir savunma refleksi olarak– doğdu. Pakt’ın ilkeleri, sosyalist ülkelerin egemenliğine, karşılıklı yardımlaşmasına, barış içinde birlikte yaşamasına ve emperyalizme karşı ortak savunmaya dayanıyordu. Kurucu ülkeler: Sovyetler Birliği, Polonya, Demokratik Alman Cumhuriyeti, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk’tu.

                                  Arnavutluk 1968 Prag Baharı müdahalesinden sonra Pakt’tan fiilen ayrıldı. Sebebi açıktı: Sovyetler Birliği artık 1950’lerin başındaki anti-emperyalist, devrimci Sovyetler Birliği değildi. 1956’daki 20. Parti Kongresi ile birlikte Kruşçev önderliğinde Sovyetler Birliği’nde revizyonizm hâkimiyetini sağlamıştı. Bu, sadece iç ekonomik politikalarında değil, dış politikasında da kendini gösterdi. SBKP artık dünya devrimini savunmak yerine, “barış içinde bir arada yaşama”, “emperyalizmle uzlaşma” ve “statükonun korunması” gibi görüşleri öne sürüyordu.

                                  Varşova Paktı’nın yapısal olarak ilk yıllardaki amacı kolektif savunmaydı. Her üye ülkenin kendi ordusu vardı ama stratejik komuta Sovyetler Birliği’nin elindeydi. Paktın Askeri Konseyi Moskova merkezliydi. Her üye ülke, dış saldırı durumunda birbirine yardım etmekle yükümlüydü. Ancak revizyonizmin tam hakimiyetiyle süreç içinde bu yapı giderek Sovyetler Birliği’nin kendi nüfuz alanını ve kontrol mekanizmasını tahkim ettiği bir araca dönüştü.

                                  Soğuk Savaş Döneminde iz bırakan kimi gelişmeler…

                                  Soğuk Savaş’ta silahlanma yarışı ve nükleer güç mücadelesi

                                  Soğuk Savaş yalnızca ideolojik ve politik kamplaşmanın değil; aynı zamanda tarihin gördüğü en büyük silahlanma yarışının adıdır. 1945’te ABD’nin Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atarak insanlık tarihinde yeni bir eşiği geçmesi, dünya dengelerini radikal biçimde değiştirdi. Atom bombası yalnızca bir askeri silah değil, aynı zamanda emperyalist Batı’nın ve özel olarak ABD’nin dünya üzerindeki egemenliğini pekiştirmeyi hedefleyen bir politik araçtı.

                                  Fakat bu tekel uzun sürmedi. 1949 yılında Sovyetler Birliği’nin kendi atom bombasını başarıyla geliştirmesi, dünyada askeri stratejileri, savaş teorilerini ve uluslararası ilişkileri kökten sarsacak yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bu olay, sadece iki ülkenin değil, iki sistemin –kapitalizm ve sosyalizmin– ölümcül biçimde silahlanacağı uzun bir sürecin işaret fişeğiydi.

                                  Sovyetler Birliği, atom bombasını ürettikten ve denemesini yaptıktan sonra bu silahın yasaklanması mücadelesini verdi. Atom silahları belli sınırlamalara rağmen yasaklanmadı. Bugün kitle imha silahları dünyanın ve insanlığın geleceğini tehdit etmektedir. Emperyalistler atom silahını sorun olarak görmemektedir. Sorun olarak gördükleri şey, atom silahlarının kendilerinin istemediği güçlerin elinde de bulunmasıdır. Bu yüzden nükleer silahlarını yapan, yapmaya çalışan Kuzey Kore ve İran gibi ülkelere ambargo uygulanmakta ve bu ülkeler baskı altında tutulmaktadır.

                                  1950’li yıllardan itibaren her iki blok da nükleer silahlarını geliştirme yarışına girdi. 1952’de ABD hidrojen bombasını (H-Bomb) test etti. Bir yıl sonra Sovyetler Birliği de kendi H-bombasını patlattı. Bu noktadan sonra mesele yalnızca bomba yapmak değil, bu bombaları taşıyacak sistemleri geliştirmekti. Balistik füzeler, kıtalararası füzeler (ICBM), denizaltından atılan füzeler (SLBM), stratejik bombardıman uçakları ve nükleer başlıklı kısa menzilli silahlar devreye girdi.

                                  Silahlanma yarışı teknik bir yarış olmanın ötesinde, politik bir güç gösterisiydi. ABD, NATO ülkeleri üzerinden Avrupa’yı nükleer bir şemsiye altına alırken; Sovyetler Birliği de Varşova Paktı ülkelerini kendi nükleer koruması altına sokuyordu. Buradaki temel strateji “karşılıklı yok oluş” (Mutual Assured Destruction – MAD) teorisine dayanıyordu. Yani bir taraf ilk nükleer saldırıyı başlatsa bile, diğer tarafın elindeki güç onu da yok etmeye yetecekti. Sonuç: Dehşet Dengesi.

                                  Bu dehşetin yönetimi için çeşitli adımlar atıldı. 1963’te Moskova’da Nükleer Denemelerin Kısmi Yasaklanması Anlaşması imzalandı. 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) geldi. Bunlar silahlanmayı durdurmaktan çok, denetlemek ve Batı’nın ve revizyonist Sovyetler Birliği’nin tekelini sürdürmek için yapılan hamlelerdi.

                                  Ancak nükleer güç artık sadece ABD ve SSCB’nin tekeline bırakılmadı. İngiltere (1952), Fransa (1960) ve Çin Halk Cumhuriyeti (1964) nükleer kulübün yeni üyeleri oldular. Çin’in nükleer güç hâline gelişi, özellikle sosyalist kamp içinde özel bir anlam taşıyordu. Çünkü Çin, Sovyetler Birliği’nin hegemonik dayatmalarına karşı kendi bağımsız savunmasını bu güçle kuruyordu.

                                  Silahlanma yarışı, kapitalist-emperyalist sistem ile sosyalist kamp arasındaki savaşsız savaştı. Tank sayıları, uçak üstünlüğü, füze kalkanları, uydular, atom denizaltıları… Her yeni teknoloji aynı zamanda bir üstünlük ve korku aracıydı. Bu nedenle Soğuk Savaş yıllarında silahlanma, yalnızca savaş tehdidi yaratmak için değil, karşı tarafı ekonomik olarak yıpratmak için de kullanılan bir stratejiydi.

                                  Sovyetler Birliği’nin silahlanma yarışında devasa kaynaklar harcaması, özellikle 1970’lerden sonra ekonomik açıdan ciddi sıkıntılar yaratmaya başladı. ABD’nin “Yıldız Savaşları Projesi” (SDI) gibi teknolojik üstünlük girişimleri de bu ekonomik yıpratmanın araçlarından biriydi.

                                  Ama bütün bunların özü şuydu: Soğuk Savaş döneminde silahlanma yarışı, iki sistemin de varoluşsal korkularını ve birbirlerini teslim alma hedeflerini besleyen bir süreci ifade ediyordu. Fakat “sosyalist kamp” (artık “sosyal emperyalist kamp”) için bu yarış, savunma zorunluluğundan kaynaklanan bir mecburiyetti. Emperyalist Batı’nın tehdidine karşı sosyalist ülkeler hem silahlandı hem de halklarını korumak için bu caydırıcılığı geliştirdi.

                                  Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla birlikte bu yarış biçim değiştirdi ama bitmedi. Kapitalist dünya silahlanmayı ve savaş hazırlığını sürdürmeye devam etti.

                                  Soğuk Savaş’ta uzay yarışı: Prestij, güç ve emperyalist rekabet

                                  Soğuk Savaş’ın en çok sembolleşen mücadele alanlarından biri uzay yarışıydı. Ama bu yarış ne insanlığın ortak geleceği için yürütülen bir bilim seferberliğiydi, ne de sosyalist değerlerin uzaya taşınmasıydı. 1950’lerin ortalarından itibaren revizyonistleşen ve sosyal emperyalist bir karakter kazanan Sovyetler Birliği açısından uzay yarışı, ABD ile girdiği emperyalist rekabetin yeni bir cephesiydi.

                                  1957 yılında Sovyetler Birliği’nin Sputnik I adlı ilk yapay uyduyu fırlatması, dünya üzerinde büyük bir şok etkisi yarattı. Teknolojik anlamda önemli bir başarı olsa da bu gelişmenin arkasında revizyonistlerin büyük bir sahtekârlıkla ifade ettikleri “sosyalist bilimin zaferi”nden çok, sosyal emperyalizm yoluna düşen Sovyetler Birliği’nin dünya çapındaki prestijini artırma ve ABD ile girdiği güç mücadelesinde üstünlük sağlama hedefi vardı.

                                  ABD bu gelişmeyi “Sputnik Krizi” olarak adlandırdı. Ardından uzay yarışında hızlanan rekabet, büyük ölçüde askeri ve politik bir içerik kazandı. Uydu teknolojileri, casusluk, füze sistemleri ve askeri denge açısından uzayın kontrolü önemli hâle geldi.

                                  1961 yılında Yuri Gagarin’in uzaya çıkan ilk insan olması, SBKP revizyonistlerinin elinde dünya halklarına yönelik bir prestij ve propaganda aracı olarak kullanıldı. ABD ise bu başarıyı gölgede bırakmak için Apollo programına devasa bütçeler ayırdı. 1969’da Ay’a çıkılmasıyla ABD, bu yarışta bir prestij üstünlüğü kazandı.

                                  Sovyetler Birliği’nin 1971 yılında kurduğu Salyut 1 uzay istasyonu ya da ABD’nin sonrasında geliştirdiği projeler, doğrudan askeri, teknolojik ve siyasi rekabetle bağlantılıydı.

                                  Soğuk Savaş Döneminde Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki uzay rekabeti, esas olarak iki emperyalist gücün dünya üzerindeki nüfuz mücadelesinin yeni bir cephesi hâlinde sürdürüldü.

                                  Soğuk Savaş’ta temsilci savaşlar: Emperyalist rekabetin sıcak yüzü

                                  Soğuk Savaş dönemi, ABD ile Sovyetler Birliği arasında doğrudan bir dünya savaşına dönüşmese de bu iki blok arasındaki çelişki ve rekabet dünyanın dört bir yanına yayılan temsilci savaşlar (proxy wars) biçiminde sürdü. Özellikle 1950’lerin sonuna doğru Sovyetler Birliği’nin revizyonistleşmesi ve sosyal emperyalist karakter kazanmasıyla birlikte, bu savaşlar sadece ABD emperyalizmi ile halklar arasındaki mücadele değil, aynı zamanda iki emperyalist gücün –ABD ile Sovyetler Birliği’nin– etki alanı ve nüfuz mücadelesi hâlini aldı.

                                  Temsilci savaşlar, genellikle Asya, Afrika ve Latin Amerika gibi yarı-sömürge, bağımlı ve geri bırakılmış ülkelerde yaşandı. Bu savaşlarda iki blok, doğrudan savaşmak yerine yerel güçler, askeri cunta yönetimleri, burjuva klikler veya ulusal kurtuluş hareketleri üzerinden karşı karşıya geldi.

                                  Burada önemli olan şudur: Bu savaşların hepsi aynı karaktere sahip değildi. Bazılarında gerçekten anti-emperyalist, halkçı ve devrimci hareketler vardı; bazılarında ise Sovyet sosyal emperyalizmi ya da ABD emperyalizmi yerel güçleri kendi çıkarları için kullandı.

                                  Kore Savaşı (1950-1953): Kore Savaşı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist ve sosyalist kamplar arasındaki ilk büyük askeri çatışmadır. Aynı zamanda, sosyalizmin ve anti-emperyalist mücadelenin uluslararası çapta nasıl bir tehdit hâline geldiğini gösteren, ABD öncülüğündeki emperyalist bloğun saldırgan karakterini açığa çıkaran bir olaydır.

                                  Kore Yarımadası, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Japon emperyalizminin yenilmesiyle birlikte kuzeyde Sovyetler Birliği’nin, güneyde ise ABD’nin askeri denetimine girdi. 38. paralel, geçici bir sınır olarak belirlendi. Ancak kısa sürede bu sınır kalıcı hâle getirildi ve Kore’nin kuzeyinde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC), güneyinde ise ABD destekli Kore Cumhuriyeti (Güney Kore) kuruldu.

                                  KDHC, Kim İl Sung önderliğinde sosyalist bir programla ülkeyi inşa ederken, Güney Kore emperyalizmin çıkarlarına bağlı bir rejim olarak şekillendi. 1950 yılında, Kore halkının ulusal birliğini ve ülkenin bağımsızlığını sağlamak isteyen KDHC, Güney Kore’ye karşı askeri bir harekât başlattı. Bu gelişme, ABD’nin ve Batılı emperyalist güçlerin doğrudan müdahalesine yol açtı. ABD, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında oluşturduğu çok uluslu kuvvetlerle Kore’ye saldırdı. Bu savaş, sosyalist kamp ile emperyalist kamp arasındaki ilk doğrudan askeri yüzleşme oldu.

                                  Savaş sırasında Çin Halk Cumhuriyeti, Kore halkının savunmasına doğrudan katıldı ve ABD’nin Kore üzerinden Çin’e doğru genişleme planlarını durdurdu. Çin gönüllüleri, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin yanında savaşarak emperyalist işgale karşı büyük bir direniş gösterdi.

                                  Sovyetler Birliği’nin, bu savaşta daha çok dolaylı destekle yetinmesi ve doğrudan askeri bir müdahalede bulunmaması dikkat çekiciydi. Kore Savaşı, emperyalizmin saldırganlığına karşı sosyalist dayanışmanın ve anti-emperyalist mücadelenin güçlenmesine vesile oldu. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, savaşın sonunda ülkesini savunmayı başardı ve Kore halkı yarımadayı tamamen birleştirememiş olsa da emperyalizmin Kore’yi tamamen ele geçirme planını bozdu.

                                  Savaş 1953 yılında bir ateşkes anlaşması ile sona erdi. Ancak bu ateşkes kalıcı bir barış değil, yalnızca silahların geçici olarak susması anlamına geliyordu. Kore Yarımadası bugün hâlâ emperyalizmin yarattığı bölünmüşlüğün ve ABD saldırganlığının bir simgesi olarak kalmıştır.

                                  Kore Savaşı’na Türkiye’nin katılımı, dönemin dış politikası ve emperyalist kamp ile ilişkileri bakımından özel bir önem taşır. 1950 yılında Demokrat Parti iktidarının, henüz NATO üyesi bile olmayan Türkiye’yi Kore’ye asker göndererek savaşa sokması Türkiye’nin Batı kampında yer alma isteğinin somut bir göstergesi oldu. 1950 Temmuz’unda TBMM’ye danışılmadan alınan bu karar sonucu, yaklaşık 5 bin kişilik Türk Tugayı Kore’ye gönderildi. Askeri anlamda Türkiye’ye büyük bir yük getiren bu müdahale, esas olarak Türkiye’nin NATO üyeliği için bir “sadakat gösterisi” niteliği taşımaktaydı. Nitekim bu politikanın ardından Türkiye, 1952 yılında NATO’ya kabul edildi. Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılımı, ülkenin dış politikasında Atlantikçi çizginin ve emperyalist blokla entegrasyonun önemli adımlarından biri olarak değerlendirilir.

                                  Vietnam Savaşı (1955-1975): Bir başka önemli temsilci savaş Vietnam’da yaşandı. Vietnam halkının anti-emperyalist ve devrimci mücadelesi çok güçlü ve haklıydı. Ancak savaşın ilerleyen aşamalarında Sovyetler Birliği –ve Çin’in– Vietnam’a desteği, kendi sosyal emperyalist çıkarlarıyla da bağlantılı hâle geldi. Sovyetler Birliği, Vietnam üzerinden ABD’ye karşı bölgedeki etkisini artırmak istedi. ABD ise Vietnam’da doğrudan askeri müdahaleyle devrimci hareketi ezmeye çalıştı. Vietnam Savaşı, dünya halklarının emperyalizme karşı kahramanca mücadelesinin en önemli örneklerinden biri olmasına rağmen, aynı zamanda iki blok arasındaki nüfuz savaşının da bir parçasına dönüştü.

                                  Vietnam Savaşı, Soğuk Savaş’ın en önemli temsilci savaşlarından biriydi. Taraflar, Kuzey Vietnam ve Güney Vietnam olarak ikiye ayrılmıştı. Kuzey Vietnam, Demokratik Vietnam Cumhuriyeti olarak biliniyor ve komünist bir hükümet tarafından yönetiliyordu. Bu hükümetin amacı, Vietnam’ı birleştirip sosyalist bir devlet kurmaktı. Kuzey Vietnam, Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti ve diğer sosyalist blok ülkeleri tarafından destekleniyordu. Ho Chi Minh’in önderliğindeki Vietnam İşçi Partisi Vietnam’ı birleştirerek emperyalizme karşı bağımsız bir sosyalist devlet kurmayı savunuyordu.

                                  Güney Vietnam ise Vietnam Cumhuriyeti olarak biliniyor ve anti-komünist bir yönetimle yönetiliyordu. ABD ve diğer kapitalist Batı ülkeleri, Güney Vietnam’ı destekliyordu. Bu taraf, komünizmin yayılmasını engellemeyi ve Vietnam’ı bir kapitalist devlet olarak tutmayı hedefliyordu. Güney Vietnam, çeşitli askeri cunta yönetimleri ve otoriter hükümetler tarafından yönetiliyordu. ABD, Vietnam Savaşı’na doğrudan müdahale etti. 1950’lerin sonlarından itibaren, ABD, Güney Vietnam’daki hükümeti desteklemek için giderek artan şekilde askeri müdahalelerde bulundu. 1965’ten sonra, ABD, Vietnam’da büyük bir askeri varlık gösterdi ve yüzbinlerce askerle savaşın içinde yer aldı. Sovyetler Birliği ve Çin, Kuzey Vietnam’a askeri yardımlar sağladı, ancak bu yardımlar genellikle silah, eğitim, lojistik destek ve stratejik yardım şeklindeydi. Özellikle Sovyetler Birliği, Kuzey Vietnam’a hava savunma sistemleri ve savaş uçakları temin etti. Çin ise savaşın erken dönemlerinde Kuzey Vietnam’a lojistik destek sağladı ve bazı Çinli gönüllü askerler de savaşa katıldı.

                                  Sonuç olarak, 1975 yılında Kuzey Vietnam, ABD askerlerinden temizleyerek ve Güney Vietnam’ı kurtararak Vietnam’ın sosyalist bir devlet olarak birleşmesini sağladı.

                                  Ortadoğu ve Afrika Savaşları: Temsilci savaşlar sadece Asya’da yaşanmadı. Ortadoğu ve Afrika, iki blok arasında âdeta paylaşım alanına döndü. 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında Sovyetler Birliği Arap ülkelerini (özellikle Mısır ve Suriye) desteklerken, ABD ve Batı, İsrail’i destekledi.

                                  Ancak dikkat çekici olan şudur ki; Sovyetler Birliği’nin desteklediği Arap yönetimleri çoğu zaman halk düşmanı diktatörlüklerdi. Sovyetler Birliği’nin silah ve askeri yardım yaptığı rejimler, halkın devrimci mücadelesini bastırıyor, içlerinde sosyalizmden eser olmayan burjuva kliklerdi.

                                  Afrika’da Angola, Mozambik, Etiyopya gibi ülkelerde de benzer bir süreç yaşandı. Sovyet destekli karşı devrimci rejimler, ABD destekli karşı-devrimci güçlerle savaştı. Ama bu savaşlar çoğu zaman halkların sosyal kurtuluş mücadelesinden çok, iki emperyalist blok arasında pazar ve nüfuz savaşına döndü.

                                  Latin Amerika ve Gizli Savaşlar: ABD’nin “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika’da ise temsilci savaşlar daha çok CIA destekli darbeler, kontrgerilla hareketleri, paramiliter güçler eliyle yürütüldü. Küba, Nikaragua, El Salvador, Guatemala gibi ülkelerde halk hareketleri ABD emperyalizmine karşı direnirken, Sovyetler Birliği de bu hareketleri kendi nüfuz alanlarını genişletme amaçlı yaklaşıyordu.

                                  Temsilci Savaşlar = Emperyalist Rekabetin Kanlı Cephesi: Soğuk Savaş döneminin temsilci savaşları, dünya halklarının kaderini iki emperyalist kamp arasındaki mücadeleye sıkıştıran, bağımsız devrimci yol arayışlarını boğan, halkların kendi öz gücüne dayanan mücadelesinin önüne geçen bir karakter taşımıştır. ABD emperyalizminin vahşeti kadar, SBKP’nin revizyonist ve sosyal emperyalist politikaları da bu dönemin kanlı savaşlarının ve trajedilerinin belirleyicisi olmuştur. Bu savaşların bir kısmı halkların meşru ve devrimci mücadelesi olarak parlamışsa da çoğunlukla iki blok arasındaki emperyalist paylaşım kavgasının sıcak yüzü olmuştur.

                                  Küba Krizi (1962)

                                  Küba Krizi, Soğuk Savaş’ın zirveye ulaşan anlarından biridir ve dünya nükleer savaşın eşiğine gelmiştir. 1959 yılında Küba Devrimi gerçekleşti. Başlangıçta milliyetçi ve anti-emperyalist karakterde olan devrim süreç içinde “sosyalizme” yöneldi. Sovyetler Birliği ile ittifak kurdu ve ABD ile karşı karşıya geldi. Burnunun dibindeki Küba’nın “sosyalist” bir devlete dönüşmesi, ABD için “kabul edilemez” bir durumdu. Küba’yı “sosyalist” bir devlete dönüşmekten caydırmak amacıyla çeşitli yöntemler denedi. 1961’deki “Domuzlar Körfezi Çıkarması” adıyla anılan çıkarmayı yaptı. Küba ordusu ve halk seferber olarak çıkarma kuvvetlerini kuşattı. Üç gün içinde binden fazla CIA destekli asker esir düştü. Çıkarmanın başarısız olması sonrasında Küba daha da Sovyetler Birliği’ne yakınlaştı.

                                  Bu dönemde Sovyetler, Küba’da askeri üsler kurarak, burada nükleer füzeler yerleştirmeye karar verdi. 1962’de Sovyetler Birliği, Küba’ya nükleer füzeler yerleştirmeye başladı. Bunun üzerine ABD Başkanı John F. Kennedy, Sovyetlerin Küba’daki nükleer füzeleri çekmesini talep etti ve Küba çevresinde deniz ablukası başlattı. Kriz, dünya çapında korkunç bir nükleer savaş tehdidi yaratmıştı.

                                  Sonunda, ABD ile Sovyetler Birliği arasında yapılan gizli müzakereler sonucu Sovyetler, Küba’daki füzeleri çekerken, ABD de Türkiye’deki nükleer füzelerini geri çekeceğine dair söz verdi ve kriz son buldu. Bu kriz, Soğuk Savaş’ın en tehlikeli dönemi olarak tarih kitaplarında yer aldı. Hem Sovyetler Birliği hem de ABD, nükleer savaşın eşiğinden dönerek daha dikkatli bir dış politika izlemeye başladılar.

                                  Berlin Duvarı (1961-1989)

                                  İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Almanya, Sovyetler Birliği ve Batılı müttefikler arasında bölündü. Almanya’yı emperyalistler böldü… Sovyetler Birliği, Almanya’nın bölünmemesi için mücadele yürüttü. Batılı müttefiklerin (ABD, İngiltere, Fransa) 1948’de Londra’da yaptıkları konferansta Almanya’nın bölünmesini karara bağladılar. Bölünme, Batılı “müttefikler” ve yeniden güçlenen Batı Alman emperyalizmi tarafından gerçekleştirildi. Berlin de aynı şekilde doğu (Sovyetler) ve batı (Amerikan, Fransız ve İngiliz) işgal bölgesi olarak olarak ikiye ayrıldı. 1949’da Doğu Almanya (Alman Demokratik Cumhuriyeti, DDR) kuruldu, Batı Almanya ise Batı Avrupa’nın kapitalist bloğunda yer alan Federal Almanya Cumhuriyeti olarak varlık gösterdi. ADR ile FAC arasındaki sınır soğuk savaşın sınırı Avrupadaki en batı sınırı hâline geldi. Berlin Alman Demokratik Cumhuriyetinin içinde iki işgal bölgesine ayrılmış olmasına rağmen. FAC/ADC sınırının tersine iki bölge arasında sınır yoktu.

                                  Ancak 1950’lerin sonunda, Doğu Almanya’daki birçok kişi, daha iyi yaşam koşulları için Batı Almanya’ya kaçmaya başlamıştı. 1961 yılında bu kaçışları ve ADC içine casusların sızmasını durdurmak amacıyla Doğu Almanya hükümeti, Berlin’in iki işgal bölgesini birbirinden ayıran fiziksel bir duvar inşa etti. Berlin Duvarı, “demokratik” sosyalizm ile kapitalizm arasındaki ideolojik çatışmayı somutlaştıran bir simge hâline geldi. Duvar, sadece Almanya’nın değil, tüm Soğuk Savaş’ın sembolü oldu. Batı’da, duvarı geçmeye çalışan yüzlerce kişi öldü ya da yaralandı. Doğu Almanya’da ise duvar, halkın özgürlüğünü kısıtlayan bir araç olarak görüldü. Berlin Duvarı, Soğuk Savaş boyunca ideolojik bir sınır oldu. Batı ve Doğu arasında yıllarca süren gerginlikler, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sona erdi.

                                  1989’da Sovyetler Birliği’ndeki değişimlerle birlikte (özellikle Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka politikaları), Doğu Almanya halkı, Batı’ya geçiş için büyük bir baskı oluşturdu. Bu sosyal ve politik baskılar sonunda Berlin Duvarı’nın yıkılmasına neden oldu. Bu olay, Soğuk Savaş’ın sonuna yaklaşıldığını göstermesi yanında Doğu Avrupa’daki sosyalist maskeli devletlerin çöküşünün de habercisiydi.

                                  Detant (Yumuşama Dönemi): Soğuk Savaş’ın “geçici soluklanması”

                                  Detant, Fransızca kökenli bir kavramdır ve “yumuşama”, “gerilimin azalması” anlamına gelir. Soğuk Savaş’ın en sert, en çatışmalı yıllarından sonra –özellikle 1960’ların sonundan itibaren– sosyalist kamp ile kapitalist kamp arasında askeri, diplomatik ve politik alanda gerilimin bir nebze düşürülmesini ifade eder. Ama bu dönemin özü kesinlikle barışçıl bir düzen değil; esas olarak güç dengesi şartlarında gerçekleşen bir nefes alma, zaman kazanma ve mevzi mücadelesidir.

                                  Detant’ın ortaya çıkışı, esas olarak iki büyük emperyalist odağın –Sovyetler Birliği ile ABD’nin– giderek yıkıcı hâle gelen silahlanma yarışının ve temsilci savaşların yarattığı mali, siyasi ve toplumsal baskılardan kaynaklanıyordu. Sürekli gerginlik hâli, özellikle nükleer savaş tehlikesini arttırmış hem ABD hem de Sovyetler Birliği açısından bu sürdürülemez bir duruma dönüşmüştü.

                                  Detant döneminde öne çıkan gelişmelerden biri, nükleer silahların kontrol altına alınmasına yönelik imzalanan çeşitli anlaşmalardı. 1963 yılında imzalanan Kısmi Nükleer Deneme Yasağı Anlaşması (Partial Test Ban Treaty – PTBT), bu anlamda ilk adımlardan biri oldu. 1968’de imzalanan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) ile de nükleer güçlerin sayısının artması engellenmeye çalışıldı.

                                  1972 yılında ABD ile Sovyetler Birliği arasında SALT-I (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Antlaşması) imzalandı. SALT-I ile kıtalararası balistik füzelerin (ICBM) ve denizaltılardan fırlatılan füzelerin (SLBM) sayısına sınırlamalar getirildi. Yine aynı yıl Anti Balistik Füze Antlaşması (ABM Treaty) ile savunma sistemleri üzerinde kısıtlamalar uygulandı.

                                  Detant döneminin önemli kilometre taşlarından biri de 1975 yılında imzalanan Helsinki Nihai Senedi’dir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) çerçevesinde imzalanan bu belge, iki kamp arasındaki sınırların tanınmasını, insan hakları konularında tarafların belli taahhütlerde bulunmasını ve barışçıl ilişkilerin geliştirilmesini öngörüyordu.

                                  Sovyetler Birliği’nin 1956 20. Parti Kongresi ile egemen hâle gelen revizyonist dönüşümü, Brejnev döneminde artık sosyal emperyalist bir karaktere bürünmüştü. Detant bu sosyal emperyalist çizginin dış siyasetteki tezahürüydü. Sovyetler Birliği, hem Batı ile uzlaşarak statükosunu güçlendirmek hem de sosyalist dünya içinde kendi egemenliğini pekiştirmek istiyordu. ABD ve NATO bloku ise kendi krizlerine ve Vietnam yenilgisi gibi ağır darbelerine rağmen, Sovyet nüfuzunun genişlemesini frenlemek istiyordu.

                                  Bu nedenle, detant dönemi aslında hem yeni türde casus savaşlarının hem ekonomik rekabetin hem de uzay ve teknoloji yarışının hız kesmeden sürdüğü bir dönemdir.

                                  Detant süreci, 1979 yılında Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ile fiilen sona erdi. ABD, bu işgali bahane ederek SALT-II Anlaşması’nı onaylamadı ve silahlanma yarışını yeniden hızlandırdı. Ronald Reagan’ın iktidara gelmesiyle birlikte ABD, “Yıldız Savaşları Projesi” gibi yeni silahlanma programları başlattı ve Soğuk Savaş yeniden tırmandı.

                                  Soğuk Savaş Döneminde Gizli Savaşlar, Casusluk ve Propaganda Savaşları

                                  Soğuk savaş 1950 li yılların İkinci yarısından itibaren iki emperyalist gücün –ABD ve Sovyetler Birliği– dünya genelindeki egemenliklerini pekiştirme mücadelesine sahne oldu. Bu mücadelede silahlı çatışmalar, askeri ittifaklar ve diplomatik anlaşmalar önemli bir yer tutarken, bu doğrudan çatışmaların ötesinde bir başka savaş da sessiz bir şekilde devam ediyordu: Gizli savaşlar, casusluk ve propaganda savaşları. CIA ve KGB’nin yürüttüğü operasyonlar, yalnızca askeri gücün değil, aynı zamanda bilgilerin ve algıların kontrolünün de ne kadar önemli olduğunu gösterdi.

                                  Gizli Savaşlar ve Casusluk: Soğuk Savaş’ın en belirgin özelliklerinden biri, doğrudan askeri çatışmaların dışında, karşılıklı olarak yürütülen gizli operasyonlardı. Her iki emperyalist güç, rakiplerinin zayıflıklarını istismar etmek için, dünya genelindeki siyasi, ekonomik ve askerî açıdan stratejik noktalara sızmak için büyük çaba harcadılar. CIA ve KGB, bu gizli savaşları, hedeflerine ulaşmak için en önemli araç olarak kullandılar.

                                  CIA, genellikle Batı dünyasının çıkarlarını savunan bir ajans olarak hareket etti. Sovyetler Birliği ve komünizmle mücadele etmek amacıyla, CIA, çeşitli ülkelerdeki sağcı darbelere, hükümet değişimlerine ve suikastlara destek verdi. Güneydoğu Asya’daki Vietnam savaşı, Orta Doğu’daki İran darbesi gibi örnekler, CIA’nin bu tür gizli savaşlara nasıl dâhil olduğunu gösteren somut örneklerdir. Örneğin, 1953’te İran’daki Musaddık hükümetinin devrilmesinde CIA’nin rolü büyüktü. Aynı şekilde, Latin Amerika’da solcu hükümetlere karşı CIA destekli darbelere (örneğin, 1973 Şili darbesi) müdahil olundu. CIA, casusluk faaliyetlerini de çoğunlukla insan kaynakları, şifreli iletişim, casus uydular ve yeni teknolojilerle yürütüyordu.

                                  Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin dış istihbarat servisi KGB, yalnızca casusluk faaliyetleri yürütmekle kalmıyor, aynı zamanda Sovyet dış politikasını desteklemek için “sosyalizm” adına dünyadaki devrimci, komünizm adına konuşan hareketleri teşvik ediyordu. KGB’nin, Batı Avrupa, Latin Amerika ve Asya’da gizli faaliyetler yürüten ajanları bulunuyordu. 1950’lerin sonlarından itibaren, KGB’nin Soğuk Savaş’ta en etkili olduğu alanlardan biri, Batı dünyasında ideolojik mücadeleyi tırmandırmaktı. KGB, Batı dünyasında sosyalist ve solcu hareketlere nüfuz etmek için çeşitli gizli operasyonlar gerçekleştirdi.

                                  Propaganda Savaşları: Soğuk Savaş’ın diğer önemli bir bileşeni de propaganda savaşlarıydı. Her iki emperyalist büyük güç, yalnızca askeri ve istihbarat araçlarıyla değil, aynı zamanda medya ve kültürel araçlarla da karşı tarafı hedef alarak dünyada halk desteği kazanmaya çalıştı. Propaganda, ideolojik savaşın temel bir parçasıydı. Özellikle televizyon, radyo ve yazılı medya, her iki tarafın stratejik propaganda için kullandığı araçlardı.

                                  Amerika Birleşik Devletleri, özgürlük ve demokrasi ideallerini savunma adına, Sovyetler Birliği’ni diktatörlük ve baskılarla özdeşleştirmeye çalıştı. Bunun için, Voice of America (Amerika’nın Sesi) ve Radio Free Europe (Özgür Avrupa Radyosu) gibi radyo istasyonlarını kullandı. Bu radyo istasyonları, Sovyetler Birliği ve diğer komünist ülkelerdeki halklara Batı’nın sunduğu “özgür” yaşamı anlatan yayınlar yaptı. Batı medyası, Sovyetler Birliği’ni “korkunç” bir yer olarak tasvir etti, işkenceler ve baskılarla dolu bir rejimi yansıttı. Aynı şekilde, Hollywood ve Batı sineması da komünizmin kötü taraflarını göstermek için sürekli olarak temalar oluşturdu. Komünist rejimlerin işlediği “günahlar” ve insan hakları ihlalleri, Batı medyasının propagandasında sıkça yer aldı.

                                  Sovyetler Birliği ise propaganda savaşını kendi lehine çevirmek için, sosyalizm adına Batı’daki kapitalizmin eşitsizliklerini, sömürüyü ve ırkçılığı vurgulayan kampanyalar yürüttü. Bu noktada, Sovyetler Birliği’nin propaganda aparatı, sol hareketlere ve sosyalist idealleri savunan gruplara güçlü destek sundu. Sovyetler, Batı’daki işçi sınıfı hareketleri ve sendikalarla dayanışmayı teşvik etti. Sovyetler Birliği’nin propaganda aparatları, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, anti-emperyalist hareketlere destek vererek Batı’nın sömürgeci geçmişini ve kapitalist düzenini eleştirdi.

                                  Gizli savaşlar, casusluk ve propaganda savaşları, Soğuk Savaş’ın sadece askeri veya ekonomik bir mücadele olmadığını, aynı zamanda bilgi ve algıların savaşını da içerdiğini gösterdi. CIA ve KGB’nin operasyonları, dünyanın her köşesinde süregeldi ve her iki emperyalist güç de karşısındaki bloğun stratejik zayıflıklarını bulmak için her yolu denedi. Bu gizli savaşlar, doğrudan askeri çatışmalardan daha az kanlı olabilir, ancak dünya üzerindeki güç dinamiklerini çok derinden etkileyen süreçlerdi. Hem casusluk hem de propaganda alanındaki bu mücadeleler, Soğuk Savaş’ın ideolojik çatışmalarının merkezini oluşturdu ve dünya üzerindeki siyasi dengeleri uzun yıllar boyunca şekillendirdi.

                                  Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Sosyalist Blok’un çöküşü

                                  Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 1956’da yapılan 20. Parti Kongresi, Sovyetler Birliği’nde önemli bir dönüm noktasıydı. Bu kongrede, Marksizm-Leninizm’i daha da geliştirme amacıyla ortaya konan revizyonist çizgi, hızla partiye hâkim oldu. Bu yeni çizgi, 1957 ve 1960 yıllarında Moskova’da düzenlenen Uluslararası Komünist Hareket toplantılarında da kabul ettirildi. Ancak ne yazık ki Sovyetler Birliği’nde, “Marksizm-Leninizm’i geliştirme” maskesiyle ortaya çıkan revizyonizme karşı güçlü bir direniş gösterilmedi. Özellikle, marksist-leninist parti merkezinin varlığı koşullarında merkezi çizgiyi doğru kabul eden ve bu çizgiye büyük güven duyan partili ve partisiz yığınların merkeze karşı olağanüstü güven duymaları revizyonist burjuva unsurlar tarafından kötüye kullanıldı.

                                  Bu kişiler, Sovyet iktidarının yönetici gücü hâline gelen ve iktidarı devralan, aslında sosyalist kamu mülkiyetini zedeleyen bürokratik burjuva unsurlar, sosyalist halkların değil, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiler. Bu revizyonist unsurlar, Sovyetler Birliği’nde halkın ve uluslararası proletaryanın çıkarlarına hizmet etmek yerine, yeni tipte bir bürokratik burjuva kastının çıkarlarını savundular.

                                  Bunlar, esasen emperyalizmle uzlaşmayı amaçlayan bir siyasetin savunucusuydular. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Parti Kongresi’ne sunduğu Merkez Komitesi raporunda ortaya konan bu modern revizyonizm, sadece Sovyetler Birliği’nde değil, aynı zamanda Uluslararası Komünist Hareket içinde de büyük bir karşılık buldu. Çin Komünist Partisi ve Arnavutluk Emek Partisi gibi bazı komünist ve işçi partileri, 20. Parti Kongresi’nde savunulan revizyonist çizgiyi eleştirerek karşı çıkmaya çalıştılar. Ancak bu karşı duruş, marksist-leninist güçlerin içindeki önemli eksiklikler ve yanlışlarla şekillendi ve etkili bir direniş sağlanamadı.

                                  Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçiren modern revizyonistler, devraldıkları büyük sosyalist inşa başarıları üzerine yükseldiler. Sovyetler Birliği’nde, kısa bir süre içinde, proletarya diktatörlüğü ortadan kaldırıldı ve yerine 1960’a kadar hâlâ “proletarya diktatörlüğü” adı altında, 1961’de ise Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 22. Parti Kongresi’nden itibaren “bütün halkın devleti” adı altında uygulanan, sözde sosyalist ama gerçekte faşist, yani sosyal-faşist bir diktatörlük kuruldu. Lenin/Stalin döneminin “işçilerin anavatanı” olarak kabul edilen sosyalist Sovyetler Birliği, modern revizyonist bürokrat burjuvazinin iktidarı altında, aslında sosyalist değil, emperyalist bir güç hâline geldi. Sovyetler Birliği, diğer emperyalist büyük güçlerle dünya hegemonyası için mücadele eden sosyal-emperyalist bir güç olarak dönüşmeye başladı. Sovyet halklarının yaratmış olduğu ve marksist-leninist önderlik altında Proleter Dünya Devrimi’ne ulaşmak için seferber edilen değerler, modern revizyonistlerin elinde, emperyalist hedeflerle yürütülen dünya hegemonyası mücadelesinde araç hâline geldi.

                                  Bu devlet, modern revizyonistlerin egemenliğinde sosyal-faşist ve sosyal-emperyalist bir devlete dönüştü. Sosyalizm döneminin özgür halkların özgür birliği, giderek Rus şovenizminin ve buna tepki olarak yerel milliyetçiliklerin yeniden yükselmesiyle, özgür bir birlikten, zoraki birliğe dönüştü.

                                  Modern revizyonizm, uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halklar içinde Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin prestijini, kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanabilmek için sosyalizm maskesini kullanmayı tercih etti. Emperyalist hedeflerini sosyalist söylemlerle örtmeye, halkların dostu gibi görünmeye çalıştı. Bunda da en azından 70’li yıllarda önemli başarılar elde etti.

                                  1980’li yıllarda, emperyalist yayılma amacı doğrultusunda, her geçen gün daha fazla askerileştirilen ekonomide, kaynakların büyük bir kısmı askeri harcamalara ayrılınca, diğer alanlarda gerekli gelişmeler durdu. Sosyalizmin sadece lafta kaldığını gören işçi ve köylü kitleleri, parti-devlet yöneticilerinin ayrıcalıklı yaşamlarını, üretimin emekçi yığınların ihtiyaçlarına göre şekillenmediğini fark etti ve bilinçsizce örgütsüz boykotlara giriştiler. Bu da üretim verimliliğini düşürmeye başladı. Modern revizyonistlerin kapitalistleşen üretimde verimliliği artırmak amacıyla öne sürdükleri “kişisel çıkar” ilkesi, durumu düzeltemedi. Bürokratik biçimde merkezden ve gerçek üreticilerin dışında yapılan planlar, üretimin gelişmesinin engeli haline geldi.

                                  Devletin üretim ve dağıtımda mutlak tekel durumu, aynı zamanda bu devletin, revizyonist burjuva niteliği nedeniyle çürümeye yol açıyordu. İç pazarda rekabetin dışlanmasıyla bürokratik kapitalizm, gelişmenin önünü tıkıyordu. Bu gelişmeler, Sovyetler Birliği Komünist Partisi içindeki revizyonist klikler arasında yeni çatışmalara yol açtı. Sovyetler Birliği’nin büyük bir güç olarak varlığını sürdürebilmesi için, ekonomide ve üst yapıda gelişmenin engeli hâline gelmeye başlayan eski biçimlerin terk edilmesi gerektiğini savunan Gorbaçov önderliğindeki revizyonist klik, 1985’te işbaşına geldi. Gorbaçov, sosyalist söylemlerden önemli ölçüde vazgeçilmesi gerektiğini savunuyor, zaten sosyal demokratlaşmış/burjuvalaşmış olan partinin bu doğrultuda “gelişmesi” gerektiğini belirtiyordu. Ekonomik zorlukları aşmak için askeri harcamaları biraz kısmayı, Batılı emperyalistlerle silah sınırlama anlaşmaları yapmayı ve Batılı sermayeye Sovyetler Birliği pazarını kontrollü bir şekilde açmayı öneriyordu.

                                  Sovyetler Birliği Komünist Partisi içindeki iktidar tekelini elinde tutanlar, açıkça kapitalizme yönelmenin kontrollü bir biçimde yapılması gerektiğini savunuyordu. Ancak, bu geçişi hızla isteyen bir kesim de vardı. Bu kesim serbest pazar ekonomisini hemen ve sınırsız bir biçimde uygulamayı talep ediyorlardı. Gorbaçov, bu iki kesim arasında denge tutturmaya çalışıyordu: Bir yanda burjuvazi tarafından “utanmazca tutucular” ve yer yer “Stalinistler” olarak adlandırılan revizyonist kesim; diğer yanda ise Batı emperyalizminin sermayesinin sınırsız bir şekilde akışını isteyen liberaller bulunuyordu.

                                  19 Ağustos darbesi, iktidarı kaybetmekten korkan ikinci kesimin yaptığı bir hamleydi. Ancak, bu darbenin sonunda, iktidar gerçek anlamda emperyalist çıkarları savunanların, birçok durumda “demokrat” görünmeye çalışan ve ama gerçekte faşist olanların eline geçti.

                                  Ağustos 1991 sonunda Sovyetler Birliği’nde Sovyetler Birliği Komünist Partisi iktidarı artık yoktu. İktidarın yeni sahipleri artık Sovyetler Birliği’nde emperyalist siyaseti “sosyalist siyaset” olarak ya da faşizmi “sosyalizm” lafları ile maskelemiyorlardı! Çünkü artık sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği yoktu! Çünkü sosyalizm maskesi, sosyalizm lafı da kaldırılıp atılmıştı! Artık Sovyetler Birliği ismen de cismen de yoktu!

                                  Sovyetler Birliği’nin çöküşü, aynı zamanda “Sosyalist Kamp”ın da (lafız olarak da!!!) çöküşü demekti. Dolayısıyla bu çöküş İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan Soğuk Savaş Döneminin de sona ermesi demekti. Başlangıçta bir tarafında Sosyalist Kamp’ın yer aldığı iki kutuplu bir dünyada şekillenen ideolojik ve stratejik bir mücadele süreci olarak yaşanan Soğuk Savaş Dönemi, bitiş finalini resmi olarak da emperyalistler arası dalaşa bırakarak sona erdi.

                                  *   *   *   *

                                  Soğuk Savaş, kitapların bize anlattığı gibi sadece “iki blok arasındaki gerginlik” değildi. Bu dönem, dünyanın talan edilmesinin, halkların kuşatılmasının ve emeğin her coğrafyada daha da baskılanmasının adıdır. Atlantik’in öte yanında özgürlükten, demokrasiden söz edenler; aynı anda Kore’de, Vietnam’da, Küba’da, Ortadoğu’da ve Afrika’da kan, darbe ve sömürü bıraktılar. NATO denen askeri şemsiye, uluslararası sermayenin koruma kalkanıydı.

                                  Truman Doktrini, Marshall Planı, Fulton konuşması… Hepsi emperyalizmin diplomatik makyaj malzemesiydi. Özgürlük lafı çoktu, ama özgür halklara yer yoktu. Çünkü mesele özgürlük değil, kontrol meselesiydi. Kapitalist merkez için “demokrasi”, Batı’nın çizdiği sınırlarda kalırsa vardı; kalmazsa tank, ambargo, casus, darbe peşinden gelirdi.

                                  Soğuk Savaş, ezilenlerin hafızasına hem direnişin hem de emperyalizmin ne kadar acımasız olabileceğinin dönemi olarak kazındı. Bugün dünya hâlâ o kavganın enkazı üzerinde yürüyor. NATO hâlâ yerinde. ABD hâlâ dünya jandarması. Emperyalist çıkarlar hâlâ halkların ensesinde.

                                  Fakat halkların hafızası da hâlâ yerinde. Çünkü tarih, yalnızca kazananların yazdığı bir hikâye değildir. Tarih, aynı zamanda teslim olmayanların da sesidir.

                                  Ve o ses hâlâ yankılanıyor.

                                  10 Nisan 2025

                                  Dipnotlar:

                                  [1] Doktrin sözcüğünün karşılığı Türkçede “öğreti”dir. Latince “doctrina” kelimesinden türeyen bu kavram, belirli bir düşünce ya da inanç sistemine ilişkin bir düşünce sisteminin veya bir teorik yapının belirli bir yöntem ve ilkelere göre oluşturulmuş hâlini anlatmak için kullanılır. Daha çok hukuk, teoloji, felsefe, askeriye, politika vb. alanlarda rastlanan “doktrin” sözcüğü politikada, bir ülkenin politikalarını yönlendiren, belirli bir ideoloji tarafından şekillenen yönetim ve politika ilkeleridir. Emperyalist/kapitalist burjuva ideolojisi temelinde şekillenen “Truman Doktrini” örneğinde olduğu gibi…

                                  [2] Bu konuşmadan yaptığımız alıntılar Ulusal Arşiv’de bulunan orijinal metnin internet çevirisidir. Orijinal metne https://www.archives.gov/milestone-documents/truman-doctrine bağlantısından ulaşılabilir.

                                  [3] Geçerken bir küçük not: Doktrin, genellikle bir otorite veya bir uzman grubu tarafından da geliştirilebilir. “Truman Doktrini” olarak bilinen bu siyasetin hazırlanmasına öncülük eden başkaları da var ABD siyasetinde… Bunlardan birisi de George Frost Kennan’dı. 1940’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nde diplomat olarak görevli olmasından dolayı Moskova siyasetini yakından tanıyan Kennan’ın, 1947’de yazdığı “Kennan Telgrafı” olarak tanınan bilgi notunda ortaya koyduğu düşünceler Truman’ın görüşleriyle büyük ölçüde örtüşüyordu.

                                  [4] Yunanistan iç savaşının devamında şu gelişmeler yaşandı: 1946’da komünistlerin önderliğinde Demokratik Ordu (DSE) kuruldu ve dağlık bölgelerde hükümete karşı gerilla savaşı başlatıldı. İlk başlarda DSE, Yugoslavya ve Arnavutluk gibi komşu komünist ülkelerden destek alarak önemli başarılar kazandı. Dağlık ve engebeli coğrafyada yürütülen gerilla savaşı ile DSE özellikle kuzeyde geniş bir etki alanı oluşturmuşlardı. Ancak hükümet de boş durmuyordu; İngiltere’nin ardından ABD’nin Truman Doktrini çerçevesinde yaptığı askeri yardımlar, hükümet ordusunu güçlendirdi. 1947-1948 yıllarında savaş giderek şiddetlendi. ABD desteğiyle modern silahlar ve eğitim alan Yunan Kraliyet Ordusu, gerilla güçlerini güneydeki bölgelerden temizlemeye başladı. Aynı dönemde Dünya Komünist Hareketi’nin enformasyon merkezi olarak görev yapan Kominform içinde yaşanan ayrılık ve Kominform’dan atılan Tito revizyonizmi önderliğindeki Yugoslavya Yunan komünistlerine desteği kesti. Bu durum, DSE’nin lojistik hattını büyük ölçüde zayıflattı ve savaşın seyrini Batılı emperyalist blok yanlısı hükümet lehine değiştirdi. Son aşamada, 1949’da Kraliyet yönetimi büyük bir taarruza geçti. ABD’nin sağladığı hava desteği, modern silahlar ve koordineli operasyonlar sayesinde komünistlerin direnişi ezildi. Ağır kayıplar veren DSE, Ekim 1949’da savaşı kaybettiğini kabul ederek geri çekildi. Hayatta kalan komünist gerillaların bir kısmı Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Bloku ülkelerine sığınmak zorunda kaldı. Sonuçta Yunanistan, Batı Bloku’na katıldı ve 1952’de NATO üyesi oldu.

                                  [5] Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından 8 Temmuz 1948 tarihinde kabul edilen 5253 sayılı kanun, Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında 4 Temmuz 1948 tarihinde imzalanan Ekonomik İşbirliği Anlaşması ve aynı tarihte teati edilen mektupların onanmasına dair bir düzenleme yapılmıştır. Bu kanun, iki ülke arasındaki ekonomik işbirliğinin hukuki zeminini oluşturmuş ve Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye sağlanan yardımların hukuki dayanağını sağlamıştır. Kanuna ulaşmak için:

                                  https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc030/kanuntbmmc030/kanuntbmmc03005253.pdf?utm_source=chatgpt.com

                                  [6] NATO Antlaşması’nın ilk maddeleri özellikle savunma amaçlı bir örgüt olduğunu vurguluyor – ama bunu açıkça “Biz sadece savunma örgütüyüz” diye yazmıyor. Onu cümlelerin içindeki ifadelerden anlıyoruz. Örneğin; Madde 1’de ne diyor? “Kuvvet kullanmaktan veya kuvvet kullanma tehdidinde bulunmaktan kaçınacağız” diyor. (Yani saldırgan değiliz, barışçıyız mesajı.) Madde 3’te ne diyor? “Ülkeler kendi savunma güçlerini geliştirsin, hazırlıklı olsun” diyor. (Saldırmak için değil, savunmak için.) Ya da Madde 5’te… Ne diyor? “Bir üyeye saldırı olursa, hepsi birlikte savunma yapar.” (Saldırı olursa birlikte savunuruz diyor!!! – Savunma örgütü!) Bu maddelerdeki ifadeler “Saldırmayız ama bize saldırırsan, hepimiz birden savunmaya geçeriz.” diyor! (NATO internet sitesi)

                                  [7] Fransa’nın 1966’da NATO’nun askeri kanadından çekilmesi, Soğuk Savaş dönemi boyunca Batı dünyasında önemli bir kırılma noktasıydı. Bu adım, Fransız Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün ABD’nin Avrupa üzerindeki egemenliğine karşı duyduğu derin rahatsızlığın bir yansımasıydı. De Gaulle, NATO’nun Batı Avrupa’nın “güvenliğini” sağlamakla birlikte, aynı zamanda esasta ABD’nin çıkarları doğrultusunda şekillenen bir yapıya dönüştüğünü görüyordu. Fransa, ABD’nin Avrupa’da aşırı derecede askerî güç bulundurmasına karşı çıkıyor ve kendi bağımsız savunma stratejisini kurmayı amaçlıyordu. De Gaulle, özellikle ABD’nin Avrupa’da nükleer silahlar bulundurmasını ve Sovyetler Birliği’ne karşı olan nükleer caydırıcılık politikasını tek elden yürütmesini eleştiriyordu. Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından çekilmesi, Fransızlar için daha bağımsız bir dış politika izlemenin, yani “bağımsız savunma” hattına sahip olmanın bir aracıydı. Bu bağlamda, Fransa, NATO’nun askeri yapısındaki tüm komuta mekanizmalarından çekildi, ancak ittifakın diğer alanlarındaki işbirliğini sürdürdü. Ayrıca, de Gaulle’ün bu hamlesi, Avrupa’da ABD’nin egemenliğini zayıflatma amacını taşıyor ve Avrupa’daki diğer ülkeleri de daha bağımsız bir savunma stratejisi benimsemeye teşvik ediyordu. Fransa’nın bu adımı, NATO içinde ve genel olarak Batı ittifakında ciddi bir tartışma yarattı. Bu olay, aynı zamanda Avrupa’da kapitalist blok içindeki yapısal gerilimlerin bir göstergesi oldu ve Batı’nın Amerikan liderliğine karşı tepkisini açıkça ortaya koydu. Fransa’nın “bağımsızlık” hamlesi, Amerikan emperyalizminin ve Batı’nın hegemonik tutumunun karşısında, küçük ve orta büyüklükteki devletlerin kendi çıkarlarını savunma adına başvurabileceği bir modelin simgesi hâline geldi. Fransa, NATO’nun askeri kanadına 1966’da yaptığı çekilmenin ardından uzun bir süre geri dönmedi. Ancak, 2009 yılında Fransa, NATO’nun askeri kanadına yeniden katıldı.

                                  İlgili

                                  Önceki yazı

                                  Hindistan Pakistan savaşına dair

                                  İlgiliGönderiler

                                  Hindistan Pakistan savaşına dair
                                  Asya

                                  Hindistan Pakistan savaşına dair

                                  8 Mayıs 2025
                                  1 Mayıs’ı sınıfsal özüne uygun kutlamak için ne yapmalı?
                                  İşçi Dünyası

                                  1 Mayıs’ı sınıfsal özüne uygun kutlamak için ne yapmalı?

                                  7 Mayıs 2025
                                  İkiyüzlü CHP ve üç fidan
                                  Güncel

                                  İkiyüzlü CHP ve üç fidan

                                  6 Mayıs 2025
                                  Toplantı: “71 Devrimci Hareketinin mirası ışığında güncel devrimci sorumluluklar”
                                  Avrupa

                                  Toplantı: “71 Devrimci Hareketinin mirası ışığında güncel devrimci sorumluluklar”

                                  5 Mayıs 2025
                                  “Barış emekçisi”ne veda
                                  Güncel

                                  “Barış emekçisi”ne veda

                                  4 Mayıs 2025
                                  Almanya Ulm’de 1 Mayıs
                                  Avrupa

                                  Almanya Ulm’de 1 Mayıs

                                  3 Mayıs 2025

                                  Son Haberler

                                  İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasının üzerinden 80 yıl geçti…

                                  İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasının üzerinden 80 yıl geçti…

                                  8 Mayıs 2025
                                  Hindistan Pakistan savaşına dair

                                  Hindistan Pakistan savaşına dair

                                  8 Mayıs 2025
                                  1 Mayıs’ı sınıfsal özüne uygun kutlamak için ne yapmalı?

                                  1 Mayıs’ı sınıfsal özüne uygun kutlamak için ne yapmalı?

                                  7 Mayıs 2025
                                  İkiyüzlü CHP ve üç fidan

                                  İkiyüzlü CHP ve üç fidan

                                  6 Mayıs 2025
                                  Toplantı: “71 Devrimci Hareketinin mirası ışığında güncel devrimci sorumluluklar”

                                  Toplantı: “71 Devrimci Hareketinin mirası ışığında güncel devrimci sorumluluklar”

                                  5 Mayıs 2025
                                  “Barış emekçisi”ne veda

                                  “Barış emekçisi”ne veda

                                  4 Mayıs 2025
                                  Almanya Ulm’de 1 Mayıs

                                  Almanya Ulm’de 1 Mayıs

                                  3 Mayıs 2025
                                  Avusturya Viyana’da 1 Mayıs

                                  Avusturya Viyana’da 1 Mayıs

                                  3 Mayıs 2025
                                  Mersin de 1 Mayıs

                                  Mersin de 1 Mayıs

                                  2 Mayıs 2025
                                  İzmir’de 1 Mayıs

                                  İzmir’de 1 Mayıs

                                  2 Mayıs 2025
                                  • YDİ Çağrı / Tüm Sayılar
                                  • Youtube Kanalı
                                  • İletişim
                                  Tel: +0507 037 75 27

                                  © 2023 Yeni Dünya İçin Çağrı

                                  Sonuç yok
                                  Tüm Sonucu Görüntüle
                                  • YDİ ÇAĞRI
                                  • Güncel
                                  • İşçi Dünyası
                                  • Kadın
                                  • Gençlik
                                  • Kürdistan
                                  • Çevre
                                  • Dünya
                                    • Avrupa
                                    • Amerika
                                    • Ortadoğu
                                    • Afrika
                                    • Asya
                                    • Pasifik
                                  • Makaleler
                                  • Yayınlar
                                    • Son Sayı
                                    • YDİ Çağrı / Tüm Sayılar
                                    • Yeni İşçi Dünyası
                                    • Yeni Kadın Dünyası
                                      • Dört Duvar
                                    • Yeni Dünya Gençliği
                                    • Bildiriler
                                    • Broşürler
                                    • Yeni Dünya İçin
                                  • Youtube TV
                                  • Tüm Yazılar
                                  • İletişim
                                    • Hakkımızda
                                  • tr TR
                                    • tr TR
                                    • en EN
                                    • de DE
                                    • fr FR
                                    • es ES
                                    • ar AR
                                    • ku KU

                                  © 2023 Yeni Dünya İçin Çağrı

                                  Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Size en son haberler ve güncellemeler için bildirimler göstermek istiyoruz.
                                  Reddet
                                  Bildirimlere İzin Ver