Evrenimiz; hâlâ kabul gören teoriye göre; günümüzden 10-20 milyar yıl önce meydana gelen Big Bang (büyük patlama) sonucu oluşmuştur. Mekân zaman madde ve enerji bu sırada var olmuş. Yunanca’da Arkhe (ἀρχή) bizde “başlangıç, ilk” olandan ilk canlı varlıklara günümüzden yaklaşık 4,5 milyar öncesi rastlanır. Yaşamın evrimsel tarihinden modern zamanımıza gelene kadarki bu süreçte doğanın diyalektiği temelinde türümüzün aklının alamayacağı kadar değişiklikler vuku bulmuştur.
Doğa, tabiat, çevre nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, maddi dünyamız, tüm evrenimizi kapsar. Modern insanın iradesi dışında ve onunla birlikte kendiliğinden oluşmuştur. Tüm yaşam geldiğimiz noktada saflığını koruyamamıştır.
İnsanın üzerinde herhangi bir etkisinin bulunmadığı, kendini sürekli olarak yenileyen ve değiştiren doğa/doğal çevre; içinde canlı ve cansız varlıkları barındıran alanların tümüdür. Kendine has yasaları vardır, bu yasalara uyum sağlayamayan canlılar varlıklarını sürdüremezler.
Her canlı varlık doğayı sömürür, sömürdüğü oranda da katkı sunar. Doğanın diyalektik yasaları gereği her türün varlığın diğer varlıklarla ilişkisi vardır ve her madde hareket hâlindedir. En basit deyim ile doğum ölümü, ölüm de doğumu bütünler. Bu zincir hep yenilenir. İşte yenilenen bu zincire canlı varlıkların “rasyonel hayvan”, “politik hayvan”, “düşünen hayvan” insan türü diğer canlı türlerin önüne çıktı. Sonuçta insan evrimleştikçe, geliştikçe ve ürettikçe bu zincire zarar vermeye başlamıştır. Doğa üzerinde tahakküm kuran türümüz çevresiyle/doğal yaşam alanlarıyla uyumlu yaşayacağına onu kendi rahatı için değiştirme eylemine girişti. Eylemlerinin vardığı nokta, kendi varlığı ile birlikte tüm canlıların yaşam alanı olan evreni tehdit eder duruma ulaşmıştır.
İnsan, biyolojik çeşitliliğin oluşturduğu yaşam ağına vurduğu her darbe ile canlıların güvenli gıdaya, temiz suya ulaşması engellenir hâl almış ve sağlıklı yaşamdaki dengeleri bozmuştur. İnsan doğaya savaş açma yerine onunla sağlıklı bir ilişki içinde onun yasalarına uyun yaşasaydı bugün iklim krizleri ve felaketleri bu kadar sık bu kadar etkileyici olmazdı. Türümüzle birlikte tüm canlıların bir barbarlık içinde yok olma tehlikesiyle karşılaşmış olmazdık.
Çok basitinden doğanın yasalarına uyup, onun işleyişine ayak uydursaydık, aldığımızı yerine koyup yenilenmesine imkân tanısaydık, ona düşmanca davranma yerine, doğanın hazım edemeyeceği atıklar bırakmasaydık, zehirli kimyasallar salmasaydık, geri döndürülemez girdaplara girmezdik.
Doğa sömürüsünde sınır tanımayan türümüz gezegenimizdeki hemen hemen her şeye müdahale etmiş, nerdeyse sömürmediği alan ve varlık kalmamıştır. Kapitalizm bu hızı daha da artırmış türümüzün barbarlığını daha görünür kılmıştır.
Yeryüzünde tanımlanmış 1,5 milyondan fazla hayvan türü yaşamaktadır. Tanımlanmamış olanlarla birlikte 7 milyondan fazla hayvan türü olduğu tahmin edilmektedir. Yani bu gezegenin sahibi gibi görünsekte yer küre yalnızca bizim türümüzün değildir. Türümüz dışındaki canlılar, bitkiler, hayvanlar, böcekler de bizle birlikte tehdit altındadır.
Örneğin böcek nüfusu hızla azalmaktadır. Şimdi soranlarımız olacak ne var bunda diye! Çok şey var bunda! Bilim insanları bu sorunu önümüzdeki en büyük problemlerden biri olarak görmektedir. Çünkü böcekler besin zincirinin ve bitkilerin üremesinin merkezinde bulunan canlılardır. Ağaçlar onlardan beslenir, bir sürü canlı türü onlardan beslenir. Böcekler dünyadaki yaşamın devamı için hayati önemdeki varlıklardır. Ekolojik kriz kapımıza dayanmış durumdadır. En basitinden bugün toprağa atılan ot ilaçları toprağı besleyen tüm mikro organizmaları yok ediyor, böcekler bunların en önemlileridir.
Girişi fazla uzatmadan türümüzün sömürü ve kirletme alanları üzerinde yoğunlaşalım.
Hayvan Sömürüsü
Toprak sömürü
Su sömürüsü ve kirlenmesi
Hava kirlenmesi
Yeşilin katli ormanlar yok olması
Enerji Sağlama adına yarattığımız kirlilik. En tehlikelisi Nükleer/ Atom Kirlenmesi
Hayvan sömürüsü
“Hayvan” kelimesi, hayvanlar âleminde sınıflanan tüm canlıların ortak adı. Latince ismi “Animalia”, “yaşayan” ya da “ruh” anlamına gelen “anima” kelimesinden türemiş bir kelime. Bu sınıflamanın içine insan da girer sonradan eklenen bir farkla insan üst hayvan “akıllı hayvan” vb.
Dünyayı onlar sayesinde keşfettik. Ama şimdi onlar kölemiz, besin kaynağımız, süsümüz, eğlence varlıklarımız, deney varlıklarımız, moda ve kozmetiğin vazgeçilmezleri vs. vs. Hiç bu kadar çok canlı, insanlar yesin/beslensin diye öldürülmedi. İpek Yolu’nu onlar sayesinde yarattık, dünyanın ötesinde uzaya açılırken roketin içinde önce onlar vardı. Uçmayı onlardan öğrendik ama onlara o kadar yabancılaştık ki sormayın! Onlardan biri olduğumuzu unutmak ve unutturmak için teoriler bile uydurduk. Gülünç ama gerçek onların özgürlüğünü kısıtlarken eşitlik ve özgürlük anlayışını sadece insan hakkı ile sınırladık!
Tüm canlılar doğal alanlarında yaşama hakkına sahiptir dersek bize gülerler. Çünkü bugün bu çok ütopik bir yaklaşım olarak görülür. Önce mal statüsünde gördüğümüz bu canlıları çıkarıp onların da bir yaşam öznesi olduğunu kabul etmek zorundayız. Ama böyle bir girişim kapitalizm şartlarında mümkün değildir. Çünkü yılda beslenmemiz için takriben 150 milyara yakın hayvanın canının zorla alınmasını engellemek ancak kapitalist sistemin çarkının dönmesini engellemekle mümkündür. Yani mezbahaları/kafesleri/hayvanat bahçelerini doldurmak yerine boşaltma hedefi kapitalist sistemde olmaz.
Bilim ve teknolojinin destek ve gücünü kendine dayanak yapan insan türü, doğayı anlama ve tanımlama aşamasından doğanın ve diğer türlerin hâkimi olduğuna inanmaya başladığı aşamaya geçeli de epey zaman oldu. Ve kapitalizm egemenliğini sürdürdükçe bu durum daha da vahim hâl aldı ve almaktadır.
Kendi türümüzü yaşamın bir öznesi olarak görüyoruz görmesine de dışımızdaki canlıların da yaşamın özneleri olduğu gerçeğine gözlerimiz bebekken kapalı başlar ve bu durum anda mezara kadar böyle devam eder. Gözlerimizi kapamanın da ötesinde üç maymun oyununu onlardan öğrenmiş ve oynamaya devam ediyoruz. Bu benzetmemiz bile türümüz dışında hayvansal.
Bir teori der ki “kalabalıklaşmamız sonucu hayatta kalabilmek için, yerleşik hayata geçerek gıda üretimi adına yeni teknolojiler geliştirmeye mecbur kaldık.” Bir diğer teoriye göre de “insanlar kültürel evrimle beraber belirli bir bilgi birikimine sahip olunca, yeni bir sosyal deneyim mekanizması yani yerleşik hayat ve evcilleştirme kaçınılmaz olarak ortaya çıktı” tezidir. İkisi de fark etmez, yerleşik topluma geçiş sürecinde bir yandan hayvanları avlama devam etti, avlanma sürecinde canlı yakaladıklarımızın bir bölümünü ise evcilleştirip malımız hâline getirdik. Kölemiz malımız yaptık.
Bunu biraz örnekleyelim:
Mesela erkek koyunları dişi koyunlara göre çok daha erken yaşta öldürme geleneğini hâlâ sürdürmekteyiz. Dişi koyunlar hem yavrular sayıyı fazlalaştırır hem de süt verirler. Erkek koyunların sadece etleri ve yünleri için işe yarar.
“İlk olarak hayvanlar üzerinde test edilen aşılar, ancak güvenli oldukları bir dizi hayvan deneyleri ile ispatlandıktan sonra insanda kullanılmaya başlanıyor.” (https://www.reprocell.com)
On bin yıl kadar önce dünyada sadece birkaç milyon yabani tavuk, sığır, koyun, keçi varken günümüzde evcilleştirilmiş ve gıda sektörü için kullanılmakta olan 2020 itibariyle dünya üzerinde yaklaşık olarak 33 milyar tavuk bulunuyor. 1,5 milyar büyükbaş (sığır cinsi), 2 milyar küçükbaş (koyun-keçi) 1 milyar kadar domuz bulunuyor. Yabani ortamda tavuklar yaklaşık 10-12 yıl, inekler ise 25 yıla kadar yaşarken, yiyecek üretme amacıyla var olan tavuklar ve inekler ise haftalar ya da aylarla ölçülen sürelerde kesime gider. Yıllık toplam süt üretimi 768 milyon tona ulaşmıştır. (BM Tarım ve Gıda Örgütü’nün (FAO) (itb.org ve teyit.org).
Soruyu doğru sormak lazım! Hayvansal beslenmemiz şart mıdır? Tarım devrimi gerçekleştiğinde bu bir zaruretti denilebilir. Yani insan türümüz elde edebilecek tüm gıda çeşitlerine muhtaçtı. Artık günümüz teknolojisinde hayvansal gıda zaruret olmaktan çıkmış, sadece bir lüks durumdadır. İngiliz Sağlık Örgütü’nün bilimsel araştırmalarına göre, dengeli bir bitkisel diyet, yapılabilecek en sağlıklı beslenme şeklidir. Beslenme alışkanlıklarımız, yanlış ve kasıtlı bilgilenme ve umursamazlıklar, vardığımız noktada kapitalist azami kâr hırsı da buna eklenince zincir tamamlanmakta ve durum daha iyi anlaşılmaktadır. Durumu anlayıp pratikte ona göre hareket edersek 10 bin yıla dayanan hayvan sömürüsü/köleliği de ortadan kalkabilir. Elbette önce türümüzün kendi içindeki sömürü sistemini yok etme gereklidir. Doğru, burada anlatmak istediğimiz bir perspektif ve gelecekteki yaşamın merkezi olan dünyamızın yeniden/aslına, özüne dönmesi/şekillendirilmesi içindir. Kapitalist sistem ortadan kaldırılmadan gezegenimizde hiçbir canlıya huzur olmayacağı aşikârdır.
Örneğin Leonardo Da Vinci ve Picasso, dönemlerinin et yemeyi reddeden bireylerden. Antik Japonya’da ise sebepsiz yere hayvan öldürmek ölümle cezalandırılıyordu. İlk Çağ’a baktığımızda, ilk hayvan hakları yasaları bu aydınlık döneme rastlarken, tek tanrılı dinlerle beraber hayvan hakları ihlalleri daha da yaygınlaşıyor ve Aydınlanma Çağı’nda “hayvanlar ruh taşımaz” kisvesi altında hayvanlara acı veren bilimsel deneyler ortaya” çıkıyor.
Öyle duruma gelmişiz ki, hayvanları bile küfür malzemesi yaptık. Mesela Birine sığır/inek veya eşek, domuz, köpek dendiğinde neden küfür olarak algılanır, ya da birine “aslan” dendiğinde neden yüceltilir?
Örneğin sığır: Doğar doğmaz annesinden koparılmakta, sütü acı içinde otomasyona bağlanmış şekilde sağılmakta, zorla gebe bırakılmakta, anti-biyotikli yemlerle hiç durmadan hareketsiz alanlarda eti için beslenmekte ve sonrasında kesime gönderilmektedir. Neolitik dönemin (tarımın keşfi, hayvanın evcilleştirilmesi, çanak çömlek yapımı, ekmek yapımı, duvarlara resim çizilmesi, tekerleğin temellerinin atılmış olduğu dönemden beri) insan-hayvan ilişkilerindeki göreceli masumiyeti günümüzde adına endüstriyel tarım denen barbarlık sistemine dönüşmüş durumdadır.
Örneğin köpek: Evcilleştirdik. Neden?
Malı korumak için geçmişte ve bugün köpeğin görevi. “Sivri dişli bir köpeğin olsun ve onun mamasını esirgeme, yoksa hırsızın biri mal varlığını çalar.” Alışkın oldukları ve tanıdıkları kişilere karşı oldukça arkadaş canlısı olabilirler, ancak tanımadıkları kişilere karşıysa tam tersi (vahşi ve güvenilmezdirler).
Örneğin Fare: Genetik yapısı insanlara benzer. Bundandır tıp alanındaki deneylerde hep ilk denek taşı olmuşlardır. Yılda beşten fazla doğum yapabilirler ve bir doğumda ortalama 5-6 yavru dünyaya getirirler. Tükürük salgıları narkoz etkisi yaptığından, geceleri uykuda olan canlıların uzuvlarının uç kısımlarını kemirmekte pek beceriklidirler, canlılar bunu hissetmezler. Genelde, tarlada yaşayan fareler tarla faresi, lağımda yaşayanlar lağım faresi, evlerde yaşayan küçük fareler ise ev faresi ya da fındık faresi olarak adlandırılır. Antik Çağ’da fareler, ürünlere zarar verme, veba gibi hastalıkları yayma ve bazen tam aksi olarak iyileştirici özellikleriyle bilinirdi.
Fareler ve kedileri asla bir arada olmayacak canlılar arasında gösterdik. “Zıt karakterleri” insanlara da uyarlanarak metaforik edebi eserler-anlatımlar yarattık. Fareler ve kediler, 17. yüzyılda yaşamış La Fontaine’in masallarında gülümseten ve düşündüren pek çok anlatıya konu olmuştur. John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” (1937) adlı romanı çağdaş edebiyatın başyapıtlarından biri olarak gösterilir… “Tom ve Jerry” animasyon serisi hem çizgi romanların hem de televizyonların vazgeçilmezi oldu. Ama kedileri fare popülasyonunu önlemek için evcilleştirdiğimizi unutmayalım.
Beşerî Coğrafyacı Sezai Ozan Zeybek şöyle diyor:
“Hayvanlar artık çoğunlukla uzaklarda yahut kapalı kapılar ardında yetiştiriliyor, kapalı kapılar ardında öldürülüyor. Ne yaşamlarına ne ölümlerine şahit oluyoruz. Ancak şahit olmamamız, şiddetin azaldığı anlamına gelmiyor. Uzun insanlık tarihinin hiçbir noktasında bu kadar çok canlı, insanlar yesin diye öldürülmüyordu.” (Duvar gazetesi-Arkeo Dergisi Haziran 2023 sayısından) Doğru. İnsan rahatı ve oburluğu için bu yapılıyor. Gelinen yerde bu durum bize zorunlu imiş gibi dayatılıyor. Bu beslenme alışkanlıklarındaki adaletsizlik ise türümüz içindeki toplumsal bir sorun temelindeki adaletsizliktir.
Kara hayvanlarındaki durum deniz canlıları için de farklı değildir. Deniz derinliklerinde yaşayan canlılar, yengeçler, karidesler, ahtapotlar, algler, balıklar, amfibyumlar, dallı bacaklılar, su bitkileri, denizanaları, deniz memelileri, ayı balığı, su sürüngenleri, derisidikenliler, balinalar, denizatları, yumuşakçalar, yunuslar, köpek balıkları vb. canlılarla türümüz ilişkisi de temiz değildir.
Geliştirdiğimiz üretim teknolojisi sayesinde denizlerdeki ekolojik denge de bozuldu. Teknik ve bilimi geliştirdiğimiz oranda talanımız aç gözlülüğümüz temelinde daha da artarak denizleri de kirlettik. Denizleri çöplük alanlarının ötesinde savaş alanlarına da dönüştürdük. Ürettim ve tüketim sonucu oluşan atık suları denizlere deşarj ettik, ediyoruz. Madencilikte kullanılan siyanür vb. atıkları, derin deniz madenciliği, yüzeysel akışlar, gemi ticareti nedeniyle oluşan kirlilikler ve atmosferik ve kimyasal atıklarla denizleri kirlettik. Denizlere saldığımız bu atıklar ve çöpler binlerce deniz canlısının neslini tüketti, tüketiyoruz.
Uçan hayvanlar kuşlar
Kuşlar: Binlerce hayvan türünden oluşan bu canlı grubu doğayla kurduğumuz ilişkinin ve fiziki varoluşumuzun bir parçasıdır. Hayallerimizin sınırlarını zorlayan düşünme organımızın engellerini ortadan kaldıran canlılardır. Diğer bir deyimle bizim biz olmamızı sağlayan varlıklardır bu gezegende. Uçmayı onlardan öğrendik. Bilim insanlarına göre kuşlar, günümüzde varlıklarını sürdürebilen son dinozorlardır. Onlar bizim türümüzden önce bu dünyadaydılar.
Arıların, kovan ve larvaları yiyebilmeleri için insanları on binlerce yıldır kovanlarına yönlendirdiği ileri sürülür. Bu düşüncenin doğruluğu dikkate alındığında insanın ilişki kurduğu ilk canlının kuş olması ihtimali çok yüksek olmaz mı? Bilim insanı Albert Einstein, “Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanın sadece 4 yıl ömrü kalır, arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan ve insan olmaz” dediğinde çok haklıydı. Ama insan türü onlarında soylarını kurutma eyleminde hızla ilerlemektedir. Evrendeki her canlının diğer canlılar ile diyalektik bir bağı var. Doğanın diyalektiğinin temel yasası budur.
Türümüzün en eskilerinin ağaçlara tırmanıdıkları dönemden beri kuşların belası olduğumuz söylenebilir. Onların eti bir yana esas yumurtaları türümüz için mucizevi bir besin kaynağı olmuştur, hâlâ öyledir. Doğada hazır hâlde öylesi yoğun ve çesitli besinleri içinde barındıran bir kaynaktır yumurta. Yumurta, türümüzün hayatta kalmasnda ve beynimizin evriminde, insana dönüşmemizde çok büyük bir rol oynamış diyor bilim insanları. Düşünme organımızın gelişmesini kuşlar beslemiş. Bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz düşünme organımızın gelişmesi kuşlar sayesindedir.
Ama kuşların türümüz için anlamı sadece uçmakla sınırlı değildir.. “Kanat, uçmak, ürkmek, saldırmak, hız, hafiflik, gaga, pençe, tüy, et, yumurta, ölüm, besin, sert, yumusak, zekâ, aptallık, sadakat, bilgelik, uzak, yakın, yolculuk, ev, aile, savas, av, huzur, sabah, bahar, gece…” Tüm bu objeleri ve eylemleri kuşlardan öğrendik. Yani kuşlar, düşünme organımızda ve kültürümüzde pek çok sembol ve kavramla alakalıdır.
Türümüzün eski uygarlıklarında “yumurta” yeniden doğum için semboldür. Bunun için bayramlar kutlama günleri düzenledik. Kuşların yeniden doğduğu bahar günlerine denk gelen Newroz, Paskalya, Kakava, Hıdırellez vb. bayram günlerinde “yumurta arama”, “yumurta boyama” veya “yumurta tokuşturma”ları özünden saptırsakta hâlâ sürdürmekteyiz. “Leyleği havada görmek” bahar gelip de leylekler göç ettiğinde leyleği havada uçarken görmenin “o yıl hep gezmeye delalet ettiği söylenmez mi? Bu kuşların marifetine özenmek değil de nedir!
Taş devrinden (Paleolitik) bu yana ekolojik ortamı biçimlendiriyor, onu manipüle edip kendimize göre düzenliyoruz.
Gerektiğinde ormanları yakıyor, hayvanlara tuzaklar hazırlıyor, tarım alanları açmak için ağaçları kesiyor, deniz kıyılarına dalyanlar (balık avlama çemberleri) kuruyor, derelere ağlar atıyor, kuşların yumurtalarını çalıyor, dağların yamaçlarını tarım teraslarıyla kesiyor, değerli bulduğu madenler için kayaları deliyoruz.
Geldiğimiz yerde hayatta kalmak için zorunlu ve gerekli kavgamızın dışında lüks tüketim için aşırı avlanıyor, topluyor, üretiyor ve tüketiyoruz. Bu aşırılıklarımız üretim ve tüketimimiz sonucu dışımızdaki bazı hayvanların ve bitkilerin soyunu azalttık. Daha da ileri giderek tükenmesine sebep olduk. Hikâyelere (Gılgamış Destanı vb.) konu olan mobilya/saray yapımında kullanılan Lübnan sedirinin soyunu keserek tükettik.
Hayvanları koruma masalları
Hayvanları koruma yalnızca evlerde ve evcilleştirdiklerimizde çözülse amenna. Haberimiz olmayan görmediğimiz veya görmezden geldiğimiz, tarımsal sanayi çiftliklerinde sömürülen, tıpta hayvan deneylerinde kullanılan, gıda olarak övünçlerimizde tüketilen, hayvanat bahçelerinde vb. eğlence için sergilenen ve öldürülen hayvanlar hayvanlığımızı unutturmuş durumdadır.
Yerleşik hayata geçişten itibaren hayvanların sömürüsü ve kullanılmasını normal hâle getirdik. Bu süreç kapitalizm ile birlikte hızlandı, emperyalizm aşamasında daha korkunç bir boyuta ulaştı.
Sırf bizim türümüz acı çekmiyor. Türümüz dışındaki canlılar da acı çekmektedir, ürkmektedir, korkmaktadır vs. Yeni doğan bir köpek yavrusunun insandan nasıl korktuğunu ve ürktüğünü izlemeyen bilmez. İnsan türü, kendileri için hak mücadelesi verirken işin ironik yanı, hayvanlar için mücadeleyi yine de türümüzün vermesidir. Toplumsal eşitlik anlayışımız insan hakları mücadelesi ile sınırlı (asırlardır onu da tam beceremiyoruz) sanıyoruz.
Bir insanı keyfi olarak zincirlemek ahlaki olarak yanlış görülür? Ama hayvanlara yapmakta bir sakınca görmüyoruz? Neden hayvanları uyutarak, acı hissettirmeden keserek “et” hâline getirmek ahlaki olarak makul görünürken, insanları uyutarak parçalarına ayırmak ahlaken kabul edilemez ve canavarlık olarak adlandırılır?
Yani insan birçok canlının dünyadaki varlığına son vermede ustalaştı! Var olan üretim ve tüketim alt yapısı ve ilişkisi, kapitalizmin üzerine kurulduğundan doğal olarak üst yapı yani hukuk sistemi de buna uygundur. Her alanda sömürü düzeninin devam etmesi için insan dışı bir canlıya hak tanınmaz. O zaman hayvanlarında yaşama hakkını savunmak isteyen mevcut düzenin yıkılması kavgasına omuz vermek zorundadır. O kendini politikayla uğraşmıyorum diyen “hayvanları koruma dernekleri” var ya palavra ve kandırmacadan öte bir fonksiyonları yoktur.
Toprak ve insan
Toprak, insanlar, bitkiler, canlılar ve tüm organizmalar için hayat demektir… Yani türümüz dışındaki canlılar için de çok değerlidir. Toprak o kadar zengin bir bileşendir ki, bir avuç toprakta dünya üzerindeki insan sayısından çok mikro organizma bulunur, yeter ki kirlenmesin! Yeryüzünde yaşayan tüm canlılar nasıl ki hava ve suya ihtiyaçları var, işte toprakta yaşamın bir vazgeçilmezidir.
Toprak yaşayan bir sistemdir, içinde milyonlarca canlıyı barındırır. İnsanın tanımladığı mikro organizmalar/canlılar sadece var olanın %1’dir. Yeryüzünü kapsayan toprağın %25 su %25 hava %45 mineraller ve %5 mikro organizmalardan oluşur. Bitkilerin besin kaynağıdır toprak. Havyaların ve insanların besin kaynağının ötesinde barınma alanlarıdır toprak.
Toprak aynı zamanda muazzam bir şekilde inşa edilmiş arıtma sistemidir. Canlıların içmek için kullandığı suyun temizleyicisidir.
Üzerinde barındırdığımız toprak canlı ve cansız tüm unsurlarının ahenkli bir etkileşim hâlinde olduğu bir bütündür.
Kapitalizm son yüzyıl boyunca, insan faaliyetleriyle oluşan erozyon, bozulma, sanayi artıklarıyla ve yanlış gübre-ilaçlama ile kirlettiğimiz, yanlış sulama ile tuz oranı artırdığımız, çölleştirdiğimiz ve aşırı kullandığımız toprağın zaman zaman bize ve diğer canlılara küsmesi de anlaşılır. Beslenmeyen kirlenen toprak elbette az ürün verecek, beslenme yetisini kayıp edecektir.
Âşık Veysel’in dediği gibi
“Karnın yardım kazmayınan belinen,
Yüzün yırttım tırnağınan elinen,
Yine beni karşıladı gülünen.
Benim sadık yarim kara topraktır”
İnsanın yerleşik hayata geçmesiyle, toprak insan hayatında belirleyici etken olmuştur.
Ekosistemdeki bitki ve hayvanların doğrudan veya dolaylı beslenme kaynağı olan toprak bugün ne yazık ki kentlerde arsa, sanayinin hammaddesi ve diğer amaç dışı rant vb. olarak kullanımdadır. Öyle bir ranta dönüşmüştür ki, esas özelliğini yitirmiş türümüzün spekülatif malzeme aracı da olmuştur. Binlerce yıldır ürün veren alanlar betona boğularak anlık rantın alınıp satılan malı/sermayesi olmuştur. Kapitalist sistem onu da mal/sermaye olarak zenginliğinin göstergesi ve kaynağı hâline getirmede ustalaşmıştır.
Anadolu toprakları insanlığın tarım ve toprakla tanıştığı ilk alanlardan biridir. Geçmişi, bugünkü bilgimize göre, günümüzden 10.000 yıl öncesine kadar uzar.
Amerika kıtası keşfedildikten ve yağmalanmaya başladığında Kızılderili Reisi Seattle’in meşhur mektubu akla gelir. Reis 1854’te kendisinden toprak satın almak isteyen ABD Başkanı Abraham Lincoln’a yazdığı mektupta toprağın insana değil insanın toprağa ait olduğu güçlü bir şekilde vurgulanmaktadır. “Ve bu dünyadaki her şey: Bir ailenin bireylerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de: Dünyanın başına gelen her felaket, insanoğlunun da başına gelmiş demektir.”
“Beyaz adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir.
Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlamayız, biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı sesler, bir kelebeğin uçarken çıkardığı kanat sesleri duyulmaz.
Belki vahşi olduğum için anlayamıyorum. Ben ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan bir su birikintisinin çevresinde toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne anlamı, ne değeri olur? Biz Kızılderili’yiz ve anlamıyoruz…
… Çocuklarınıza havanın kutsal bir şey olduğunu, havanın temizliğine önem vermek gerektiğini öğretmelisiniz. Hem nasıl kutsal olmasın hava? Atalarımız doğdukları gün ilk soluklarını, ölürken de son soluklarını bu hava ile solumuşlardır.” (www.dengegazetesi.com.tr)
Evet, “Beyaz Adam” kapitalizmin temsilcisidir. Kendi türü Kızılderilileri soykırıma uğratarak onların üzerinde konakladığı ve yaşadığı toprakları egemenliğine katmıştır.
Orta Çağ’da iktisat, esas itibariyle toprağa dayalıydı. Bu dönemde çiftçi kadar, zanaatkâr, esnaf ve tüccar varlığını toprağa borçluydu. Orta Çağ’da mülk anlayışı ilahî esas çerçevesinde idi. Hükümdar, mülkün vekili, ona vekâlet edendi. Bu anlayışla toprağı işleyen vatandaş toprağın sahibi değil, bekçisi konumundaydı. (Tabii gerçekte “Vekil” adı altında toprak sahibinin, toprağa bağlı kölesiydi) Devletin vazifesi ise toprağın işlenmesinde düzeni tesis etmek idi ve egemen sınıfın çıkarlarını/mülklerini korumaktı.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütüne (FAO) göre, 1,5 milyar insanı besleyebilecek büyüklükteki toprak alanı (dünya kara alanının dörtte biri) erozyon, ormansızlaşma, kentleşme ve sürdürülebilir olmayan tarım uygulamaları nedeniyle bozulmuş durumdadır. Geri kalan toprakların sadece 60 yıllık sağlıklı hasat yapabilecek ömrü kalmıştır.
Dünya nüfusunun 9 milyarı geçmesi ve 30 yıl sonra tarım ürünlerine olan talebin 2013 yılına göre %50 artması hesaplanmaktadır. Tarım topraklarının mevcut durumu gelecek neslin gıda güvenliğinin tehdit altında olduğunu gösterir yeterli veri vardır. Diğer canlılar bu hesabın içine alınmıyor, alınmaz da. (rakamlar topraktema.org’tan )
Türkiye genelinde 1,5 milyon hektar alan değişik düzeylerde tuzluluk sınıflarında olup GAP’ın sulamaya açılması ile birlikte yapılan yanlış sulama ve toprak bitki yönetiminden dolayı bugüne kadar 15 bin hektar alan tuzlu hâle gelerek çoraklaşmıştır. Konya ovasında aşırı şekilde çekilen yer altı sularının yarattığı olumsuz etkiler ve azalan su miktarı ile birlikte başlayan Tuz Gölü’nün kuruması önümüzdeki dönemlerde İç Anadolu’da başlayacak olan kuraklık ve çölleşme ile birlikte tarım topaklarının elden çıkmasına neden olacağı şimdiden bilinmektedir. Toprakların kirlenmesi ile beslenme zincirinde aksaklıklar oluşarak üretilen ürün ve gıdaların toplum sağlığını bozması kaçınılmaz olacaktır.
Türkiye’de her yıl 500 milyon tona yakın verimli tarım toprağı başta erozyona maruz kalmaktadır. Bu kimin umurunda dersiniz? Yönetenlerin umurunda değil, çünkü onların görevi kapitalist sistemin idamesidir.
Toprağı betona boğmak ne demek biliyor musunuz? Onu havasız bırakmak, solunum yollarını tıkamak demektir.
Betondan-asfalttan ibaret şehirler tasarlamaktan vazgeçmedikçe şehirler de ısınacak, yaşam canlılar için daha da zorlaşacaktır. Sözün kısası insan eliyle toprak sömürüsü ve tahribatı önü alınmadıkça gün geçtikçe daha fazla tehditler gündeme taşıyacaktır.
Nükleer santraller inşa etmek
Türümüz o kadar ileri gitti ki, atomu bile parçaladı. Bu parçalama sürecinde enerji ve tahribat gücü çok yüksek silahlar yaptı. Bir taraftan tekniği korkunç bir hızla ilerletirken, düğer taraftan onu tüm canlılara zarar verecek şekillere soktuk. Atom enerji santralleri kurduk, öncelikle kurulu toprak üzerinde tahribata sebebiyet vermekle kalsa neyse, yayılan radyoaktif maddeler ile toprağın binlerce yıl atıl hâle gelmesine sebebiyet verdik. 1986 yılında yaşanan Çernobil atom felaketinin üzerinden 37 yıl geçmiş olmasına rağmen 4000 km²’lik toprak alan atıl durumdadır. Toprağın radyoaktif zehirlenmesi hâle devam etmektedir. Daha ne kadar süreceği meçhuldür.
Yenilenebilir enerji kaynakları alternatiflerini ciddi biçimde değerlendirmek yerine, siyasi ve savaş amacıyla kurulan Nükleer Enerji Santralleri tümden kapatılsa bile kurulu alanlar binlerce yıl atıl kalacaktır. Bu alanlardaki canlılar radyasyon etkisiyle mutasyona uğrayacak, mevcut yapısal özeliklerini yitireceklerdir. Türkiye’de anda kurulmakta olan Akkuyu Nükleer Santrali ve kurulacak olanlar, sadece doğaya zarar vermekle kalmayıp, aynı zamanda çevrede yaşayan tüm canlılar için bir tehlike ve tehdit oluşturmakla kalmayacaktır. Ucuz ve temiz enerji elde etme yalanları arkasına sığınanlar bilmelidir ki, bu yalanların da ömrü uzun olmayacak.
İnsan suyu da kirletti
Toprak ne kadar önemliyse su da o kadar önemlidir. En küçük canlı organizmadan, en büyük canlı varlığa kadar, bütün biyolojik hayatı ve bütün insan faaliyetlerini ayakta tutan sudur.
Suyun insan ve tüm canlı varlıkların hayatındaki önemini sıralamakla bitmez.
Mesela insan ve hayvanlar açısından su biyolojik bir çözücü yapısıyla vitaminlerin ve minerallerin hem vücutta taşınmasını, hem de çözülmesini sağlar. Su canlıların vücut sıcaklığının düzenlenmesinde çok önemli bir rol oynar. Canlılarda derinin nemlenmesinde, toksinlerin atılmasında ve vücudun temizlenmesinde temel bir görev üstlenen 2 oksijen 1 hidrojenden oluşan bir maddedir.
Dünyamızın ¾’ünü su ile kaplıdır. Canlıların yapısının %60-70’ni su teşkil etmektedir.
Dünyadaki suların ancak %2,5’i tatlı sudur. Bunun da %70’i buzullarda, toprakta, atmosferde, yeraltı sularında bulunur ve kullanılamaz durumdadır. Doğa yeniden yeni su üretemez. Geri dönüşen döngünün maddesi su milyonlarca yıl önceki suyun aynısıdır.
Su sorununa insan endeksli baktığımızda, dünyada kişi başına su tüketimi yılda ortalama 800 m3 civarındadır. Dünya nüfusunun yaklaşık %20’sine karşılık gelen 1,4 milyar insan yeterli içme suyundan mahrum olup, 2,3 milyar kişi sağlıklı suya hasrettir. Diğer canlılar bu hesabın içinde değildir. İnsan kendi dışındaki canlıların su ihtiyacını bile kısıtlayan bir türdür. Türümüz dışındaki canlıların su ihtiyacı konusunda pek istatistik bilgilere ihtiyaç duymayız. Çünkü çoğu zaman türümüz dışındakilerin su hakkına tecavüz etmede ustalaşmış durumdayız.
Türümüz suyu daha çok toprağı sulamak için yani tarım amaçlı kullanır. Kullanılan temiz suyun yaklaşık yüzde 70’i tarımsal sulamaya gidiyor. Yüzde 22’lik kısmını ise üretim ve enerji elde etmek amacıyla harcamaktayız. Geriye kalan yüzde 8’lik kısmı içme suyu olarak ve evlerdeki ihtiyaçlarımız için kullanıyoruz. Dışımızdaki diğer canlılara ise artığımız kalmaktadır.
Bu sanayide/enerji üretiminde kullandığımız %22’lik bölüme basit bir örnek vermek gerekirse:
Enerji elde etmek için kömür bazlı bir termik santralde; buhar üretme, soğutma ve temizleme işlemleri için önemli miktarda su kullanılmaktadır. Kömür bazlı termik santrallerin yaklaşık %40’ında su kullanılmaktadır. Yarısında deniz suyu, diğer yarısında tatlı su kullanımı görülmektedir. 500 MW’lık kömür bazlı termik santralde yılda yaklaşık 500 milyon m3 su çekerken (salınan su da kirlemiş olur) 2,9 milyon m3 su kullanım sırasında buharlaşır. Bir evin tüm elektriği için 5 kWh gücünde bir güneş enerji sistemi yeterlidir. Gerisini siz değerlendirin. 2022 yılı verilerine göre dünyada kömür bazlı termik santral gücü 537,1 Gigawatt (GW) 1 GW 1.000.000 kW/h olduğundan hareket edersek ortaya çıkan manzara çok korkutucudur.
İnsan türünün diğer canlıların ortak su tüketim hakkına nasıl tecavüz ettiğini anlamakta zorlanmayız. Bu, sadece enerjinin bir yanı ile ilgilidir. Atomdan enerji elde edilirken kullanılan su miktarı hemen hemen termik santrallerinde kullanılandan farklı değildir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı 2019 verilerine göre yeryüzündeki nükleer enerji gücü 450 GW seviyesini aşmıştır. Sadece 2 alanda enerji elde etmek için kullanılan su miktarı gerçekten de ürkütücü olmanın yanında diğer canlılar açısından korkunç bir adaletsizlik söz konusudur. Elbette bu adaletsizliğin andaki temeli insan türünün yarattığı kapitalist sistemin azami kâr hırsıdır. Enerji üretimindeki yenilenebilir enerji kaynaklarına dönüşüm adaletsizliğin boyutu bir nebze de olsa küçülecektir. Ama ortadan kaldırmayacaktır. Çağımızda adaletsizliğin de temeli kapitalist sistem olduğundan vurulacak hedef bellidir.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’ne göre, bir fincan kahve için, tohumun toprağa ekilmesinden önümüze gelmesine kadar toplam 140 litre su harcanıyor. İnsan türünün ihtiyaç dışı beslenmesi için lüzumsuz harcanan günlük su miktarını hesaplamak mümkün değil. Sadece gıda değil, giyim sektöründe de durum farklı değil. Basit bir t-shirt için 2 bin 720 litre, bir adet kot pantolonu üretmek içinse yaklaşık 10 bin litre su tüketilmekle kalmıyor aynı zamanda kirletiliyor da. Moda sektörünün her yıl piyasaya sürdüğü giyim kuşam rezaletine bir son verildiğini düşünün ne güzel olur değil mi? Giyim sektöründeki ihtiyaç (sıcaktan ve soğuktan korunma vb.) dışı üretim ve tüketimin önü alındığında insan dışı canlılar daha fazla suya ulaşabilecekler.
İnsan havayı da kirletti
Elektrik üretimi sırasında, ulaşım, sanayinin farklı alanlarında ve fosil yakıt kullanımı sırasında, kimya ve maden sanayinde olmak üzere fazladan üretilen CO2 hava kirliliğinin en öncelikli olanlarıdır. Hepsi de insan kaynaklıdır. Dünya genelindeki 1,5 milyar inek ve milyarlarca küçükbaş hayvanın metan dâhil onlarca kirletici gaz yaydığı biliniyor. Bunun da birinci dereceden sorumlusu yine insan türüdür. Çünkü beslenme amaçlı evcilleştirdiği bu hayvanların sayısını hep artırdı. Artan et ve süt ihtiyacı bu hayvanların sayısında da artışa neden oldu ve olmaktadır.
Tüm canlıların yaşadığı ortak gezegenimizde atmosfer diye adlandırdığımız yeryüzünü saran hava tabakasına doğal olandan fazla karbon-metan vb. gazları salmada becerikli yegâne varlık bizim türümüzdür. Sera efekti denen, gezegenimizin atmosferinden gelen radyasyonun, ışınların gezegenin yüzeyini normalden daha yüksek bir sıcaklığa ulaştırarak ısıtması sürecini yaratan da biziz. Bugün yaşanan rekor sıcaklıklar sera efektinden dolayıdır. Yani iklimi değiştirdik, iklim krizi yarattık. Durduğumuz da yok. Kapitalist sistem gezegenimizi kirletmeye devam ediyor.
Enerji üretiminde kullandığımız kömür ve fosil yakıtlar gereğinden fazla CO2 salınımına sebebiyet vermektedir. Mesela en fazla zehirlemeye neden olan kömür kullanımından kapitalist kâr hırsından dolayı bir türlü vaz geçilemiyor. Aynı sorun yine enerji elde etmek amaçlı kullanılan petrol ve doğal gaz kullanımı sürekli artmaktadır.
Ulaşımda kullanılan petrol türevi yakıtlar kapitalist sistemin gereği son 200 yılda korkunç miktarlara ulaşmış durumdadır. Uçak, araba, tren, gemi, TIR’larda kullanılan fosil yakıtların ulaşımdaki oranı %80 üzerindedir. Tüketilen petrol içinde benzin miktarı %43,5 oranıyla en çok kullanılan yakıt türüdür. Bunu %34,5 oranla dizel ve ağır yağlar, biyo-yakıt ve gazyağı ise %21,8 oranına sahiptir. Kimya ve maden sanayinde kullanılan maddelerin yarattığı hava kirliliği çetelesini tutan yok. Isınma için evlerde kullanılan fosil yakıtlar kış aylarında büyük yerleşim alanlarında nefes almayı epey zorlaştırmaktadır.
DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü), 2021 Dünya Hava Kirliliği Raporu’na göre; hava kirliliğinin sonucu her yıl 8 milyon erken ölüme yol açtığı tahmin ediliyor. Bunun diğer canlılar için ne olduğu hesaplanmıyor bile. Dünya çapında yerleşim alanlarının yüzde 97’sinde eşik değerler aşılmış durumda. Yani DSÖ standartlarına göre incelenen 6 bin 475 şehirden yalnızca 222’si 2021’de temiz hava soludu. (bbc.com/Türkçe) DSÖ standartlarına göre bir bölgede temiz hava solunabilmesi için PM2,5 değerinin en fazla 5 μg/m olması gerekiyor. Dünya çapında 7 bin 323 kent arasında hava kirliliği en fazla olanı ise Tayland’ın Chiang Mai şehri oldu. Şehirde kirlilik PM2,5’in 66 katına ulaşmış durumda. (euronews.com) Uzatmayalım… İnsan türü kendi nefes aldığı havayı bozmakla kalmadı, diğer canlıların soluduğu havayı da kirletti. Kapitalist sistem bunu had safhaya ulaştırdı. Böyle giderse daha fazla maskeleneceğiz. Diğer canlılar uyum sağlayamadığı süreçte nesilleri tükeniyor ve tükenecek.
İnsan ormanları da talan etti
Ormanlar/ağaç fotosentezin temel makinesidir. Ormanlar gezegenimizin yaklaşık olarak yüzde 30’unu meydana getiren dünyamızın akciğerleridir.
Türümüz tarım için, barınak yapımı için ormanları hep kesti. Hâlâ kesiyor. Kesmekle kalmadı yakıyor da. İnsan kaynaklı aylarca süren orman yangıları biliyoruz. Sembolik olarak ele alırsak; dünyadaki su kaynaklarının yüzde 20’sini oluşturan, Amazon ormanlarının en büyük özelliklerinden biri, atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini korumasıdır. Amazon ormanları içerisinde 40.000 ağaç çeşidi, 2.000 kuş çeşidi ve memeli hayvan, 2.200 balık çeşidi ile 128.843 çeşit omurgasız hayvan bulunur ve bu nedenle dünya üzerinde en fazla türe sahip olan Amazon ormanlarıdır.
2018 itibarıyla Amazon yağmur ormanlarının yaklaşık %17’si insan eliyle yok edilmiş durumdadır. Bilim insanları, yok edilen alanın %20-25 oranına ulaştığında, artık doğu, güney ve orta Amazon ormanlarının orman dışı ekosistemlere, bozulmuş savanlara (tropik yağmur ormanları ile kuru çöller arasındaki geçiş bölgesinde yer alan geniş çayırlara) dönüşmesi için kritik eşiğe varılmış olacağını açıklamaktadır.
Elbette ormanlar sorunu yalnızca Amazon ormanlarıyla sınırlı değildir. Deyim yerindeyse “Gölgesini satamadığı ağacı kesen” kapitalist sistem ormanları sanayi adına/yapılaşma adına/tarım adına yok etmeye yeminlidir. “Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner“ söylemi hızlandırmak istiyorsak kapitalizme vuralım, son ağaç kesilmeden!
Bize salık verilen bireysel tercihler
Çevre konusunda bilgi edinin.
Kirliliğe engel olun.
Atıklarınızı ayrıştırın, geri dönüşüme katkı sağlayın.
Naylon poşet kullanımını azaltın.
Kâğıt havlu kullanımını azaltın.
Dişinizi fırçalarken, banyo yaparken ve mutfakta çeşmeyi açık bırakmayın.
Enerji tasarruflu ampuller kullanın.
Bunlar ve benzeri birçok “bireysel tercih önerileri”nin aldatmaca olduğu sistemin rezilliğinin göstermeme, sorunun sitemin varlığından kaynaklandığını gizleme çabalarıdır. İyi niyetli bir insan için “ruhunu kurtarma” eyleminden öteye gitmeyen, sonucu etkilemeyecek olan bireysel eylemlerdir. Çevre sorununun ve özellikle de insan kaynaklı sorunların özüne dokunmaz.
Doğanın felaket üretmediği artık biliniyor. Doğa gereğini yapar, dışına çıkmaz, canlılara herhangi bir kastı yoktur. Çünkü canlılar/insanda doğanın bir parçasıdır. Günümüzdeki cümle felaket insan eliyledir! Seller, depremler, rüzgârlar fırtınalar vs. felakete dönüşüyorsa sebebi insandır. Günümüzde kapitalizmdir.
Gelişme ve üstünlüğü doğaya egemen olmakta arayan insan, sadece hemcinslerine değil, tümüyle dünyaya zulüm etmektedir.
Yerküremizde; ne hayvanlar, ne su, ne hava ve ne de bir avuç toprak parçası insanın mülkü değildir. İnsan doğanın efendisi değil, bir parçasıdır. Bu anlaşılmadığı oranda felaket büyümektedir. Vahşi doğa tespitimiz doğru değildir. Vahşilik insan ürünü ve türümüzün eylemidir! İnsan türü doğadaki en “vahşi” yaratıktır. Bu tanım da onun eseridir.
Sözün özü, tüm insanlık tarihinin, aslında (maddi/manevi) bozulma ve yozlaşma tarihi olduğunu itiraf etmek gerekirse, doğadaki geri dönülemez her tahribat, cehennem diye adlandırdığımız yere döşenen taşlardır. İnsanlık tarihi en genel çerçevede insanın, bir parçası olduğu doğaya yabancılaşma tarihidir.
Türümüzün yaşamı uzarken, sayemizde dışımızdaki canlıların yaşam süresi kısaldı ve kısalma devam ediyor. Kimisi de müzelerin veya arkeolojinin konusu oldu oluyor, sayemizde.
Bilim ve teknolojinin destek ve gücünü arkasına alan insan türü doğayı anlama ve tanıma aşamasında doğanın ve doğada bulunan canlı türlerin tek hâkimi-sahibi olduğuna inanmaya başlar. Bugün kapitalizmin sömürü sistemi tarafından buna inandırıldık.
Soru hayvanların bedenleri ile beslenmeden yaşayabilir miyiz? Evet, bunu yüz yıllar boyu yaptık. Geçmiş tecrübelerden yararlanabiliriz. Tümüyle bitkisel beslenmeye dönebiliriz.
İklim değişti, iklim krizini yaşıyoruz. Yaşam için gerekli olan hava, su, toprak, gıda alarm veriyor.
Bir dizi canlının soyunun tükendiği, atmosferin insan eliyle ısıtıldığı, ekonomik krizlerin, derin yoksulluğun, pandemilerin ve kitlesel göçlerin “yeni normal” olarak bize yutturulmaya çalışıldığı bir çağa insanın büyük başarısızlık çağına gireli epey zaman geçti. Modernleşme, aydınlanma ilerleme tarihteki yerini aldı. Kapitalist sistemin gözü doymaz açlığı ve yedikçe fazlasını isteyen canavar durumu dünyamızda canlıların ve türümüzün kendi sonuna doğru sürüklendiği yine insan türünün doğru tespitleridir.
Nükleer silahlar, fosil yakıt kullanımı ve sanayi tarım insan merkezci ve kapitalist ideolojilerin yeryüzündeki utanç belgeleridir.
Yerkürenin neresinde olursa olsun, hangi enlemde ve boylamda yaşıyor olursak olalım, şehirli olduğu kadar kibirli sözüm ona medeni modern insanın zulmünden kendini kurtarabilmiş bir canlı bulmak mümkün mü? Bugün mümkün değil, yarın da olmayacak diyen diyenlerden uzaklaştıkça bugün hayal olarak görülen KOMÜNİZM hem insanlığın ve hem de diğer canlıların tek kurtuluş sistemidir. Gezegenimiz de yaşamın devamının tek garantisidir.
Yararlanılan kaynaklar:
Wikipedia
www.hidropolitikakademi.org
toprakteme.org
Duvar arkeo sayı 14, Mayıs 2023
https://kulturveyasam.com
18.07.2023