[Aşağıda Kıbrıs Sosyalist Partisi’nin gönderdiği Kıbrıs’la ilgili kısa haberler, Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP) Genel Sekreteri Mehmet Birinci’nin Avrupa Gazetesi’nde yazdığı kimi köşe yazıları ve KSP üyesi Mustafa Onurer’in yazdığı bir yazıyı yayınlıyoruz. –YDİ ÇAĞRI]
1.Kıbrıs’la İlgili Kısa Haberler
Kuzey Kıbrıs’ta tüm yönetim artık tamamen T.C. Elçiliği tarafından, elçiliğin Kalkınma ve Yardımlaşma Komitesinin inisiyatifine devredilmiştir. Türkiye’nin Kıbrıs’ın Kuzeyindeki elçiliği, uluslararası akreditasyonu olmadığı için uluslararası hukuk açısından bir elçilik olarak tanınmıyor. Sadece Türkiye Cumhuriyeti ile yasadışı KKTC tarafından elçilik olarak kabul ediliyor. Elçilik görünümlü bu kurum aslında T.C.’nin Kuzey Kıbrıs valiliğidir.
Ağustos ayı boyunca Kıbrıs’ın Kuzeyinde meclis de tatilde olduğu için siyasi olarak fazla bir olay yaşanmadı. En dikkat çeken olgu CTP-AKP yakınlaşmasıdır. Yeni Ercan havaalanının açılışında Cumhuriyetçi Türk Partisi (Sözde ilerici sol geçinen eski Sovyet revizyonizmi çizgisindeki parti) genel başkanı Erhurman’ın Tayyip ile görüştüğü söyleniyor. Sonrasında da elçiliği ziyaret etmiş olduğu söz konusudur.
AKSA ile Kıbrıs Türk Elektrik kurumunun (Kıb-Tek) yaptığı sözleşme ve bu konuda EL-Sen grevinin CTP yönetimi tarafından “Akıl yolu” ile çözülecek yalanıyla soğutulması ve elektrik kurumunun da sermayeye peşkeş çekilmiş olması söz konusudur. Yapılan anlaşmayla birlikte Kıb-Tek, AKSA’ya tâbi kılındı. 15 yıllığına alım garantili anlaşma imzalandı.
Kıbrıs Türk toplumunda eğitimde yıllardır Türkiye’deki müfredat takip edilir. Bu yıl Türkiye’deki dinci gerici iktidarın müdahalesiyle ders kitaplarına bilimsellikten uzak, Sünni İslam inançları çerçevesinde birtakım hurafeler eklenmiştir. Amaç Kıbrıs Türk toplumunun laik yapısına müdahale etmek, kültürel asimilasyonu derinleştirmektir. Bu yaşanan yeni bir olgu değildir. Bunu yeni bir olgu olarak kabul edemeyiz. Adım adım toplumu asimile etme yolunda ilerleniyor. Kur’an kursları da kontrolsüz devam ediyor ve CTP de bunun içindedir. Yapılan T.C. açısından sömürgeciliğin gereğidir. Tersini beklemek yanlıştır. İşgale sömürgeciliğe ve asimilasyona karşı tavır almadan sadece bu yılki ders kitapları üzerinden eleştiri yapmak rejimi meşrulaştırmaktır. Özel okullar sayesinde eğitimin özelleştirildiği bu ortamda sömürgeciliğe, işgale ve asimilasyona karşı mücadele etmeden laiklik mücadelesi verilemez.
Bir süreden beri Ankara’ya karşı muhalefet edip eleştiri yaptıkları gerekçesiyle bazı Kıbrıslı Türk aydın ve ilerici kimseler Türkiye’ye sokulmamaktadırlar. Bu durum toplumda hassasiyet yaratmaktadır. Bu konu, geçen KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında Türkiye’nin müdahalelerini eleştiren gazeteci Ali Kişmir’e karşı açılan ceza davası ile birleştirilerek ele alındığı zaman, sömürgecilerin ve işgalcilerin beklenen bir tavrı olduğu sırıtmaktadır. Bu sorunların kökeninde işgalin yattığı, KKTC denen sözde egemen bağımsız devletin dışişleri bakanının vatandaşlarına karşı girişilen bu saldırılar karşısında ağzını açamıyor olmasında da görülmektedir.
2.Kıbrıs sorunundaki son gelişmeler
– Kıbrıs sorununda T.C.’nin ve Kuzey Türk burjuva liderliğinin açıklamaları Kıbrıs’ta görüşmelerin önümüzdeki kısa dönemde başlamayacağı yönündedir.
– Kıbrıs Rum burjuva temsilcilerinin açıklamaları “gönül alma”ya yönelik açıklamalardır.
– Kuzey Kıbrıs’ta kitlelerin bu kadar ekonomik yıkım içinde olmaları, bunca yolsuzluğa karşın özellikle de memurların ve öğretmenlerin grev eylemlerine istekli yaklaşmadıkları görülmektedir.
– Kendini barıştan yana lanse eden burjuva siyasi partilerin “bekle ve gör” duruşları kitleleri daha da pasifize etmektedir.
– Dünyada yeni bir burjuva emperyalist dünya düzeni kurulmaktadır. Ortadoğu’da çatışmalı sorunlar artarken, Ukrayna’da savaş devam ederken, T.C. için AP’nin hazırladığı rapor ortada iken Kıbrıs’ta burjuva emperyalist yeni bir çözüm beklemek saflık olur.
– T.C. Kıbrıs’ta ilhak için açıktan adımlar atmaktadır. Kıbrıslı Türk büyük burjuva temsilcileri de bunu pervasızca hayata geçirmek için ne gerekirse yapmaktadırlar.
– Kıbrıs’ta bir burjuva emperyalist çözüm bile tüm adada Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türklerin ortak oluşturacakları büyük kitle eylemleri ile ancak mümkün olabilir. Bunun dışında yabancı emperyalist güçlerden medet ummak ölü gözünden yaş beklemektir.
Mehmet BİRİNCİ
1.14 EYLÜL Bundan 156 yıl önce, 14 Eylül 1867’de Alman filozof ve iktisatçı Karl Marx’ın ana eseri olan “Kapital”in ilk cildi Almanya’da yayımlandı. Kapital, hiç abartmadan dünyayı değiştiren bir kitaptır.
Geçen 156 yılda bilim ve teknoloji çok gelişti. Kapitalist toplumsal düzeni de gelişti. Emperyalizm aşamasına evrildi. İşçilerin emekleriyle yaratılan artı değeri sömüren kapitalizmden, artı değerle yetinmeyen, her işten maksimum kâr hedefleyen vahşi kapitalizme, emperyalizme evrildi.
“Bir uçağın pilotu, yolcularına verilecek iki haberinin olduğunu anons eder. İyi haber, belirlendiği şekilde saatte 500 mil hızla ilerlemektedirler. Kötü haber ise kaybolmuşlardır. Birçok eleştirel yorumcu, kapitalizmin bu uçağa benzediğini söyler. Kapitalizm pek çok ürünü verimli bir şekilde üretir, fakat bunlar ne tür ürünlerdir ve bunların çoğunu kimler alır? Tanık olunan bunca çile düşünülünce, sistem yolunu kaybetmiş gibi gözükmektedir.
Marx ise, uçağın yolunu kaybettiğini reddedecektir. Kapitalist sistem son derece güzel biçimde egemen olanların ondan beklediğini, yani üretici güçleri geliştirirken zengini daha da zenginleştirme işini yerine getirmektedir. Fakat bu uçak, hikâyedekinin aksine, ciddi ve gittikçe kötüleşen motor arızalarına sahiptir, dolayısıyla yakın zamanda yere çakılması oldukça muhtemeldir. Kapitalizm sürdürülemez hâle gelmektedir. Yoksa çoktan gelmiş midir?” (Bertell Ollman, Atları Hazırlayın ve Sopayı Kapın)
Bu sorunun yanıtı 156 yıl önce yayınlanmış olan KAPİTAL’de vardır. Kapitalizmin işleyişini kavramak için, ücret köleliğinin anlamak ve buna son vermek amacıyla sınıf mücadelesini örgütlemek için atılacak ilk adımlardan biri hiç kuşkusuz KAPİTAL’i okumak ve öğrenmektir. Kapitalist emperyalist sömürü düzeninin boyunduruğundan kurtulmak için KAPİTAL’i bilen örgütlü kadrolara sahip olmalıyız.
Bu kitap sayesinde insan sömürüsüne karşı mücadele doğal olmaktan çıkıp örgütlü bir biçim almaya başladı. Diyalektik materyalizm, marksist ekonomi politik ve sınıf mücadelesinin öğretilmesi, yeni devrimci hareketin bilimsel temeli hâline geldi.
“Yalnızca Marx’ın felsefi materyalizmi, proletaryaya, bugüne kadar tüm ezilen sınıfların başına bela olan manevi kölelikten bir çıkış yolu gösterdi.” “Proletaryanın kapitalizmin genel yapısındaki gerçek konumunu yalnızca Marx’ın ekonomi teorisi açıklamıştır.” “Marksizm’in üç kaynağı ve üç bileşeni.” Lenin.
2.EMPERYALİST KAPİTALİST SİSTEM SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ?
Bir önceki makalemi bir toplumsal düzen olarak kapitalizmin sürdürülebilirliğini sorgulayarak sonlandırmıştım. Bu gün bu soruya yanıt arayalım. Günümüzde kapitalist dünyanın en önemli özelliği sermaye yoğunlaşmasındaki artıştır. Bu, az sayıda büyük şirketin küçük şirket ve işletmeleri yutması anlamına gelmektedir. Az sayıda büyük şirket aşırı güçlenerek toplum üzerinde tam bir hegemonya kurmuş olan tekeller ve tröstlerdir. Lenin’in emperyalizm aşaması dediği aşama budur ve 20. yüzyılın başından beri hâlâ geçerlidir. Karl Marx, kapitalist sistemin belirli aralıklarla dönemsel krizler yaşamak zorunda olduğunu anlatmıştı. Bu krizlerin piyasada talep bulamayan fazla üretimden kaynaklandığını açıklamıştı. Aşırı üretimden kaynaklanan dönemsel krizleri, sistem fazla üretimi kısarak, küçük işletmeleri iflasa sürükleyerek, maaş ve ücretlerden kesinti yaparak ve yeni alanlara yatırım yapmak suretiyle yeni istihdam alanları yaratarak aşabiliyordu.
Günümüzde ise kapitalizmin ekonomik krizleri dönemsel olmaktan çıkmış, kronik hâle gelmiştir. Kapitalist emperyalist sistem sürekli bir bunalım hâlindedir. Bu nedenle kapitalist ülkelerin yöneticilerinden son 20 yılda en sık işittiğimiz yönetim biçimi “Kriz Yönetimidir”. Sermaye iktidarları, ekonomik bunalımlarına siyasi bunalımlar katarak, savaşlar, katliamlar ve göçlerle dünyayı yönetmeye, daha doğrusu iktidarlarını ayakta tutmaya çalışıyorlar. Başka da seçenekleri yoktur. Çünkü kapitalizmin çözüm mekanizması çökmüştür.
Tekelci kapitalistler zamanın ve koşulların elverdiği tüm olanaklardan yararlanarak kârlarını maksimize etme peşindedirler. Mikro çip teknolojisi ve ondan türeyen otomasyon, bilgisayarlaşma ve robotlaşma ile toplumsal üretici güçler yepyeni bir gelişim düzeyine ulaşmıştır. Bu sayede üretim araçları üzerinde sermaye sahiplerinin özel mülkiyeti sürmeye devam ederken, üretim süreci minimum düzeyde insan emeği ile sürdürülebilmesi mümkün olan çok yüksek bir toplumsallaşma düzeyine ulaşmıştır. Gelişmeye devam eden bu teknoloji sayesinde üretim daha az işçi ile yürütülmekte ve dünyanın en geri ülkelerinde bile işçiler kitleler hâlinde işsiz kalmaktadırlar. Teknolojik alt yapıdaki bu gelişme sayesinde sadece bugün üretilenler için değil, gelecekte üretilecek olan ürünler için ihtiyaç duyulan iş gücünde azalma devam edecektir. Gelişen teknoloji sayesinde ürün bollaşmakta ama işsiz kalan kitleler ihtiyaç duyduklarını satın alamayacak duruma gelmektedirler. İşte bu nedenle emperyalist kapitalist sistemin bunalımları dönemsel olmaktan çıkmış kronikleşmiştir. Kısacası kapitalizmin çözüm mekanizması çökmüştür!
Kapitalizm adı verilen bu uçak, bir önceki makalemde anlatılan hikâyedekinin aksine, ciddi ve gittikçe kötüleşen motor arızalarına sahiptir, dolayısıyla yakın zamanda yere çakılması kaçınılmazdır!
3.KAPİTALİZM KENDİ KENDİNİ YIKMA YOLUNDA İLERLİYOR
Kapitalist toplumsal düzenin kronik bir bunalım içerisinde olduğunu belirttik. Kapitalizmin çözüm mekanizması çöktüğü için kronik bunalımı aşmasının mümkün olmadığını da belirttik. Çünkü kapitalizm bir toplumsal düzen olarak var oluşunu devam ettirecek koşulları üretebilme özelliğini yitirmiştir. Üretimde otomasyon sayesinde sistem işçi sınıfı için yeterince istihdam yaratmaktan aciz hâle gelmiştir. Sistemin işçi sınıfı tarafından kabul görebilmesinin en önemli koşulu istihdam yaratabilmesidir. Maksimum kâr ve rakiplere karşı üstünlük sağlamak uğruna bilgisayarlaşmaktan ve otomasyondan kaçınamayan sistem işçileri kitleler hâlinde işsiz bırakmaktadır. Buradan da sistemin çözüm mekanizmasındaki ikinci önemli bozukluk ortaya çıkıyor. Tüm kapitalist ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan işçiler, üretilen malların da başlıca müşterileridirler. İşsizliğin artması her zaman tüketim talebinde bir düşüşü beraberinde getirir. Talepteki bu düşüşün nedeni, ürünlere olan ihtiyacın azalması değildir. Tam tersine ihtiyaç vardır ama işçi kitlelerinde ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlayacak para yoktur. Kapitalist sistemde, ürünleri istemek ve onlara ihtiyaç duymak sistemi sürdürebilmek için yeterli değildir. Aynı zamanda ürünleri satın almak için işçilerin yeterli paraya da sahip olmaları gereklidir. Üretim ile tüketim arasındaki bu zorunlu ilişkiyi düzenleyebilecek bir plana sahip olmaksızın işleyen kapitalist sistemde, işçilerin hem üretici hem de tüketici olmalarından kaynaklanan çelişki dönemsel aşırı üretim krizlerinin de temel nedenini oluşturmaktaydı. Bu olgu otomasyon teknolojisi sayesinde, üretimde meydana gelen artışa rağmen istihdam hacminin daralmasıyla birleşince kapitalizmin dönemsel krizlerinin neden kalıcı hâle geldiğini, neden kronikleştiğini açıklar. Şimdiye kadar geçici kriz olarak gördüğümüz durum sürekli bir krize dönüşmüştür. Bu krizden çıkış için çare? Sistemin bu krizden çıkış için çaresi yoktur. Kapitalistlerin üretim alanında bu kendi kendini yıkıcı yolda ilerlemek dışında yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Krizden çıkış için çare işçi sınıfındadır. Krizden çıkışın tek yolu, kâr için değil, insanlığın temel gereksinimlerini karşılamak için planlı üretim yapabilen yeni …
4.SOSYALİZM Mİ BARBARLIK MI?
Emperyalist kapitalizmin içine düştüğü nihai krizden çıkabilmesinin mümkün olmadığını vurguladık. Krizden çıkabilmek için ÇARE SOSYALİZM demiştik. Bunu elde etmek için, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının kapitalizmin artık sorunlarına çare üretemeyeceğini anlamaları gerekir. Hedefi bireysel ve özel kârı azamileştirmek olan kapitalizmin artık toplumsal ihtiyaçları karşılayamayacağının, herkese insanca çalışma ve yaşama olanakları sağlamaktan aciz olduğunun işçi ve emekçi kitleleri tarafından kavranması önemlidir. Çünkü bu tarihsel dönemde işçilerin ve emekçilerin anlaması gereken nokta şudur; şu anda önümüzde duran seçim kapitalizm ile sosyalizm arasında değil, sosyalizm ile barbarlık arasındadır. Karşı karşıya bulunduğumuz barbarlık, faşizmden çok daha büyük bir felakettir. Modern uygarlığın yıkılışıdır.
Karanlık bir çağın eşiğindeyiz. Bu karanlığın ilerleyişini daha şimdiden gözlemleyebiliyoruz. Eğitimde ihmal edilen okullar, sağlıkta ihmal edilen hastaneler, kanalizasyon sistemleri, açlık ve salgın hastalıklar. Ulaşımda ihmal edilen toplu taşıma ve iletişim araçları ve nihayet kanser hücreleri gibi dünyanın her tarafına yayılmış olan bölgesel savaşlar! Kapitalizm hızla sona yaklaşırken, yıkılan uygarlıklarla gelen karanlık daha da koyulaşacaktır. Öte yandan kapitalizm kendi yarattığı sorunları çözmemizi mümkün kılacak araçları da yaratmıştır. Bunları bilim, teknoloji, planlama ve uygulama becerileri, yönetimsel yapılar ve demokratik pratikler olarak sıralayabiliriz. Fakat sermaye bu enstrümanları hep kendi kârlarını maksimize etmek amacıyla kullanmıştır.
İçinde bulunduğumuz nihai ekonomik kriz döneminde sosyalizmin gerçekçi ve arzu edilen bir seçenek olduğunu gören işçi ve emekçilerin sayısı her geçen gün artacaktır. Nihai kriz içindeki kapitalist emperyalist sistem barbarlığa doğru ilerlerken bu insanların kitleselleşmesi kaçınılmazdır. Emperyalist kapitalizmin aksine, sosyalizmin herkese toplumsal ihtiyaçları karşılama temelinde insanca çalışma ve yaşama olanakları sağlayabileceğinin işçi ve emekçi kitleler tarafından anlaşılması önemlidir. İşte bu noktada emperyalist kapitalizmi yok edip yerine sosyalist bir düzen kurabilmemiz için çok önemli bir unsura gereksinim duyacağız. Emperyalist iktidarları yıkıp parçalamaya uygun bir siyasi aygıt! Devrimci bir siyasi parti ve onun önderliğindeki bir anti-emperyalist, anti-faşist birleşik cephe!
5.REFORM: SİSTEMİN HASTALIKLARINA İLAÇ OLUR MU?
Günümüz insan toplumlarının en önemli problemlerinin sorumlusu emperyalist kapitalist sistemdir. Ekonomik kriz, pahalılık, enflasyon, devalüasyon, işsizlik, evsizlik, yoksulluk, açlık, büyüyen eşitsizlik, cinsiyet eşitsizliği, faşizm, ırkçılık… Liste çoğaltılabilir.
Tüm bu sorunlar için burjuva aydınlar, burjuva iktisatçıları burjuva bilim adamları/insanları ve burjuva basın tarafından önerilen çözümler kapitalizm koşulları altında yapılabilecek birtakım iyileştirmelerden ibarettir. Önerilen tüm reformlar geçici olabilmekten öteye geçemiyor. Çünkü reformların kapitalist emperyalist sistem koşullarında başarı şansı yoktur.
Kapitalist sistem Fransız devrimiyle birlikte kendini özgürlük, eşitlik ve adalet ilkelerinin savunucusu ilan etmişti. Bir insanın en önemli özgürlüğü, en önemli insan hakkı, çalışma özgürlüğüdür. Kapitalist emperyalist sistem işçileri kitleler hâlinde işsizliğe mahkûm ederken bu hakkı çiğnemektedir. Açlığa mahkûm bir insanın geri kalan özgürlükleri ne işe yarar ki? Anlamsız hâle gelir. Bir avuç sermaye sahibi dünyadaki zenginliklerin yüzde seksenine sahipken ve geriye kalan milyarların büyük çoğunluğu yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşarken, dünyada eşitlikten söz edilebilir mi? Ama emperyalist kapitalizmin sorumlu olduğu tüm felaketlerin yanında önemli bir başarısı var. Sebep olduğu tüm felaketlerin sorumlusu olduğu gerçeğini saklamakta çok başarılıdır. Yol açtığı tüm felaketlerin sorumluluğunu hiç ilgisi olmayan tarafların üzerine atmakta ve uluslar, halkları, kitleleri birbirlerine kırdırmakta ustalaştı.
“’Endüstriyel toplum’, ‘Piyasa toplumu’, ‘post modern toplum’, ‘risk toplumu’, ‘özgür dünya’ gibi terimleri kapitalizm yerine kullanmak, bütünü görünümden uzakta saklarken, insanları bütünün parçalarına odaklanmaya yöneltmenin başka yolu. ‘Özgürlük’, ‘haklar’, ‘eşitlik’ ve ‘demokrasi’ gibi çok önemli kategorileri de kapitalizmin zaten izin verdiği anlamlara çıkarmak da böyle-iş arama özgürlüğü veya ücretini karşılayabileceğin şeyleri satın alma özgürlüğü veya ‘reform’ durumunda (eğitim, sağlık, sosyal güvence vs.) sadece kapitalistlerin istediğinin olması. Tüm bu ideolojik saptırmalarla başa çıkmanın yolu bu kategorilerin nasıl, kim tarafından kullanıldığı ve zengin ve güçlülerin bizim yapamadığımız neleri yapabilmelerini sağladığını sormak… Sonra, elbette, hepsini bizim çıkarlarımıza hizmet edecek, aslına uygun bir biçimde yeniden tanımlamak. Kısmi sonuç: Marx’ın daha çok çalışmasını okumak ve başkalarını da okumaya teşvik etmek, sınıf mücadelesinde bizim tarafın etkinliğini en üst seviyeye çıkartmak için gerekli olan kapitalizmi anlama biçimini yaymanın zorunlu adımıdır.” (Bertell Ollman, Atları Hazırlayın ve Sopayı Kapın, Yordam Kitap)
Mehmet BİRİNCİ
——–
TAKTİK SAVAŞI MI, VAHŞETİN DIŞAVURUMU MU?
VE GENE, NE YAPMALI?
Mustafa ONURER
Hamas militanlarının âdeta izleyenlerin, “bunların IŞİD’ten farkı yok!” şeklinde düşünmeleri için elden geleni yaptığını görüyoruz.
Hamas militanları bunu gerek kullandıkları dille ve gerekse sivillere karşı takındıkları vahşi tavırlarla açıkça ortaya serdiler. Gerek kullanılan dille gerekse sergiledikleri eylem şekilleriyle “Yahudi düşmanlığı” kusuyor Hamas.
İsrail ise, Hamas’ın tersine, saldırılardan Hamas’ı (tüm Filistinlileri değil) sorumlu tuttuğunu, hedefin Hamas (tüm Filistinliler değil) olduğuna sürekli vurgu yapıyor, sivillerin zarar görmemesi için Gazze’yi terk etmesi önerisinde bulunuyor, diğer bölgelerde yaşayan Filistinlilere karşı (en azından şimdilik) topyekûn bir saldırı başlatmıyor.
Gerek Hamas’ın gerekse de İsrail devletinin bu tavırlarının “taktik tavırlar” olduğunun ve “gizli amaçlar” içerdiğinin görülmesi gerekir. Hamas, vahşetini gizleme gereği duymadan, hatta bilerek abartarak İsraillilere korku salmayı hedefliyor olabilir, yani “psikolojik üstünlük” elde etme amaçlıyor olabilir. Ama bu arada, nerdeyse tüm dünya kamuoyunun tepkisini çektikleri ve dünya kamuoyunun büyük oranda “İsrail bunlara ne yapsa müstahaktır!” moduna sokulduğu dikkatlerden kaçmamalı.
Yoksa amaç zaten bu mu?
Diğer yandan, İsrail devletinin sivillere, yaşlı ve çocuklara karşı yıllarca sergiledikleri vahşet bilinmiyormuş gibi, masumu, insancılı ve hatta mazlumu oynama taktiği, Gazze halkına karşı sergileyecekleri vahşeti mazur gösterme amaçlıdır diye düşünüyorum.
Yani, İsrail’in kullandığı bu taktik bir yandan “çalacağı minarenin kılıfını önceden hazırladığının”, diğer yandan ise bu kılıfın büyüklüğü sergileyeceği vahşetin büyüklüğünün ve vahametinin göstergesidir bana göre.
Hamas bilmiyor mu ki, İsrail devleti rüzgârı arkasına almışken, Hamas’ın “rehine taktiğine” prim vermeyecek? Biliyor… Hele de Netanyahu yönetimi bu denli zordayken, devlet prestiji bu denli sorgulanır duruma düşmüşken “gözünün kararacağını” da biliyor olmalıydı Hamas yönetimi…
Bu durumda insanın aklına ister istemez “komplo teorileri” düşüyor.
Ortaya çıkan ve bütün Ortadoğu’yu girdabına alma ihtimali olan bu savaş durumu Hamas’ın ve Netanyahu yönetiminin de dâhil olduğu bir senaryonun parçaları mı acaba diye düşünmeden edemiyorum.
Öncelikle, Hamas “yutamayacağı bir lokma” atmıştır ağzına. Yani, böylesi bir saldırıyla İsrail devletini işgal ettiği topraklardan çıkaracaklarını düşünüyor olamazlar. Çünkü her şeyden önce, askeri güçleri buna yetmez. Güçlerini artırmak için diğer Filistin güçleriyle birlik olmaları gerekmez miydi? Tersine, birlik olunmaması için her çabayı göstermişlerdir. Ya uluslararası destek? Büyük güçler bir yana, Arap devletlerinin çoğundan dahi destek alamaz durumdadırlar. İran bile, “Hamas’ı destekliyoruz ama harekâttan haberimiz yoktu” demek durumunda kalmıştır. Erdoğan ve Rusya da ateşkes çağrısı yapmanın ötesine geçememişlerdir. O zaman kime güveniyor Hamas? “Allah’a!” diyecek herhâlde bazıları. Ama Hamas bile böyle düşünmüyor bana sorarsanız. Allah’a inanan ve güvenenlerin bu işleri Allah’a havale etmesi gerekmez mi? Biz yoksullara sürekli bunu tavsiye etmiyorlar mı?
O zaman, gerçekten kime güveniyor Hamas?
Hamas, tıpkı IŞİD gibi, El Kaide gibi, Taliban ve Boko Haram gibi dini yapılar emperyalizmin direk veya dolaylı hizmetinde olan tetikçi provokasyon teşkilatlardır.
Suriye, Afganistan veya Afrika halklarının çıkarlarını ve mücadelelerini bu tür İslami örgütlerin çıkar ve mücadelelerine eşitlemek ölümcül bir yanılgı değilse, halkların mücadelelerine ihanettir.
Peki ya İsrail?
Günümüz İsrail devletinin emperyalist dünyanın, özellikle de ABD emperyalizminin başını çektiği “Batı emperyalizminin” sadık bir bileşeni ve “jandarması” olduğunu bilmeyen yoktur herhâlde.
İsrail, imkânını bulsa tüm Filistinlileri kovup topraklarına el koymaya hazırdır. Ama bunun bugünkü konjonktürde çok da mümkün olmadığını biliyor ve şimdilik, hedeflerine mümkün olan en yüksek derecede hizmet edecek bir anlaşmayı Filistin’e dayatma gayreti içindedir. Tıpkı T.C. devletinin Kıbrıs’ta sergilediği sömürgeleştirme politikaları gibi, İsrail de hedefine adım adım yürümektedir. Ve aynı şekilde, ABD bloğunun desteğini sürekli yanında hissetmektedir. ABD başta olmak üzere tüm müttefik güçler İsrail’e tam desteklerini açıklamış durumdadırlar.
Diğer yandaysa, Çin ve Rusya etrafında toplanmaya başlayan devletler ise, şimdilik açıkça taraf belirtmekten kaçınsalar bile, ateşkes çağrısı yaparak İsrail’in Gazze harekâtını önlemeye ve 1967 noktasına geri dönülmesi çağrısında bulunarak, bu yeni savaş dalgası sonunda İsrail’in elde edeceği yeni üstünlüğü engellemeye, engelleyemezlerse reddetmeye hazırlanıyorlar.
Kimsenin, ne ABD bloğunun, ne de Çin-Rus bloğunun Filistin ve İsrail halkları diye bir kaygıları yoktur. Onların kaygıları dünyanın bu yeniden paylaşımında hangi parçaları kendilerine dâhil edecekleri ile sınırlıdır. Türkiye devleti de öyle; T.C. devletinin de ne Filistin halkı ne de İsrail halkı umurundadır. Onun tek kaygısı, bu durumdan nasıl yararlanacağı ile sınırlıdır.
Tüm bunlardan benim çıkarabildiğim en başta gelen noktaları sıralayacak olursam, şöyle olabilir:
1.Uzun süredir tek kutuplu olarak yönetilen dünyamız, artık çift kutuplu bir hâl alma sürecini, dolayısıyla da ilişki ve çelişkilerini yaşamaktadır.
Bu kutuplardan birinin başında ABD, diğerinin ise Çin bulunmaktadır.
2.Bu iki kutuplu ortamdan birine henüz tam anlamıyla dâhil olmamış, ama süreç içinde dâhil olmak zorunda kalacak bir dizi devlet var. Bir yandan, kutupların başını çekenlerce bu devletlere baskı yapılırken, diğer yandan da bu devletler bu durumdan yararlanarak pay kapma gayreti içindedirler.
3.Bu iki kutup, şu veya bu şekilde tüm dünyayı paylaşmış olduklarından, statükoda ortaya çıkacak en küçük değişiklik ikisini de alakadar etmekte ve karşı karşıya getirmeye başlamıştır (Suriye, Ukrayna, Karabağ ve son olarak da İsrail-Filistin).
4.Bu durum, bu iki kutbu ve dolayısıyla da tüm dünyayı yangın yerine çevirmeye aday bir durumdur. Dünyayı anlaşarak bölüşmeyi beceremezlerse, savaşarak bölüşmeleri kaçınılmaz olacaktır. Çünkü emperyalist sistem bütün “cephanesini” tüketmiş durumdadır. Yapısal sorunları gereği üretici güçleri geliştirip geliştiremez durumdadır. Tersine, onları var olan seviyelerinin de gerisine çekmekle meşguldür; işsizlik, yoksulluk, yozlaşma ve yıkım dışında bir şey vaat edemez durumdadır. Yani, emperyalist sistem hem ekonomik hem de siyasi ve sosyal olarak iyice çürümüş, gömülmesi şart olan bir çürük ceset hâline gelmiştir ve gömülmediği sürece bu çürümüşlüğü tüm insanlığı da çürütmektedir.
5.Bu durumda ne yapmalı sorusu çıkıyor karşımıza.
Evet, ne yapmalıyız?
Durum tespitiyle işe başlamakta yarar var bana sorarsanız. Yani, komünistler durumun gerçekçi bir tespitiyle başlamalı işe. Dağınık kafaların, 1953 sonrası SSCB ve halk demokrasisi ile diğer devrimini yapmış ülkelerde ortaya çıkan durumların sebeplerini ve bu emperyalizme teslim oluşun yarattığı moral bozukluğu ve dejenerasyon batağından nasıl temizleneceğine kafa yorulmalı.
Bugünkü durumda, bırakın devrime önderlik etmeyi, işçi kitlelerine bile önderlik edecek durumda olunmadığının farkına vararak, ucuz kahramanlıklara kalkışmamalı, solcu lafazanlıklardan uzak durulmalı. İşçi kitleleriyle her düzeyde ilişkileri artıracak, komünistlere güvenlerini geliştirecek çalışmalar içine girmeli, mümkün olan her türlü reform mücadelelerine katılmalı, destek olunmalıdır.
Bir yandan yerel ve ülke çapında örgütlenmeye çabalarken, bir yandan da uluslararası ilişkiler kurmaya, var olanları geliştirmeye gayret edilmelidir.
Yaklaşmakta olan savaş tehlikesine karşı sürekli kararlı bir karşı duruş sergilemeli, emperyalizm ve faşizme karşı propaganda faaliyetleri yürütülmelidir.
Her türlü fırsatı değerlendirerek emperyalist sistemi teşhir etmeli, kitleleri emperyalist propagandalardan korumaya dönük çalışmalar yürütülmelidir.
Emperyalist sistemin toplumlar tarihinin sonu olmadığı bilinciyle hem ekonomik hem de sosyal ve siyasal alternatifin var olduğu bilinciyle, komünizmi, sınıfsız bir dünya düzenini, gerçek demokrasi olan doğrudan demokrasiyi yaşama geçirmek için tüm olanakların mevcut olduğunu kavramalı ve işçilere kavratma mücadelesi içine girilmelidir.
Emperyalizmin çürümüş, kokuşmuş cesedi mutlaka gömülecek, sınıfsız dünya, doğrudan demokrasi mutlaka elde edilecektir!