Dünya Sağlık Örgütü, Mart 2020’de ilk kez Aralık 2019’da Çin’in Vuhan kentinde çıktığı duyurulan Covid-19 hastalığının dünya çapında bir salgın, bir pandemi hâline geldiğini duyurdu. BM’ye bağlı DSÖ bu açıklamayı yaptığında, yalnızca Çin’den değil başta İtalya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden yoğun bakım ünitelerinin hasta dolu olduğu ve yoğun ölüm haberleri geliyordu. Mart 2020’den bu yana Korona pandemisi hiç gündemden düşmedi, genelde gündemin birinci maddesi oldu. Ağustos 2021’de, dünya çapında salgın hastalık ilanından 17 ay sonra, 23 Ağustos itibarıyla 212 milyon 14 bin insan Korona hastalığına yakalanmış, 4 milyon 433 bin kişi de Korona nedeniyle ölmüştü. Tek tek ülkelerde durumlar değişik olmasına rağmen dünya çapında hasta ve ölüm sayıları yeniden yükselmeye başlamıştı. Dünyanın birçok ülkesinde insanlık bir yılanın karşısında donmuş bir tavşan gibi “4. dalga”yı beklemekte idi.
Korona salgın hastalığının dünyanın gündemini önemli ölçüde belirlediği, 17 aydan beri süren Koronalı günler, görünen o ki bir süre daha dünyanın “yeni normal”i olacak. Pandemiden çıkış dünya çapında sürü bağışıklığı kazanılmadan mümkün değil. Sürü bağışıklığı için ise bilim insanları dünya nüfusunun en az %80’nin ya çift aşılı olması gerektiğini (şimdi üçüncü dördüncü aşıdan da söz ediliyor) ya da hasta olup, hastalığı ölmeden atlatmış olması gerektiğini belirtiyorlar. Dünya genelinde bundan çok uzaktayız. Bu bağlamda aşıların zengin ülkelerde yoğun biçimde depolanması, yoksul ülkelerin aşıdan mahrum olması sonucu, burada da “Zengin Kuzey”, “Yoksul Güney” arasında farklılaşma açık olarak yaşanıyor, yaşanacak. “Kuzey” sürü bağışıklığına esasta aşılanma üzerinden varırken, “Güney” nüfusun büyük bölümünün Korona hastalığına yakalanması, bağışıklık sistemi relatif güçlü olanların hastalığı ölmeden atlatması yoluyla kavuşacak sürü bağışıklığına. Bütün hastalıklarda olduğu gibi Korona pandemisinde de hastalık öncelikle yoksulları vurdu, vuruyor!
Koronalı 17 ayda, dünyada ve ülkelerimizde yaşanan gelişmelere göz attığımızda şunları görüyoruz:
Dünya ekonomisi
Dünya ekonomisi Korona öncesindeki 2019 yılında yeni bir ekonomik kriz devresine girmenin işaretlerini veriyor, büyüme hızında önemli bir gerileme yaşıyordu. Dünya ekonomisi, Dünya Bankası ve IMF verilerinin ortalamasına göre 2016’da %3,28; 2017’de %3,03 büyürken, büyüme hızı 2019’da %2,33’e kadar gerilemişti. Eğilim yıldan yıla gerileme, büyüme hızının düşmesi yönündeydi. %2,33’lük büyüme hızı 50 yıllık büyüme ortalamasının çok altında idi. Pozitif büyümenin esas taşıyıcıları Çin-Hindistan gibi burjuva istatistiklerinde “gelişmekte olan ekonomiler” kategorisi içinde ele alınan ülkelerdeki relatif yüksek büyüme rakamları idi. “Gelişmiş ekonomiler” kategorisi içinde ele alınan ekonomilerin önemli bölümü %0 ile 1 arasında gezinen bir oranda büyüme gösteriyordu. Bu gerileme eğilimi Korona sonuçlarının henüz ekonomiye tam olarak yansımadığı 2020’nin birinci çeyreğinde de sürdü. 2020’nin birinci çeyreğinde dünya ekonomisi 2009’dan sonra ilk kez, –%2,8 oranında– küçüldü. Bu açıkça artık yeni bir ekonomik kriz devresine girilmiş olduğu anlamında geliyordu. Mart 2020’de başlayan Korona pandemisi, pandemiye bağlı olarak alınan tedbirler 2020’nin ikinci çeyreğinde kendini bütün ağırlığı ile hissettirdi. Sonuç dünya ekonomisinde İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en yüksek küçülme oldu. Dünya ekonomisi 2020’nin ikinci çeyreğinde %8 civarında küçüldü. Bu oranda bir küçülme, ekonominin olağan bir gelişmesi değildi. Başlayan krizin çok kısa süre içinde depresyon aşamasına gelmesi, ekonominin sözün gerçek anlamında “dibe vurması” ikinci bir krizin Korona krizinin sonucu idi. Bu gidişin durdurulması için, 2008-2009 krizinde olduğu gibi devletler ekonomik aktörler olarak devreye girdiler. Burjuva devletler, Marx’ın deyimi ile “Düşünsel Toplam Kapitalist” olarak, ellerindeki bütün mali araçları kullanarak ve önemli ölçüde borçlanarak, ekonomiyi çöküşten kurtarmak için büyük “Korona yardım paket”leri açtılar. Bu paketlerin hacmi 2008-2009’da açılan paketlerin hacminden çok daha büyük idi.
Öncelikle büyük tekellere sıfır faizli uzun vadeli krediler verildi. Vergi alımı ve vadesi gelmiş borçların geri alımı durduruldu vb. “İnovasyonu teşvik”, “iş yerlerinin korunması” vb. adına büyük hibelerde bulunuldu. Orta ve küçük burjuva işletmelere de, işsizliğin patlamasını önlemek için işçi ücretlerinin devlet tarafından üzerlenilmesi, vadesi dolmuş kredi borçlarının silinmesi veya ötelenmesi gibi yardımlar yapıldı. Ekonominin Korona’yı engellemek amacıyla tam kapandığı turizm, gastronomi, kültür, eğlence alanı gibi alanlarda da –tabii başta büyükler olmak üzere– küçümsenmeyecek mali yardımlar yapıldı. İşçiler emekçiler için ise esasta “kriz hepimizi vuruyor, hepimiz aynı gemideyiz, hepimizin fedakârlık yapması gerek” türküleri çalındı. En iyi hâlde, patronlar tarafından işten atılma tehdidi altında olan işçilerin “kısa çalışma” ücretleri ödenerek, büyük çapta işten çıkarmalar önlendi. Bunun yanında Korona nedeniyle patlayan sağlık giderlerinin bir bölümü de –örneğin bedava test, bedava aşı, bedava maske dağıtımı vb. biçiminde– devletler tarafından üzerlenildi. Fakat örneğin, “tam kapanma” denen dönemlerde bile, işçilerin ücretlerinde hiçbir kesinti yapılmaksızın evde kalmasının sağlanması, hiçbir burjuva devletin “aklına gelmedi”. Ya da hiçbir burjuva devlet, büyük sanayiye yapılan hibelerin küçük bir bölümü ile karşılanabilecek kimi işleri yapmadı. Örneğin yüz yüze eğitimin sürdürülmesi için gerekli altyapı, bütün sınıflara hava filtrelerinin kurulması vb. 17 ay içinde yapılmadı. “Tam kapanma” dedikleri, çoğu emekli olan 65 yaş üzeri insanların ve okul çağındaki çocukların evlere hapsolması biçiminde uygulandı. Tam kapanma dedikleri dönemde de işçiler işinin başında idi. Bütün sanayi işletmelerinde üretim aksatmadan sürdürüldü. Tarımda da üretim, Korona öncesindeki dönemde ne ise, öyle sürdü. Yalnızca hizmet sektöründe ve kimi sanayi kuruşlularında bilgisayar üzerinden çalışılan büro işlerinde işin örgütlenmesinde bir yenilik getirdi Korona krizi. Bu alanda “evden çalışma” ve “hibrid” (belli bir zaman evden çalışma, belli bir zaman büroda çalışma) çalışma biçimleri bu dönemde geniş çapta devreye girdi, geniş çapta denendi.
Ekonominin ana dallarında “Korona krizi” sonucunda –burjuva devletlerin doğrudan devreye girmesi ile– geri dönüşü olmaz bir çöküş yaşanmadı. Kriz esas olarak kimi alanların öne çıkması, sanayinin değişik alanlarının ekonomik ağırlığının artması biçiminde bir etki yaptı. Ekonomide dijitalleşme büyük bir ivme kazandı. Dijital hizmet sunan tekellerin geliri, kârı, dünya ekonomisindeki ağırlığı arttı. Sanayide ilaç tekellerinin ve kimya tekellerinin rolü büyüdü. Bunlar “Korona krizi”nin gerçek kazananları oldular.
Ticarette, dijital alış-veriş siteleri büyük kârlar elde ettiler.
Burjuva devletlerin büyük boyutlardaki Korona yardım paketleri kısa süre içinde etkilerini göstermeye başladı. Dünya ekonomisi, 2020’nin ilk iki çeyreğindeki derin küçülme ertesinde, 3. çeyrekten itibaren yeniden büyümeye başladı. Fakat bu büyümenin boyutları ilk iki çeyrekteki derin küçülme ve çöküşü telafi edecek düzeyde olmadı. Sonuçta dünya ekonomisi, 2020 yılında bir önceki yıla göre toplamda ortalama %3,2 oranında küçüldü. Bu yıllar bazında ele alındığında İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en yüksek küçülme oranıdır. Bundan önceki en yüksek küçülme oranı %1 küçülme ile (%-1 büyüme) 2009 yılında yaşanmıştı.
Dünya ekonomisinin 2021’in ilk iki çeyreğindeki büyüme rakamları yeniden büyümenin eğilim hâline geldiğini gösteriyor. Büyümede en önemli katkıyı sanayi üretiminin sağlaması olgusu, bu büyüme eğilimin süreceği anlamına geliyor. UPF (IMF) ve Dünya Bankası, 2021 yılında dünya ekonomisinde %6’nın üzerinde büyüme bekliyor. 2022’de de büyümenin biraz hız keserek sürmesi bekleniyor. 2021’de birinci çeyrek ertesi yapılan 2022 için %4’lük büyüme öngörüsü, ikinci çeyrek sonrasında %4,7 olarak revize edildi. Gerek 2021 büyümesi, gerek 2022 büyüme beklentisi, görüldüğü gibi %3,5’luk uzun erimli ortalamanın üzerinde. Ancak burada bu “yüksek” büyümenin çıkış noktasının 2020’de yüzde 3,2 küçülmüş olan dünya ekonomisi olduğu bilinmelidir. 2021-2022’deki büyümeler henüz kayıpları telafi edip, başlayan ve Korona ile derinleşen ekonomik kriz öncesi seviyeye gelme anlamına gelmiyor. Yalnızca dipten çıkıldığı anlamına geliyor. Büyüme eğiliminin sürmesi hâlinde – ki yeni bir pandemi, yaygın bir savaş vb. olmazsa bu durumun sürmesi normal gelişme olur– 2023 sonunda 2019 seviyesinin yakalanıp, aşılması gündeme gelecektir. Bu “düzlüğe çıkış” devlet borçlarının artması sayesinde olan bir çıkıştır.
Büyük ekonomiler açısından 2020 yılını, kendi büyüme oranlarına göre düşük bir büyüme oranı kapatan tek ülke Çin oldu. Çin ekonomisi 2020’de, Korona’ya rağmen %2,3 oranında büyüdü. Bütün diğer büyük ekonomiler 2020 yılında küçüldüler.
(Bu bağlamda Türkiye, üyesi olduğu “Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü” (OECD) ülkeleri (38 ülke) arasında 2020 yılını ekonomik büyüme ile tamamlayan tek ülkedir. Türkiye ekonomisi 2020 yılında %1,8 oranında büyümüştür. İlginç olan burada da büyümenin motorunun sanayi alanındaki büyüme olmasıdır.)
Korona’dan geri kalacak olanlar
Ekonomi alanında: Korona krizi ekonomik açıdan bakıldığında, dijitalleşme ve öncelikle büro işlerinin örgütlenmesi konusunda kalıcı etkiler bırakacak gerisinde.
Sanayide dijitalleşme Korona öncesinde de, en başta büyük sanayi tekellerinde robotiğin gelişmesinde görüldüğü gibi etkisini arttırmış, kalifiye olmayan kol emeğinin yerini giderek artan ölçüde sanayi robotları almaya başlamıştı. Korona krizi sanayide dijitalleşme, robotlaşma eğilimini hızlandıran bir rol oynayacaktır. Korona krizi bir kez daha şunu gösterdi: Canlı emek kırılgandır. İnsan hastalanabilir. Uzun süren bir pandemi üretim sürecini önemli ölçüde aksatabilir. Bu yüzden orta-uzun vadede en azından fazla kalifiye olmayan kol emeğinin –en başta bant işinin– sanayi robotları tarafından üzerlenilmesi önümüzdeki dönemde daha yoğun gündeme gelecektir. Bu alanda gelişmelerin hızlanması açısından Korona krizi tetikleyici bir rol oynadı. Kapitalist tekeller arasında bu alanda rekabet önümüzdeki dönemde kızışacaktır.
Dijitalleşme ve sanayi robotlarının yoğun kullanımının artmasının sonuçları: İş hızının ve sömürünün yoğunlaşması. Sanayi robotlarının yerini aldığı insan emeğinin, ya uzun vadeli “sosyal yardımla yaşayan” yeni işsiz-yoksullar ordusuna katılması, ya da “hizmet alanında” çalışmaya yönelmesi. Kapitalizm geliştikçe, toplumsal zenginlik büyüdükçe, emeğin sanayi ve tarım alanından, giderek çeşitliliği artan hizmet alanına yönelmesi, diğer alanlarda istihdam azalırken, hizmet alanında istihdamın artması, bunun yanında fakat büyük bir işsizler ordusunun da büyümesi bütün kapitalist ülkelerde yaşanan bir süreç. Kapitalizm açısından, var olan işin günlük-haftalık çalışma saatlerinin düşürülmesi yoluyla emekçiler arasında paylaştırılması yerine, yoksul işsizler ordusunun, Marx’ın deyimi ile “yedek sanayi ordusu”nun, büyütülmesi tercih edilir seçenektir. İşsizler ordusu ne kadar büyük olursa, çalışan işçiler üzerinde baskı o kadar yoğun olur. İşsiz işçilerle, işi olan işçiler arasında rekabet, çalışan işçilerin kendi aralarındaki rekabet, kapitalizmin yaşam kaynaklarından biridir. “Ücretli Emek hiç ayrımsız, emekçiler arasındaki rekabete dayanır.” (“Komünist Partisi Manifestosu ve F. Engels, Komünizmin Temel İlkeleri”, Karl Marx-Friedrich Engels, s.52, İnter yayınları, Aralık 1988, İstanbul.)
Kapitalist sistem açısından “ölmeye çok, yaşamaya az”, “sosyal yardım”larla geçinmeye çalışan geniş bir kesimin varlığı kötü değil, iyidir! Böylece hem kapitalist devlet karşısında adeta dilenci durumuna düşürülen emekçiler, hem de patronlar tarafından işyerlerinde sürekli işyerini kaybetme tehdidi altında tutulan işçiler çok daha iyi disipline edilebilir, çok daha kolay kontrol altına alınabilir. Sosyalizmde-komünizmde işçilerin emekçilerin sağlıklı ve konforlu yaşamlarını sürdürmek için şartları oluşturan, “üretimde en ileri tekniğin kullanılması”, kapitalizmde yalnızca patronlar açısından maksimum kârlarını arttırmak için kullanılıyor.
Korona günlerinin hizmet sektöründe getirdiği “yenilik”, öncelikle dijital tekniğin kullanımının yaygın olduğu büro işlerinde işin örgütlenmesindeki değişiklikler oldu. Bu dönemde, “evden çalışma” ve “hibrid çalışma” (haftanın belli günleri evde-belli günleri işyerinin bürosunda) yöntemleri ilk kez bu kadar yaygın ve yoğun biçimde kullanıldı. Korona dönemi bu bağlamda âdeta bir laboratuvar olarak kullanıldı, kullanılıyor. Şimdiye kadar büyük büro mekânlarında dijital teknik kullanılarak yapılan hizmet çalışmalarının (muhasebe, yönetim, planlama, proje geliştirme, mimari çizim vb.) önemli bölümünün evlerden de yapılabileceği görüldü. Kapitalist patronlar açısından “evden çalışma”nın yaygın kullanımının büyük avantajları var. “Evden çalışma”da çalışma kuralları önemli ölçüde esnetiliyor. Patronlar için her çalışanın evi, patronun büro işlerinin yapıldığı mekânı hâline geliyor. Böylece patronlar büro mekânları için özel bir masraf yapma durumundan kurtuluyorlar. “Ev”ler işyerinin parçası, uzantısı hâline geliyor. Çalışan için, iş ve “özel hayat” arasındaki çizgiler silikleşiyor. Güya “iş saatlerini özgürce belirleme” adına, büro emekçisi her an ulaşılabilir, her an işe çağrılabilir hâle geliyor. Bu esasında bu alanda da sömürünün yoğunlaşması anlamına geliyor. Bu yüzden Koronalı günlerin bir sonucu, önümüzdeki dönemde en azından büro işlerinin evden yürütülmesinin daha fazla gündeme gelmesi olacaktır. Büyük işyerlerinde birlikte çalışma yerine, yalnız başlarına her biri evden, âdeta dijital köle durumunda çalışan insanların örgütlenmesi, çok daha zor olacaktır. Kuşkusuz evden çalışanlar dijital yollarla kendi aralarında ilişkiler kurabilir, sosyal medya üzerinden haberleşebilir vb. Fakat örgütlenme yüz yüze ilişkiyi gerektirir.
Bu bağlamda sendikalara büyük görev düşmektedir. Sendikalar, “evden çalışma” konusunda tavır geliştirmek, bu çalışmanın emeğin daha yoğun sömürüsünün bir yolu olmaktan çıkarılması için talepler üretmek ve evden çalışanların sendikal örgütlenmesinin nasılı konusunda siyaset belirlemek görevine sahiptir.
Koronalı günlerin ekonomi alanında gösterdiği bir başka gerçek, burjuva liberal ekonomi teorilerinin kriz dönemlerinde çöktüğüdür. “Devlet ekonomiye karışmasın”, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”, “Pazara müdahale edilmesin, onu kendi hâline bırakırsanız, pazar kendisi sorunları hâl eder” liberal teorilerini savunanların büyük çoğunluğu da Korona krizinde “Devlet”i müdahaleye çağırdılar. Devlet, ekonominin çöküşünü engellemek için derhal büyük işletmelere destek vermeli, bunun yanında fakat orta küçük boyda işletmeler de unutulmamalıdır noktasına geldi liberal teori savunucularının önemli bölümü. Korona krizinden en çabuk ve en az zararla çıkan ekonominin, sosyal faşist Çin ekonomisi olması, “Ekonomik kalkınma ancak demokrasinin olduğu yerde olur” biçimindeki liberal ekonomi teorilerine pratik cevap oldu. Kısaca: Liberal ekonomi teorisi, kriz dönemlerinde çöküyor. Bu teori, kapitalist kalkınmanın yüksek olduğu dönemlerde rağbet bulan ve uygulanan, kapitalizmin “güzel günleri”nin teorisi. Kriz dönemlerinde burjuvazi, bütün kapitalist sınıf adına hareket eden devletin kriz dönemi aşılıncaya dek ekonominin başat unsurlarından biri olarak hareket ettiği siyasete geçiş yapıyor.
Bütün devletlerin esas gelir kaynağı dolaylı ve dolaysız vergilerdir. Üretimin düştüğü kriz dönemlerinde vergi gelirleri düşer. Eğer devlet bütçesinde yeterli birikmiş yedek yoksa devletler kriz dönemlerinde çıkardıkları devlet tahvillerini satarak, ya da devletin iç ve dış mülklerini ipotek ederek borçlanır. Kriz ne kadar büyükse, krizi aşmak için kapitalistlere verilecek hibe ve kredilerin boyutu, devlet borcu da o ölçüde büyük olur. Korona krizi döneminde istisnasız tüm devletlerin borç stoku yükseldi. Borç stokunu eritmenin kalıcı yolu üretimi arttırmaktır. Çünkü bütün gelirin maddi temeli üretimdir. Burjuva devletlerin özellikle ve öncelikle kriz dönemlerinde başta büyükler olmak üzere kapitalist işletmelere bol kepçe kredi vermesinin, hibelerde bulunmasının nedeni budur. Sonuçta kriz dönemleri, “Devletlerin ekonomideki rolü azalıyor, devletlerin yönetiminin yerini üç beş büyük tekel alıyor, alacak” teorilerinin de bugünün gerçeklerinden kopuk afaki teoriler olduğunu gösteriyor. Koronalı günlerde bunu bir kez daha gördük, yaşadık.
Yine şunu gördük ve yaşadık: Kapitalizm kendiliğinden çökmez, çökmüyor. O krizlerden çıkmasını, yer yer krizleri fırsata dönüştürmeyi beceriyor. Tabii bu işçilerin ve emekçilerin daha yoğun sömürülmesi pahasına, kriz yüklerinin işçi ve emekçilerin sırtına yüklenmesi yoluyla, yeni sömürge, bağımlı ülkelerde emperyalist talanın artması yoluyla vb. oluyor.
Siyasal alanda
Korona döneminde bütün burjuva iktidarları, bunların görünürde ve lafta en “demokratik” olanları da yönetimde yürütmenin belirleyici olduğu yöntemlere geçtiler. Halkın sağlığını koruma adına “olağanüstü hâl” ilan edildi. Hükümetler, birçok hâlde hükümetler bile değil, hükümetler içinden az sayıda bakan, (genelde sağlık ve içişleri ve eğitim, bakanları) başkan veya başbakandan oluşan “Korona kabineleri”, “Kanun hükmünde kararnameler”le yönettiler. Olağanüstü hâl yönetiminde parlamentoların fonksiyonu sadece belli aralıklarla “olağanüstü hâl”in uzatılmasına onay vermekle sınırlandırıldı. İşçi ve emekçi yığınlarının “olağanüstü hâl” yönetimlerine alıştırılmasının da aracı oldu Korona.
Uluslararası alanda değişen güç dengelerine paralel olarak sertleşen dünyanın emperyalist büyük güçler arasında yeniden paylaşılması dalaşında yeni bir dünya savaşı tehlikesi giderek büyüyor, Üçüncü Dünya Savaşı mayalanıyor. Bütün dünyada silahlanma yarışı boyutlanarak sürüyor. Temsilci savaşları dünyanın dört bir yanında sürüyor. Emperyalist büyük güçler başta olmak üzere bütün emperyalist dünya aslında harıl harıl savaşa hazırlanıyor. Bir savaş durumunda cephe gerisinin sağlama alınması en önemli şeylerden biridir. Savaşın mantığı, içte güçlü, istikrarlı, hızlı hareket edebilen, her türlü çatlak sesi bastıran bir yönetim talep eder. Savaş “olağanüstü hâl” yönetimini dayatır. Korona bütün burjuva yönetimlerine, “olağanüstü hâl” ile yönetmeyi deneme fırsatını sundu. Gerekçe hazırdı: Halk sağlığını korumak için bu pandemi döneminde “olağanüstü” tedbirler almak gerekti. Kaybedecek zaman yoktu! Burjuvazi halkın sağlığını koruma adına, “olağanüstü bir hâl” durumunda –bunu savaş durumunda olarak da okuyabilirsiniz– burjuva demokratik hakları ne ölçüde kısıtlayabileceğini, halkın nereye kadar bunu kabullenebileceğini pratikte deneyerek gördü, görüyor.
Emperyalistler arasındaki paylaşım dalaşının önümüzdeki dönemde daha sertleşeceği aşikârdır. Bu yüzden önümüzdeki dönemde de, değişik gerekçelerle burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırıldığı “olağanüstü hâl” yönetimleri ile daha sık karşılaşacağız.
Bu kez “halk sağlığını korumak” idi görünürdeki gerekçe. Fakat bütün burjuva ülkelerde yaşadığımız pratik gerçekte burjuva devletler açısından “halk sağlığı”nın en iyi hâlde sağlık alanında faaliyet gösteren tekellerin kârlarını arttırmak için kullanılan bir araç olmanın ötesinde bir anlamı ve işlevi olmadığını gösterdi.
Neyi gösterdi bu bağlamda Korona krizinde yaşadıklarımız?
Hiçbir burjuva devlet pandemiye karşı mücadele konusunda hazırlıklı değildi. Daha 2011 yılında, kendi “Dünya Sağlık Örgütü” (DSÖ/WHO) isimli kurumları, dünya çapında bir salgının muhtemel olduğu konusunda bütün devletleri uyardı. Bütün devletlerin pandemiye karşı mücadele planları geliştirmeleri; önceden tedbir almaları gerektiği yönünde açıklama yaptı. Bütün burjuva devletler güya bu çağrıya uydular. Güya olası bir pandemi tehlikesine karşı planlar geliştirdiler, tedbirler aldılar. Pandeminin ilan edildiği Mart 2020’de ne gördük? Hiçbir burjuva devlet, en gelişmişleri de dâhil, pandemiye hazırlıklı değildi. Yeter dezenfektan, maske, eldiven, korunma elbisesi bile temin edilmemişti. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin hastanelerinde doktorlar ve sağlık çalışanları, yer yer çöp torbalarını koruyucu elbise olarak kullanma durumunda kaldılar. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin hastanelerinde bir pandemi hâlinde kullanacak yeter sayıda solunum cihazı yoktu. Amacı maksimum kâr olan hastane adlı işletmelerde bir pandemi hâlinde kullanılacak yeterli sayıda yoğun bakım ünitesi yoktu. Birçok ülkede doktorlar yeterli sayıda yoğun bakım ünitesi, yeterli sayıda solunum cihazı olmadığı için, ölme ihtimali en yüksek olanların tedavisinden vaz geçmek durumunda kaldılar. Bunun adına Triaj dediler. Yani burjuvazinin “halkın sağlığını koruma” teraneleri gerçekte boş laf. Sadece bu açıdan bile “bu sistem zararlıdır.” Hepsi biz hazırız dediler, ama hazır değillerdi. Halka hiçbir zaman gerçekleri olduğu gibi açıklamadılar. Hep yalan söylediler. Süreç içinde onlarca kez, duruma göre tavır takındılar. Örneğin pandeminin başlarında, maske konusunda önceden yeterli tedarikleri olmadığı için, maske takmaya ihtiyaç olmadığını söylediler. Sonra panik içinde, maske temini işine girdiler. Burada kimi firmalar milyarlar kazandı. Yeterli maske olduğunda bu kez maskenin faydalarını anlatıp, maske takma zorunluluğunu getirdiler.
Benzer gelişmeler olağanüstü kısa dönemde geliştirilen aşılar konusunda yaşandı. Aşıların henüz çeşitlenmediği dönemde, hangi aşı varsa, ondan yaptırılsın “bilimsel” açıklama idi. Sonra aşılar çeşitlendikçe firmalar arasındaki rekabetteki taraf “bilimsel” açıklamaların kıstası hâline geldi. Belli aşılar –örneğin inaktif AstraZeneca (İngiltere/İsveç) aşısı– başlangıçta kurtarıcı iken, mRNA aşısı BioNTech Pfizer (ABD/Almanya) yeter miktarda piyasaya çıktığında, âdeta işe yaramaz ilan edildi. Örneğin Almanya şimdi elinde kalan AstraZenece aşılarını, Afrika’ya gönderiyor. Belli zaman dilimi içinde kullanılmadığı zaman çöpe atılacak aşıların kimi Afrika ülkelerine hibe edilmesini de utanmazca “Pandemiye karşı uluslararası mücadeleye katkı”, “Fedakârca İnsani yardım” vb. olarak satıyor!
Bir yandan “yüz yüze temas”ların en alt düzeye indirilmesi gerektiğini anlattılar. Bunu zorlayan tedbirler aldılar. Fakat diğer yandan üretimde bir kısıntıya gitmediler. Yani işçiye evde kal dediler. Diğer yandan fabrikaya git, yoksa para vermem, işsiz kalırsın dediler.
Siyasi açıdan Korona krizi, kapitalist sistemin halk sağlığı açısından zararlı bir sistem olduğunu net olarak gösterdi.
Korona’yı bahane göstererek, devletlerin aldığı tedbirler bağlamında yapılması gereken şuydu:
Bu tedbirlerin geç alındığı, yetersiz alındığı, doğru uygulanmadığı noktasında eleştirilmeliydi burjuva devletler. Onlar en başından “geleceği belli olan” pandemiye karşı yeterli hazırlık yapmadıkları için teşhir edilmeli idi.
Pandemi geldiğinde hiç geciktirmeden “tam kapanma”, enerji üretimi ve günlük ihtiyaçların karşılanması için zorunlu işlerin yapılması, sağlık hizmetleri dışındaki bütün alanların kapanması ve bunun doğru gerekçelendirilerek, gerçek durum açıklanarak uygulaması gündeme gelmeli idi.
Bu bağlamda, evet burjuva özgürlükler belli bir süre sınırlanacaktı. Sınırsız özgürlük yoktur. Halk sağlığının gerçek anlamda korunmasının zorunlu hâle getirdiği özgürlük sınırlandırmaları, halka doğru anlatılarak sınırlandırılmalı idi. Bunların hiçbiri yapılmadı.
Burjuvazinin krizi yönetmedeki iflası, yalancılığı vb. emekçi yığınları kapitalist sistemden koparmak için, devrimci bir muhalif hareketi yaratmak için çıkış noktası olabilirdi. Olmadı. Çünkü böyle bir işe önderlik edecek güçlü bir komünist örgüt ve hareket yoktu.
Korona dönemi, güçlü bir Komünist Partisi’nin varlığı durumunda mücadele açısından önemli gelişmelere gebe olabilirdi. Bir kez daha güçlü komünist partilerin yokluğunun sonuçlarını yaşadık Korona krizinde.
Korona döneminde, burjuvazinin tutarsız ve yalan dolu siyasetine duyulan tepkiyi, Korona olgusunu ret eden, aynı egemen burjuva sistemi gibi, halk sağlığı diye bir derdi olmayan, komplo masal anlatıcıları, esoterik, faşist güçler kendi kanallarına akıtmayı başardılar. Bunlar güya demokrasi ve özgürlük adına, Korona tedbirlerine karşı kitlesel eylemler düzenlediler. Kendileri sistemin en sağ, en şoven, en saldırgan unsurları olanlar, Korona günlerinde “sisteme karşı muhalefet” pozlarında çıktılar ortaya.
Bu unsurlar, önümüzdeki dönemde de varlığını sürdürecektir. Güya sisteme muhalifmiş gibi görünen bu faşist güçler, gerçekte egemen burjuvazi tarafından el altında tutulup beslenmektedir. Bunlar yeri ve zamanı geldiğinde, güçlenen sol bir muhalefete karşı bastırma hareketinde kullanılabilecek sivil faşist güçlerdir. Bunlara karşı mücadele mutlak gerekliliktir. Fakat bu mücadele verilirken, bugün burjuva devletlerde faşizm tehlikesinin esas kaynağının bizzat iç faşistleştirmeyi geliştiren burjuva devletlerin, onların geleneksel partilerinin olduğu da bir an unutulmamalıdır.
Sosyal alanda
Sosyal alanda Korona krizinden geriye kalacak olan çelişme dolu bir mirastır.
Öncelikle gelişmiş ülkelerde Korona döneminden geri kalacak olan, kuşkusuz kişisel tüketimde alışveriş alışkanlıklarının önemli ölçüde değişmesidir. Evden, internet üzerinden alışveriş, Korona döneminde zorunluluk sonucu muazzam ölçüde artmıştır. Korona öncesinde de bu yönde var olan değişme ve gelişme, büyük ivme kazanmıştır. Bu eğilim sürecektir.
Kuşkusuz, bu bir açıdan yaşam konforunun artması anlamına geliyor. Dışarı çıkıp alışveriş yapma “zahmet”inden kurtuluyorsunuz. Evden ısmarlıyorsunuz. Ismarladığınız evinize getiriliyor. Fakat ne pahasına?
Kişisel tüketim alışverişinde dijital alış-veriş platformlarının rolünün artması ile zaten var olan küçük alışveriş dükkânlarının iflası süreci hızlanacaktır.
Buna bağlı olarak tabii küçük kişisel alışverişe bağlı sosyal ilişkilerde bir gerileme yaşanacaktır.
Alışverişte peşin para kullanımının yerini “kartla” dijital para ile alış-verişin alması süreci hızlanacaktır.
Bu aynı zamanda fakat bireylerin egemen sınıflar tarafından kontrol edilmesi sürecinin de hızlanması demektir. Gelişmeler insanların büyük çoğunluğunun bu gelişmenin farkında olmadıkları, ya da farkında olanların çoğunun da gelişmeden rahatsız olmadıklarını gösteriyor. Bütünüyle kontrol altında olan, devletin kontrolü dışında olan hiçbir “özel”i kalmayan, tam anlamda “şeffaf”, “camdan vatandaş” giderek distopik bir betimleme olmaktan çıkıyor, olgu hâline geliyor.
Pandemi burjuvazi tarafından çok iyi kullanıldı.
Sosyal alanda pandemide yaşadığımız, birebir insani sosyal temasın mümkün olan en az seviyeye indirilmesi oldu. Analog, doğrudan sosyal ilişkiler, aynı evde birlikte yaşayan insanlarla sınırlandı. Bu virüsün yaygınlaşmasını engellemek için zorunlu idi. Ancak bu aynı zamanda insanların birbirine karşı korkuyla ve âdeta düşmanca ve kuşkuyla yaklaşmasını da beraberinde getiren bir rol oynadı. Bireysellik çok daha fazla öne çıktı. Bundan geriye ne kalacağını şimdiden söylemek için erken, ileriki dönemde göreceğiz.
Pandemi döneminde bir yandan insanların kendi çıkarlarını düşünmeden, kendilerinden daha korumasız durumda olan insanlara yardım ettikleri durumlar yaşadık. Örneğin bir apartman da genç insanlar, o apartmanda yaşayan ve fazla tanımadıkları yaşlı insanların alışverişlerini yaptılar hiçbir karşılık beklemeden.
Hastanelerde sağlık çalışanları canlarını tehlikeye atarak fedakârca çalıştılar vb. vs.
Diğer yandan fakat “kapanma” kararı ilan edildiğinde, süpermarketlerde yaşanan sıra kavgalarını, korku verici bencillikleri gördük. Başkalarının sağlığı benim için hiçtir bencil, bireyci yaklaşımları gördük, yaşadık.
Bir yandan insani dayanışma örnekleri, diğer yanda “önce ben”, “benden sonrası tufan” tavırları Koronalı günlerde yoğun olarak gösterdi kendini. Birincisi geleceğin insani toplumunun umudu olan tavırlar, insani diğer hayvanlardan ayıran tavırlar. İkincisi kapitalist toplumun yarattığı bencil, benmerkezci, a-sosyal tavırlar. Kapitalist toplumun insanının tavırları. Birinci tavırları yaşadığımız ve yaygınlaştırdığımız ölçüde yürüyeceğiz geleceğin toplumuna.
Bir de kriz dönemlerinde kimi hurafelerin, nasıl yaygınlaşabildiğini gördük. Kimi yalanlar kendi balonları içinde yaşayan kesin inançlı gruplar içinde a-sosyal medya sayesinde adeta ışık hızıyla yayıldı. Küçümsenmeyecek sayıda insan hurafeleri kendi kesin gerçeği hâline getirdi. Korona inkârcılığı Koronalı günlerde adeta yeni bir din olarak çıktı ortaya.
Bu bağlamda hurafelerin karşısına bilimi çıkarırken, bilimin sorgulamayla başladığı gerçeğini, durağan, değişmeyen bir şey olmadığını, sürekli geliştiği gerçeğini de unutmamalıyız. Bilim din değildir.
Korona ile geri plana itilenler
Dünyanın yeniden paylaşılması dalaşı bütün hızıyla sürüyor
Dünyayı sarsan, uzun süre gündemin ilk sırasında yer alan ve hâlâ da etkinliğini sürdüren Covid-19 salgını, gündemdeki birçok önemli gelişmeyi geri plana itti. Yer yer perdeledi, görünmez kıldı. Bunların en başında aslında dünyanın egemen emperyalist güçler arasında yeniden paylaşılması dalaşı, bu dalaşın güncel görüntüleri geliyor.
Bu dalaşın baş aktörleri, bir yanda gerileme sürecinde bulunan ABD emperyalizmi ve müttefikleri; diğer yanda ilerleyen Çin emperyalizmi. Şimdiki saflaşmada ABD ve Batılı emperyalist güçlerin hegemonyasından rahatsız olan ve kendi egemenlik alanını korumak ve genişletmek için mücadele yürüten emperyalist Rusya olası bir çatışmada Çin’in yanında yer alacak gibi görünüyor. İran, Hindistan, Türkiye, Brezilya gibi bölgesel emperyalist güç olma hedefine ve potansiyeline sahip ülkeler ABD-Çin arasındaki çelişmelerden yararlanmaya çalışıyor. Şimdilik çatışmanın baş aktörlerinin biri yanında, diğerine karşı açık tavır almak yerine, her iki tarafla da mesafeli bir ilişki sürdürüyorlar.
Satın Alma Paritesi üzerinden yapılan hesaplarda dünyanın en büyük ekonomisi hâline gelmiş, ekonomik büyüklük açısından ABD’yi sollamış olan Çin, Korona döneminde de –küçük oranda da olsa– büyümesini sürdüren tek büyük ekonomi olarak, krizlere karşı en dayanıklı gücün kendisi olduğunu gösterdi. Çin hâlâ sosyalizm adını kullanarak uyguladığı faşist yönetim tarzıyla ülke içindeki her türlü muhalefeti eziyor. Koronalı dönemde, bu faşist yönetim tarzı egemenlere, milyonlarca nüfusu olan şehirleri, önemli bir itirazla karşılaşmadan, tam karantina altına alma imkânını sağladı. Korona dönemi aynı zamanda Hongkong’da gelişen Batı yanlısı “demokrasi hareketi”nin de faşist şiddetle geriletilmesi, neredeyse sıfırlanması için kullanıldı.
İdeolojik gerekçelendirmeler ve gerçekler
Uluslararası alanda hegemonya dalaşında gerileyen güç konumunda olan ABD emperyalizmi ve müttefikleri yürüyen dalaşı ideolojik ve kültürel alanda demokrasi ve özgürlük, insan hakları savunucuları (kendileri!) ile demokrasi, özgürlük düşmanı “otoriter” rejimler arasındaki mücadele olarak tanıtıyorlar. Bir yanda “Batı”nın evrensel demokratik ilkeleri, diğer yanda “Doğu”nun otoriterizmi! Buna karşı Çin, onun yanında Rusya, İran, RTE Türkiye’si vb. “Batının evrensel kültür değerleri” söyleminin karşısına, her ülke ve kültür çevresinin kendi değerleri olduğunu, Batının kendi yaşam tarzını ve kültürünü “evrensel” olarak sunmasının, sömürgeci bir dayatma olduğu tezini çıkarıyorlar. Bunların ikisi de sonuçta anda yürüyen dünyayı yeniden paylaşma, dünyaya egemen olma dalaşında kullanılan ideolojik gerekçelendirmeler.
Doğunun insan haklarını ayaklar altına alan “otoriter” rejimlerine karşı Batılı, evrensel değerlerine sahip çıkan “demokrasi”ler! Batının ideologları, propagandistleri bugün çatışmanın taraflarını böyle adlandırıyor. Yaratılmak istenen ve aslında muazzam boyutlardaki medya bombardımanı ile yaratılan algı bu!
Olgu ise şu: Bir yanda egemen burjuvazinin ekonomik açıdan kalkınma hızında Batıyı yakalayan ve geçen, faşist, sosyal faşist diktatörlükleri. Diğer yanda sürekli alınan yeni faşist tedbirlerle iç faşistleşmesi ilerleyen, ırkçılığın, şovenizmin boyutlarının yükseldiği gerici burjuva diktatörlükleri. Bunlar henüz faşist değil, fakat savaş hazırlıklarına bağlı olarak gelişmeleri bu yönde. Korona döneminde özgürlüklerin ve hakların “halkın rızası ile” ne ölçüde sınırlandırılabileceği konusunda epey tecrübelendiler.
Gerçekte demokrasi, insan hakları, evrensel kültür vb. Batı’nın sömürgesel, yeni sömürgesel saldırı ve işgal girişimlerinin ideolojik üzengisi. Bunu Irak’ta gördük. Suriye’de gördük, görüyoruz. Şimdi sonlandırılmak zorunda kalınan Afganistan işgalinde gördük. Latin Amerika’da ki açık, gizli darbelerde gördük. Bu kavramların ardında gizlenen çıplak emperyalist çıkarlardan başka bir şey değil.
ABD’nin ve müttefiklerinin aslında Rusya ve Çin’e karşı mücadelelerinde bir üs olarak kullanmak amacıyla işgal ettikleri Afganistan’da kendilerine bağlı bir rejim kurma projesi, 20 yıl süren işgalde çöktü. Halk desteği olmayan, emperyalistlerin işgali sonucu kurulan ve ancak onların askeri gücüne dayanarak ayakta kalan işbirlikçi rejimlerin yaşama şansı olmadığı, “Batı”nın yaşam tarzının iddia edildiği gibi “evrensel” olmadığı bir kez daha görüldü. Şimdi işgalciler askerlerini ve açık işbirlikçilerini Afganistan’dan çıkarma-kurtarma operasyonu yürütüyorlar. Apar topar tahliye operasyonunda kendilerine umut bağlayan, emperyalist Batının gerçekten de Afganistan halkı için iyi bir şeyler yapacağına inanan Afganistanlı insanların bir bölümünü satmak durumunda kaldılar. Aslında Afganistan işgalinin sonu ABD emperyalizmi ve müttefikleri açısından büyük bir yenilgi. Bir ülkede emperyalist çıkarların işgal ile elde edilemeyeceği görüldüğünde, işgal için kullanılan kaynakların başka alanlarda kullanılmasının emperyalist çıkarlar açısından daha yararlı ve verimli olduğu değerlendirilmesi yapıldığında, emperyalistlerden demokrasi uman insanların ortada bırakılması, “Batının evrensel değerleri” denen şeyle çelişen bir şey değil. Çünkü bu kodun gerçek açık yazılışı emperyalist çıkarlardır!
Buna karşı kabaca “Herkesin kendi kültürü kendine” şeklindeki tez de hegemonya dalaşını şimdilik öncelikle ekonomik yayılma üzerinden yürüten siyasetin, en başta Çin’in siyasetinin üzengisidir. Çin bugün başka ülkelerin “iç işlerine karışmama” siyasetinin, başkalarına kendi yaşam tarzını ve kültürünü dayatmama siyasetinin ve dünya çapında serbest ticaretin en hararetli savunucusu. Bu siyaset sayesinde bir dizi ülkeyi, o ülkelere kendi yaşam tarzını ve siyasi yönetim tarzını dikte etmeden, kendine mali ve ekonomik açıdan bağımlı hâle getiriyor. Batının hegemonyasını geriletiyor, kırıyor.
Çin’in bugünkü Batılı emperyalistlere göre –ve Rusya’ya göre de– “barışçıl genişleme” siyasetinin geri planında, onun askeri açıdan henüz ABD ve müttefiklerine karşı savaş yürütecek güçte olmaması yatıyor. Fakat Çin bu konudaki açığını da kapatmak için harıl harıl çalışıyor. Bugün Çin, ABD’den sonra silahlanmaya en fazla kaynak ayıran ülke. Aradaki fark hâlâ çok büyük, ama makas giderek kapanıyor.
Çin askeri açıdan da hazır hâle geldiğinde, “dünyanın merkezi” olma iddiasını da savaş yöntemiyle de dayatacağından hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Emperyalizmin mantığı içinde, yükselmekte olan bir gücün, gerilemekte olan bir güçten “hakkı olan” payını talep etmesi; talep edilenin bunu vermemesi, bu sorunun savaşla çözümlenmesi kaçınılmazdır. Dünya bunu iki genel savaşta yaşadı. Bütün gelişmeler, eğer bu gelişmelere işçi sınıfı önderliğinde devrimlerle dur denmezse, emperyalist sistem devrimlerle savaş yürütemez duruma getirilmezse, dünyanın hızla bir Üçüncü Dünya Savaşı’na evrilmekte olduğunu gösteriyor. Tabii bir savaşı engellemese bile, öncelikle savaşın ana aktörlerini olan ülkelerde gelişecek çok geniş bir Barış Hareketi de somut bir savaşı erteleyebilir. Çin’in kendini askeri açıdan hazır hâle getirmesi daha on yıllar alacaktır. Fakat dünya savaşı, Çin hazır hâle gelmeden, Çin’in hazırlıklarını durdurma amacıyla ABD ve müttefiklerinin Çin’e karşı erken bir askeri müdahalesi ile de çıkabilir. ABD’de şimdilerde böyle bir savaşın senaryoları da yazılıyor.
Demokratik meşruiyet konusunda seçimlerin rolü
Korona döneminde dünya çapında görünürde en önemli siyasi değişimlerden biri ABD’de yaşandı. 2020 yılı Kasım’ında yapılan seçimlerde Demokrat Parti’nin başkan adayı Joe Biden başkanlık seçimlerini cumhuriyetçilerin başkan adayı, son dört yılın Başkanı Donald Trump’a karşı az farkla kazandı. Farkın azlığı ve mektupla oy kullanımı oranının yüksekliği Trump ve taraftarlarının seçim sonuçlarını kabul etmemesinin gerekçesi yapıldı. Sonuçlar önce yerel mahkemelere, sonra en yüksek mahkemeye taşındı. Mahkemelerin aldığı kararlar da ikna etmedi Trump ve taraftarlarını. Onlar seçimlerde sahtekârlık yapıldığını, seçimleri aslında Trump’ın kazandığını iddia ettiler. Gösteriler yaptılar. Biden’in seçildiğini resmen ilan etme görevine sahip olan Kongre binası –ABD tarihinde ilk kez– bir partinin silahlı taraftarlarınca basıldı. İşgal edildi. Biden’in başkan seçildiğinin resmen ilan edilmesi bir gün ertelenmek zorunda kalındı.
Şimdi bu olaylardan bir buçuk yıl sonra da inançlı Trumpçılar açısından, seçimlerin “çalınmış” olduğu kesin bilgidir! Trump gerçek başkandır!
Bunlar dünyanın “en demokratik” olmakla, dünyaya insan hakları, demokrasi, özgürlük taşımakla övünen, Batının “öncü” ve “örnek” ülkesinde yaşandı, yaşanıyor.
Aslında ABD’de 2020 seçimlerinde “yaşanan seçim sonuçlarının kabul edilmemesi, seçimlerde sahtekârlık yapıldığının ilan edilmesi ve seçimlerin siyasi iktidarın meşruiyet temeli olarak tanınmaması durumu” yeni bir durum değil.
Başını ABD’nin çektiği “Batı” dünyası için, “Doğu”daki iktidarlar, eğer bu iktidarlar doğrudan Batının işbirlikçisi iktidarlar değilse, meşru değildir. Bunların yaptıkları seçimler demokratik değildir. Seçim sonuçları geçerli değildir. Seçimleri aslında Batının desteklediği muhalefet –seçimlere katıldı ise– kazanmıştır. Ya da demokratik muhalefetin seçimlere katılması engellenmiştir. Bu durumda seçimler zaten göstermelik seçimlerdir. Seçimlerden çıkan iktidarın demokratik meşruiyet temeli yoktur. Kimi ülkelerde bu gibi iktidarlara karşı seçim sonuçlarına karşı muhalefetin ayaklanması, ayaklandırılması Batılı emperyalist güçler için “renkli devrimler”in çıkış noktasıdır. Dağılan Sovyetler Birliği’nin bir dizi çevre ülkesinde böyle “devrim”leri yaşadık. Son olarak bu senaryo Koronalı günlerde Beyaz Rusya’da sahnelenmeye çalışıldı. Fakat Rusya’nın doğrudan desteği ve müdahalesi ile Beyaz Rusya’nın Rusya’dan kopartılması engellendi. Şimdi Belarus’un Batıcı “demokratik muhalefet”i komşu ülkelerde yeniden toparlanmaya çalışılıyor.
Fakat Batılı emperyalistler açısından, seçimlerin demokratik meşruiyetin temeli olarak görülmediği durumlar yalnızca “Doğu”nun “otoriter” rejimleri ile sınırlı değildir.
Bunlar için seçimler, onların istedikleri sonuçları vermez ve Batılı emperyalistlerin bir dediğini iki etmeyen siyasi iktidarları işbaşına getirmezse “şaibeli”dir. Bu iktidarların demokratik meşruiyeti yoktur. Bunların iş başına gelmesinin engellenmesi, bu engellenemezse en kısa zamanda, gerekli ve mümkün ise “seçim dışı yollarla” da devrilmesi, “demokratik güçler”in işbaşına gelmesinin desteklenmesi caizdir! İşte başta Mali olmak üzere Orta Afrika’nın bir dizi ülkesinde yaşananlar. İşte Mısır’da Sisi darbesi. İşte son olarak Tunus’ta yaşadığımız –bizdeki 28 Şubat sürecine benzeyen– “post modern” darbe süreci. İşte bir dizi Latin Amerika ülkesinde yaşananlar. Bolivya’da seçilmiş hükümete karşı darbe, Venezuela’da iç savaş kışkırtıcılığı. Küba’da ayaklanma kışkırtıcılığı vb.
Tek tek ülkelerde de seçimler giderek artan ölçüde siyasi iktidarların demokratik meşruiyet temeli olma özelliğini yitiriyor. Batı Avrupa’nın gelişmiş birkaç ülkesi dışındaki ülkelerin büyük çoğunluğunda, seçim sonuçlarının, seçimi kaybedenler tarafından tanınmaması, seçimlerde sahtekârlık yapıldığının ilanı artık nerde ise gelenek hâline gelmiş durumda. Burada toplumdaki kutuplaşma ne kadar derin ise, seçim ertesinde kaos ve hatta iç savaş ve dış müdahale ortamının gelişmesi de o kadar kolay oluyor.
Biz, burjuvazinin iktidarı şartlarında yapılan seçimlerin bizatihi kendilerinin sahtekârlık olduğunu söyledik, söylüyoruz. Burjuvazinin iktidarı şartlarında yapılan seçimlerin en demokratik olanı bile sahtekârlıktır. Bunlarda sonuçta halka sunulan tercih kötüler arasında olan tercihtir. Burjuvazinin iktidarı seçimlerle devrilmez. Burjuvazinin yaptığı seçimlerde işçilere emekçilere sorulan gerçek soru: Önümüzdeki dönemde burjuvazinin hangi partisinin, hangi siyasi temsilcisinin yönetimi altında ezilmek ve sömürülmek istiyorsunuz sorusudur. Burjuvazinin sınıf iktidarını gerçek anlamda tehdit eden bir sınıf hareketinin temsilcileri seçimlerde çoğunluğu ele geçirecek güce eriştiklerinde, ya da burjuvazi bu tehdidi gördüğünde seçim yapılmaz! Bu anlamda burjuvazinin iktidarı şartlarında yapılan seçimler işçiler ve emekçiler açısından sahtekârlıktır. Bunun yanında tabii ki bütün burjuva partileri seçimleri kazanmak için her türlü sahtekârlığı yaparlar. Ama bunu sadece iktidarda olan, seçimi kazananlar değil –bunların imkânı biraz daha fazladır– muhalefette olanlar ve seçimi kaybedenler de yapar. Bu bağlamda bunların birbirlerine yönelik olarak yaptıkları sahtekârlık suçlamalarının gerçeklik payı vardır. Ve aradaki farkın çok az olması durumunda bu gibi sahtekârlıklar seçim sonucunu da değiştirebilirler. Fakat aradaki farkın açık olması durumunda karşılıklı sahtekârlıklar birbirini dengeler. Komünistler burjuvazinin yaptığı seçimlerde burjuvazinin herhangi bir kesiminin kuyruğuna takılmaz! Tümünü teşhir ederler!
Komünistler her seçime somut yaklaşır. Eğer merkezi iktidar için yapılan seçimlere kendi komünist adayları ile kendi bağımsız propagandaları temelinde katılma imkânı ve güçleri varsa ve bu imkânı kullanırlarsa, buradaki amaçları güçlerini, işçi sınıfı ve halk içindeki desteklerini test etmek, seçilmeleri hâlinde seçildikleri kurumu devrim propagandası ve burjuvazinin iktidarının teşhiri için kullanmaktır. Bunu yapacak gücün ve imkânın olmadığı yerde merkezi iktidar seçimlerine katılma tartışması boş laftır. Bu tabii ki seçimlerin yarattığı siyasi tartışma ortamından komünizm için başka yollarla maksimum propaganda yapmanın görev olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Aslında bütün gelişmeler, gerilemekte olan Batılı emperyalistlerin demokrasi savunuculuğun ne kadar büyük bir sahtekârlık olduğunu gösteren gelişmeler.
Bu bağlamda gerici burjuva demokratlarının demokrasi cilaları her geçen gün daha fazla dökülüyor. Gerçek yüzleri daha açık ortaya çıkıyor.
Bunların gerçekte eleştirir göründükleri “otoriter” rejimlerden özde bir farklılıkları yok!
Gitti Trump – Geldi Biden – Değişen ne?
2016-2020 yılları arasında ABD tarihinin belki en “ilginç” başkanı tarafından yönetildi. Cumhuriyetçi Parti’de, partinin yerleşik elit yönetici takımına rağmen, tabana yönelik ırkçı faşist söylemleri ile ön seçimleri kazanarak Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olan Trump. Kendisi kurulu düzenin has adamlarından biri, kurulu düzenin bütün nimetlerinden yararlanan bir milyoner olan Trump, Hilary Clinton’a karşı kampanyasını “Kurulu düzene” karşı popülist söylemler üzerine kurdu. “Kurulu düzen” milyonlarca beyaz işçinin, işini evini kaybetmesinin sorumlusu idi, kurulu düzen ülke kapılarını sonuna kadar mülteci istilasına açmıştı! Kurulu düzen ABD’nin çıkarlarını düşünmediği için baş düşman Çin ile iyi ilişkiler içinde idi vs. vs. Böyle bir kampanya sonucunda Trump, bütün kamuoyu araştırmalarını (böylece bunların nasıl araştırmalar olduğu da ortaya çıktı) yanıltarak ABD başkanı oldu. Başkanlığı sırasında yerleşik bürokrasiyi hallaç pamuğu gibi attı. Kendine bağlı insanlardan oluşan bir yönetimle ve alışılmamış, bugünden yarına değişen, “Önce Amerika” dışında bir ilkesi olmayan bir siyasetle yönetti ABD’yi. ABD’nin öncelikle iç-orta bölgelerindeki yoksul kuşağa yönelik alt yapı yenileme yatırımları ile ABD ekonomisi Trump döneminde, Korona krizi ekonomiyi vurana kadar, yüksek bir kalkınma temposu yakaladı. Öyle ki, eğer Korona krizi döneminde Trump inkârcı, sorumsuz bir siyaset izlemese, bir ikinci dönem başkan seçilmesi muhtemel hâle gelmişti. Esasta Korona krizi Trump’ın seçilme şansını geriletti. Sonuçta 2020’de yapılan seçimleri Trump kaybetti. Demokrat Parti’nin adayı seçimleri az farkla kazandı. Biden’den bütün dünyada, öncelikle liberal-sol çevrelerde beklenti büyüktü. O da verdiği sözlerle, Trump’ın “sorumsuz politikalarını” 180 derece değiştireceği sözleri ile bu beklentiyi büyüttü.
Trump gitti. Biden geldi. Evet, söylemde belli değişiklikler oldu. ABD’de beyaz kimlik dışındaki kimliklere yönelik ırkçı, homofobik vs. söylemler değişti. Batılı müttefiklere karşı onları küçümseyici söylemler biraz değişti. Fakat pratik siyasette değişen bir şey olmadı. Hatta Trump’a göre daha saldırgan daha şahin, bir siyaset izlenmeye başlandı. Bu kendini en açık bir şekilde, beklentinin daha barışçı bir siyaset olduğu, dış siyasette gösterdi, gösteriyor.
Trump’ın dış politikası Çin konusunda, onu esas rakip olarak gören bir politika idi. Fakat Çin’i askeri olarak tehdit etme yerine, ekonomik olarak karşılıklı çıkar ilişkileri üzerine kurulu bir siyaset izleniyordu.
Biden, dış politikada Çin’i resmen “baş düşman” ilan etti. “Müttefik”lerine, Çin ile ilişkilerini en aza indirmeleri yönünde telkinlerde bulundu. Bunu yapmayanları ekonomik yaptırımlarla tehdit etti.
ABD 2021’de Çin denizinde tarihinin en büyük askeri manevralarından birini düzenleyerek, Çin’e karşı açık askeri provokasyonlara girişti.
ABD Biden yönetimi, Çin ile ilişkilerde, Korona konusunda yalnızca “Çin virüsü” diyerek, Çin’i dünyanın başına bela hastalığın sorumlusu olarak gösterip düşmanlaştıran Trump’ın tavrını sürdürmekle kalmadı. Onun da ötesine geçip, ABD’de geliştirilen aşıların rakibi olan Çin yapımı aşıların “bir işe yaramadığı” propagandasını devletin resmi politikası hâline getirdi.
Rusya konusunda da Biden’in dış siyaseti, gayet saldırgan bir şekilde Rusya’yı askeri olarak kuşatma siyaseti. NATO, bu dönemde hem Kuzey Denizi’nde, hem kıta Doğu Avrupa’sında, hem de Karadeniz’de ABD önderliğinde son on yılların en büyük askeri manevralarını gerçekleştirdi.
Rusya ile Almanya arasında Ukrayna’yı bypass eden ve yapımında sona gelinen Kuzey Akımı Gaz Boru Projesi’nin durdurulması için Biden yönetimi, bu projede yer alan bütün firmalara karşı ambargo ilan etti. Alman hükümetinden yapımında sonuna gelinmiş bu projenin derhal durdurmasını talep etti. Aksi takdirde Almanya’ya karşı ambargo uygulayacağını açıkladı. Resmen tehdit etti. Sonunda Almanya, ABD’den büyük miktarda, çevre konusunda en tahripkar fracking (hidrolik kırılma) yöntemiyle üretilen, likit gaz alma ve Rusya’nın Ukrayna’daki boru hatlarındaki gaz akımını durdurması hâlinde Rusya’ya karşı ambargo uygulama sözü karşılığında, Kuzey Akımı Projesi’nin bitirilmesi iznini koparabildi!
Afganistan’da Trump’ın aldığı, ABD askerlerini Afganistan’dan çıkarma kararı, Biden tarafından, Taliban’la, müttefiklerine hiç danışmadan yapılan bir anlaşma ile hayata geçirildi.
Dış politikada, en azından Filistin konusunda bir siyaset değişikliğine gidileceği, Trump’ın tek yanlı İsrail’i kayıtsız koşulsuz destek siyasetinden, Obama döneminin “iki devletli çözüm” siyasetine dönüleceği beklentisi büyüktü. Bu konudaki beklentiler de son Gaza savaşında açıkça boş çıktı. Biden yönetimi İsrail’in Gaza’ya yönelik bombardımanlarına açıkça sahip çıktı, destek verdi.
Latin Amerika ve Orta Amerika’dan yoksulluk nedeniyle göç yollarına düşmüş yüzbinlerce insan, göçmenlere karşı düşmanlığını açıkça dile getiren, Meksika sınırına aşılmaz duvar inşasını gündeme getiren Trump’ın seçimi kaybetmesini büyük bir sevinçle karşıladı. Biden’in seçimi bu insanlarda büyük umutlar yarattı. On binlerce insan ABD güney sınırına dayandı. Beklenti biraz daha insani bir yaklaşımdı. Bu beklenti de boş çıktı. Biden’in göç işlerinden sorumlu kıldığı Başkan Yardımcısı Harris’in, Meksika sınırında göçmenlere verdiği mesaj netti:
“Gelmeyin. Gelmeyin. Göçmenleri ülkemizde istemiyoruz. Kabul etmeyeceğiz. Geleni geri göndereceğiz!”
Yani Trump gitti. Biden geldi. Ama olumlu yönde değişen bir şey olmadı!
Lafta “her şey güzel olacaktı”. Pratikte her şey eski çirkinliğini korudu, koruyor.
Tek farkla: Biden yönetimi, Trump yönetimine göre dış politika da çok daha “tutarlı” şahin!
Ve bu dünyayı düne göre daha güvensiz kılıyor!
Yürüyen savaşlar ve genel savaş senaryoları
Dünyanın bir dizi ülkesinde yürüyen savaşlar var. Korona yürüyen savaşlar bağlamında yalnızca bu savaşlarda esas kurban olan emekçilerin, halkların çektiklerini, acılarını büyüten bir rol oynadı. Yürüyen savaşların hemen hepsi, gerçekte geri planında emperyalist güçlerin durduğu, dünyanın yeniden paylaşılması dalaşının parçası olan temsilci savaşları.
Ortadoğu’da, Kürdistan’ın dört parçası savaş alanı. Filistin savaş alanı. Dağılmış devletler Irak-Suriye- Yemen savaş alanı. İran, ABD ve İsrail’in saldırı tehdidi altında. Lübnan kaynıyor. Her an iç savaş çıkabilir.
RTE Türkiye’sinin ordusu kendi devlet sınırları dışında, Güney ve Batı Kürdistan’da, Libya’da savaş içinde. Bir dizi Afrika ülkesinde askeri güç bulunduruyor. Doğu Akdeniz barut fıçısı. Doğu Afrika’da Eritre’de savaş boyutlanarak sürüyor. Orta Afrika’da Mali’de, Gine’de savaş var. Doğu Asya’da, Myanmar’da savaş var. Kuzey Afrika’da Cezayir/Fas arasında sınırlar kapatıldı. Her an savaş çıkabilir vs. vb. Bütün bunlar ve daha fazlası, Rusya’nın, Çin’in, ABD’nin, NATO’nun yaptıkları savaş manevraları, daha büyük bir savaşın ön hazırlıkları aslında.
Bu bağlamda, emperyalist büyük güçlerin doğrudan birbirleri ile karşı karşıya gelip çatışacakları genel savaş için bir dizi senaryo var.
Çin, kendine “Dünyanın merkezi” olma hedefine varmak için 2050 tarihini ortaya koymuştu. Askeri hazırlığını tamamlayabilmesi için zamana ihtiyacı var.
ABD’de bu bağlamda iki yaklaşım var. Bir taraf Çin’e fazla beklemeden saldırmaktan yana. Diğer taraf ise askeri olarak hazırlık yapmak, “hür dünya ülkeleri”nin desteğini alma, askeri üsler kurma vb. şeklinde hazırlık yaptıktan sonra saldırıdan yana. Her halükârda Çin kendisi saldıracak konuma gelmeden önce vurmak ABD’nin savaş stratejisi. Yalnız bunun zamanlaması konusunda farklılıklar var. Bunlar da açık açık tartışılıyor.
Ancak pratik masa başı hesapların tutmadığını, ABD’nin masa başı hesaplarını çoğunun çarşıdan geri döndüğünü gösteriyor. Örneğin Afganistan, Irak, Suriye Ortadoğu’da ki beklentiler, planlar neydi, ne oldu?
ABD’nin Batılı müttefiklerinde ABD’nin güvenirliliği giderek sarsılıyor. AB’deki devletler nezdinde ABD hâlâ Batı değerlerinin savunulması, korunmasında öncü güç olarak görülüyor. Fakat diğer yandan “her şeyi ABD’den beklemek olmaz, bizim kendi askeri gücümüzü geliştirmemiz lazım” düşünceleri ve bu yönde de atılan adımlar gelişiyor. Son Afganistan olayı, bu konudaki gelişmeleri hızlandırdı, hızlandıracak.
Rusya gerektiğinde, Batı’dan daha sık askeri gücünü kullanıyor. Mesela Kırım örneği. Mesela Suriye. Buralarda Rusya askeri gücünü kullanarak Batı’ya karşı önemli avantajlar elde etti.
ABD’de anda 2030 ortalarında dünya savaşı çıkar senaryosu üzerinde çalışılıyor. Bu senaryoya göre, savaş Rusya’yla savaş olarak başlayıp öyle gelişecek.
Bu savaş senaryosu içinde Türkiye gibi devletlerin Batının yanına kazanılması gereği vurgulanıyor. Bunun için tabii RTE gibi güvenilmez bir yönetimin yerine Batıcı bir yönetimin iş başına gelmesi sağlanmalıdır.
Bu senaryo gerçekte bir tehdit senaryosu. Ve halkı savaşa hazırlama senaryosu. 2030 ortalarında bir genel savaş bugünkü verilerle az bir olasılık olarak görünüyor.
Anda Çin’in saldırı niyeti yok.
Anda Rusya yürüttüğü savaşları gayet bilinçli olarak sınırlı tutuyor.
ABD ise bir genel savaşta AB’li “müttefiklerini yanında görmek istiyor.
Anda AB’deki emperyalistlerin amacı ise savaşı sınırlı tutmak, genel bir savaşın çıkmasını engelleyecek şekilde yürütmek. Çünkü Avrupa devletlerinin savaşı tek başlarına, kendi güçlerine dayanarak yürütecek durumu yok. ABD’nin tavrına göre hareket ediyorlar. Diğer yandan, savaş çıkması durumunda esas darbeyi alacak olan, savaştan doğrudan ve birinci derecede etkilenecek olan alanlar Avrupa’dadır. Avrupa burjuvazisinin önemli bölümü bunu görüyor. “Barışçı” tavırlarının nedeni budur. ABD savaş alanından uzak, uzaktan savaşacak. Bu İkinci Dünya Savaşı’nda da böyle oldu.
Andaki durumda askeri açıdan yaklaşıldığında ABD istediği bir hükümeti devirebilecek durumda. Her tarafta askeri gücü, askeri üsleri vb. var. Fakat devrilen hükümetin yerine sürdürülebilir bir ABD yanlısı rejim kurmak kolay değil. ABD Afganistan’da; Irak’ta vb. yenildi. İşgal edebilir, fakat halkın önemli bölümünün desteğini almadığı durumda kalma durumu yok. Geri çekilmek zorunda kalıyor. Çekildiği anda, her şey “normal”ine dönüyor.
Kimi devletlerin durumu
Katar mali gücü açısından ele alındığında büyük bir güç. Devlet esasında feodal bir devlet. Bir şeyh devleti. Babadan oğula geçen iktidar söz konusu.
Bilindiği gibi kimi devrimci güçler “yeniemperyalist güçler” içinde Katar’ı da emperyalist güç olarak sayıyor. Eğer emperyalist güç olmanın tek kıstası büyük bir mali güce sahip olmak ve sermaye ihracı olsa, evet Katar’a emperyalist güç demek doğru olur. Ama emperyalist güç olmak için sermayeye sahip olmak, dünyanın her yanında yatırımları olmak vb. yetmiyor. Emperyalist olabilmek için aynı zamanda bu mali gücün yanında, o gücü gerektiğinde savunacak bir “sert güce”, askeri bir güce sahip olmak gerekiyor. Katar’ın böyle bir gücü yok. Bu yüzden de örneğin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Katar’a karşı –İran’la iyi ilişkiler geliştirmesine karşı oldukları için– ambargo uyguladıklarında, Türkiye’ye bile muhtaç duruma düştü.
Eğer emperyalist olmanın tek kıstası büyük bir mali güce sahip olmak ve dünyanın her yanında yatırımlara sahip olmak olsa, o zaman dünyanın en zengin kişilerini emperyalist büyük güç ilan etmemiz gerekir. Emperyalist güç olarak adlandırılabilmek için, oldukça güçlü bir ordu ve polis teşkilatına sahip olan bir devlet ön şarttır.
Küba’da son dönemde, Batı emperyalist medyasında gürültülü propagandası yapılan bir “demokratik muhalefet” hareketinin gösterileri var. Buna karşı ise rejimin rejime sahip çıkan çok daha büyük kitle katılımlı gösterileri var. Küba’yı adeta sosyalizmin son kalesi olarak gören kimi sol gruplar endişeli.
Küba’da Batista rejimini deviren devrimciler hep ABD’yi karşı tehdit olarak kavradı. ABD’nin siyaseti başından beri Küba rejiminin yıkılması, yerine Miami’de konumlanmış “muhalif”lerin iş başına getirilmesi idi. Bunun için başarısız bir çıkarma da denendi Küba’nın kuruluş yıllarında. Soğuk savaş döneminde, bir yandan Küba halkının çoğunluğunun desteği (ki bu esas unsurdur) diğer yandan Sovyetler Birliği’nin desteği, ABD’nin Küba yönetimini değiştirme planlarını uygulamasını engelledi. ABD fakat Küba’daki yönetimi devirme siyasetinden hiçbir zaman vaz geçmedi. Küba’yı sürekli çeşitli yöntemlerle, en başta da ekonomik ambargolarla baskı altında tuttu.
Sosyal emperyalist Rusya çöktükten sonra da, özellikle 2000’li yılların başında Latin Amerika’daki sol dalga Küba’daki yönetimin ayakta kalmasında önemli rol oynadı.
Küba’da aslında sosyalizm lafzından vaz geçilmediği hâlde, özel mülkiyetçi kapitalizm giderek devlet kapitalizminin yerini almaya başladı.
Şimdi “muhalefet”in sokaklara çıkmasının geri planında Küba’daki ekonomik sıkıntılar yatıyor. Bir yandan sıkı ambargo, diğer yandan 2000’li yıllarda Küba’nın enerji ihtiyacını nerde ise bedava karşılayan Venezuela’nın yardımının devreden çıkması, diğer yandan son dönemde ekonomiyi ayakta tutan turizm gelirlerinin Korona nedeniyle nerde ise sıfırlanması, Küba ekonomisini çok zor duruma soktu. Hareketin çıkış noktası bu. Ve bu hareket ABD tarafından rejim değişikliği için kullanılmak isteniyor. Anda olan bu.
Anda görülen Küba’da var olan milliyetçi, burjuva rejime halkın desteğinde bir gerileme olmasına rağmen, çoğunluğun desteğinin hâlâ sürdüğüdür.
Küba’nın geleceği giderek farklı partilerin kurulması, bu partilerle birlikte çalışma ve giderek liberal kapitalist ekonomi kurallarının işlediği bir ülkeye dönüşmesi ve süreç içinde sosyalizm söylemlerinin de bırakılması yönünde olacaktır.
Devlet mülkiyetinin ve kolektif mülkiyetin önemli ölçüde özelleştirilme yoluna girilmiş olması, gidişatın bu yönde olacağının işareti. Küba’da rejimin halk açısından en önemli kazanımı olan sağlık. Sağlık hizmetlerinde de parça parça özelleştirme girişimleri var.
Küba sosyalist değil, ama gerçekten bağımsız bir devlet olarak kalmak istiyor.
ABD, bugün Küba’yı işgal etmek istese, bunu askeri olarak yapabilecek durumda. Böyle bir işgal durumunda bugün ne Rusya ne Çin ABD ile savaşa girer. Fakat böyle bir işgal kolay olmaz. Küba’da büyük direnişle karşılaşır. Ayrıca böyle bir açık işgal hareketi dünya kamuoyundu büyük tepki toplar. Ayrıca işgal ile istenen bir rejimi kurmak ve kalıcı kılmak aynı şeyler değil. İşgal birçok hâlde tersine sonuçlar veriyor. Bunun bir dizi örneğini gördük. Bu yüzden ABD emperyalistleri ambargoyu sürdürerek, rejimin desteğini azaltma, onu içteki muhalefete destek vererek içten yıkma stratejisini sürdürüyor.
1960’ın başında ABD, Küba’yı işgal edelim ve ABD’nin yeni bir eyaleti yapalımı ciddi olarak planlıyor. Fakat Rusya ile çatışma gündeme geliyor. Bunun üzerine ABD ile Rusya arasında pazarlık yapılıyor. Bir anlaşmaya varılıyor. Buna göre Rusya, Küba’dan ABD’yi vurabilecek menzile sahip füzelerini geri çekiyor. ABD ise Küba’ya saldırmama garantisi veriyor.
Küba’daki gelişmeler, sosyalizm hedefi ile yola çıkanların sonuçta kapitalist bir ekonomiyi inşa etmek zorunda kalması, esasında yalnızca Kübalı devrimcilerin değil, bir bütün olarak Dünya Komünist Hareketi’nin güçsüzlüğünün, dünya devrimci hareketinin çaresizliğinin ifadesidir.
Küba bağlamında doğru tavır, onun sosyalist olma iddiasının doğru olmadığını açıklamak, fakat Küba’nın bağımsızlığını savunmak, emperyalist ABD’nin saldırılarına karşı çıkmaktır. “Demokratik” muhalefet denen hareket, esası itibarıyla emperyalizmin uzantısı olan, onun desteğindeki bir harekettir.
Cezayir ve Tunus
Sünni Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu bu iki ülke Türkiye ile büyük benzerlikler gösteriyor.
Anayasal açıdan Türkiye ile en temel fark, bu iki ülkenin anayasasında da “Devletin dini İslam’dır” şeklinde bir maddenin yer almasıdır.
Temel benzerlik şuradadır:
Bu ülkelerde toplum esasta kendini öncelikli olarak Müslüman kimliği üzerinden tanımlayan bir kesimle, kendini öncelikle Arap/laik cumhuriyetçi kimliği üzerinden tanımlayan bir kesim arasında bölünmüş durumda. Ve bu iki kesim arasında bir kutuplaşma var.
Kendini Müslümanlık üzerinden tanımlayan kesim içinde, devletin dinsel yasalar ile yönetilmesinden yana olan şeriatçılar, bunların değişik kesimleri yanında, kültürel olarak İslamcı olan, İslam’ın toplum yaşamında daha görünür olmasını isteyen ve fakat şeriatçı olmayan, kendilerini “demokratik Müslüman muhafazakâr” olarak tanımlayan, Türkiye’deki AKP’ye benzeyen parti ve gruplar vardır.
Kendini öncelikle, Arap/laik/cumhuriyetçi kimliği üzerinden tanımlayan kesimde de değişik alt gruplar vardır. Bunları içinde en radikal olanlar açısından, İslam eşittir gericiliktir. Kendilerini İslam kimliği üzerinden tanımlayanlar şeriatçıdır. Şeriatçı olmadığını söyleyenler takiye yapmaktadır vs.
Cezayir’de de, Tunus’ta da, Fransız sömürgeciliğine karşı kurtuluş savaşları başarıya ulaştıktan sonra, bu mücadelelerin başını çeken ulusal burjuvazinin örgütlerinin askeri diktatörlükleri kurulmuştur.
İslamcı akımlarla siyasi iktidar mücadelesi bütün cumhuriyet tarihi boyunca sürmüş, Cezayir’de olduğu gibi yer yer çatışmalar iç savaş boyutlarına kadar varmıştır.
Yapılan her serbest seçimde bu ülkelerde siyasi İslam’ın partileri burjuvazinin laikçi kesimlerinin partilerinden fazla oy almış, iktidarlara gelmeleri ancak seçim sonuçları tanınmayarak, iptal edilerek, seçimlere katılmaları engellenerek vb. önlenmiştir. Cezayir’de bu durum hâlâ geçerlidir. Tunus’ta ise “Arap Baharı” denen hareket sonrasında, askeri diktatörlüğün yıkılması ertesinde yapılan seçimlerde ilk kez AKP’ye benzeyen Al Nahda Partisi, açık ara birinci parti olmuş, yeni anayasayı yapan kurucu mecliste başat parti olmuş, yeni anayasa temelinde yapılan ilk seçimlerden de birinci parti olarak çıkmış, önderliğinde kurulan koalisyon hükümetinde siyasi iktidarın en güçlü ortağı olmuştur.
Korona günlerinde, Temmuz 2021’de Tunus Cumhurbaşkanı’nın ordu ile işbirliği içinde yaptığı bir “post modern” darbe ile parlamento dağıtılmış, cumhurbaşkanı geçici bir süre bütün yetki ve yönetimi eline almıştır. Yetki ve yönetimi eline alan gerçekte burjuvazinin laikçi Batıcı kesiminin elindeki ordudur.
Cezayir’de İslami Selamet Cephesi (FİS) deneyiminden dersler çıkarmış olan Al Nahda, bu darbeye karşı halkı sivil direniş eylemleri ile protestoya çağırırken, hiçbir şart altında silahlı çatışmalara girilmemesi, şiddet olaylarına karışılmaması yönünde çağrı ve açıklamalar yapmıştır.
Al Nahda, Cezayir’de 1990’da ve sonrasında yaşanana benzer bir iç savaş istememektedir.
Zaman nüfusun büyük çoğunluğu Müslüman olan ve ilk kez Al Nahda iktidarı döneminde biraz da olsa, burjuva demokrasisinin kırıntılarını yaşayan Tunus’ta Al Nahda lehine akmaktadır.
Yapılacak ilk seçimlerde Al Nahda, o yasaklanırsa ona benzer bir partinin iktidarı yeniden ele geçirmesi şaşırtıcı olmaz.
Cezayir’de de gelişme, askeri faşist diktatörlüğün çözülmesi durumunda bu yönde olacaktır.
Nüfusunun çoğunluğu tutucu Müslüman ülkelerde siyasi iktidarı demokratik yöntemlerle, seçimler üzerinden ele geçirme siyasetini izleyenler, içinde bulunduğumuz ortamda, süreç içinde kazanırlar. Toplum yapısının, biçimlenmesinin, andaki bilinç ve örgütlenme durumunun tabii sonucudur bu.
Bugün Cezayir’de, Tunus’tan daha çok iç savaşın tehlikesi vardır. Çünkü burada İslamcılar geçmişte de şimdi de seçimler yoluyla kendilerine iktidar imkânının verilmediğini görüyorlar ve bunun için bu ülkede, Tunus’la karşılaştırıldığında, çok daha fazla silahlı İslamcı guruplar var. El Kaide gibi guruplar da belli alanlarda aktif. Biraz ılımlı olan, şeriatçı olmayan kesimlerde kendi Müslüman tabanlarını, çok daha radikal güçlere kaptırma korkusu var. Cezayir’de sürekli kitle eylemleri, isyanlar var. Aslında bir iç savaş ortamı olgunlaşıyor. Burada bir iç savaş yaşanırsa, Fransa’nın demokrasi güçlerine destek adına müdahalesi gündeme gelebilir. Türkiye’nin de Müslüman kardeşlere destek verme durumu gündeme gelebilir. Bu durumda Fransa ile Türkiye karşı karşıya gelebilirler.
RTE Türkiye’si, anda hem Tunus, hem Cezayir’de sorunun bir iç savaşa dönüşmeden, demokratik seçimler yoluyla çözülmesinden yana ve Mısır’da yaptığının tersine, darbeci başkan yönetimi ile de ilişkilerini kesmedi.
Tunus’ta ICOR (Devrimci Parti ve Örgütlerin Enternasyonal Koordinasyonu) üyesi olan Yurtsever Demokratik Sosyalist Parti (PPDS) Tunus’taki darbe bağlamında takındığı tavır bırakalım devrimci olmayı, demokrat bile değil. Takındığı tavır, Başkanın parlamentoyu dağıtmasının, halkın talebi, halkın talebini yerine getiren, ilerici bir adım olduğu yönünde bir tavır. PPDS’in takındığı tavır ve Kuzey Kürdistan-Türkiyeli Bolşeviklerin verdiği cevap şöyle:
Kitlelerin iradesinin ötesinde hiçbir meşruiyet yoktur – Başkan Kais Saied’in kararları: Bir Adım İleri
Yurtsever Demokratik Sosyalist Parti (PPDS) (LAND, LIBERTY, PATRIOTIC ONUR) Tunus 26 Temmuz 2021’de Dün 25 Temmuz’da, onlarca yıllık tiranlık ve yolsuzluk, halkımızın kişisel ve yurtsever onurunu zedeleyen ve devrimci süreçten çalan, emperyalizmin temsilcisi gerici El-Nahdha hükümetinin kasvetli on yılına karşı öfkesinin ardından, tüm bölgelere yayılan halk ayaklanmasıyla devlet başkanını gök gürültüsünü duymaya zorlamak ve onu (devrimci süreci –ÇN) somutlaştırmak için – esas olarak parlamentoyu dondurmak, üyelerinin parlamenter dokunulmazlıklarını askıya almak, hükümeti görevden almak ve yürütmeyi ve cumhuriyet savcılığının görevlerine el koymak gibi cüretkâr siyasi kararlar almaya zorlamak gerçekleşmiş oldu. Yurtsever Demokratik Sosyalist Parti bu nedenle şunları ilan etmektedir: Yiyici, gerici ve emperyalizmin temsilcisi tabakaya karşı bu kitlesel halk saldırısını ve ayaklanmasını büyük ölçüde selamlıyor ve bu alanda güçlü siyasi destek güvencesi veriyor. Gerici emperyalizmin temsilcisi sağ düşmanlarına karşı halkın iradesine cevap veren cesur başkanlık kararlarına desteğinin altını çiziyor. Parti aktivistlerini ve halk kitlelerini, emperyalizmin temsilcisi ve yiyici sistemin sütunlarını yıkmaya yönelik toplumsal hareketi körüklemek ve tırmandırmak için daha fazla yerel seferberlik ve amansız bir mücadele ile anı iyi değerlendirmeye çağırıyor. İlerici yurtsever güçleri, ortak hedef olan ulusal ve toplumsal kurtuluş yolunda siyasi koordinasyonu, saha mücadelesini, seferberlik ve daha fazla birikim düzeyini yükseltmeye çağırıyor. Siyasi Büro adına Genel Sekreter: Nuri Bettoumi Tunus Yurtsever Demokratik Sosyalist Parti’ye (PPDS) (ÜLKE, ÖZGÜRLÜK, VATANDAŞ ONUR) ve tüm ICOR örgütlerine! Sevgili yoldaşlar, “Kitlelerin iradesinin ötesinde bir meşruiyet yoktur – Başkan Kais Saied’in kararları: Bir adım ileri” açıklamanıza yönelik endişelerimizi ve eleştirilerimizi sizlerle paylaşmak ve bunları ICOR bünyesinde tartışmaya açmak istiyoruz. Cumhurbaşkanı Saied’in iktidara el koyma ve parlamentoyu feshetme adımını “ileri bir adım” olarak değerlendirmenizi sorunlu görüyoruz. Bu adımı “anayasal olarak” meşrulaştırmaya çalışsa bile, bu adım nihayetinde bir “sivil” darbedir ve öyle kalacaktır. Gelişmeler, Başkan Saied’in ordunun desteğine sahip olduğunu göstermektedir ve o, direnişin bastırılacağını çok açıklamış bulunmaktadır. Başkan Saied, önlemleri için başlangıçta 30 gün vermişti. Ancak dün bu süreyi belirsiz bir süre için uzattı. Ve henüz ufukta yeni bir seçim yok. Ayrıca, Cumhurbaşkanı’nın “meclisi dondurmasını”, “halk iradesinin” yerine getirilmesi değerlendirmesini yanlış buluyoruz. Andaki parlamentonun bileşimi, burjuva seçimlerinin bir sonucudur ve şu an “halkın meşru iradesini” yansıtmaktadır. Parlamento, halkın devrimci bir ayaklanması sonucu feshedilseydi ve yerine “devrimci –geçici– hükümet” geçirilseydi, bu gerçekten ileriye doğru çok büyük bir adım olurdu!!! Değerlendirebildiğimiz kadarıyla, ne yazık ki Tunus gerçeği bundan çok uzak. İktidar savaşları esas olarak egemenlerin farklı kampları arasında gerçekleşiyor ve egemenler kitlelerin hareketlerini kendi iktidar dalaşları için kullanıyorlar. Gerçek şu ki, Tunus’ta halk bölünmüş durumda, halkın önemli bir kısmı Al Nahda’nın arkasında ve ondan yana oy kullanıyor. Bu demektir ki, orduya dayalı darbeyle Al Nahda’nın iktidardan uzaklaştırılmasına “Halkın iradesi” denilemez. Al Nahda’nın halk adına konuşma hakkı olmadığı gibi, ordu ve Saied’in de bu hakkı yoktur! Biz, Kürdistanlı ve Türkiyeli Bolşevikler, egemenlerin farklı kampları arasındaki benzer renkli iktidar dalaşlarına çok aşinayız. Kitlelerin demokrasi ve daha iyi yaşam koşulları için haklı taleplerinin araçsallaştırılmasını da biliyoruz. Komünistlerin ve devrimcilerin “kötünün iyisi siyaseti”ni izlememek konusunda dikkatli olmaları gerektiği görüşündeyiz. Başkan Said’i Tunus halkının çıkarlarının temsilcisi olarak değerlendirmiyoruz. “Meclis’in dondurulması, milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması, hükümetin görevden alınması” vb. olsa olsa iktidarların anda içinde bulunduğu siyasi krizi aşmaya ve kitlelerin kabaran öfkesini sakinleştirmeye yarayacaktır. Manşetinizle Başkan Saied’in kitlelerin çıkarlarını temsil ettiğini/edebileceğini ve kitlelerin yararına ekonomik, sosyal ve sağlık önlemleri alabileceğini öne sürüyorsunuz. Yolsuzluklara vs. karşı harekete geçebileceğini ima ediyorsunuz. Bu bir yanılsamadır ve bu tür yanılsamaların kitleler arasında yayılması hiçbir şekilde onların egemenlerin karakterini anlamalarına hizmet etmez. Yararlı bir tartışma umuyoruz. Dayanışmamız Tunus’taki demokrasi ve sosyalizm mücadeleleriyledir. … adına 26 Ağustos 2021 ICC koordinasyonuna: Bu mektubun ICOR web sitesinde yayınlanmasını rica ediyoruz.
|
Libya
Libya’da 2011’de iç savaş başladı. Gaddafi ve Gaddafi yanlılarının tasfiyesinden sonra, emperyalistler ve gerici faşist ülkeler çıkarlarına uygun olarak kendi işbirlikçilerini destekledi, silahlandırdı. Libya’da süreç içinde iki farklı yönetim ortaya çıktı. 2014’te yapılan seçimlerin ardından Libya siyaseten ikiye bölündü. Bunlardan birisi ülkenin doğusunda, merkezi Mısır sınırına yakın Tobruk’ta bulunan Temsilciler Meclisi ve diğeri de Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti’dir. Bu iki güç birbirleri ile savaşa tutuştu.
5 Şubat 2021’de, ABD, AB ve BM’nin girişimleri sonucu Kurucu Meclis oluşturuldu. Kurucu Meclis, Abdülhamid Dibeybe’yi Başbakan ve Muhammed Menfi’yi Başkanlık Konseyi Başkanı olarak seçti. Kurucu Meclis’in onayladığı uzlaşmaya göre; 24 Aralık 2021’de başkanlık ve parlamento seçimleri yapılacaktır. Başkanlık ve parlamento seçimlerine kadar ülkede bulunan tüm yabancı askerlerin ve paramiliter örgütlerin Libya’dan çıkması gerekiyor. Seçimlere dört ay kalmasına rağmen, faşist Türk devletinin askeri ve Suriye’den Libya’ya taşınan radikal cihatçılar varlığını sürdürüyor. Rus paralı askerleri de faaliyetlerini yürütmeye devam ediyor. Trablus ve Tobruk arasındaki gerginlik devam ediyor. Yapılan anlaşmaya uymayan emperyalist ve faşist devletler, Libya’dan çekilmediği sürece planlanan seçimlerin yapılması zor görünüyor.
Göçmenler ve gelişen ırkçılık
Korona’nın geri plana ittiği ve fakat gündemden hiç düşmeyen, kendini hep yeniden dayatan bir dünya gerçekliği göçmenlik olgusu ve bunun sonuçları.
Bu yıl açıklanan resmi rakamlara göre; dünyada anda 80 milyon insan göç yollarında. Savaş, doğal afet, ekonomik ve siyasi durum nedeni ile milyonlarca insan yaşadıkları alanı terk etmek, göçmek zorunda kalıyor. Göçmen sayısı giderek artıyor, göçmenlerin bir kısmı ülke içinde kalıyor, bir kısmı ise ölümü de göze alarak ve bütün imkânları zorlayarak yurtdışındaki ülkelere göçüyor. Göç veren ülkelere göre daha zengin ve daha “demokrat”, daha güvenlikli olan ülkeler doğal olarak göçmenler için özenilen hedefler hâline geliyor. Genelde güneyden-kuzeye, yoksul ülkelerden zengin ülkelere yöneliyor göç. Göç yollarında, zengin ülkeler sınırlarını göçmenlere karşı sıkı sıkı koruduğu için, on binlerce insan ölüyor. Göçmenler gittikleri yerlerde zorda kalmış, korunmaya ihtiyacı olan insanlar olarak değil, düşman olarak görülmektedir. Egemen sınıfların en insaflı! sözcüleri “dışardan gelen senin yaşam tarzına ve kültürüne düşman bu insanlar, seni işsiz, evsiz bırakıyor, senin refahını paylaşıyor” propagandası ile kışkırtıyor yerli emekçileri, yeni gelenlere karşı. Açık ırkçı propagandacılar ise , “ülkenin demografik yapısının değiştirilme” tehlikesinden başlayıp, gelen kültürsüz insanların, ülkeyi ele geçireceğinden, kadınlarımız, genç kızlarımız”ın bunların cinsel tacizleri, tecavüzcülükleri nedeniyle korkudan sokağa çıkamayacaklarından vb. devam ediyor. “Göçmenlerin gelmesi engellemeli, hasbelkader gelmiş olanlar da en kısa zamanda geri gönderilmelidir.” Hemen bütün egemen burjuva partilerinin göçmen siyasetinin temel yaklaşımı. Göçmenlerin geri gönderilmesini savunanlardan en “ilerici”! olanları “halkımız göçmenleri istemiyor; insanların kendi ülkesinde yaşamaları daha iyidir; onları davul zurnayla evlerine göndermek görevdir!” tavrı takınıyor. “Göçmen sorunu” ırkçılığı geliştirmek, yabancı düşmanlığını kışkırtmak için kullanılan temel araç. Faşist hareketlerin de çok kullandığı araç.
Gömenler değil, ırkçılık ve ırkçılardır sorun olan.
Göçmenler konusunda tek doğru tavır:
‘Bütün sınırları açılsın! Göçmenlere eşit haklar tanınsın. Vatandaşlık hakkı verilsin’, tavrıdır.
Herkesin yaşama ve yaşamak için gerekli olduğu yerde göçme hakkı vardır.
Hiç kimse, zorunlu olmadıkça yurdu bildiği yeri terk etmez, ölümü de göze alıp göç yollarına düşmez.
İlginç olan birçok devrimcinin de göçmenleri kendi ülkelerine geri gönderelim korosuna katılmış olmasıdır. Biraz vicdanı olan insanın, ihtiyacı olan insana yardım etmesi insanlık görevidir. Sol içindeki ırkçılığı teşhir etmek temel görevlerimizden biri olmalıdır bu konuda.
Son dönemde birçok ülkede Suriyeli göçmenlere karşı tepki vardı; şimdi buna Afganistanlılara karşı olan tepki eklenecek. Göçmenler gittikleri yerlerde kalacakları yerler olmayınca sokaklarda yaşamak zorunda kalıyor, kalacaklar.
Önümüzdeki kısa dönemde Afgan göçmenlerin çoğu, Afganistan’da Taliban’a karşı Batının ve kukla hükümetin yanında yer alan kesimler olacak. ABD ve müttefikleri işgalciler çekilince ve Taliban güçleri ilerlemeye başlayınca, fakat yalnızca Batının zoraki olarak kabullendiği işbirlikçiler dışında Taliban’a karşı yer alan insanlar da ülkeyi terk etmeye başladılar.
Bunların gelmesi her türlü yolla engellenmeye çalışılacak.
Göçmenlere karşı sınırlarda duvarlar örülüyor. Bu insanlık düşmanı kapitalizmin çözümüdür.
Bizim çözümümüz, göçmenler yardıma muhtaç insanlardır, bunlara gittikleri yerde insanca yaşama şartları yaratmak, imkânları onlarla paylaşmak görevdir, şeklindedir.
Göçmenlere karşı değil, kapitalizme karşı mücadele, göçmenler konusunda genel şiar olmalıdır.
Dünya yanıyor
Korona öncesinde dünya gündeminin en önemli maddesi olan iklim değişikliğine karşı mücadele, Korona döneminde geri plana itilenler arasında yer aldı. Korona, Korona öncesinde özellikle genç kitlelerin iklim değişikliğine karşı yükselen kitle hareketlerinin hızını kesen bir rol oynadı. Fakat gündemde Korona’nın gerisine düşmüş olsa ve eylemliliklerde gerileme olsa da, yaşadığımız iklim değişikliğinin felaketli sonuçları Korona döneminde de kendini gösterdi.
Koronalı iki yıl içinde dünyanın değişik bölgelerinde kuraklık ormanları bir kıvılcımla tutuşacak çıra hâline getirdi. Sonuç dünyanın her yanında, Avustralya’da, ABD’de, Kanada’da, Güney Amerika’da Brezilya’da, Rusya’da, Akdeniz ve Ege Denizi kıyılarında, İtalya, Yunanistan, Türkiye, İspanya ve Portekiz’de, Akdeniz ve Ege adalarında muazzam büyüklükte orman yangınları oldu. Büyük ormanlık alanlar, içindeki canlılarla birlikte yandı, kül oldu. Yüzlerce itfaiyeci, yangınları söndürmek için fedakârca mücadele eden onlarca insan alevlerin kurbanı oldu. Orman kenarlarında bulunan binlerce mekân yandı, kullanılmaz hâle geldi. Kuşkusuz bu orman yangınlarının bir bölümü sorumsuz, vurdumduymaz insanların hataları sonucu çıktı, ya da orman alanlarını imara ya da tarıma açmak için bilinçli olarak çıkarıldı. Ya da yürüyen savaşlarda savaş aracı olarak çıkarıldı. Fakat her yıl artan biçimde milyonlarca hektar orman alanının yangınlarla yok olmasının esas nedeni bunlar değil. Esas neden dünyanın ortalama ısısının sürekli, kesintisiz yükselmesi. Dünyada çölleşme artıyor. Ormanlar kuruyor. Her yıl bahar ve yaz aylarında sıcaklık rekorları kırılıyor. Dünyanın “ılıman” iklim kuşaklarında temmuz-ağustos aylarında 40-50 derece arasında gün ortası sıcaklığı artık nerdeyse “yeni normal” olma durumunda. Yıllık ortalama sıcaklıkta her yıl yeni “yüzyıl rekoru” kırılıyor. Muazzam orman yangınlarında ortaya çıkan ısı, sıcaklığı arttırıyor. Yangınlarda salınan milyonlarca ton karbondioksit gazı atmosferde sera efektini güçlendiriyor.
Dünya suda, selde boğuluyor
Karada kuraklık artarken, diğer yanda sürekli artan sıcaklık sonucu buzullar hızla eriyor, akarsu, göl ve denizlerde su sıcaklığı artıyor. Yüzey suları her yıl daha fazla miktarda buharlaşıyor. Sonuç: bugüne kadar görülmemiş büyüklükte ve yıkıcılıkta iklim olayları. Çok kısa süre içinde âdeta baskın biçiminde gelen toprağın ememeyeceği muazzam şiddette yağmurlar. Buna bağlı olarak gelen su baskınları; önüne geleni silip süpüren, her an büyüyen seller. Toprak kaymaları, heyelanlar. Dünyanın en gelişmiş, en zengin ülkelerinde bile engellenemeyen büyük can kayıpları ve maddi kayıplar. Evleri, arabaları, bahçeleri, tüm zenginlikleri seller tarafından süpürülen, en sevdikleri gözleri önünde sele kapılıp giden insanlar. Yıkılan köprüler, kullanılamaz hâle gelen yollar. Burada kuşkusuz maddi kayıpların bu kadar büyük olmasında kuşkusuz akarsu kıyılarındaki yapılaşma, akarsuların etraflarının betonlaşması, akarsuların kendi doğal mecralarında akışının engellenmesi rol oynuyor. Fakat esas mesele bu değil. Burada yapılacak bir düzenleme ile evet kayıplar azaltılabilir. Bu mutlaka gereklidir de. Fakat bu yalnızca su baskınlarının verdiği zararı azaltır. Esas mesele dünyanın ortalama ısısının, endüstri çağında, özellikle de son yüzyıl içinde sürekli artmış olması ve bunun sürüyor olmasıdır.
Aynı şey Koronalı dönemde de dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşadığımız, şiddeti her yıl artan, önüne gelen her şeyi silip süpüren, uçuran, parçalayan, karşı konulmaz bir korkunç fırtına, hortum, tornado olayları için geçerli. Burada da evler daha sağlam yapılırsa, belki saatte 250 km hızla gelen fırtınayı yıkılmadan az hasarla atlatabilir. Tornadolarla birlikte gelen su baskınlarında önceden alınan tedbirlerle, daha hızlı tahliyeler yapılıp, can kayıpları azaltılabilir. Tabii ki bunlar yapılmalıdır. Fakat sorunun esası zararların büyüklüğü, çözümün esası kayıpların azaltılması için önceden tedbir alınması değil. Sorunun esası ilgi odağı en kısa zamanda en fazla kâr olan kapitalist üretim tarzı, onun yarattığı bireyci bencil insan tipinin yaşam tarzıdır. Geçmişte on binlerce yıllık zaman dilimleri içinde ve kimi doğal/kozmik/tektonik olaylar sonucu (örneğin büyükçe bir meteor çarpması; ana kıtaların parçalanmasını beraberinde getiren çok şiddetli yer sarsıntıları vb.) yaşanan iklim değişikliği, insan yapısı kapitalizm tarafından iki yüzyıla sığdırıldı. Daha 1960’lı yılların başında kimi bilim insanları, “Büyümenin sınırları” başlıklı bir raporda, bu olağandışı ısı artışının üretim ve yaşam tarzı ile bağını kurmuşlar ve eğer acil tedbirler alınıp, dünyanın ortalama ısı artışı belli bir seviyede tutulmazsa, geri dönülmez bir biçimde “iklim değişikliğinin” gündeme geleceğini ve bunun muhtemel felaketli sonuçlarını ortaya koymuşlardı. Bu rapordan sonra bir sürü “İklim Zirvesi” yaptı dünyanın egemenleri. Bu iklim zirveleri sonuçta bağlayıcı hiçbir karar almadılar.
Çünkü bağlayıcı karar almaları kârlarının bir bölümünden vaz geçmek anlamına gelecekti!
Kapitalizm açısından, söz konusu olan kârsa, gerisi teferruattır! Batsın bu dünya! Sonuçta iklim değişikliği sonucu olan bütün felaketlerde esas kurbanlar yine işçiler, emekçiler, yoksullardır.
Her yıl iklim değişikliği sonucu felaketler geliyorum diyor ve geliyor. İnsan dışındaki, doğa dili olsa isyan edecek! Sonuçta ancak birçoğu çocuk yaşta genç insanların “Geleceğimizi çalıyorsunuz”, “İklim değil sistem değişikliği” şiarlarıyla milyonlarca insanın sokağa dökülmesi, geniş çaplı okul boykotları sonucu egemenlerin partilerinin hemen tümü “yeşillendi”! Ancak bu sayede bir iklim zirvesinde ülkelerin önüne dünya ortalama ısısının 1,5 dereceyi geçmemesi için yapmaları gerekenler listesi konabildi. Temmuz 2021’de, yüzlerce bilim insanının iklim konusunda yaptıkları araştırmaların sonuçlarını toplayan 6. Uluslararası İklim Komisyonu Raporu, bu artışı 1,5 derecede tutma, ortalama ısı artışının bunun üzerine çıkmasını engelleme hedefinin şimdiye kadar öngörülen tedbirlerin gerçekten de alınması, verilen sözlerin tutulması hâlinde de engellenemez olduğunu açıkladı.
Bu kötümser ve panik yaratma için yapılan bir tespit değil. Yaşadığımız ekstrem hava olayları, felaketler bunun böyle olduğunu zaten gösteriyor.
İklim-değil, sistem değişikliği! Kapitalizm değil sosyalizm!
İklim değişikliğine karşı mücadele, doğal yaşam alanlarının korunması için mücadele, gerçekte insanlığın geleceği için mücadeledir. Bu mücadeleyi, insan yapımı iklim değişikliğinin esas sorumlusu ve suçlusu olan kapitalist sistemin devletlerinden, kurumlarından beklemek boş iştir. Bu mücadelenin tek tek bireylerin bireysel sorumlu davranışları ile kazanılacağını sanmak da boş iştir.
Bireylerin örneğin tüketimlerinde, çevre korunması konusunda sorumlu davranması tabii ki iyidir ve doğrudur. Fakat sorunun çözümü değildir. Sorun iklim değil, iklim değişikliğinin sebebi olan kapitalizmdir! Kapitalizm radikal şekilde yok edilmedikçe gerçek çözüm yoktur.
Kapitalizmi yok edecek olan ise onun yarattığı kendi mezar kazıcısı olan, modern kapitalist toplumun en devrimci sınıfı olan işçi sınıfıdır.
İşçi sınıfı, iklim değişikliğine karşı mücadeleye kendi sınıf mücadelesinin en önemli parçalarından biri olarak sahip çıkmalı, bu mücadelelerin en önünde yürümelidir.
Çözüm buradadır. Çözüm kapitalizmin işçi sınıfı önderliğinde devrimlerle yıkılmasında, sosyalizmdedir.
Korona’nın gerilemesi ile Korona dönemi öncesinin en kitlesel eylemleri olan gençlik eylemleri yeniden yükselecektir.
Bu hareketin içine doğru düşünceleri taşımak, hareketin “sistem değişikliği” talebinin içini “sosyalizm için mücadele” olarak doldurmak, komünistlerin ve işçi sınıfının görevidir. Bu hareket içindeki yaygın reformist hayallerin, iklim krizinin kapitalist sistemin içinde yapılacak reformlarla aşılacağı hayallerinin yıkılması görevdir.
Bu başarılamazsa, gidiş barbarlık içinde çöküşe gidiştir!
Dünya hallerinde kimi başka noktalar
Korona krizi geleneksel burjuva siyaseti ve sistemin “geleneksel” parti ve politikacılarına karşı güveni önemli ölçüde sarstı. Bu kendini en iyi biçimde seçimlere katılımın düşmesinde; birçok yeni partinin ortaya çıkmasında, seçim sonuçlarına kuşkuyla yaklaşımların artmasında vb. gösteriyor.
Boşluğu bir yandan çevre sorununu en erken merkeze koyan “yeşil” partiler doldurmaya çalışıyor.
Diğer yandan “sistem karşıtı” imiş gibi görünen, ırkçı faşist partiler de kendilerini alternatif olarak sunuyorlar.
Sistem dışı “Sol”da tabandan örgütlenme, halk inisiyatifleri oluşturma, bunlar üzerinden siyasete müdahale, alttan baskı ile sistemi yenileme düşünceleri geçmişe göre daha yaygın.
Aslında genelde bir değişiklik isteği, ihtiyacı ve arayışı var, gelişiyor.
Fakat anda bu arayışa güçlü bir alternatif sunup, arayışı devrim yönünde harekete dönüştürebilecek yeterli bir komünist örgütlenme yok.
Kapitalist dünya hallerini yıkmak, radikal tarza dönüştürmek için komünistlerin önündeki temel görev bu örgütlenmeyi yaratmak.
İdeolojik mücadelede öne çıkan kimi sorunlar
Son dönemlerde daha çok kimlik siyasetleri çok daha belirgin bir biçimde öne çıkmaya başladı.
Kimlik siyaseti, çoğunluk toplumunun “başkalaştırdığı”, aşağıladığı, ezdiği kimliklerin eşit haklar için yürüttüğü mücadeleleri merkeze koyan siyasetin adı. Kimlik siyasetinde her alt kimliğin “kendi”si için mücadelesi en önemli mücadele olarak kavranıyor.
Örneğin en kapsamlı kimlik mücadelesi olan burjuva feminist kadın hareketi, kitlesellik, etkinlik ve militanlıkta sınıf mücadelesinin önünde.
Gelinen yerde, LGBTİ*lerin “kimlik” mücadeleleri katılım, canlılık militanlık vb. de birçok başka mücadelenin önünde.
Ulusal, dinsel, mezhepsel temeldeki kimlik mücadeleleri işçi sınıfının sınıf mücadelesinden daha yaygın ve güçlü.
Bunda şaşılacak bir şey de yok. İşçi sınıfının, kapitalist düzeni yıkmak, yerine sosyalist bir düzeni kurmak, sınıfsız sömürüsüz bir topluma, komünizme ilerlemek için yürüttüğü sınıf mücadelesinin en zayıf dönemlerinden birini yaşıyoruz. Burjuvazinin “komünizm, –en iyimser yorumla– erişilmesi mümkün olmayan iyi bir düşünce, bir hayal” olduğu şeklindeki propagandası etkin. İşçi sınıfının kendisi, sınıfın kahir çoğunluğu, burjuvazinin komünizm konusunda yaygınlaştırdığı yalanları, gerçek olarak kavrıyor. Sosyalizmi kurma adına yaşanan ve sonunda çöken deneyler, anda burjuvazi tarafından “komünizmin mümkün olmadığının görüldüğü” şeklinde yorumlanıyor. Bütün burjuva medya tarafından her gün yaygınlaştırılan bu yorumda toplumda hâkim olan yorum. Diğer yandan “kimlik siyaseti” savunucusu ideologlar da “Klassizm” (sınıfçılık) olarak adlandırdıkları siyaseti, sadece işçi sınıfının anlık ekonomik çıkarlarının savunulması, sınıfa yönelik haksızlıklar dışındaki bütün haksızlıklara karşı mücadeleyi “sosyalizm”e ve ötesine erteleyen bir siyaset olarak görüp gösteriyor. Bu düşüncenin de egemen olduğu yerde kendilerine, kendi gruplarına-kümelerine yönelik haksızlığa karşı mücadele etmek isteyenler ve edenlerin, toplumda eşitler arasında eşit olmak isteyenlerin kimlik mücadelesini en önemli mücadele olarak görüp yürütmeleri şaşırtıcı değildir. Aslında ezilen, baskıya uğrayan kimliklerden insanların örgütlenip kendi davalarına sahip çıkmaları, haksızlığa karşı eşitlik için mücadele etmeleri olumludur. Ancak mücadelenin böyle bir kimlik siyaseti ile sınırlandırılması, bunun sınıf siyasetinin karşısına konması yanlıştır.
Çünkü bu siyaset, işçi sınıfının sınıf mücadelesinin hedefinin işçi sınıfı ile birlikte insanlığı kurtarma, insanın hayvanlar âleminden ayrışıp, gerçek anlamda insan olduğu bir düzeni yaratma mücadelesi olduğunu kavramıyor. Modern toplumun esasta sömürenler ve sömürülenler, ezenler ve ezilenler olarak ikiye ayrıldığını; sömürülen ve ezilenler birleşip birlikte mücadele yürütmedikçe, sömüren ve ezenlerin düzeninin süreceğini kavramıyor. Çünkü bu siyaset işçi sınıfının modern sömürücü kapitalist toplumda objektif olarak sonuna kadar devrimci tek sınıfı olduğunu, bu sınıfın bütün ezilen ve sömürülenlerin en önünde, sömürünün ve ezilmenin her türüne karşı mücadelenin en önünde yürümek zorunda olduğunu, bunun için bu sınıfın mücadelede birliğinin şart olduğunu kavramıyor. İşçi sınıfının sosyalizm-komünizm hedefli sınıf mücadelesi hiçbir şekilde, bu sınıfa doğrudan yönelik haksızlıklara karşı mücadele dışındaki mücadeleleri ertelemez. Doğru, sosyalizm-komünizm hedefi ile yürütülen sınıf mücadelesi, aynı zamanda bütün ezilenlerin, horlananların, haksızlığa uğrayanların mücadelelerini kendi sınıf mücadelesinin bir parçası olarak kavrar. Bu mücadelelerde işçi sınıfı en ön saflarda savaşır. İşçi sınıfı içinde bütün ezilen kimliklerden insanlar vardır. Cinsiyeti nedeniyle, milliyeti, dini, mezhebi nedeniyle, cinsel tercihi nedeniyle vb. vb. toplumda baskıya uğrayan insanlar işçi sınıfının içinde de vardır. Bunların çoğunluğu da, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı içindedir. Bu yüzden doğru yürütülen sınıf mücadelesi aynı zamanda ezilen kimliklerin eşit hak için mücadelelerini de içerir, içermek zorundadır.
Biz insanların kendilerini alt kimlikler üzerinden de tanımlamasına da, bu alt kimliklere yönelik haksızlıklara karşı mücadele etmesine karşı değiliz. Karşı olduğumuz şey, bu alt kimliklerin üzerinde olan bir sınıfa dâhil olma bilincinin yokluğu, sınıfın parçası olarak hareket etmenin kimlik için mücadeleyi ret eden veya zayıflatan bir şey olarak kavranmasıdır.
Bu tam da burjuvazinin, sömürücülerin istediği bir şeydir. Sınıf ne kadar alt bölümlere ayrılır, bölük pörçük hareket ederse, ne kadar herkes yalnızca kendi kimliğine yönelik baskıları “en önemlisi” hatta yer yer her şey olarak görüp, öyle mücadele ederse, burjuvazinin iktidarının ömrü o kadar uzar!
Bu bölünmenin sonu yoktur. Hatta kimi “kimlik siyaseti” ideologlarına göre, kimliğin her yetişkin birey tarafından belirlenen sübjektif bir olgu olduğu tanımı temel alınırsa, sonuçta mücadele bireylerin bireysel mücadelesine kadar parçalanabilir.
Burjuva kimlik siyaseti tartışmalarda yer yer inanılmaz “aşırılık”lara da varıyor.
Örneğin, siyah ve lezbiyen bir kadının yazdığı bir edebi yazıyı, kendisi siyah ve lezbiyen olmayan bir kadın dışında birinin bir başka dile çevirmesinin mümkün ve doğru olup olmadığı ciddi ciddi tartışılabiliyor.
Örneğin kendisi eşcinsel olmayan birinin, eşcinselliğe ve eşcinsellere yönelik aşağılama ve baskılara karşı gerçek anlamda mücadele etmesinin mümkün olamayacağı savunulabiliyor.
Bu aslında alt kimliklere karşı yönelen aşağılama, baskı, haksızlığa karşı mücadeleyi yalnızca bunların doğrudan hedefi ve kurbanı olanların yürütebileceğini iddia eden bundan yola çıkan ve aslında mücadelecileri olağanüstü sınırlayan yanlış bir yaklaşımdır.
Bu çocukça aşırılıklar, aslında kimliklere karşı var olan baskılara, kimliklerin ret edilmesine yönelik bir tepkidir. Fakat bunlar var olan baskılara karşı mücadeleyi zayıflatıyor yalnızca.
Kimlik siyaseti, alt kimliklere yönelik baskı ve haksızlıkların bütünüyle ortadan kalktığı, bunun temeli olan sınıfların ortadan kalktığı, insanların tümünün insan kimliği temelinde buluştuğu bir toplumda tarihte kalmış bir siyaset hâline gelecektir.
O günlere varmak için bugünden doğru bir sınıf siyaseti güdülmelidir.
Sağlık, sağlıklı yaşam en önemli insan hakkıdır… Ya da pandemide “Özgürlük kısıtlamaları”…
Korona döneminde insan hakları konusunda en önemli insan hakkının ne olduğunu gördük, yaşadık.
İnsanın diğer insan haklarını kullanabilmesi için yaşıyor olması gereklidir. Ölmüş bir insanın insan haklarını savunması, bunları kullanması mümkün değildir. Bu yetmiyor, aynı zamanda insan haklarını kullanabilecek ölçüde sağlıklı olması gerekir. Hiçbir şey yapamayacak durumda ağır hasta olan bir insanın, insan haklarını savunması, kullanabilmesi mümkün değildir. Öyle ise yaşam hakkı yanında, sağlıklı yaşam hakkı en önemli insan hakkıdır.
Bu böyle olduğundan, biz pandemi sırasında burjuvazinin “halk sağlığını koruma adına” aldığı kararlarda kimi özgürlük haklarının kısıtlanmasına ilke olarak karşı çıkmadık. Sosyalist bir toplumda da bir pandemi sırasında kimi özgürlük hakları kısıtlanacak, kimi zorunlu tedbirler alınacaktır.
Bizim eleştirimiz genelde kısıtlamalara değil, bunların zamanlaması (belli bir zaman diliminde gerekli olan somut bir kısıtlama, daha sonra gereksiz hâle gelebilir), gerekçelendirlmesi (halka yalan söylenmemeli, şeffaf olunmalı, gerçekler ne ise açıklanmalıdır. Örneğin eğer elde yeterli maske yoksa “maske taşımak zaten gerekli değil” demek açıkça yalan söylemektir, halkı kandırmaktır) yeterli ve tutarlı olup olmadığı (Bir yandan “kişisel doğrudan temas en aza indirilmelidir” demek, belli bir yaş üzeri veya altmış üzeri insanlara evden çıkma yasağı koymak ve fakat aynı zamanda fabrikaların çalışmasını durdurmamak tutarsızdır. “Kapanma”nın hiçbir zaman tam kapanma olmaması yetersizdir. Halk sağlığını tehlikeye atmaktır) noktalarındadır.
En baştan itibaren esoterik, komplo masalları anlatıcısı ve mümini faşistler kısıtlamalara “özgürlüğümüz” kısıtlanıyor gerekçesi ile özgürlük savunucusu pozlarda karşı çıktılar. Çeşitli söylemlerle ve komplo masalları ile Korona pandemisinin varlığını ret eden faşistler, Korona döneminde en geniş katılımlı “sivil itaatsizlik” eylemlerini gerçekleştirdiler. Maske takmamayı, mesafe koymamayı “özgürlük” savunusu olarak sundular. Bu “özgürlük” kısıtlamalarına karşı “mücadele”ye yer yer liberal ve hatta kendine solcu diyen bir kesim de katıldı.
Buradaki “özgürlük” anlayışı bireyci, kendini merkeze koyan “özgürlüğü” her bireyin her istediğini yapma özgürlüğü olarak kavrayan bir anlayıştır. “Sınırsız” özgürlük yoktur. “Sınırsız” özgürlük anlayışı “başka insanların” özgürlüğünü hatta varlığını hiçe sayan bir anlayıştır.
Bizim özgürlük anlayışımız, dışımızdaki insanların hak ve özgürlüklerine saygıyı temel alan bir özgürlük anlayışıdır. Bizim için bilinçli bir edimdir. Bilinçli edim olarak özgürlük ise zorunluluğun kavranmasıdır. Örneğin bir pandemi döneminde virüs taşıyan bir insanın kendini bilinçli olarak karantinaya alması, özgürlüğün sınırlanması değil, özgürlüktür. Bu, çünkü dışımızdaki insanların sağlığının korunması açısından zorunludur! İnsanların tümü özgürlüğü bilinçli bir adım olarak kavrayıp yaşasalar, o zaman birilerinin kural koymasına, yasak getirmesine vs. gerek olmazdı. Ne yazık ki bugünkü dünya hâli böyle bir hâl değil. Hâlâ yöneten-yönetilen ilişkisi, devletin varlığı vb. zorunlu. Ve evet halk sağlığını korumak için devletlerin belli kurallar getirmesi zorunlu ve doğru idi. Yanlış olan tutarsızlıklar, yalanlar, zamansızlıklar vb. idi. Zorunlu olan “ Özgürlük kısıtlanması” değil!
5 Eylül 2021