2019 yılı Küba Devrimi’nin 60. yıl dönümü idi. Yeni Dünya İçin Çağrı’nın 197. sayısında (Kasım, Aralık, Ocak 2019) “60.yıl dönümünde Küba Devrimi üzerine” başlıklı bir makale yayınlandı. Küba Devriminin 63. Yıl dönümü vesilesiyle söz konusu makaleyi yayılmıyoruz. YDİ Çağrı
60.YIL DÖNÜMÜNDE KÜBA DEVRİMİ ÜZERİNE
2019 yılı Küba Devrimi’nin 60. yıl dönümüdür. Küba hakkında çok yazılıp çizilmekte ve Küba birçok çevre açısından ‘sosyalist’ olarak değerlendirilmektedir. Oysa 60 yıl önce antiemperyalist, antifaşist bir halk devrimi ile Amerikancı faşist Batista rejimini devirerek iktidara gelen Castro ve arkadaşları, sosyalist/ komünist olmayıp konjonktür gereği daha sonradan kendilerinin “sosyalist, marksist-leninist” olduğunu açıklayan küçük burjuvalardır.
Küba Devrimi’nin önderleri Castro ve arkadaşları, Küba’nın içinde bulunduğu zor durumda ABD’nin sürekli tehditlerine karşı Rus sosyal emperyalizmine ve Doğu Bloku’na yanaşmıştır. Castro’nun bir dönem seslendirdiği “Ya Sosyalizm-Ya Ölüm!” sloganı, gerçekte hiçbir zaman sosyalizmi inşa edememiş Küba açısından ya küçük burjuva/bürokrat yönetimin sürmesi ya da yeniden ABD emperyalizminin yarısömürgesi durumuna girme alternatiflerinin ifadesi idi. 54 yıl sonra ABD ile geliştirilen ilişkiler bunun en iyi göstergesidir.
Bu makalemizde Küba’yı, Küba’daki devrim öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri anlatmak istiyoruz.
- YÜZYILIN BAŞINDA KÜBA
Küba, Latin Amerika’da bağımsızlığına en son kavuşan İspanyol sömürgesiydi. 1886’da köleliğin kaldırılması, ABD’nin o tarihlerde 50 milyonu bulan sermaye ihracı, şeker plantasyonlarının hızla kapitalistleşmesi, üretim ilişkilerinde çeşitli değişikliklere yol açtı. Küba işçi sınıfının niceliğinde ciddi artış oldu. Bu gelişmeler doğrultusunda, işçi sınıfının bir ‘sınıf’ olarak ekonomik çeşitli işçi örgütlerinin kurulduğu gözlenir. Bu girişimler arasında en bilineni 1892’de kurulan “Ulusal İşçi Birliği”dir ve tüm bunlarla birlikte ulusal-devrimci Jose Marti’nin önderliğinde anti-sömürgeci halk mücadelesi fitili ateşlenir. Jose Marti önderliğindeki hareket, sömürgeci İspanya ordusunu muazzam bir hezimete uğratır. Ancak özgürlük dönemi uzun sürmedi, çünkü aynı dönemde ABD emperyalizmi bölgede yayılıyordu.
ABD adayı satın almak için İspanya’ya 300 milyon dolar önerdi, bu girişim başarılı olamayınca ve İspanya’nın Küba’yı elinde tutabilmek adına Küba ve Porto Riko’ya ‘özerklik’ tanımasının ardından ABD; Küba’nın ‘bağımsız’ olacağı endişesiyle bölgeye gönderdiği kendi zırhlı gemisi ‘Maine’yi batırıp bundan İspanyolları sorumlu tuttu ve İspanya’ya savaş ilan etti. Lenin bu savaş için şunu söyler: “Kapitalizmin Amerika’da ve Avrupa’da, ve daha sonra da Asya’da en yüksek aşaması olarak emperyalizm, son biçimini 1898- 1914 döneminde almıştır. İspanyol-Amerikan Savaşı (1898) İngiliz-Boer Savaşı (1899-1902), Rus-Japon Savaşı (1904-05) ve 1900’deki Avrupa ekonomik bunalımı, dünya tarihinin yeni dönemindeki belli başlı tarihsel kilometre taşlarıdır.” (“Emperyalizm ve Sosyalizmdeki Bölünme”, Lenin, s.340, Marx Engels Marksizm, Sol Yayınları, dördüncü baskı, Ekim 2006, Ankara)
‘Küba’nın paylaşımı’ ile başlayan 1898 savaşı ilk emperyalist savaştır.
1899’da Vicente Tejera öncülüğünde Küba Sosyalist Partisi kuruldu ama etkili olamadı. Kendi vatandaşlarının tehlikede olduğunu iddia ederek bağımsızlığını yeni kazanmış olan ülkeyi işgal etti. ABD, şeker sanayinde yatırımları bulunan kapitalistleri ve toprak sahiplerini korumak için savaş gemilerini Küba’ya gönderdi. 1902’ye gelindiğinde ABD, Küba Merkez Bankası’nı, gümrükleri, polisi ve devlet başkanlığını kontrol ediyordu. Ayrıca, vatandaşlarının çıkarları tehlikeye düştüğünde ABD’ye Küba’nın içişlerine karışabilme hakkı veren bir madde de (Platt Yasası) Küba Anayasası’na konulmuştu. İşgali izleyen dört yılda, Küba halkı, ABD’li tekellere tanınan ayrıcalıklara tepki olarak çeşitli direniş biçimleri ve yürüyüşler düzenledi. Sonucunda, ABD’li yatırımcılara tanınan ayrıcalıkları yasaklayan “Foraker Yasası”nın parlamentodan geçmesi sağlandı. Ama tekeller bu yasayı başından itiibaren ihlal edebilmenin yollarını buldu. ABD emperyalizminin işgalini (Küba iki kez işgal edildi, ikincisi başkan Palma’nın talebiyle oldu ve 1907’de sona erdi.) izleyen on yıllarda yatırımların çoğu şekere ve tütüne yapıldı. ‘American Tobaco Company’, Küba’da üretilen tütünün yüzde 90’ını kontrol ediyordu ve ABD Küba’dan ithal edilen ürünlere özel bir vergi indirimi getirmişti. Bununla birlikte başka bir tekel olan ‘United Fruit’ tek başına ekilebilir toprakların yüzde 10’unu elinde bulundurarak 70 bin hektarlık toprağa sahip oldu. 1897’de ABD’nin Küba’ya yaptığı sermaye ihracı 450 milyon dolar iken, bu sayı 1905’te 1 milyar 841 milyona yükseldi, Küba bir ‘yarısömürge’ olmuştu. Fakat esas yatırımların yapıldığı şeker sanayi esas sektör hâline geldi. 1900-1920 arasında ABD’nin şekere yatırımı 80 milyon dolardan 1 milyar 900 bin dolara çıktı. Şeker üretimi aynı tarihler arasında 309 binden 5 milyon 437 bin tona çıktı. 1926’da şeker üretiminin %63’i ABD’nin elindeydi. Birinci Dünya Savaşı sırasında ABD’nin şeker tüketimi sürekli arttı. Camaguey ve Oriente bölgelerinde yeni fabrikalar açıldı. .
1929 dünya ekonomik krizinin hemen öncesinde ABD emperyalizmi Küba’nın sadece ekonomisini kontrol altında tutmakla yetinmiyordu. ABD, 20 Mayıs 1925’de Küba Başkanlığı’na seçilen ve dokuz yıl sürecek bir dikta rejimi kuran Gerardo Machado önderliğindeki kukla hükümet üzerinden Küba’nın politik hattını da belirliyor; ülkeyi askeri olarak da kontrol altında tutuyordu.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı patlak verdiğinde, savaş nedeniyle Avrupa’da şeker üretimi büyük oranda durmuş ve Küba şeker kamışı muazzam değerlenmiştir, bu sırada gerek ABD’li tekeller, gerekse Küba’daki işbirlikçiler muazzam servetlere sahip oldular ve bu talep üretimin gelişmesine ve işçi sınıfının niceliğinin artmasına neden oldu. 1919’daki sayıma göre Küba’da 21 bin taş ve yapı işçisi, 6 bin 500 demir ve döküm işçisi, 35 bin tütün sanayi işçisi, 5 bine yakın maden işçisi, 12 bin demiryolu işçisi, 20 bin ayakkabıcı ve 300 bine yakın da tarım proletaryası vardı. 1917 yılında tüm Küba’yı saran bir grev dalgası vardı, hatta 1 Mayıs 1918’de Havanalı işçiler, emperyalist devletlerin Sovyetler’i işgaline desteklenmesine karşı bir protesto örgütlediler.
Gerardo Machado’nun iktidara gelmesinden üç ay sonra, işçi lideri Carlos Bolino öğrenci lideri Julio Antonio Mella ve Polonyalı siyasi aktivist Fabio Grobert öncülüğünde “Küba Komünist Partisi” illegal olarak kuruldu. 1925’te kurulan “Küba Komünist Partisi”, III. Enternasyonal’e üye oldu. “Küba Komünist Partisi”, Moskova’da eğitim görmüş bazı önderlerin yardımlarıyla şekillendirildi. Gerardo Machado diktatörlüğü hız kesmeden devam ediyordu. Machado’yu eleştiren bir gazeteci ölü olarak bulundu. Muhalif gazeteler kapatıldı. Machado yanlısı profesörler üniversitelere dolduruldu. Machado’nun faşizmine karşı Komünist Partisi tarafından bir gösteri düzenlendi. Komünist Parti önderi Julio Antonio Mella tutuklandı. Mella, Payret Tiyatrosuna bir bomba koymakla suçlanıyordu. Mella, mahkemesi bitene kadar serbest bırakılma talebi reddedilince açlık grevine başladı. Kitlelerden gelen tepkiler üzerine, Mella açlık grevinin on sekizinci gününde serbest bırakıldı. Mella, can güvenliği olmadığı için Küba’dan ayrılmak zorunda kaldı. Panama, Guatemala, Honduras’a kabul edilmeyince Meksika’ya gitti. Meksika Komünist Partisi’ne girdi ve kısa zamanda genel sekreter oldu. Küba ile bağını kesmeyen Mella, Cuba Libre (Özgür Küba) gazetesini çıkardı. Bu gazetede, Machado diktatörlüğünün cinayetlerini dünyaya duyuruyordu.
Julio Antonio Mella, 10 Ocak 1929’da bir Meksika gazetesinde kendisinin, La Habana gazeteleri tarafından Küba bayrağını aşağılamakla suçlandığını öğrendi. Tina Modotti ile birlikte postaneye giderek, La Semana dergisine bir tekzip metni gönderdi. Bu tekzibi yalnızca o derginin yayınlayacağına inanıyordu. Ciudad Mexico postanesinden dönerken silahlı saldırıya uğradı. Tina Madotti, ölümcül yara almış olan Mella’yı onu kucağına aldığında o şu sözleri mırıldandı: “Machado beni öldürttü… ihtilal için ölüyorum.” İki saat sonra yaşamını yitirdi. Suikasta uğradığında 26 yaşındaydı. Mella’nın öldürülmesi Latin Amerika’da büyük tepkilere yol açtı.
Değişik kaynaklarda Machado döneminde 3000 devrimci ve yurtseverin katledildiği söylenir, hatta kendisine ‘tropikal Mussoulini’ denmektedir. 1930 yılında politik genel grev patlak verir. 200 bin işçi katılır, çeşitli kaynaklar öncülüğünü işçi sınıfının yaptığı bu hareketin, Latifundiya ve yarısömürge rejimin yıkılması için en önemli hareket olduğu yönünde değerlendirmeler yapar.
ABD ile iç içe geçmiş Küba ekonomisi kriz içindeydi. İhraç mallarının toplam d.)eğeri 1929’da 200 milyon dolardan, 1931’de 78 milyon dolara ve 1932’de 42 milyon dolar düştü. Bu ekonomik çöküş özellikle öğrenciler ve işçiler arasında yaygınlaşan ve yükselen mücadelenin ortamını belirliyordu. Antonio Guiteras önderliğindeki Directorio (İhtilalci Öğrenci Yönetimi) gösterilere öncülük ediyor ve Machado diktatörlüğüne karşı doğrudan eylemler düzenliyordu. İşçilerin yaşam koşulları giderek çekilmez hâle geldikçe sendikaların militanlığı da artıyordu. Bu durum özellikle şeker üretiminin çökmesiyle birlikte artan yoksulluk ve sürekli işsizlik içinde bulunan büyük kapitalist çiftliklerdeki işçiler için de geçerliydi. Mücadeleler ve grevler 1933 Küba’sını sarsıyordu. İşçilere öncülük eden, plantasyon işçilerinin sendikası “Küba Ulusal İşçi Konfederasyonu” (CNOC) idi.
1925’te kurulan “Küba Ulusal İşçi Konfederasyonu”nun (Confederacion Nacional Obrera de Cuba – CNOC), 128 kolektif ve işçi örgütüyle, toplamda 200 binden fazla işçi üyesi vardı. CNOC’un ana ilkeleri, seçimlere katılmamak, bürokratik olmamak, 8 saatlik iş günü ve grev hakkı mücadelesinin verilmesiydi; bu işçilerin ortak kararıydı. CNOC’ye gittikçe büyüyen Komünist Partisi’nin üyeleri önderlik ediyordu. 1933’te, Havana Otobüs Şoförleri grevinde Komünist Partisi’nin üyeleri etkili idi. Grevlerin etkisi muazzamdı. Bu dönemde fabrika işgalleri, yer yer işçilerin silahlanması gündeme geldi. 1933 ortalarında komünist partisi, ‘Sovyetlerin kurulması’ çağrısında bulundu, işçiler 36 şeker fabrikasını işgal edip Sovyetleri kurmaya giriştiler, ne yazık ki bunlar yalnızca ‘grev komiteleri’ olarak işlev gördüler, birer iktidar aygıtı değillerdi. Küba’da devrimci bir durum vardı. Bu dönemde ABD emperyalizmi, Küba’yı sarsan grev ve eylemlilikler sonucu otoritesi iyice zayıflayan Machado’dan desteğini çekti. Gerardo Machado 24 Ağustos 1933’te devrildi.
Machado rejimi işçi sınıfı başta olmak üzere, köylüler, aydınlar hatta burjuvazinin muhalif kesiminin de yer aldığı bir süreç sonunda yıkıldı. Bazı kaynaklar bunun Jose Marti’nin başlattığı ‘ulusal demokratik devrim’in bir parçası olduğunu söyler. Çünkü devrim hem ‘faşist’ rejime, hem de yarısömürgeliğe yönelmiştir.
BATİSTA DİKTATÖRLÜĞÜ DÖNEMİ
24 Ağustos-9 Eylül tarihleri arasında Küba’da tam iktidar boşluğu doğdu, kısa süreliğine ‘Sespedes’ başkan oldu, çeşitli ‘ileri’ sayılaibilecek birkaç yasa değişikliği gerçekleşti, Machado tarafından sürülen Kübalılar Küba’ya döndüler. Bu dönemde birden fazla iktidar odağı ortaya çıktı. Ordu içinde astsubaylar iktidarı ele geçirdi. Başlarda ‘devrimci’ sayılabilecek amaçlar vardı, ordu içinde er, erbaş ve çavuşlara yapılan kötü muamele bunda etkili oldu ve çavuşların öncülüğünde ‘Devrimci Askeri Birlik’ kuruldu. Küba Öğrenci Direktörlüğü radikalleşti, kısa süre sonra ‘Çavuşlar Darbesi’i gerçekleşti, komünist parti, CNOC vb. yapılar darbeye destek verdiler ve darbe unsurlarıyla görüşmeye başlayıp, beş kişiden –pentarşi– oluşan bir ‘geçici’ hükumet’ önerisi getirdiler, bu hükumet son derece çelişkili unsurlar barındırıyordu ve fazla sürmedi. Machado taraftarı subaylar ordudan temizlendi. Darbenin başında Fulgencio Batista adında bir çavuş vardı. Batista, ordu komutanı oldu. Ordu komutanı olur olmaz rütbesini albaylığa yükseltti. 9 Eylül 1933’te Grau San Martin, öğrencilerin oluşturduğu devrimci meclis tarafından devlet başkanlığına aday gösterildi. Kabinesinde, 1933’ün en hareketli günlerinin kilit örgütü Directorio’nun lideri Antonio Guiteras da vardı. Batista’nın yükselmesinde ve ordu komutanı olmasında Antonio Guiteras’ın yani “İhtilalci Öğrenci Yönetimi”nin çok önemli rolü vardı. Böylece halk hareketini kendi iktidarı için kullanan bir diktatör, bir başka diktatörün yerine iktidara yürüyordu. Martin, Machado’nun ve yandaşlarınn mülklerine el koydu, 8 saatlik iş günü, asgari ücret ve sigortalılık gibi ‘ileri’ önlemler yasalaştı, çeşitli tekel ve anonim şirketler üzerinde hükumet kontrolü getirildi, bu reformlar kabinedeki halk devrimcisi Guiteras’ın baskıları sayesinde gerçekleşti.
ABD büyükelçisi Sumner Welles, Grau San Martin hükûmetinin ABD hükûmeti tarafından tanınmadığını bildirdi. Batista, Grau San Martin’in hükûmetten ayrılmasını istedi. Yerine sadık adamı olan Albay Mendieta’yı getirdi. 1935’de genel grev patlak verdi. Batista bu defa grevi orduyu kullanarak bastırdı ve Grau San Martin hükûmetinin ilerici bakanlarından Antonio Guiteras öldürüldü. Batista, general rütbesine yükseldi. ABD elçisi Sumner Welles ”komünizme karşı bu başarı”sından dolayı Batista’yı kutladı. Batista, 1940’a kadar muhtelif kukla başkanlar üzerinden gücü ve kontrolü elinde tuttu. Ardından 1940’da bizzat kendisi Küba Başkanı olarak seçildi. 1936’da Küba Komünist Partisi legal alanda da faaliyet gösterdi, Komintern yönergelerine uygun olarak, ‘birleşik cephe’ çizgisini izledi ve diğer devrimci gruplara çağrıda bulundu, ama bu ittifak sağlanamadı. Bununla birlikte 800 bin üyesi olan ve 800 sendikayı birleştiren ‘Küba İşçileri Konfederasyonu’ kuruldu. Küba Komünist Partisi ve Devrimci Sosyalist Birlik Partisi birleşti, seçimlere de katıldı.
Batista, iktidara gelir gelmez 1940 Küba Anayasası’nı hazırladı ve 1944’e kadar yerinde kaldı. Kendi eliyle seçtiği halefi Carlos Saladrigas Zayas, 1944’te Grau San Martin tarafından seçimlerde yenilgiye uğratıldı. Bu dönemde Castro genç bir avukat iken programında çeşitli ulusal talepler olan ve ‘Otantiklerden’ ayrılan Küba Halk Partisi isimli ‘reformist’ bir partiye üyeydi ve 1944 seçimlerinde aday oldu.
Grau San Martin daha önce sekiz saatlik çalışmayı kabul etmesine rağmen 1947’de sendikalara karşı tavır aldı. Sendikacıları tasfiye ederek yerlerine gangsterleri getirdi. Büyük işçi lideri Jesus Menendez bir subay tarafından tabanca ile vuralarak öldürüldü. Bu suikast Küba proletaryasının mücadelesinin sindirilmesinde önemli rol oynadı. Grau San Martin artık yolsuzluğun içindeydi.
1948’de başkanlığa Prio Socarras seçildi. Prio Socarras da Grau San Martin gibi, yolsuzluğa bulaşmıştı. Grau San Martin’in partisinde Eduardo Chibas adlı bir senatör vardı. Eduardo Chibas, partisinden ayrılarak ayrı bir parti kurdu. Chibas, esas olarak San Martin ve Prio Socarras’ın yolsuzluklarını teşhir etmeye yöneldi. Chibas tehdit edildi ve başkana hakaretten altı ay hapse mahkûm edildi. Hapisten çıktıktan sonra ‘kahraman’ olmuştu. Seçimlerde kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Eduardo Chipas, 5 Ağustos 1951’de halka, Prio’nun suçluluğunu bütün deliller ile radyoda ispatlayacağını açıkladı. Fakat o gün bu deliller eline geçmedi. Belki kendisine delilleri getirmeyi vaat eden kişi satın alınmış ya da korkutulmuştu. Chibas açıklamasını yapamadı, ama yine konuştu ve konuşmasının sonunda silahını çekerek mikrofon önünde karnına bir kurşun sıktı. Hastaneye kaldırıldı ve 16 Ağustos’ta yaşamını yitirdi. Öğrenciler cesedini üniversiteye getirdi. Ölüsünün başında ilk nöbeti, sekreteri olan Conchita Fernandez ile partisinin gençlik kolu yöneticilerinden bir genç avukat tuttu. Bu avukatın adı Fidel Castro idi.
Batista ailesi sekiz yıl New York ve Florida’da yaşadı. Fakat Küba siyasetinde her zaman aktif bir rol oynadı. 1948’de gıyaben Küba Senatosu’na seçildi. Seçildikten sonra kısa bir süre Küba’ya geri döndü ve Grau San Martin’in izniyle “Birleşik Hareket Partisi”ni kurdu. Amacına ulaşamayınca 1952’ye kadar kalacağı Florida’ya geri döndü.
Eduardo Chibas ölünce, partisi sarsıntılar geçirmeye başladı. 1952’de Küba’da seçimler yapılacaktı. Seçimleri solcuların kazanacağı bekleniyordu. Batista, gizlice Küba’ya gelerek askeri darbeyi örgütlemeye girişti. Batista’nın askeri darbesi 9 Mart 1952 gecesi herhangi bir direnişle karşılaşmadan başarıya ulaştı. 10 Mart’ta Batista kendisini başkan ilan etti. 1952 seçimleri belirsiz bir tarihe bırakıldı. İktidarı bir askeri darbeyle ele geçirdiği 10 Mart 1952 ile 25 Aralık 1958 tarihleri arasında Batista’nın öldürttüğü insanların sayısı yirmi bin olarak tahmin edilmektedir.
1952’de, Küba işçi sınıfını büyük bir işsizlik dalgası sarmıştı. İşsizlerin büyük bölümü kapkaççılık, seyyar satıcılık ve komisyonculuk gibi işlerle uğraşıyordu. Tütün işçileri, çalışma sürelerinin uzunluğuna rağmen imtiyazlı işçiler olarak kabul ediliyordu. Tütünde çalışan işçilerin sayısı çok sınırlı idi. 1953’te Küba’da çok az fabrika vardı. Şehirlerin dışına çıkıldığında sefalet artıyor, iş bulma imkânları zorlaşıyordu. Merkezlerde şeker işçileri hayatları boyunca kısmi işsizliğe mahkûmdu, çünkü yılda birkaç ay çalışırlardı. Sendika kurma ve birleşme hakkına sahip değillerdi. Rekolte zamanı gelince merkezlere kapatılır, dışarısı ile ilişkileri kesilirdi. Günde on iki saat çalışırlardı. 1952’de Küba’da devrimin objektif koşulları vardı.
MONCADA KIŞLASI BASKINI
26 Temmuz 1953’te, 125 kadın ve erkek sabah saat 5.15’de Ada’nın ikinci büyük askeri garnizonu olan Moncada Kışlası’na saldırmak üzere harekete geçtiler. Hedef, cephaneliği ele geçirerek silah sağlamak ve aynı zamanda cephaneliği ordunun kullanımına kapatmaktı. Bir diğer grup ise radyoyu ele geçirerek halkı ayaklanmaya çağıracaktı. Plan en ufak ayrıntısına kadar tasarlanmıştı, ancak Santiago’da Karnaval vardı. Santiago Karnavalı’nın kalabalığı, Fidel ve arkadaşlarının planlarını gerçekleştirmelerini engelledi. Baskın planlandığı gibi gerçekleştirilemedi. Çatışmada ölenlerin sayısı fazla değildi; ancak isyancıların büyük bir bölümü daha sonra işkenceyle öldürüldü. Dağlara kaçmayı başarabilen Fidel ve beraberindeki 18 kişi ise bir hafta sonra yakalandı. Yakalananlar hızla yargılanarak 5 ila 15 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldılar. Ayaklanmanın önderlerinden Fidel Castro, mahkeme salonunda savunmasını “Beni mahkûm edin, bunun hiçbir önemi yok. Tarih beni haklı çıkaracaktır!” sözleriyle tamamladı. Fidel, bu yargılanmada 15 yıl hapse mahkûm oldu. Üç yıl hapis yattıktan sonra çıkarılan genel af sonucu 5 Mayıs 1955’te hapisten çıktı. Fidel, tahliye olduktan sonra baskını gerçekleştiren “Moviemento Grubu”, “26 Temmuz Hareketi” adını aldı.
Moncada kışla baskınını fırsat bilen Batista, adada ordu eliyle kanlı bir terör başlattı. “Movimento Grubu”na katılmadığı hâlde öldürülenler ve öldürüldükten sonra da Moncada baskınında çatışırken öldükleri ilan edilenler bile vardı. Küba’nın her tarafını ölüm korkusu sardı.
Santiago’da düzenin bozulmasını istemeyen bir sınıf vardı. Batista’nın halk üzerindeki yoğun faşist baskıları isyanı genişletebilirdi. Bunların çıkarları adada sağladıkları kazançlara dayanıyordu. Bu durum onları Batista ile karşı karşıya getiriyordu. Orta sınıf burjuvaları olan bir grup da özel bir toplantı yaparak, Batista’ya bir heyet gönderdi. Batista’dan, tutuklanma ve idamların durdurulması talep ediliyordu. Bu dönemde ABD emperyalizmi de Küba’da halkın hoşnutsuzluğunu ve Batista diktatörlüğüne karşı gelişen tepkileri görerek Batista’dan desteğini yavaş yavaş çekiyordu.
GERİLLA SAVAŞI BAŞLIYOR
Fidel ve kardeşi Raul, 1955 Mayıs’ında İsla de Pinos hapishanesinden çıkar çıkmaz önce ABD’ye, daha sonra Meksika’ya gittiler. Meksika’da gerek Batista’nın, gerek ondan önceki Kübalı diktatörlerin zulmünden kaçmış birçok Kübalı vardı. Kübalıların çoğu direnişçiydi. Fidel, bu direnişçilerle ilişki kurdu. Fidel, ABD’deki Kübalı toplulukları dolaşarak destek aradı. Genç bir Arjantinli doktor olan Ernesto Che Guevara da bu süreçte harekete katıldı. Kısa süre içinde Fidel’in etrafında 100 kişi toplandı. Fidel, etrafına topladığı direnişçilere amacının ne olduğunu anlattı. Meksika’da bir çiftlik kiralanıp direnişçilere eğitim verilmeye başlandı. Direnişçileri, onların “General ihtilal” adını taktıkları İspanya direnişçisi eğitiyordu. Bu general, İspanya iç savaşı sırasında faaliyet göstermiş, General Franko’nun faşist görüşleri ile anlaşamadığı için ABD’ye gitmiş ve sonradan Meksika’ya yerleşmişti. Fidel Castro, Batista’nın devrilişinden sonra bu “General ihtilal”i Küba’ya getirecek ve kendisine La Habana’da bir villa vererek oraya yerleşmesini sağlayacaktı.
Direnişçiler altı ay eğitim gördü. Che Guevara dâhil 82 kişi Granma (“Büyükanne”) adlı tekneyle Meksika’dan yola çıktılar. Tarih, 25 Kasım 1956’dır. Gerillaların Küba’ya 30 Kasım 1956’da varması planlanmıştı. Hatta o gün için gerillaların karaya çıkması ile çakışacak bir ayaklanma planı dahi yapılmıştı. Ayaklanma girişimi dev bir grevle desteklendi. Santiago de Cuba birkaç saatliğine “26 Temmuz Hareketi”nin kontrolüne girdi. Ancak güçleri Batista kuvvetleri ile karşılaştırılamayacak derecede zayıf olan direnişçiler geri çekildi. Bu esnada, Granma’nın da karaya çıkmadığı anlaşıldı. Beş gün olarak planlanan yolculuk yedi gün sürdü. 2 Aralık 1956’da Playa Las Coloradas’a varan Granma’daki 82 kişi içinde Fidel’in yanı sıra Che, Raul ve Camilo Cienfuegos gibi isimler bulunmaktaydı. Gerillalar karaya çıkar çıkmaz Batista kuvvetleri ile karşılaştı. Batista kuvvetleri ile yapılan çarpışmadan sonra, arazi şartlarının uygun olmaması sonucu 82 gerilladan sadece 12’si hayatta kaldı. Hayatta kalanlar şunlardır: Castro kardeşler, yaralı ve ağır kanaması olan Che, Camilo Cienfuegos, Juan Almeida, Efigenio Amejeiras, Ciro Redondo, Julio Díaz, Calixto García, Luis Crespo, Jose Ponce ve Universo Sanchez. Fidel, Sierra Maestra’da “En iyi eğitimliniz o, en iyi stratejist o” dediği Che’yi komutan yaptı. Daha sonra Camilo, Raul ve başka komutanlar da atandı. Gerillalar en büyük desteği çevredeki köylülerden gördü. Hareketin içinde erkekler kadar, kadınlar da vardı. Hatta bir kadınlar taburu dahi oluşturuldu.
12 gerillanın elinde on iki tane tüfek vardı. Çıkartmadan sonra sağ kalan on iki gerilla 18 Aralık 1956’da bir araya geldiler ve Sierra Maestra’da ilk gerilla grubunu kurdular. 17 Ocak 1957’de La Plata kışlasına saldırı düzenlendi. Dağda kaldıkları iki yıla yakın süre içinde köylüleri örgütlemek ve Batista ordusu içinde çözülmeyi sağlamak için uğraştılar. Gerillaların Sierra Maestra’da oldukları biliniyordu, ama başlangıçta gerillaların bir şey yapacaklarına inananların sayısı çok azdı. Gerillalar, bir yandan köylüleri örgütlemeye çalışırken, diğer yandan şehirlerdeki muhalif güçler ve işçi örgütleri ile bağ kuruyorlardı. Gerillalar, kısa zamanda radyo yayını yapacak duruma geldiler. Bu yayınlarda 26 Temmuz 1953’te, Moncada kışlası baskınında hazırlamış oldukları bildiriyi sık sık yayınlıyorlardı. Bu bildiride, gerillaların amaçları halka anlatılıyordu. Diğer yandan gerillalar Batista güçlerine saldırıp ağır kayıplar verdiriyordu. Gerillalar aynı zamanda seçimlerin yapılmasını da talep ediyordu.
“KÜBA KOMÜNİST PARTİSİ“NİN TAVRI
1933’de illegal ve devrimci bir parti olan “Küba Komünist Partisi“ ağır baskılar karşısında geri adımlar attı. Süreç içinde siyasi olarak iyice gericileşti. Antiemperyalist, antifaşist siyaset bir kenara bırakıldı. Daha önce faşist olarak değerlendirilen Batista hükûmetine destek verilmeye başlandı. “Küba Komünist Partisi“, bu siyaseti nedeni ile 1939’da “Sosyalist Halk Partisi“ adıyla yasallaştırıldı. “Sosyalist Halk Partisi“, Batista diktatörünün destekçisi oldu. Hatta Batista’nın hükûmetine katılarak, bu hükûmette 6 delege ile temsil edildi. Bu sırada komünist partisinin öncülüğünde‚ CTC –Küba İşçileri Federasyonu– kuruldu. Ciddi reformlar yapıldı. Komünist Partisi senatoda yer aldı, ama kitlelerle birlikte reform mücadelesi de verdi. 1940 Anayasası‘nın oluşturulması için büyük çaba gösterdi. Darbenin ardından ilk birleşik cephe’ çağrısını da bu parti yaptı.
“Küba Komünist Partisi“, Moncada Kışla Baskını’nı “darbeci, maceracı ve umutsuz bir eylem” olarak değerlendirdi.
Fakat Moncada kışlası baskını ertesinde, Batista rejiminin başlattığı faşist terör dalgası “Sosyalist Halk Partisi“ni de vurdu. “Küba Komünist Partisi“, kışla baskınına sahip çıkmadığı hâlde gerilla eylemlerinin arkasında komünistlerin olduğu söylentisi yayıldı. “Sosyalist Halk Partisi“ yasa dışı ilan edildi. Parti gazetesinin büroları basıldı, birçok yöneticisi tutuklandı. “Sosyalist Halk Partisi“ hedefe konmadan önce, sistem içerisinde kimi reformlar için mücadele yürütüyordu. Kendisi faşist terörün hedeflerinden biri hâline gelen, bu arada 1958’de, “26 Temmuz Hareketi“nin başlattığı silahlı mücadelenin geliştiğini gören “Sosyalist Halk Partisi“, seçim yapmak zorunda kaldı. Ya kendisine de saldıran Batista rejimine tümden teslim olunacak ya da devrimci hareket saflarında yer alınacaktı. “Sosyalist Halk Partisi“, 1958’de isyancılara destek verdi. Hatta “Sosyalist Halk Partisi“nin birçok kadrosu, yöneticisi ve üyesi bu dönemde dağlara çekilerek gerilla saflarına katıldı.
ŞEHİRLERDE MÜCADELE
13 Mart 1957‘de, “Devrimci Yönetim“ adındaki bir öğrenci grubu, Havana‘daki saraya saldırdı. Ancak bu saldırı başarısızlıkla sonuçlandı ve bunu daha kanlı bir baskı dönemi izledi. Küba toplumu eskisinden de daha kesin bir çizgiyle ikiye bölündü. Gençlerin çoğu kentlerden kaçıyor, Sierra Maestra yoluna düşüyordu. Bir kısmı ise kentlerde kalıyor, Batista diktatörlüğüne karşı silahlı mücadele veriyorlardı. Bunu izleyen aylarda, Havana‘daki elektrik işletmesi dinamitlendi ve çeşitli yerlerde bombalar patladı. Mayıs 1957’de gerillalar, Uvera Garnizonu’nu ele geçirdi ve büyük ölçüde silah ve cephaneye el konuldu. Gerillaların ve diğer kesimlerin Batista kuvvetlerine yönelik silahlı saldırılar düzenlemesi, Batista’nın diktatörlüğünü daha da sertleştirmesine neden oluyordu.
“26 Temmuz Hareketi“nin şehirlerdeki sorumlusu Frank Pais, 30 Temmuz 1957’de Batista ordusu tarafından öldürüldü. Frank Pais’in öldürülmesi sonucu Santiago de Cuba’da genel greve gidildi. Küba işçi ve emekçileri 1930’dan beri ilk defa politik bir greve gidiyordu ve Frank Pais’in öldürülmesini protesto ediyorlardı. Genel grev kısa sürede barikat savaşlarına ve sokak çatışmalarına dönüştü. Grev giderek tüm bölgeye yayıldı. Şehirlerdeki kitle hareketinin gelişimiyle ilgili ikinci büyük olay ise, Cienfuegos şehrindeki donanma ayaklanmasıydı. 5 Eylül 1957’de gerçekleşen bu ayaklanmada, bahriyeliler kısa sürede diğer halk güçleriyle ve “26 Temmuz Hareketi” üyeleriyle birleşerek şehri tamamen ele geçirdi. Batista ordusu, tank ve bombardıman uçaklarının desteğiyle şehri geri aldı.
Batista’nın koyulaşan diktatörlüğü ve polisin tutumu, Küba halkının daha büyük bölümünün hükûmete karşı tavır almasına neden oldu. “26 Temmuz Hareketi”ne katılanlarla birleşen deniz kuvvetlerinin bir bölümü, Cienfuegos şehrine saldırdı ve şehri ele geçirdi. 9 Kasım 1957 akşamı, Havana’da onlarca bomba birden patladı ve Sierre Maestra’daki El Hombrito’da ilk kurtarılmış bölgenin kurulduğu haberi kulaktan kulağa yayıldı. Artık bütün cephelerde savaşın başlaması an meselesiydi.
BATİSTA DİKTATÖRLÜĞÜ YIKILIYOR
Mart 1958’de, Raul Castro, kuzeydeki dağlarda ikinci cepheyi açtı. Aynı günlerde, Camilo Cienfuegos önderliğindeki gerilla grubu dağdan inerek, orduyu gerilla taktikleriyle yıprattı. Juan Almeida ise, bir başka kuvvetle Santiago üzerine yürüyordu. “26 Temmuz Hareketi”, henüz işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmış değildi ama hareket oldukça güçlenmişti. “26 Temmuz Hareketi”nin temelini köylüler oluşturuyordu. 9 Nisan 1958’de yapılmak istenen genel grev fiyaskoyla sonuçlandı.
Batista, bütün orduyu gerillaların üzerine sürdü. On dört tabur, hava kuvvetleri, donanma ve topçu birlikleri, gerillalara karşı harekete geçti. Bir aya yakın süren Batista ordusunun harekâtı sonucu gerillanın elindeki toprakların yüzde doksanını ele geçirdi.
Temmuz 1958’de, gerillalar inisiyatifi yeniden ele geçirdiler. On bir gün süren çarpışmalardan sonra, iki yüz elli asker teslim oldu. Bütün siyasal partiler, orta ve sağ kanat partileri, 20 Temmuz’da Caracas’ta toplandı. “26 Temmuz Hareketi”ni destekleme kararı aldılar. Caracas toplantısı, gerillalar açısından siyasi bir zaferdi. Komünistler, Caracas toplantısına katılmadılar.
Ağustos 1958’de adanın her yanında ayaklanmalar baş gösterdi ve ordunun morali tamamen sıfıra indi. Ordu içerisinde hoşnutsuzluklar giderek artıyordu. Batista, 3 Kasım 1958’de genel seçimlere gidileceğini açıkladı! Batista’nın amacı, seçimlerde güvenebileceği bir adayı göstermek ve siyasal partilere karşı “meşru” bir zafer kazanmaktı! “26 Temmuz Hareketi”, Caracas’taki anlaşmaya imza atmış olan diğer partiler 3 Kasım seçimlerini boykot ettiler. Batista’nın sonu yaklaştıkça, faşist baskılar daha da yoğunlaşıyordu. Sokaklarda yatan cesetler, artık olağan birer görünüm durumuna gelmişti. Bütün bunlara rağmen, Havana’nın ticaret kesiminde, gün ortasında patlayan bombaların önünü almak mümkün olamıyordu.
Gerillanın genel saldırıya geçmesi ile Batista diktatörlüğünün yıkılması birbirlerine bağlı olarak gelişti. Camilo Cienfuegos’un birliği, üç eyaleti ele geçirdi. Güneyde Che Guevara’nın birliği Escambray dağlarına ulaştı ve burada Devrimci Yönetim gerillalarıyla ilişki kurmaya başladı. Birliklerden biri Santiago’yu kuşatmaya başladı ve Fidel Castro, Juan Almeida, Raul Castro komutasındaki birlikler kente yürüdü. Devrimin habercisi 29 Aralık 1958’de şiddetlenen çatışmalardı. Che’nin birlikleri Santa Clara’yı aldı. Bir askeri tren ele geçirildi ve binden fazla asker esir alındı. Askerlerin silah ve cephanesi gerillaların eline geçti. Artık Batista’nın sonu yaklaşmıştı.
31 Aralık 1958’de, yirmi beş ay süren gerilla savaşından ve kentlerdeki ayaklanmalardan sonra, Batista, ailesini ve yakın çevresini toplayıp Santa Domingo’ya kaçtı. ABD emperyalizminin Küba elçisinin yardımıyla, ordu bir darbe ile yönetime el koymak istedi. “26 Temmuz Hareketi”, bir genel greve gidilmesini ve bütün gerilla birliklerinin Havana’da toplanmasını emretti. Adanın ikinci büyük kenti olan Santiago teslim oldu. Genel grev, yapılmak istenilen hükümet darbesini felce uğratmayı başardı. 3 Ocak 1959’da Camilo Cienfuegos ve Che Guevara, birlikleri Havana’ya girdi. Columbia Garnizonu, La Cabana Garnizonu ele geçirildi. 4 Ocak 1959’da Havana’dan Santiago’ya kadar bütün ada gerilla kuvvetlerinin eline geçti. Yargıç Manuel Urrutia geçici Küba Cumhurbaşkanı olarak ant içti. Binlerce asker teslim oldu ve binlerce kişi devrim saflarına katıldı.
DEVRİMCİ İKTİDAR KURULUYOR
5 Ocak’ta, başta Venezuela olmak üzere beş Latin Amerika ülkesi yeni hükûmeti tanıdıklarını ilan ettiler. İngiltere ve diğer ülkeler de bunu izledi. ABD, 7 Ocak’ta, başka çıkar yol olmadığını görüp yeni hükûmeti tanıdı. Castro, 8 Ocak’ta büyük zaferle Havana’ya girdi. Fidel Castro, hükümetin ilk kararlarını ve ABD askeri misyonunun çekilmesi kararını açıkladı. Aynı gün, Fidel Castro, başbakanlık görevini üzerlendi. Devrimin ilk aşamasında eski rejimin idari yapısı parçalandı, Kongre tasfiye edildi, eski rejimin ordu ve polisi tasfiye edildi, yerine halk ordusu geçirildi ve yeni bir anayasa hazırlandı. Bu anayasa ‘ulusal-demokratik’ nitelikte idi.
17 Mayıs 1960’ta, Küba hükûmeti, Sierra Maestra’da toprak reformu kanununu çıkardı. Toprak reformu yasası ile eskiden yabancı sermayeye ait topraklar yoksul köylülere dağıtıldı. 402 dönümden büyük, ekilebilir toprağın %25 ‘i kamulaştırıldı. Kübalıların elindeki daha büyük arazilere ise genellikle dokunulmadı. ABD hükûmeti, Küba’nın toprakları kamulaştırmasına karşı şeker kotasına son verme tehdidinde bulundu. ABD şirketleri Küba ‘da ekonominin dayandığı şekere ve ilgili faaliyetlere yatırılmış olan bir milyar dolara sahipti. Üretilen şekerin %95’i kota anlaşmasına göre ABD’ye gidiyordu. Kotaya son verilmesi Küba açısından yıkıcı sonuçlara yol açacaktı. Eylül l959’da Batista’nın işbirlikçisi olduğu bilinen kişilerin topraklarına el konuldu. Fidel Castro’nun başkanlığında Tarım Reformu Ulusal Enstitüsü (INRA) kuruldu. Spekülasyonu engellemek için ‘Halk Depoları’ oluşturuldu. Küba halkının barınma ve konut sorununun çözümü için ‘Ulusal Tasarruflar ve Konut Enstitüsü’ kuruldu. 1960’ta ‘Kentsel Reform’ hayata geçirildi ve Küba’da halk oldukça uygun koşullarda konut sahibi oldu.1959 Haziran’ında Küba hükûmetinde ilk kriz ortaya çıktı ve beş bakan istifa etti. Che Guevara, Asya ve Afrika’da büyük bir seyahate çıktı. Che’nin gezisi üç ay sürdü. Küba hükûmetinin yaptığı reformlara karşı sağcıların tepkileri giderek yükseldi. Fidel Castro, 18 Temmuz’da başbakanlıktan istifa etti ve Başkan Urrutia’nın hükûmet programını kösteklediğini ilan etti. Genel greve gidildi. Urrutia, köylülerle, işçilerin baskısı karşısında görevden çekildi. Yerine, yargıç Osvaldo Dorticos getirildi. 26 Temmuz günü, Fidel Castro 600 bin kişilik bir kitleye hitap ederek, istifasını geri aldı.
Üç aylık bir geziden sonra, Che, 7 Eylül 1959’da Küba’ya geri döndü. Fidel Castro’nun başbakanlığı şimdilik sağlam görünüyordu. 30 Eylül’de, Küba hükûmeti Sovyetler Birliği’ne 330 bin ton şeker sattığını açıkladı. ABD basını, Castro hükûmetine karşı ekonomik tedbirler alınmasını istedi ve Küba üzerindeki keşif uçuşları başladı. 7 Ekim’de, Toprak Reformu Ulusal Enstitüsü Başkanlığı’na, Che Guevara getirildi. Bu arada, Che, ordudaki görevini de sürdürüyordu. 14 Ekim’de, Washington, adadaki ABD yatırımları ve sermayesinin geleceği konusundaki endişelerini belirten resmi bir nota verdi. 17 Ekim’de, Küba hükûmeti, ABD ve İngiltere’nin Küba’ya savaş uçakları satılmasına engel oluşunu protesto etti. 21 Ekim’de Camaguey Garnizon Komutanı Binbaşı Hubert Matos görevinden uzaklaştırıldı. Beş saat sonra, Havana bomba yağmuruna tutuldu. ABD, saldırının ABD topraklarından başlatıldığı konusundaki iddiaları inceleyeceğini bildirdi. Havana’nın bombalanmasını protesto etmek için bir milyon kişi gösteri düzenledi. ABD, Küba hükûmetinin kontrollerinde olmaması ve Küba’da yapılan toprak reformundan büyük bir rahatsızlık duyuyordu.
Che, 26 Kasım 1959’da Küba Ulusal Bankası’nın başkanlığına getirildi.
ABD EMPERYALİZMİNE KARŞI KONUMLANMA
1960’da ABD’nin Küba’dan aldığı şeker oranı düşürüldü. Küba’da bulunan ABD ve İngiliz rafinelerinin Rus petrolünü arıtmayacaklarını açıklamaları üzerine, rafinerilere el konuldu. 1960 Kasım’ında Küba hükûmeti, Dünya Bankası’ndan çekildi. Küba Devrimi’nin birinci yılı dolarken, Küba ile ABD emperyalizmi arasında çelişmeler keskinleşmeye başladı.
Modern revizyonizmin başını çeken Kruşçev ise, Küba’yı kendi denetimlerine alacak adımları hazırlıyordu. SSCB, devrimden on gün sonra devrimci iktidarı tanıdı. ÇHC’de bu iktidarı 1960’ın Eylül ayı içinde tanıdığını ilan etti. Sovyetler Birliği Başbakan Yardımcısı Anastas Mikoyan, 4 Mayıs 1960’da Havana’yı ziyaret etti. Anastas Mikoyan, bir ticaret heyetinin başında Küba’ya gelmişti ve 8 Mayıs 1960’da Küba- Sovyet ilişkileri resmen başladı. Söz konusu ziyaretin bir ürünü olarak, Sovyetler Birliği’nin Küba’dan beş yıl içinde beş milyon ton şeker almasını öngören bir anlaşma imzalandı. Diğer yandan Sovyetler Birliği, Küba’ya, ham petrol, petrol ürünleri, demir, makineler, buğday ve gübre gibi ürünleri dünya piyasa fiyatlarından düşük fiyatlarla vererek desteğini sürdürecekti. Tüm bunların yanında yine Sovyetler Birliği, sadece yüzde 2,5 düşük bir faizle Küba’ya 100 milyon dolarlık uzun vadeli kredi açtı.
Haziran 1960’tan sonra ABD hükûmeti, Küba’da silahlı bir karşıdevrim hazırlığı içinde bulunan eski Batista yandaşlarına açık destek vermeye başladı. Küba, karşıdevrime karşı gözetim organları olan “Devrimi Savunma Komiteleri” (CDR’ler) ve önemli tesisleri korumak üzere halk milisleri oluşturdu. 3 Ocak 1961 ‘de, Küba, ABD ile diplomatik ilişkilerini kesti. Nisan 1961 ‘de Kennedy yönetimi tarafından desteklenip finanse edilen sağcı 1400 paralı askerler Küba’ya çıkartma yaptıklarında milisler tarafından hezimete uğratılarak kovuldular. Karşıdevrimcilerin çıktıkları bölgenin adıyla “Domuzlar Koyu” çıkartması olarak anılan olay sonucu Küba Devrimi’ne halk desteği muazzam ölçüde arttı. Aynı zamanda Batista yandaşları, kafileler hâlinde Küba’yı terk ediyordu. İlk altı ayda 500 bin kişi Küba’yı terk etti.
Eski devletin yöneticileri, Batista’nın yakın çevresi, polis ve ordunun üst kademe yöneticileri Küba’yı ilk yıl içinde terk ettiler. Ancak bürokrasinin çok önemli bir kesimi olan sendika liderleri, sağcı bürokratların yerine geçerek yeni devlet aygıtının içine çekildiler. Yeni devletin ilk ifadesi olan ORl, (Entegre Devrimci Örgütler) Directorio (İhtilalci Öğrenci Yönetimi) ve diğer grupları hegemonyası altında topladı.
Ordu, isyancı ordu ile eski ordudan kalanların birleştirilmesiyle oluşturuldu. Ordunun yerine halk milisleri geçirilmedi. İşçi sınıfı iktidarda değildi. Halk milisleri ordu yönetimine, sendikalar devleti yönetenlere hesap vermek durumundaydı. İlk önlemler halkın yaşam düzeyini, özellikle de işçilerin ücretlerini yükseltti. Sağlık ve eğitim alanında önemli adımlar atıldı. Kitle örgütleri aşağıdan gelen doğrudan demokrasiye tâbi değillerdi. Görevleri yeni devlet tarafından belirleniyordu. Ordu, milisleri bir savunma gücü olarak seferber etti ama devrimin ilk yıllarında emir-komuta yapısı güçlendirildi.
Fidel Castro ve Che Guevara, ABD’ye bağımlılık çemberinden kurtulmanın çaresini arıyorlardı. Ancak Küba’da sanayi yok denecek kadar zayıftı. Sanayileşme ve üretimin çeşitlendirilmesi, yeterli sermaye birikimi ve teknolojisi olmayan bir ülkede nasıl gerçekleştirilecekti? ABD ile köprüler atılmıştı. Küba’nın küçük burjuva devrimci liderleri bunun üzerine “Küba Komünist Partisi”ne yöneldiler. Modern revizyonizmin Küba’nın düşünce yapısında artan önemi giderek belirginleşiyordu. “Küba Komünist Partisi”, modern revizyonistlerin önderliğindeki Sovyetler Birliği ile Küba arasında bir ilişki sağlamanın aracı idi. Küba hükûmeti, ekonomik gelişmenin Küba işçilerinden önemli fedakârlıklar isteyeceğinin baştan kabul edilmesini, derhal maddi rahatlama vaat etmenin yanıltıcı olduğunu ve bu kemer sıkma programını başarma yönteminin gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu görüşler, modern revizyonistlerin Küba’ya artan ekonomik yardımları ile çakıştı. Fidel Castro, 1961’in sonlarına doğru devrimin “marksist-leninist hâle geldiğini” açıklamaya başladı! Bu gerçekte Küba’nın modern revizyonistlerin öndeliğindeki Sovyetler Birliği’nin denetimine girdiği anlamına geliyordu. Küba, merkezi bir planlama ekonomisine sahip değildi. Kitle örgütleri denetleme veya hesap sorma gibi işlevlere sahip olmaktan uzak, yürütme aygıtının parçalarıydı. Devrim sırasında veya daha sonrasında bağımsız örgütlerin olmaması da bu yeni devlet yönelimin hayata geçirilmesini kolaylaştırdı.
Sosyal emperyalistleşen Sovyetler Birliği için Küba ABD ile hegemonya dalaşında önemli bir askeri üs olma potansiyeli açısından önemli idi. Küba’ya Rus füzeleri yerleştirildi. Bir ABD casus uçağı Küba’daki Rus füze üslerinin fotoğraflarını çekmişti. Kennedy füzeler kaldırılıncaya kadar Küba’nın abluka altına alınacağını açıkladı. Bir Rus filosu Karayiplere doğru yola çıktı. Kruşçev ABD’yi, ABD’nin Küba’ya saldırması hâlinde İstanbul Boğazı’na saldırmakta tehdit etti. Karşılıklı atom savaşı tehditleri savruldu. ABD ile Sovyetler Birliği arasında giderek bir dünya savaşı çıkmasına ramak kalındı. Sonuçta anlaşma sağlandı, Rus gemileri geri döndü. ABD’nin Küba’nın işgal edilmeyeceğine dair verdiği güvenceye karşılık Rus füzeleri sökülmeye başlandı. Küba, ABD işgal tehdidi karşısında “Vatan ya da Ölüm!” sloganını yükseltti. Küba, Dünya Komünist Hareketi’nin ayrışmasında modern revizyonistlerin yanında yer aldı. 1963’te, Rusya ile yeni ticaret anlaşmaları imzaladı ve Küba “komünist partilerin” Latin Amerika’daki politik rolünü kabul etti! Küba, 1965 ‘te yeniden bir arayış içine girdi. Ekonomik gelişme için alternatif bir yol aranıyordu. Fidel Castro komünist partinin eski kadrolarına saldırarak bir kısmını hapsettirdi, Çin’le ilişkiye geçti ve diğer üçüncü dünya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye çalıştı!
RUS SOSYAL EMPERYALİZMİNİN DÜMEN SUYUNDA
Küba hiçbir zaman kendi bağımsız ekonomisini geliştirmedi. Che’nin ekonomi bakanı olduğu dönemde bu yönde adım atılmaya çalışıldı. Che; Marx, Englels, Lenin, Stalin ve Politik Ekonomi Ders Kitabı’na bağlı kalarak planlamanın merkezileşmesi ve ‘Bütçeye Göre Finansman Sistemi’ bileşimi üzerine sosyalizmin temellerini atmaya çalıştı. Modern revizyonizmin etkisindeki çeşitli unsurlarla tartıştı, Sosyalizmde ‘Değer-Yasası’nın rolü üzerine klasiklere değinerek değerlendirmelerde bulundu. Maddi özendiricilerin rolünü abartan ve ‘kâr’ gibi kapitalizme ait çeşitli kategorilerin sosyalizmde geçerli olabileceğini iddia edip, merkezi planlamayı tasfiye eden 1965 ‘liberman Reformu’nu eleştirdi. Küba’dan ayrılmasının ardından Che’nin öncülüğünde komünizme uygun biçimde kurulan ‘Bütçeye Göre Finansman Sistemi’ tasfiye edildi, ‘yerine revizyonist planlama anlayışı olan ekonomik hesaplama sistemi’ yerleştirildi. Castro, 1987’de, Che’nin ölümünün 20’inci yılında yaptığı bir konuşmada revizyonist planlama anlayışının Küba’da yarattığı yıkımı itiraf etti ve Che’nin başından itibaren haklı olduğunu ifade etti. 1970’e gelindiğinde artık ekonomik kararları veren en üst düzeydeki kurum, “Sovyet-Küba Ortak Ekonomik Konseyi” (UCEPI) idi. Bütün kaynaklar şekere aktarılmıştı. Her şey şeker üretiminin arttırılmasına bağlıydı ve her şey bu projeye göre düzenlenmişti. Küba, kendi sanayini geliştirme veya ekonomisini çeşitlendirme hedefinden vazgeçmekle kalmadı, Rusya’ya entegre bir ekonomik sistem içindeki bir şeker üreticisine dönüştü. Küba, “Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi” (COMECON)’a 1972’de katıldı. Ama daha sonra 1970’de “Küba-Sovyet Ekonomik Bilimsel ve Teknik İşbirliği Komisyonu” karar mercii hâline gelmişti. Bu kurum diğer işlevlerinin yanı sıra 1976-80’de yıllık planları hazırlamakla görevliydi. Sosyal emperyalistlerin planlama yöntemleri egemen hâle geldi, maddi teşvikler, işletme kârlılığı, tek adam yönetimi, beş yıllık planlar vb.
1973 ‘te, Küba’nın bütün dış ticaretinin %67,5’u Rusya ile yapılıyordu. Makinalar ve ara mallar Doğu Avrupa’dan diğer dövizlere çevrilemeyen paralarla alınıyordu ve bu oran izleyen 15 yıl boyunca artarak devam etti. Ekonominin bütün diğer alanlarındaki faaliyeti şeker üretimine göre ikincil hâle getirildi. 1970- 1980 arasında Küba’ya ulaşan yaklaşık 7 milyar dolarlık Rus yatırımı bu çemberi güçlendirmeye hizmet etti. Çalışma hayatının ve hükûmetin askerileştirilmesi buna eşlik etti. 1970’lerin ortasında 20 bakanlık askeri kontrol altındaydı. 1971’de çıkarılan “Aylaklığa Karşı Yasalar” baskının en uç ifadesiydi. Kolektif öz savunma veya hatta ifade araçları bile mevcut değildi.
Küba, sosyalizm adı altında emperyalist bir büyük güç hâline dönüşen Sovyetler Birliği’nin dümen suyundan gidiyor, sosyal emperyalistlere bağımlılık, Küba’nın ekonomik ve politik siyasetine yön veriyordu. Örneğin Küba, Rusya’nın 1968 Çekoslovakya işgalini destekledi. Küba, l970’ten sonra Rus dış politikasının Afrika ve Latin Amerika’daki ileri karakolu idi. Angola ve Etiyopya’ya ilk asker gönderen ((1975) Küba oldu. Küba, Ekvator Gine’sindeki baskıcı rejimi savundu. Yine Küba, Rus sosyal emperyalizminin Cezayir’e müdahalesini (1971) ve Afganistan işgalini (1979) açıkça savundu.
Küba Devrimi’nde üç örgüt öne çıkıyordu. “Küba Sosyalist Halk Partisi” (PSP), “Havana Üniversitesi Devrimci Öğrenci Birliği” ve “26 Temmuz Hareketi”. “Sosyalist Halk Partisi”nin işçi sınıfı ve işçi sınıfı örgütlerinde önemli bir etkisi vardı. “Sosyalist Halk Partisi”, 1952’de Batista tarafından yasaklandı. 1961’de, Fidel Castro’nun “26 Temmuz Hareketi” (M26J), “Havana Üniversitesi Devrimci Öğrenci Birliği” (DR) ve “Sosyalist Halk Partisi” (PSP) birleşerek “Birleşik Devrimci Birlikler Partisi”ni (ORI – Integrated Revolutionary Organizations) kurdu. 1963’te ORI, “Birleşik Küba Sosyalist Devrim Partisi” (PURSC – United Party of the Cuban Socialist Revolution) adını aldı. 3 Ekim 1965’te PURSC, “Küba Komünist Partisi” (PCC – Communist party of Cuba) adını aldı. “Küba Komünist Partisi” yeniden kurulduğundan 10 yıl sonra 1975’te Birinci Kongresi’ni yaptı. Aralık 1980’de İkinci Kongre, Şubat 1986’da Üçüncü Kongre, Ekim 1991’de Dördüncü Kongre, Ekim 1997’de Beşinci Kongre, Nisan 2011’de Altıncı Kongre, Nisan 2016’da Yedinci Kongre’sini yaptı.
1975’te yeni “sosyalist” anayasayı onaylamak üzere “Küba Komünist Partisi”nin ilk kongresi yapıldı. Birinci Kongre, Fidel Castro’yu, “Komünist Parti”nin Genel Sekreteri, Silahlı Kuvvetlerin Başkanı, Bakanlar Kurulu’nun başkanı olarak seçti. Kardeşi Raul Castro, bütün bu görevlerde Fidel’in yardımcısı ve doğal halefi olarak belirlendi. Devletin bütün yönetici organlarında, iktidar birbirinin alanına giren işlevleri üstlenen 18 kişiye aitti. Bu bireylerin hiçbiri seçime, geri çağrılmaya/görevden alınmaya veya hesap sorulmasına tâbi değildi. Böylece bir yıl önce halk iktidarı denemesi olarak iddia edilen sürecin bir sahtekârlık olduğu ortaya çıktı. Bu yeni tip “yerel iktidarın” kurumlarına gönderilen delegeler en alt yerel düzeyde seçilebiliyordu ama üstteki kurumlar devletin atadığı kişilerce oluşturuluyordu. “Küba Komünist Partisi”, Küba toplumunun ayrıcalıklı kesimini oluşturuyordu. Üyelerinin %50’sinden fazlası bürokratlardı.
ABD İLE “NORMALLEŞME” ÇABALARI
Gerek tarihinde ABD kaynaklı yaşadığı travmalar nedeniyle, gerekse coğrafik olarak sosyal emperyalist kampın ABD’ye en yakın konumda bulunması nedeniyle, gerekse de ABD’den gelecek bir askeri saldırı korkusuyla… vb. Küba yönetimi ve Küba halkında yoğun bir ABD karşıtlığı vardı. Bu ABD/Yankee emperyalizmine karşı kararlı duruş, diğer emperyalist güçlere karşı takınılan tavırdan farklı, daha sert ve daha kararlı bir duruştu. ABD emperyalizminin Küba yönetiminin “sosyalist” olmasından dolayı dünya ölçeğinde teşhir ve tecrit etmeye çalışması, ABD’ye sığınmış bulunan Küba devleti muhaliflerini el altında tutması ve örgütlemesi vb. etkenler de anti-ABD tavrının sürdürülmesinde rol oynuyordu. Yine ABD emperyalizminin tehditlerine karşı sergilenen tavırda milliyetçi öğelerin etkisini de göz ardı etmemek gerekiyor.
ABD emperyalizmine karşı kararlı tavır 2000’li yılların başlarından itibaren değişmeye başladı.
Fidel Castro, 2011’de koltuğunu kardeşi Raul Castro’ya bıraktı. 2013’te Raul Castro, Nelson Mandela’nın cenaze töreninde Barack Obama ile el sıkıştı. Aralık 2014’te Barack Obama ve Raul Castro ilişkilerin normalleşmesi için ortak bir süreç başlattıklarını duyurdu. ABD, Miami’de ajan muamelesi yapıp esir aldığı 5 Kübalıyı serbest bıraktı ve Küba Cumhuriyeti’ni “teröre destek veren ülkeler” listesinden çıkardı. Ticari ambargonun ve seyahat yasağının kaldırılacağı sinyalleri verildi. Bunun karşılığında Küba rejimi ABD’ye sıkı sıkıya tuttukları kapılarını araladı. Raul Castro, Amerikalı Alan Gross dışında 53 siyasi mahkûmu daha serbest bırakmayı, internet yasaklarını hafifletmeyi ve Birleşmiş Milletler insan hakları yetkilileri ile uluslararası Kızılhaç gözlemcilerinin ülkeye girişine izin vermeyi kabul etti. Barack Obama ve Raul Castro, 17 Aralık 2014’te eşzamanlı olarak kamaraların karşısına geçerek diplomatik ilişkilerin yeniden kurulacağını açıkladılar. Böylece 54 yıl sonra Küba ile ABD arasında yeniden diplomatik ilişki kuruluyordu. Basın açıklamasından bir gün sonra Raul Castro, Küba beşlisi’yle, Alan Gross’un serbest bırakılması ve iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması gibi konularda anlaşma sağlandığını açıkladı. Barack Obama, 20 Mart 2016’da Küba’yı ziyaret etti. Böylece ABD Başkanı Calvin Coolidge’nin 1928’de Küba’ya yaptığı ziyaretten 88 yıl sonra bir ABD başkanı Küba’yı ziyaret ediyordu!
KÜBA “SOSYALİZMİ”
Küba’da hiçbir zaman gerçek anlamda sosyalizm inşasından söz edilemez. Sosyalizmden söz edebilmek için ön şart proletarya diktatörlüğünün varlığıdır. Proletarya diktatörlüğünün olmadığı bir ülkede sosyalizmin inşa edilmesi mümkün değildir. Çünkü sosyalizm burjuvaziyi sınıf olarak ortadan kaldırmayı, burjuvazinin el koyarak zenginleştiği, toplumsal mülkiyeti, yeniden toplumsal mülkiyete dönüştürmeyi temel alan toplumsal sistemin adıdır. Burjuvazi, üretimin iyice toplumsallaşmış olduğu bir toplumda, doğrudan üreticileri “mülksüzleştiren”, toplumsal zenginliği “özel mülk” hâline dönüştüren sınıftır. Sosyalizmin inşası uzun bir süreci kapsar. Bu süreç içinde burjuvazinin tüm kesimleri sıraya konularak adım adım tasfiye edilir. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin değişik sınıf örgütleri vardır. Bunlar içinde bütün örgütlerin beyni durumundaki komünist partisinin önderliği olmaksızın proletarya diktatörlüğü söz konusu olamaz. Proletarya diktatörlüğü, komünist partisinin siyasi iktidarı sömürücülerin bir bölümünün temsilcisi olan hiçbir partiyle paylaşmadığı bir iktidar biçimidir. Proletarya iktidarı süreç içerisinde, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırıp toplumsal mülkiyete dönüştürür.
Küba’da devrim öncelikle bir proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm kurma amacıyla yapılmadı. Emperyalizmden, özellikle ABD emperyalizminden ve onun ülke içindeki uşaklarından kurtulmak için yapılan devrim, kazanılan bağımsızlık çok kısa süre içerisinde Rusya ile giriştiği angajmanlar sonucu yitirildi. Başlangıçta sosyalizmin lafzını bile ağzına almayan Castro, revizyonist Rusya’yı ABD’ye karşı “koruyucu güç” olarak kazanma çabası içinde “sosyalizm”i keşfedip, “sosyalist-komünist”liğini ilan etti! Modern revizyonizm–Marksizm-Leninizm saflaşmasında yerini açıkça modern revizyonizmin yanında belirledi.
Esas itibariyle kilit sanayiler Rus sosyal emperyalizminin tekelinde idi. Küba’da işçilerin, emekçilerin grev hakkı yoktu. Küba’da işçi sınıfı ve emekçi yığınların çıkarlarına aykırı bir bürokrasi geliştirildi. Bu bürokrasi her alanda iktidarın gerçek sahibi idi. Bürokrasinin egemenliğinin bir sonucu olarak ekonomik alanda giderek artan bir kaos, dışa bağımlılık ve iç ticarette de karaborsa ortaya çıktı. Yoksul alt tabakalar içerisinde hırsızlık ve turizm alanında da fahişelik/ fuhuş yaygınlaştı.
Castro ve arkadaşları, ABD emperyalizmine karşı kazanılan zaferden sonra, Küba halkının onurunu ve devrimin kazanımlarını devrimin ertesinde modern revizyonistlerin eline vererek ayaklar altına aldı. Sosyalizm maskesi takmış Rusya’ya yanaşma Küba’da bağımsızlığın sonu oldu. Küba, ABD ile Rus sosyal emperyalizmi arasındaki dalaşmaların çerezi oldu.
Yıllar boyu Rus sosyal emperyalistlerinin uşaklığını yapan, Rus sosyal emperyalizminin ileri karakol görevini yapan bir ülke sosyalist olamaz. Küçük burjuva yönetim Rus sosyal emperyalizmine bağımlı olduğu dönemde karşıdevrim cephesinin bir unsuru hâline geldi. Rus sosyal emperyalizminin çöküşü ertesinde Küba Rusya’ya bağımlılıktan kurtuldu. Yeni Ekonomik Politika adı verdiği politika ile Küba’da sosyalizm adına, bağımsız kapitalist bir ekonomi kurma çabasına girişti. Bu çabalar bugün de sürüyor. Bugün sosyalizm diye savunulan da budur.
YARI YOLDA KALAN DEVRİMİN KİMİ KAZANIMLARI
Şüphesiz Küba Devrimi’nin önemli kazanımları da vardır:
Devrimden sonra, başta Amerikan emperyalizminin tekelleri olmak üzere çok uluslu tekellere el konulmuş, topraklar ulusallaştırılmıştır. Yabancı sermayenin ülkede serbest ticaretine, toprak ve mülk edinmesine sınır getirilmiştir. Elektrik, telefon, rum alkol üretimi vb. devlet tekeline geçirilmiştir. Bütün bu hamleler özde antiemperyalist ve ulusal devletleştirme tedbirleri olmuştur.
Devrimin kazanımları açısından en önemli atılım, ülkenin cehaletten kurtulabilmesinin önünü açan “okuma-yazma” seferberliğidir. Eğitim sistemi tamamen yeniden örgütlenmiş ve halk için ücretsiz bir çocuk yuvalarından orta ve yüksek okullara ve üniversiteye dek geniş bir öğrenim ağı yaratılmıştır. Küba’nın sağlık sistemi dünya çapında örnek gösterilen bir şekilde sıfırdan başlayıp yaratılmıştır.
Sağlık alanında herkesin ücretsiz sağlık ve hizmetlerinden yararlanabilmesi de devrimin kazanımıdır. Ancak bu ve benzeri şeyler bir ülkeyi “sosyalist” olarak değerlendirmek için yeterli değildir. Evet, Küba Devrimi gerek gerçekleştirildiği dönemin koşulları gereği, gerek verilen gerilla savaşının diğer ülkelerdeki devrimci hareketleri etkilemesi, Küba’daki gerilla savaşına önderlik edenlerin (Fidel Castro, Che Guevara vd.) karizmatik kişilikleriyle dünya çapında “mit”leştirilmesi… vb. yanlarıyla özgün bir devrimdir. Ancak gerek devrimin hedefi, gerekse devrimin gerçekleşmesinden sonra kurulan rejimin birtakım reformların ötesine geçememiş olması vb. dikkate alındığında, bir dizi olumlu şeyler yapılmasına karşın bütünlük içinde değerlendirildiğinde “sosyalist” bir Küba’dan sözetmek mümkün olmuyor. Sınıf karşıtlığının sürdüğü, parti bürokrasisinin diğer kesimlerden daha fazla olanaklara sahip olduğu bir sisteme sosyalizm denilemeyeceği açıktır.
Küba’yı sosyalist olarak görenler, sosyalist ekonomiyi, sosyalizmin ne olduğunu kavramayanlardır.
Bizim uğruna mücadele ettiğimiz sosyalizm gerçek sosyalizmdir.
26 Ağustos 2019
Yararlanılan Kaynaklar:
* ”Küba İhtilali”, Ahmet Angın, Akşam Kitapçılık, 1967 İstanbul
* ”Che’nin Mirası”, Albert Steer, Belge Yayınları, Ağustos 1997, İstanbul
* ”Küba, Castro ve Sosyalizm”, Mike Gonzalez, Z Yayınları, Kasım 1994, İstanbul
* ”Fidel Castro Konuşuyor”, Lee Lockwood, F. R. Alleman, Yar Yayınları, Altıncı Baskı, Ağustos 2006, İstanbul
* ”Ya Vatan Ya Ölüm”, Fidel Castro, Habora Kitabevi Yayınları, 1968, İstanbul
* ”Küba İktisadının Planlaştırılması”, Charles Bettelheim, Ataç Kitabevi Yayınları, Mayıs 1965, İstanbul
* Che Guevara – Ekonomik Yazılar (Yar Yayınları) * Küba Komünist Partisi Birinci Kongresi 1975 (Sorun Yayınları) * A. Grineviç – Küba Devriminin Geçtiği Yol (Bilim ve Sosyalizm Yayınları)
* Lavretsky – Che Guevara (Progress Publishers)
* Ve İnternetteki kimi yazı ve makaleler