Bugün Siyonist İsrail devletinin Filistin’de, Filistin Arap ulusuna karşı yürüttüğü barbar bir savaş yaşanıyor.
Filistin Arap ulusunun başına bombalar yağdıran Siyonist devlet, Gazze’yi bir bütün olarak yok etmeye yöneldi.
Siyonist İsrail devleti barbarlıkta kural, sınır tanımıyor!
Siyonist barbarlık güya uygar, güya özgür dünyanın gözü önünde oluyor. Bir ulusun ulusal haklarının bombalar altında ezilmesinin adı “terörizme karşı mücadele”, bir ulusun köleliğe mahkûm edilmesinin adı “barış” arayışı oluyor!
Filistin’de Siyonist İsrail devletinin yürüttüğü haksız, barbar, sömürgeci, emperyalist savaş haklı olarak birazcık adalet duygusu olan her insanda nefret uyandırıyor, dünyanın her yanında emekçi yığınların bir bölümü bu savaşa karşı tavır takınıyor, Ortadoğu’daki savaşın durmasını istiyor, Filistin Arap ulusuna karşı girişilen katliamları lanetliyor, Filistin ile dayanışma eylemleri yapıyor.
Türkiye’de, dünyanın çeşitli bölgelerinde Filistin ile yapılan dayanışma eylemlerinde atılan sloganlardan biri de “Nehirden denize özgür Filistin!” sloganıdır.
Nehir’den kastedilen Ürdün Nehri, diğer adıyla Şeria Nehri’dir. Ürdün Nehri Ürdün Vadisi boyunca akan, Lut Gölü’ne dökülen, 251 kilometre uzunluğunda bir nehirdir.
Ürdün Nehri, aynı zamanda Ürdün ile İsrail ve Batı Şeria arasındaki sınırı oluşturmaktadır.
Denizden kastedilen ise Akdeniz’dir. Bir yanıyla da Kızıldeniz’dir.
“Nehirden denize özgür Filistin!” sloganı, nehir ile deniz arasında İsrail devletinin varlığını ret eden bir slogandır.
Adı geçen slogan, doğusunda Ürdün Nehri, batısında Akdeniz, Güneyinde Kızıldeniz olan alanda özgür Filistin Arap devleti kurulmasını içeren, Yahudilerin Filistin’de devletsel varlığını reddeden bir içeriğe sahiptir.
“Nehirden denize özgür Filistin!” sloganını bu içerik ile savunanlara göre, Yahudiler, eğer bu bölgede yaşamak istiyorlarsa, kendi devletleri ile değil, en iyi hâlde bir Arap devletinin çatısı altında o devletin vatandaşları olarak yaşayabilir.
Adı geçen slogan sol, devrimci gruplar, İslamcılar, muhafazakârlar, gericiler, faşistler tarafından atılan bir slogandır.
“Nehirden denize özgür Filistin” sloganı, Yahudilerin Ortadoğu alanında kendi devletlerini kurma ve onda yaşama hakkı, sonuçta Yahudilerin kendi kaderlerini kendilerinin belirleme hakkını reddeden bir slogandır. Bu nedenle slogan anti-semit, yanlış, atılmasını doğru bulmadığımız bir slogandır.
FKÖ Programı
Yahudilerin Filistin’de devletsel varlığını reddetme anlayışı yeni değildir.
FKÖ’nün kuruluş bildirisinde “Filistin devletinin varlığı Siyonist İsrail devletinin yıkılmasını öngörür” tespiti en temel ilkelerden biriydi.
FKÖ programında, İsrail’in devlet olarak varlık, yaşama hakkını reddediyordu.
İslami gruplar Hamas, İslami Cihad vb. bu ilkeyi savunmaya devam ediyorlar.
Yahudilerin eşit haklarla yer alacağı bir devlet FKÖ’nün kuruluş programında yoktu. Bu bağlamda Filistin devletinin varlığı şartlarında “Siyonist İsrail devletinin yıkılmasının öngörülmesi” Filistin’de Yahudi ulusunun kendine ait bir devlet kurma hakkının reddi anlamına geliyordu.
FKÖ 1988’de programın bu “ilkesinden”, İsrail’e komşu bir mini Filistin devletinin kurulmasını kabullenmesi ile vazgeçti. Filistin’de Yahudi (çoğunluklu) bir devlet ile bir Arap (çoğunluklu) devletin yan yana varlığı ilke olarak kabul edildi.
Filistin toprakları üzerinde bir Filistin Arap devleti kurmak, İsrail’i yok etmek, Yahudileri Filistin’den sürmek vb. yalnızca İslamcı dinci fanatik Yahudi düşmanı grupların savunduğu bir hedeftir. Fakat İsrail’in hunharca, barbarca Siyonist saldırıları zaten var olan Yahudi düşmanlığını arttırmak için ve antisemit gruplara sürekli yeni insanların katılması için de malzeme sunmaktadır.
Biraz Tarih
Antik dönemde Yahudiler Filistin’de bugünkü Arapların atası olarak kabul edilen Filistler ve diğer topluluklarla birlikte yaşıyordu.
Köleci dönemde Romalıların Filistin’i işgali ertesinde, Filistin’de yaşayan Yahudiler buradan sürüldüler. Dünyaya dağılan, gittikleri yerlerde sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan Yahudiler, göçmek zorunda kaldıkları tüm alanlarda bir “yabancı” azınlık olarak yaşadılar.
Yahudilerin Filistin ile tarihsel bağları vardı ve Yahudiler bu tarihsel bağı din aracılılığı ile hep korudular.
Filistin topraklarında 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, Filistin’e Siyonist ideoloji temelinde yoğun Yahudi göçü başlamadan önce 1895’de 453.000 Arap, 47.000 Yahudi yaşıyordu.
İkinci Dünya Savaşı başladığı sırada, 1939’da Arap nüfus 977.500, Yahudi nüfus ise 445.000 idi. Bu dönemde esas Yahudi göçü 1919 ile 1939 arasındaki 20 yıllık İngiliz mandası döneminde gerçekleşmiş, Yahudi nüfus bu dönemde 58.000’den 445.000’e yükselmişti. Yoğun göç 1933’de Almanya’da Naziler iktidarı ele geçirdikten sonra yaşanmıştı. Yalnızca 1935-36 yıllarında 62.000 Yahudi Filistin’e göçmüştü.
Filistin’e Yahudi göçünde kuşkusuz 19. yüzyılın sonlarında formüle edilen ve Filistin’i Yahudiler için vaat edilmiş toprak olarak gören, Filistin’de bir “Yahudi yurdu” kurulmasını öngören siyasi Siyonizm önemli bir rol oynadı. Fakat göçün maddi geri planında Avrupa’da gelişen Yahudi düşmanlığının, özellikle Doğu Avrupa’da pogrom biçimlerine bürünmesi yatıyordu. Özellikle Doğu Avrupa’da –en başta da Çarlık Rusya’sında– pogromlardan kaçan Yahudiler Filistin’e göçme ve burada bir “Yahudi yurdu” kurma vaadinin ve siyasetinin çekiciliğine kapılanlar içinde esas kesimi oluşturuyordu. Bunlar genelde Yahudilerin en yoksul kesimlerinden geliyordu.
1939-1945 arasında bu kez Almanya’da Nazi Partisi, bütün Avrupa’da “Avrupa’yı Yahudilerden temizleme”, aşağılık planını ilan ettiği “Yahudi ırkını yok etme” siyasetini hayata geçiriyor, 6 milyon Avrupalı Yahudi toplama ve yok etme kamplarında yok ediliyordu. Nazi imparatorluğunun bu yok etme siyaseti karşısında bir bölüm Yahudi anti-faşist savaşta örneğin Sovyetler Birliği Kızıl Ordu saflarında veya Batılı müttefik güçlerin ordularında savaşırken, bir bölümü de Filistin’e göçü alternatif olarak gördüler. Batı dünyasının Holocaust, Yahudilerin Şoa adını verdikleri Yahudilere yönelik soykırım, Filistin’e yoğun bir Yahudi göçünü de beraberinde getirdi. 1939’da Filistin’de 445.000 olan Yahudi nüfus 1946 başlarında –hem de mandatör devlet İngiltere’nin bir sürü engellemelerine rağmen– 608.000’e yükselmişti.
1946’ya gelindiğinde Filistin’de 1.364.000 Arap, 608.000 Yahudi yaşıyordu. Yani nüfusun üçte bire yakını yaşanan yoğun göçler sonucu Yahudi idi. Bu Yahudi nüfusun elindeki toprak mülkiyeti ise bütün Filistin topraklarının %6,6 kadarı idi.
Nasıl geliştiğinden bağımsız olarak İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Filistin’de iki ayrı milletten nüfus yaşıyordu.
Nüfusun üçte ikisinin biraz fazlasını Filistinli Araplar ve nüfusun üçte birinden biraz azını Yahudiler oluşturuyordu. Bunların çoğunluğu 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyıldaki göçlerle Filistin’e gelen ve buraya yerleşen Yahudilerdi. Olgu buydu. Her türlü siyaset bu olgudan yola çıkmak ve bu olgunun gereklerine göre davranmak zorundaydı.
Bu olgunun yanında göz önünde bulundurulması gereken bir başka olgu daha vardı:
Bütün tarihi boyunca göçmen olarak yaşamış olan Yahudilerin –Sosyalist Sovyetler Birliği dışında hiçbir yerde– güvenlikli bir varlık sürdürmesine izin verilmediği ortaya çıkmış, Yahudiler tarihin o güne dek gördüğü en sistemli ve endüstriyel yok etme programının hedefi olmuşlardı.
Yahudilere yönelik pogromlar ve soykırım, Şoa/Holocaust Yahudi ulusunun ortak belleğinin –Yahudileri, bulundukları ülkelerde, en entegre olmuş olanlarını, hatta asimile olmuşları bile Yahudi ortak benliği altında toplayan– en önemli parametrelerinden biri olmuştu. Şimdi bu Holocaust’tan kaçıp kurtulmuş olanların güvenlik içinde yaşayabilmek için kendi devletlerini talep etmelerinin reddi hem siyasi hem ahlaki açıdan olacak şey değildi.
Kuşkusuz, Filistin Arap halkı Holocaust’un sorumlusu ve suçlusu, faili değildi. Yahudilerin Filistin’e göçü ve orada bir “Yahudi yurdu” istemesi, bu çerçevede görünürde Filistin Arap halkına karşı bir tarihi haksızlık anlamına geliyordu. Buna rağmen olgu, 1946’da Filistin nüfusunun üçte bir kadarını Yahudilerin oluşturduğu olgusu idi. Bu insanlara “haydi geldiğiniz yere gidin!” demek, onları buradan kovmak için savaş yürütmek, bir yanı ile “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın Filistin’e gelmiş ve burada kendi devletlerini kurmak isteyen Yahudiler somutunda reddi anlamına gelirdi.
Tarih boyunca göçmen azınlık olarak bulundukları tüm ülkelerde tüm baskılara rağmen varlıklarını ve kimi ulusal özelliklerini koruyan Yahudilerin uluslaşmasının önündeki en temel engel, toprak birliği ve bütünlüğünün yokluğu, buna bağlı olarak da iktisadi yaşantı birliğinin yokluğu idi. Filistin’e göçen Yahudiler açısından bu eksiklikler ortadan kalkmıştı. Filistin’e göçen Yahudiler burada gerek satın alma gerekse zor alım yoluyla kendileri için toprak mülkiyeti edindiler ve bu topraklar üzerinde kapitalist tarım ve zanaat ve sanayi geliştirdiler. Kendi aralarında bir iktisadi yaşantı birliği oluşturdular. Hatta 1946’ya gelindiğinde Yahudiler açısından gerek yerel gerekse merkezi düzeyde bir devlet örgütlenmesinin çekirdekleri oluşmuş durumda idi. Daha da ötesi Filistin’e göçerek yerleşen Yahudiler uluslaşma açısından Filistin’in yerlisi Araplardan çok daha ileride idiler. Bu dönemde Filistinli Arapların çıkarlarını savunan özel bir Filistin Arap örgütü yoktu. Gerici Arap devletlerinin her biri Filistinli Arapları kendine sayıyordu. Bu durumda Filistin’deki –Filistin nüfusunun üçte birine yakın kesimini oluşturan– Yahudiler için artık “bunlar ulus değil ki” gerekçesi, doğru bir gerekçe değildi, değildir.
İkinci Dünya Savaşı ertesinde, dünya petrol rezervlerinin çok önemli bir bölümünü barındıran Ortadoğu’da Filistin sorununun nasıl çözüleceği sorusu –bugün de olduğu gibi– dünya siyasetinin en önemli sorunlarından biri hâline gelmişti. Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan dengeler İkinci Dünya Savaşı sonrasında köklü değişikliklere uğramıştı. Şimdi Filistin’de yerleşmiş, kendi devletini kurmak talebiyle ortaya çıkan bir Yahudi ulusu vardı ve Filistin’de mandater olan İngiliz sömürgecilerine karşı Yahudiler bir gerilla savaşı yürütüyorlardı. İngiltere’nin Arapları ve Yahudileri birbirine kırdırma siyaseti iflas etmiş, İngiliz mandasının sonu görünmüştü. Böyle bir ortamda dünyadaki tüm siyasi güçler manda sonrası Filistin için kendi planlarını ortaya koyuyordu.
Sosyalist Sovyetler Birliği de Filistin’de iki ulusun –Yahudi ulusu/Arap ulusu- varlığını çıkış noktası alan bir plan ortaya koydu.
İsrail’in Devlet Olarak Varlık ve Yaşama Hakkı
Devrimci-sol çevrelerde bir bölüm grup, İsrail’in tarihsel olarak bir alanda yerleşik yaşayan bir ulusun, uluslaşma sürecinde kurduğu “klasik/normal” ulusal bir devlet değil, bir alana –çeşitli nedenlerle– sonradan gelip orada yerleşik olan halkı sürme temelinde, yani sömürgeci haydutlukla oraya yerleşenlerin kurduğu bir sömürge-yerleşimci devleti olarak tanımlıyor ve onun –andaki diğer burjuva devletlerin tersine– varlık ve yaşama hakkı olmadığını savunuyor.
Bu görüşü savunanlara göre; Ortadoğu’da Yahudilerin bir devletinin olması kabul edilemez bir tarihi haksızlıktır. Yahudiler, eğer bu bölgede yaşamak istiyorlarsa, kendi devletleri ile değil, en iyi hâlde bir Arap devletinin çatısı altında o devletin vatandaşları olarak yaşayabilir. Daha iyisi tabii Yahudilerin bu alandan –artık nereye gideceklerse– “defolup gitmesi”dir.
Sol çevreler içinde “İsrail’in devlet olarak varlık/yaşama hakkı”nı reddedenler, onun yaşama hakkını o bir burjuva diktatörlüğü olduğu vb. için değil, onun çok özel bir konumda olması, bir sömürge / yerleşimci göçmen devleti olmasıyla gerekçelendiriyorlar. Burada reddedilen, altını bir kez daha çizelim, gerçekte Yahudilerin Ortadoğu alanında kendi devletlerini kurma ve onda yaşama hakkı, sonuçta Yahudilerin kendi kaderlerini kendilerinin belirleme hakkıdır.
İsrail devleti, bölgedeki ve dünyadaki tüm sömürücü, gerici, burjuva demokratik, faşist devletler ne kadar varlık/yaşama hakkına sahipse o kadar varlık ve yaşama hakkına sahiptir. Onun kuruluş tarihindeki özgünlükler, onu diğer burjuva devletlerinden ilkede ayıran ve diğerlerinin tersine onun varlık hakkının reddedilmesini gerektiren şeyler değildir. Tabii ki bu devlet de bütün burjuva-sömürücü devletler gibi işçi sınıfının önderliğinde bir devrimle dünya tarihinin çöplüğüne gömülmeli, bu devlet de devrimle yıkılmalıdır. Bu anlamda –ama yalnızca bu anlamda– İsrail devletinin varlık ve yaşama hakkı sorgulanabilir, sorgulanmalıdır. Fakat İsrail devletini dünyadaki tüm diğer burjuva devletlerinden ayrı ele alarak, özel olarak bu devletin yaşama hakkı olmadığını savunmak doğru değildir.
“Filistin sorunu”nun gerçek çözümü, ancak Siyonizm’in ve Yahudi düşmanlığının ortadan kalktığı, Filistin’deki tüm ulusların eşit haklarla yan yana yaşadığı şartlarda mümkün olacaktır. Bunun yolu gerek İsrail’deki siyonist iktidarın, gerekse gerici Arap rejimlerindeki iktidarların proletarya önderliğinde devrimlerle yıkılmasından geçer.
Filistin’de bir Filistin Arap devletinin kurulması ile öngörülen “iki devletli çözüm” gerçek çözüm değildir.
Fakat kısa süreli de olsa, “iki devletli çözüm” eğer siyonist İsrail’in saldırılarını ve topraklarını genişletmesini durduran bir rol oynarsa ve Filistin Arap ulusu içinde de burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz zıtlığın açık görülmesinin yolunu açan bir rol oynarsa, gerçek çözümün şartlarını yaratma yönünde ileri doğru atılmış bir adım olur.
31 Ekim 2023