Nereden nereye Türkiye, sosyo ekonomik yapı araştırmasından…
27 Mayıs 2020, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin 60.yıldönümüydü.
Askeri darbeye götüren süreç, egemen sınıflar arasındaki çelişmeler/çatışmalar, İkinci Dünya Savaşı yılları, DP’nin kuruluşu, DP’nin iktidara gelmesi, askeri darbe, nedenleri, kapitalizmin gelişme özellikleri, emperyalistler ile ilişkiler vb. konularında; ayrıntılı bilgi ve değerlendirme içeren “Nereden Nereye Türkiye, Sosyo Ekonomik Yapı araştırması, H. Yeşil, Çağrı yayınları, Nisan 2009 İstanbul” kitabından bir bölüm yayınlıyoruz.
İlgili bölüm 1939-1965 arası dönemi değerlendiren bölümdür.
Türkiye kapitalizminin gelişme tarihi ve evreleri bölümünün tamamının okunmasını okurlarımıza öneriyoruz.
Türkiye kapitalizminin gelişme tarihi /evreler:
- Evre: 1939-1945
Savaş yılları/ savaş ekonomisi/ kaybolan yıllar
1939–1945 yılları arası, İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Bu yıllar Türkiye kapitalizminin gelişmesi açısından kaybolan, emekçi yığınlar açısından yaşama şartlarının olağanüstü zorlandığı, bozulduğu yıllardır. Savaşa girmemiş olmak, bir de savaş yıkıntısı yaşamamış olmak, bu dönemdeki politikanın tek ve fakat çok önemli, hiçbir biçimde küçümsenemez kazanımıdır. (*8)
Bu dönemin başında siyasi planda bir nöbet değişikliği vardır: “Ebedi Şef”in ölmesi üzerine, “Milli Şef” devlet yönetimini üzerlenmiştir. Fakat bu nöbet değişikliği ne devletin yapılanmasında, ne izlenen siyasette bir değişikliği beraberinde getirmemiştir.
Savaş yıllarında zorunlu olarak savaş ekonomisine yönelinilmiş, çalışan erkek nüfusun büyük bir bölümü silah altına alınmış, üretim büyük ölçüde azalmıştı. Vergiler arttırılmış, tarım ürünlerine % 10 vergi konmuş, dış ticarette 1937’den itibaren başlatılan yumuşama kaldırılmış, liberal uygulamalardan vaz geçilmiş, planda öngörülen yatırımlar durdurulmuştu. Üretim azalırken, ordunun ihtiyaçlarının artması besin maddelerinin fiyatlarının olağanüstü yükselmesine yol açmış, hükümet para arzını yükseltmiş, bu fiyatların daha da yükselmesini beraberinde getirmişti. Çıkarılan yasalarla, temel gıda maddeleri başta olmak üzere bir dizi malın satışı, dağıtımı karneye bağlanmıştı.
Türkiye savaşa girmemesine rağmen başlangıçta Almanya ile iyi ticari ilişkiler geliştirme yolunu tuttu. Bu dönemde yapılan takas anlaşmaları sonucu gerçekleştirilen dış ticaretin yarısından fazlası Almanya ile yapılıyordu. Bu eşitsiz ticarette Türkiye Almanya’ya tarım ürünleri verirken, karşılığında esas olarak ordunun savaş araç gereçlerini ve kimi sanayi ürünlerini alıyordu. Bu ticaret zaten üretimi iyice düşmüş olan Türkiye’de yiyecek fiyatlarını, kıtlık ve açlığı arttırıyordu. Köylülerin “Geldi İsmet/ Kesildi Kısmet” deyimi bu dönemde ortaya çıkmıştı.
Gelişmeler karaborsayı körüklemiş, ortaya yeni bir “savaşı zengini” tipi çıkmıştı. Bunların bir bölümü ordu için ithalat işlerini yapan tüccarlardı, bunlar kısa sürede büyük birikim elde ettiler. Bir bölümü ise karaborsacı ve stokçulardı.
Dönemin hükümetinin bu gelişmeler karşısında bulduğu çare, milliyetçilik ve ırkçılığı körüklemek, savaş zengini ve spekülatörler olarak gayri Müslimleri göstermek, öncelikle gayrı Müslimlere yönelik bir “varlık vergisi” çıkarmak oldu. Varlığın ne olduğunu siyasi iradenin belirlediği bir komisyon saptıyor, alınacak verginin miktarı bu komisyonca belirleniyor ve mükelleften derhal ve peşin ödemesi talep ediliyordu. İtiraz hakkı yoktu. Ödeyemeyen Kürdistan’da kamplara sürülüyor, taş kırdırılıyor, yol yaptırılıyordu. Görünürde savaş spekülatörleri teşhir ediliyor ve cezalandırılıyor, haksız savaş kazançlarının en azından bir bölümü vergi yoluyla devlete aktarılıyordu. Gerçekte ise yapılan esasta Türk burjuvazisinin, gayrı Müslim burjuvaziyi suçlu gösterip, halkın dikkatini bunlar üzerine çekmekti.
Yöneticiler içinde bir bölüm (ki hepsi siyasi olarak Türkiye’nin hala tek partisi olan CHP içinde idiler, CHP içinde kanatlar vardı. CHP içinde –dolayısı ile parlamentoda- egemen olan kanat, öncelikle devlet bürokrat burjuvazisinin -ki kendileri de doğrudan bu burjuvazinin parçası idiler – çıkarlarını savunan, ekonomik açıdan devletin ekonomideki belirleyici rolünü sürdürmek taraflısı kesimiydi) tarımda ilerlemenin ve devlet gelirlerini arttırmanın da bir yolu olarak “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” çıkarmak istiyorlardı. Öngörülen büyük toprak sahiplerinin topraklarının kamulaştırılması idi. Zor değil, satın alma söz konusu olacaktı. Fakat bu bile toprak beylerinin isyanı için yetiyordu.
Söz konusu tasarı mecliste ve partide büyük tartışmalara yol açtı, aynı zamanda ticaretle ve başka faaliyetlerle de uğraşan büyük toprak sahiplerinin temsilcileri bu yasa önerisine karşı büyük bir mücadele yürüttüler. Böyle bir yasanın mülkiyet hakkına saldırı olduğunu vb. savundular. Daha sonra DP olarak CHP’den ayrılacak partinin temelleri bu tartışmalarda atıldı.
Savaşın kaderi bilindiği gibi Stalingrad’da belirlendi. Stalingrad ertesinde Almanya için artık yenilgiler ve geri çekilme dönemi başlamıştı. Buna Türk burjuvazisinin verdiği tepki, yönünü yavaş yavaş savaşın diğer yanındaki batılı güçlere doğru çevirmek biçiminde oldu. Türkiye Almanya ile ticaret ilişkilerini azaltırken, ABD ve İngiltere ile ticaretini arttırdı. Türkiye’nin 1940’ta ABD’ye dışsatımı % 10 iken, bu oran 1945’de % 45’e yükselmişti.
- Evre: 1945- 50 yılları arası
Geçiş yılları
1945’te İkinci Dünya Savaşı Avrupa’da Almanya’nın kayıtsız koşulsuz teslim olmasıyla bittiğinde, Türk hakim sınıfları uluslararası alanda saflarını çoktan belirlemiş, 1943 sonrasında Almanya ile savaşan batılı emperyalist güçlerle, en başta ABD ile ilişkilerini önemli ölçüde geliştirmişlerdi. ABD İkinci Dünya Savaşı’nın, kendi ülkesinde zarar görmeyen, tersine savaşı ekonomik gelişmesi için bir araç olarak kullanan emperyalist gücü olarak, savaştan elde ettiği karların bir bölümünü Avrupa’da komünizmin gelişmesini engellemek için “yardım” planları çerçevesinde Avrupa’ya yönlendirdi. Türkiye de bu çerçevede, faşist tek parti diktatörlüklerinin dünyayı götürdüğü yerin görülmesinin de yarattığı etki ortamı içinde, 1946’da CHP dışında da partilerin kurulmasına izin verdi, vermek zorunda kaldı. Savaş döneminin ekonomi politikası tasfiye edilmeye başlandı. CHP, kendinden ayrılan ve burjuva demokrasisi bayrağına sahip çıkan, ekonomik ve siyasi anlamda liberalleşmeyi savunan, köylü kitlelerinin dini duygularını da kendi iktidar mücadelesinin kuyruğuna takma işine soyunan, batılı emperyalistlere, en başta da ABD’ye kendisini, ABD’nin istediği sermayenin önündeki engelleri kaldıracak düzenin temsilcisi olarak gösteren DP’nin başarıları karşısında, iktidarı elde tutabilmenin bir yolu olarak 1946’da “toprak reformu” kanununa sarıldı. Kanunun uygulanması CHP’den kayan köylülük içinde, CHP sayesinde küçük de olsa bir parça toprağa kavuşmuş bir küçük çiftçi tabakası ortaya çıkaracak, hesaba göre bu küçük çiftçi kitlesi CHP’nin iktidarını koruyacaktı. Ayrıca Köy Enstitüleri gibi kurumlar üzerinden CHP’nin çizgisini savunan bir köylü aydınlar tabakası yaratılacak, bunlar da CHP’nin kır tabanını genişletecek bir eğitim ordusu olacaktı vb. Bu hesaplar tutmadı. Bunların uygulanabilmesi için yeter zaman bulamadı CHP. 1946 – 1950 yılları, otoriter bir yönetimin tepeden inmeci bir tarzda 1930’ların devletçi politikası ve savaş döneminin savaş ekonomisi politikası ile, açık pazar ekonomisini, siyasi üst yapıda yalnızca göstermelik bir takım değişiklikler yaparak ve devlet bürokrat burjuvazisinin iktidar tekelini koruyarak, birleştirmeye çalıştığı bir geçiş dönemidir.
Bu dönemde batılı emperyalistlerle, en başta da ABD emperyalizmi ile ilişkiler artmakta, eşitsiz güçler arasındaki bu ilişkide relatif bağımsızlık azalmakta, Türkiye’nin batılı emperyalizme “entegrasyonu” bağımlılığı artmaktadır.
- Evre: 1950-1960 yılları arası
DP iktidarı / dönüşüm yılları
1950 yılı T.C.’de siyasi iktidarın ilk kez seçimlerle el değiştirdiği yıldır. CHP’den koparak ayrılan DP 14 Mayıs 1950 seçimlerinde “Artık Yeter” sloganı ile seçmenlerin çoğunluğunun oyunu almış, CHP’nin daha önceki seçimlerde kendi iktidarını korumak için geçirdiği çoğunluk sistemi sayesinde, aldığı oy oranının çok üzerinde bir milletvekili oranıyla, 27 yıllık CHP iktidarına, en azından siyasi düzlemde, hükümet bazında son vermiştir.
*Gerek CHP, gerek DP Türk burjuvazisinin partileridir. Türkiye’de sömürücü sınıfların tümünün, en başta da tabii egemen büyük burjuvazinin çıkarlarını işçilere-köylülere-emekçilere karşı savunan partilerdir.
*Gerek CHP, gerekse DP, kapitalist, emperyalist sistemin savunucusu, anti komünist partilerdir. Birinci biraz daha bağımsızlıkçı, ikinci biraz daha işbirlikçidir. Her ikisi de fakat safını sonuçta emperyalizm yanında, Sosyalizme, SB’ye karşı belirlemiştir. İkinci Dünya Savaşı ertesinde, daha önce SB ile kurtuluş savaşı içinde ve ertesinde kurulmuş olan, ve diğer şeylerin yanında Türk milli burjuvazisinin relatif bağımsız hareket etmesine yardımcı olan bağlaşıklık unutulmuştur! İlkel bir antikomünizm egemen hale gelmiştir.
*Gerek CHP, gerekse DP tüm sömürücü sınıfların çıkarlarını savunan partiler olmalarına rağmen, CHP ağırlıklı olarak bürokrasinin, devlet bürokrat burjuvazisinin, DP ise gelişmekte olan özel sermayeli büyük burjuvazinin, toprak beylerinin partisidir.
*Gerek CHP, gerekse DP Atatürkçü partilerdir. Atatürk her iki partinin de referans kaynağıdır. Ancak DP, CHP’den ayrı olarak halkın dini duygularını daha iyi sömürmektedir, kemalist devlet dini yanında sivil dinin gelişmesinden, daha doğrusu legale çıkmasından rahatsızlık duymamaktadır. CHP bu tavrı şeriatın yolunu açmak olarak değerlendirmektedir.
*Gerek CHP, gerekse DP Türk milliyetçisi partilerdir. CHP, batıya entegre konusunda daha hızlı olan DP’ye karşı daha ulusalcıdır.
Bu anlamda bunlar sonuçta aynı sınıfsal öze sahip, egemen Türk burjuvazisinin özde birbirinden farkı olmayan partilerdir. CHP–DP arasındaki iktidar değişikliği sonuçta Türkiye’de egemen sınıfların kendi içlerindeki bir iktidar değişikliğidir.
Bu iktidar değişikliğinde olan nedir?
CHP’nin astığı astık kestiği kestik tek parti/ tek şef iktidarı döneminde, burjuvazinin legal planda siyaset yapabileceği tek parti CHP idi. Bu yüzden burjuvazinin değişik kanatları CHP içinde örgütlendiler. 1946’da “çok partili hayata geçiş”te, egemen burjuvazinin çıkarları birbiriyle çelişen iki kanadı birbirinden ayrıldı.
Bu iki kanattan CHP’de kalan kanat, ekonomik açıdan öncelikle büyük bürokrat devlet burjuvazisinin temsilcisidir. Türkiye’de egemen büyük burjuvazinin bir bölümü olan bu bürokrat devlet burjuvazisi -SB ile ittifakın bozulmasından sonra- “millici” görünse bile esasta işbirlikçidir. Emperyalist dünya içinde yer aldığında zaten – eğer kendisi için destek bulabileceği güçlü bir sosyalist devletin yardımını alamazsa – işbirlikçi olmaması mümkün değildir.
Güçlü, her şeyi belirleyen merkezi bir devlet savunusu, ekonomi politikasında devletçilik veya devlet sektörü ağırlıklı karma ekonomi bu kesimin programıdır.
Bu kesim halkı eğitilmesi gereken bir sürü gibi gören, halka güvenmeyen, seçkinci bir yaklaşıma sahiptir. Halka fazla güvenmediği için, tepeden inme “reformlar” vb. yol ve yöntemlerle yönetir.
Siyasi açıdan: Gelinen yerde öncelikle milli burjuva kesimleri iktidar mücadelesinde yedekleyebilmek için antiemperyalist, bağımsızlıkçı söylemler kullanır.
Dine karşı tavrı, dini kendi yorumladığı biçimiyle kullanmak, laiklik adına dini devletin (yani kendi iktidarının) denetimine almak, kendi yorumu dışındaki din savunularını “irtica”, “cumhuriyete” “laikliğe” saldırı olarak görmek ve göstermektir. (*9)
DP, öncelikle büyük burjuvazinin özel sermayeci kesiminin temsilcisidir. İşbirlikçi büyük özel sermayenin temsilcisidir. Bu kesim devletin ekonomiden elini çekmesini – en fazla belli düzenleyici işlerle sınırlamasını – istemektedir.
Bu kesim ekonomide liberalleşme, dünya ile bütünleşme istemektedir.
Ekonomik liberalleşme için siyasi liberalleşmeyi, burjuva anlamda demokrasiyi savunmaktadır.
Siyasi açıdan: Öncelikle demokrasi isteyen tüm kesimleri kendi iktidar mücadelesine yedekleyebilmek, fakat aynı zamanda kendisi iktidar olabilmek için yerleşik bürokrat burjuvazinin iktidarına son vermek için gerekli olduğundan demokrasi söylemlerine ağırlık verir.
Dine karşı tavrı, dini iktidar mücadelesinde kullanabilmek için gayet hayırhahtır, dine en azından lafta demokratik özgürlük çerçevesinde yaklaşır.
Yani 1950’de siyasi iktidar değişikliği, siyasi iktidarın büyük burjuvazinin bürokrat devlet burjuvazisi kesiminin elinden, özel sermayeli kesiminin temsilcilerinin eline geçmesi biçiminde bir değişiklikti. Olan siyasi alanda yerleşik kemalist elitin siyasi iktidarının Türkiye tarihinde ilk kez oyla siyasi iktidardan uzaklaştırılması girişimi idi.
Bu, devlet bürokrat burjuva kesimi açısından çok önemli bir yenilgi idi, buna rağmen iktidarı “barış içinde” teslim ettiler. Güvendikleri şey yasama organı dışındaki bütün devlet organlarının, en başta da ordunun ellerinde olması, DP hükümetinin bu anlamda gerçek iktidara fazla zarar veremeyeceği, DP iktidarının da fazla uzun sürmeyeceği düşüncesi idi.
DP ekonomi politikasında, aslında CHP iktidarının son döneminde, İkinci Dünya Savaşı ertesinde yavaştan başlanan politika değişikliğini devralıp geliştirip sürdürerek, 1950’li yılları, Türkiye kapitalizminin gelişmesinde dönüşüm yılları haline getirdi.
Türkiye’de özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında savaş vurgunculuğu ile iyice palazlanıp, artık devlet kapitalizmini gelişmelerinin motoru değil, engeli olarak görmeye başlayan, bürokrat devlet burjuvazisinin seçkinci, keyfi, müdahaleci, devletçi tavırlarından rahatsız olan işbirlikçi özel sermayeli büyük burjuva kesimi DP aracılığıyla doğrudan devlet iktidarını istedi. Bunlar ya aynı zamanda büyük toprak beyleri idiler, ya da büyük toprak beyleri ile sıkı bir ittifak içindeydiler, hepsi CHP iktidarı döneminde devlet imkanlarını da kullanarak palazlanmışlardı. Bunlara göre, “üçüncü yol” vb. arayışlardan vaz geçilmeliydi. “Hür dünya”nın kesin efendisi ABD “yardım”larını “demokrasi” şartına bağlıyordu. “Artık yeter”di! Demokrat olunmalıydı. Demokrasi bu kesimin emekçi kitleleri de kuyruğuna takabilmek için sarıldığı bayrak oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlık yıllarını CHP iktidarının hanesine yazan kitlelere, en başta ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan köylülere CHP iktidarına “Artık Yeter” “Söz milletin” denerek demokrasi içinde refah, her mahallede bir milyoner, “Küçük Amerika= Türkiye” vaat edildi. Ve DP seçimleri bu vaatlerle kazandı.
1950 sonrası izlenen ekonomi politikası, bir anlamda 1930’lu yılların devlet kapitalizmine dayanan, geri düzeyde ithal ikameci, siyasi açıdan güya kapitalizmle/ sosyalizm arasında bir üçüncü yol arayan siyasetinden, İzmir İktisat Kongresi’nde tespit edilip, önemli ölçüde Lozan’ın dayattığı geçici hükümler nedeniyle 1920’li yıllarda uygulanan ekonomi siyasetine geri dönüştü: Yabancı sermaye ile birleşip bütünleşme yoluyla, özel sermayeli burjuvazinin “hür müteşebbis”lerin serbest pazar/ piyasa ekonomisi içinde zenginleşmeleri yoluyla büyüme/ kalkınma, devletin ekonomiye en alt düzeyde ve yalnızca düzenleyici, “özgür girişimci”lerin işlerini kolaylaştıran ortamı yaratma amacıyla müdahalesi. Ancak bu kez 1923’ten değişik olarak kapitalist gelişmede oldukça mesafe almış, alt yapıda 1923’e göre epey ilerlemiş, İkinci Dünya Savaşı’nda esas olarak vurgunculuk yoluyla küçümsenmeyecek bir birikimi olan burjuvalara sahip ve dış kaynaklar açısından da ABD’nin destekleyeceğini vaat ettiği bir Türkiye söz konusu idi. Yani bu siyasetin uygulanabilmesinin maddi şartları daha uygundu.
ABD’nin ve onunla birlikte işbirlikçi büyük burjuvazinin özel sermayeli kesiminin talebi, serbest piyasa ekonomisinin egemenliği idi. 1950’nin Türkiye’sinde bu, her şeyden önce “Marshall Planı” gibi “yardım”larla, yardım edilen ekonomileri, kendi istek ve çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye yönelen ABD’nin çizdiği çerçevede bir ekonomi siyaseti izlenmesi gerektiği anlamına geliyordu. Kendi yağıyla kavrulan relatif bağımsız bir ekonomi, gelişme açısından “hür batı” ile birleşmenin, yani emperyalizme tam entegrasyonun önünde engel bir çağdışılık olarak görülüyor, yer yer bunun savunulması “koministlik” olarak adlandırılıyordu. 1950 Türkiyesi’nde piyasa ekonomisinin egemenliği, tarıma öncelik ve ağırlık verilmesi, tarımın hızla geliştirilmesi anlamına geliyordu. 1948-1954 arasında Türkiye’ye ABD “Yardımı” her şeyden önce traktör ithalatının olağanüstü artması, tarımda – ithal malı makinelerle – makineleşmenin sıçrayarak yükselmesi biçiminde gelişti. (1948’de Türkiye’de Traktör sayısı 2.749 iken, bu sayı 1950’de 10 bin dolayına yükselmişti; on yıl sonra 1960’ta ise Türkiye’de traktör sayısı 42.136 idi.) Tarımsal üretimi geliştirmek için sulama ve yol yapımı da (tabii öncelikle emperyalist petrol tekellerinin çıkarları doğrultusunda, devlet kapitalisti-planlı ekonomilerin tercih ettiği demiryolu yerine, “hür teşebbüs”ün ulaştırmacılığının sembolü olan, kitle taşımacılığını geliştirme yerine bireysel taşımayı kışkırtan ve onu geliştirmeye hizmet eden karayolu taşımacılığı için yol yapımıydı dayatılan) ‘Marshall Planı’nın ‘olmazsa olmaz’larıydı.
1950’de DP iktidarı, daha önce üzerinde parlamentoda büyük kavgalar yürüyen ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu, belli ölçülerde değiştirerek uygulamaya koydu. Başta Bulgaristan’dan gelen göçmenler olmak üzere, bir kısım topraksız ve az topraklı köylüye toprak dağıtıldı. Bu tarım arazisini genişletmenin bir yolu olarak kullanıldı. Bu arada tarımsal krediler artırıldı. 1949-1959 arasında tarımsal krediler on kat arttı. Devletin verdiği tarımsal kredinin tüm tarımsal krediler içinde oranı 1952’de o zamana dek en üst düzeyine çıkarak % 49,6’ya varmıştı. (Bkz.: Yurt Ansiklopedisi, Türkiye Genel, s. 8333) Ayrıca hükümet taban fiyatı uygulamasına ve destek alımlarına yöneldi. Ve tarım vergi dışı tutuldu.
Sonuçta 1950-60 arasındaki dönemde ekili tarımsal alan % 60 oranında genişledi. Tarımsal üretim ve ihracat önemli ölçüde arttı. Tarımda da kapitalizm kesin egemen hale geldi. Türkiye, ileri, gelişmiş kapitalist, emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında hala geri bir tarım ülkesi idi. Fakat artık üretim kesinlikle pazarın ihtiyaçlarına göre şekillenen, pazar için üretimin egemen olduğu bir üretim haline gelmişti. Pazar ilişkilerinin gelişmesi, tarımda gelişme ile birlikte, taşrada ticaret de gelişmiş, çok zayıf olan taşra burjuvazisi bu dönemde gelişmeye başlamıştı. Hala özellikle Kürdistan’da belirli feodal ilişkiler ve kalıntıları (yarı feodal ilişkiler) vardı, fakat artık bunlar Türkiye kırında da belirleyici önemini yitirmişti. 1950-1960 arasının Türkiye’si, 1950’lerin sonuna gelindiğinde, artık 1923’ün yarı sömürge-yarı feodal Türkiye’si değildi. Artık genel olarak yapının yarı feodal olduğundan söz etmek yanlıştı. 1950 sonu Türkiye’si emperyalizme bağımlı, bağımlılığı da giderek artan, geri kapitalist bir ülke idi. Feodal kalıntılar ülke geneli –Kuzey Kürdistan da birlikte – ele alındığında, esas olarak üst yapıda belli ölçüde önemini koruyordu.
1950’li yılların başlarında Türkiye dünya pazarında tarım ihracatçısı olarak yer aldı. Bu dönemde savaşın hemen sonrasında dünya pazarında tarım ürünlerine olan ihtiyaç, bu arada 1952’deki Kore Savaşı nedeniyle dünyanın en büyük tarım üreticisi ve ihracatçısı durumunda olan ABD ve Kanada’nın tahıllarını stoklamaları, tarım ürünlerinin fiyatlarını yükseltmiş, dünya tahıl pazarında elde edilen gelir, Türkiye tarım kesiminin ve ona bağlı olarak tüm ekonominin yüksek hızla gelişmesine yol açmıştı.
Kırda kapitalizmin gelişmesi, ilk anda yeni alanların tarıma açılmasıyla yarattığı kısa istihdam yaratma döneminin ardından, gelişmenin tabii sonucu olan kırda işsizlik, ve kırdan şehre göçü beraberinde getirmiş, kentler göçlerle büyümeye başlamış, büyük kentlerin gecekondu mahalleleri oluşmaya başlamıştı.
Bu dönemde ticaret, ticarette de özel sektörün payı büyük ölçüde artmıştı. 1950’nin özellikle ikinci döneminde yükselen enflasyon ticaretin yanında bankacılığı da özel sektör açısından çekici kılmıştı. Bu alanda da özel sektörün payı büyümeye başlamıştı. DP hükümeti bu gelişmeyi teşvik etmiş, banka kredilerinin büyük bir bölümü ticaret kesimine yönlendirilmişti. Örneğin 1955 yılında toplam kredi hacmi içinde ticaret kredilerinin payı % 46,8 iken, sanayi kesiminin payı % 2,7 idi. İnşaat kesiminin payı % 9,9 idi. (Bkz.: Yurt Ansiklopedisi , Türkiye genel, s. 8334)
Kore Savaşı ertesinde ABD’nin elindeki stokları pazara sürmesiyle, tarım ürünleri fiyatları hızla düşmeye başladı. Dış ticaret dengesi 1953’ten başlayarak büyük açıklar vermeye, borçlanma ihtiyacı ve hacmi büyümeye başladı. Bu durumda başka siyasetlere yönelinilmesi gerekliydi. Buna rağmen seçmen tabanını –haklı olarak- köylülükte gören DP hükümeti, tarımı destekleyen, tarım ağırlıklı politikasını sürdürdü. Sürdürülen siyasetin sonucu kaçınılmaz olarak enflasyon, döviz kıtlığı, karaborsanın gelişmesi vb oldu. Sanayi burjuvazisi ve sanayi alanında yatırım yapmak isteyen şehirli burjuvalar bu gelişmelerden rahatsızdı. Bu arada DP devlet kaynaklarını hep kır, tarım lehine kullandığı için, şehirlerdeki “dar, sabit gelirli vatandaş”ların – ki bunların çoğu devlet çalışanıydı- durumu giderek kötüleşiyordu. DP, yerleşik bürokrasi iktidarına karşı bir yandan kentlerdeki işbirlikçi büyük burjuvazinin temsilciliğini yaparken, diğer yandan Anadolu’da gelişen, köyle sıkı bağlara sahip taşra burjuvazisine dayanıyordu. DP aynı zamanda hükümet olmaktan iktidar olmaya doğru da belirli adımlar atmaya, örneğin ordu ve yargı içinde kendi takımını yaratmaya, bu arada emniyet, polis teşkilatını güçlendirerek, ordunun dışında kendine bağlı bir silahlı güç yaratmaya da yönelmişti, KİT’ler ardı ardına siyasi tayinlerle, DP’nin yönetimine alınmaya çalışılıyordu. Bu, devletin yerleşik iktidar kadroları için, kemalist bürokrat elit için, varlıklarının temeli devlet iktidarını elinde tutmaları olan bürokrat devlet kapitalistleri için yolun sonu anlamına geliyordu. Yani kısacası ellili yılların ikinci yarısından itibaren DP iktidarına karşı özellikle kentlerde çok yoğun bir hoşnutsuzluk ve muhalefet gelişmeye başladı.
Bu arada ABD hükümetinin kendine bağlı geri ülkelerle ilgili politikasında da 1950’li yılların ikinci yarısında belli değişmeler olmuş, tarım ağırlıklı gelişme modelinden, tüketim mallarına dayalı sanayi üretimi (hafif sanayi) ağırlıklı bir model gündeme gelmişti. Dünya Bankası bu siyasetin uygulanmasında öne çıkan kurumlardan biriydi. Kredi dağıtımını bu siyasetin uygulanması yönünde yapıyordu. Bu çerçevede Dünya Bankası’nın verdiği kredilerle “Sanayi Kalkınma Bankası” kurularak, tüketim malları sanayini teşvik için çalışmaya başladı. KİT’ler dışındaki yerli sanayiciler ithalatın kısıtlanması, kredi desteği ve iç pazarda korunma tedbirleri taleplerini yükseltmeye başladılar. Türkiye’de imalat sanayi önemli ölçüde devlet işletmelerinin elinde idi, tarım dışı özel sermaye daha çok daha fazla karlı görünen ticaret alanında yoğunlaşmıştı.
Bu durumda ‘liberal’ bir programla seçim kazanmış olan DP, 1954 sonrasında, dışalım zorlukları baş gösterdiğinde, Türkiye’de imalat sektörünün esasını oluşturan KİT’ler üzerinden döviz kıtlığı nedeniyle ithali mümkün olmayan malları Türkiye’de üretmek, bunun için belli gümrük koruma tedbirleri almak biçiminde bir siyaset izlemeye zorlandı. Bu kuşkusuz 1930’lu yılların ideolojik gerekçelendirilmiş ithal ikameciliği değildi, fakat ideolojik olarak gerekçelendirilmese de sonuçta ithal ikameciliği idi ve DP açısından paradoks bir durumdu.
1957’de iç piyasayı koruma adına getirilen kısmi ithalat sınırlamaları, esas olarak ithalat izni alan tüccarları daha da zenginleştirmeye yaradı.
Türkiye giderek büyüyen borçlarını ödeyemez duruma geliyor, ‘borç servisi’ emperyalistlerin istediği gibi yürümüyordu. Bu durumda ABD’nin kontrolünde bir “Türkiye’ye Yardım Konsorsiyumu” kuruldu. Bu kurum Türkiye için bir “istikrar ve kalkınma programı” (sonraki on yıllardaki ve bugünkü IMF programları gibi) hazırladı. Bu programda değer kaybetmiş olan TL’nin devalüe edilmesi ve ekonominin yeniden düzenlenmesi, serbest piyasa ekonomisini geliştirmek amacıyla bir planlama yapılması, ekonominin planlı bir kalkınmaya yönelmesi öngörülüyor, talep ediliyordu. Serbest piyasacı güçlerin, Türkiye’den 1957’den itibaren “planlı ekonomi” istemeleri, bunu önermeleri şaşırtıcı gelebilir. Fakat bunda şaşılacak bir şey yoktur. Planlı ekonomi kendi başına sosyalizm değildir. Planlı ekonomi, devletin kapitalizmi geliştirmek için ekonomiye belli ölçüde planlı müdahalesi vb. kapitalizmin de kullandığı araçlardır. Hele Türkiye gibi borç servisinde zorluklar çeken bir ülkeye plan önerilmesinde şaşırtıcı bir şey hiç yoktur. Bir de 1950’li yılların ikinci yarısında dünya konjonktüründe bir dizi ülkenin siyasi bağımsızlığını yeni kazandığı, arayış içinde olduğu bir ortamda, kapitalizmin “sosyal” maskeler takmasının ortama uygun bir siyaset olduğu bilindiğinde, planlı ekonomi önerisi daha anlaşılır hale gelir.
Bu arada öne çekilen 1957 seçimlerinde DP’nin oy kayıpları olduğu görülür.
Bu gelişmeler temelinde DP hükümeti 4 Eylül 1958’de, Konsorsiyum tarafından dayatılan programın bir bölümünü üzerlenerek, bir “istikrar önlemleri” paketini açıklar. Buna göre: TL devalüe edildi. ABD Doları karşısında Türk Lirasının değeri 2.80 TL’den, 9.02 TL’ye düşürüldü. Önlemler ayrıca para arzı ve bütçe harcamalarının kısılmasını, KİT ürünlerinin fiyatlarının yükseltilmesini, dışalım önündeki engellerin, kısıtlamaların kaldırılmasını kapsıyordu. Buna karşılık alacaklı ülke ve kurumlar Türkiye’nin borç ödemesinde yeni bir düzenlemeye gitmeyi ve yeni krediler sağlamayı taahhüt ediyorlardı.
Planlı ekonomi bağlamında, liberalleşme programı ile seçim kazanmış olan DP hükümeti zorlandı. Bu alanda DP hükümetinin planlı ekonomi talebine verdiği yarı gönüllü cevap, kamu harcamalarının belli bir plan dahilinde yapılması amacıyla başbakanlığa bağlı bir “İktisadi Danışma Kurulu” oluşturmak, bunun başına da Dünya Bankası, UPF gibi kurumlarca otorite olarak kabul edilen Hollandalı iktisatçılar Jan Timbergen ile yardımcısı J. Koopmans’ı getirmek oldu. Bu kurula bir Kalkınma Planı hazırlama görevi verildi. Bu kurul 27 Mayıs askeri darbesinden sonra kurulan DPT’nin bir öncülü olarak kavranabilir.
1950’li yılların sonuna gelindiğinde, DP Türkiye’de egemen sınıflar içinde, sanayi burjuvazisi içinde desteğini önemli ölçüde yitirmiş durumdadır. Bunun yanında şehir küçük burjuvazisi, emekçilerin kentlerde yaşayan kesimi DP’ye karşıdır. DP kemalist aydınları ve onların yönlendirdiği yüksek okul/ üniversite gençliğini karşısına almıştır. Bürokrat devlet burjuvazisi DP’ye zaten düşmandır. Devletin en önemli kurumu ordu, DP hükümetinin orduyu yeterince dikkate ve ciddiye almamasından rahatsızdır. Ve DP hükümeti onun hükümete geldiği dönemde esas dış destekçisi olan ABD tarafından zayıf ve güvenilmez görülmeye başlanmıştır. Bu değerlendirmede DP’nin kendisine istikrar programı dayatıldığı bir ortamda SB ile ilişkiler geliştirerek, bir denge siyaseti tutturmaya çalışması çok önemli rol oynamıştır. 1950 sonlarında DP’nin burjuvazi içindeki dayanağı, başta işbirlikçi büyük ticaret burjuvazisi olmak üzere ticaret burjuvazisi ve büyük toprak beyleri, gelişen, köyle ilişkisi olan taşra burjuvazisi, emekçi yığınlar içinde dayanağı ise nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülüktür.
- Evre: 1960- 1980 arası
Dışa bağımlı, ithal ikameci, planlı, “Karma Ekonomi” dönemi
Başlangıcı ve sonu askeri darbelerle belirlenen, ortasında da bir yarı askeri darbe (12 Mart) olan bir dönemdir bu.
Dönem ekonomik olarak aslında 27 Mayıs askeri darbesinden önce, DP hütkümetinin son döneminde istikrar önlemleri paketi ile hazırlanmıştır.
Dönemi kabaca, ‘dışa bağımlı, ithal ikameci, planlı ekonomi temelinde genişleme’ (1976’ya kadar) ve 1977- 1979 sonu ‘bunalım dönemi’ olarak ikiye ayırmak mümkündür.
İlk dönemin başında ilk işleri NATO ve CENTO’ya bağlılıklarını bildirmek olan ‘27 Mayıs’çıların askeri darbesi vardır. Darbe işlevi açısından, işbirlikçi bürokrat devlet burjuvazisinin ciddi tehdit altında hissettiği iktidarını koruma darbesidir. Darbenin emir-komuta zinciri içinde gerçekleşmemiş olması, dönemin Genelkurmay Başkanı, ve bir dizi generalinin darbeden yana olmaması, bu anlamda askeri bürokrasinin en yüksek kesimlerinin önemli bölümünün darbede yer almamış olması bu tezime ters görünebilir. Evet gerçekten de, askeri bürokrasinin en üst kesiminin önemli bölümü darbede yoktur, fakat yargı ve yürütme üst bürokrasisi darbeyi hasretle beklemiş, bürokrat burjuvazinin temsilcisi CHP seçimlerle elde edemediği iktidara kavuşmak için darbeyi kışkırtmıştır. Bundan daha önemlisi şudur: değerlendirme açısından darbeyi kimin yaptığından çok (darbeyi esas olarak bir albaylar cuntası, daha aşağı rütbedekilerle birlikte gerçekleştirmiştir) işlevinin ne olduğu, ne için yapıldığı, programının ne olduğu vb. önemlidir. Darbecilerin Alpaslan Türkeş’in sesinden yapılan ilk açıklamasındaki NATO ve CENTO’ya bağlılık yemini, darbecilerin işbirlikçilik ilanıdır. Darbecilerin uygulayacaklarını ilan ettikleri ve sonuçta uygulanan ekonomik program Türkiye’ye Yardım Konsorsiyumu tarafından Türkiye’ye dayatılan, uygulanılmasına daha DP iktidarı döneminde başlanan “İstikrar ve Kalkınma” programıdır. 1960 askeri darbesi izlenen ekonomi siyasetinde DP’nin son döneminde bizzat DP hükümetinin uygulamak zorunda kaldığı, dışa bağımlı, ithal ikameci siyaseti üzerlenmiş, DP döneminde “Koordinasyon Bakanlığı” ile temelleri atılan planlı ekonomiye geçişi sürdürerek tamamlamış ve planlı bir karma ekonomi siyaseti gütmüştür.
Darbeden sonra hazırlanan yeni anayasa 1961’de kabul edilip Ekim 1961’de yapılan seçimlerle kurulan yeni TBMM toplanana dek, ülke doğrudan darbeyi yapan ordu tarafından ‘Milli Birlik Komitesi’ (MBK) üzerinden yönetildi. Darbeciler ihtiyaç duydukları sivil kadroları yönetimde kullandılar. Zaten gönüllüsü çoktu. Kadrolaşan DP tarafından kızağa çekilme, tasfiye edilme tehditi altında yaşayan bürokrat elit, darbeyi kendi iktidarlarını sürdürmek için bir “devrim”, kurtuluş olarak gördü. Ekim 1965’de yapılan ve DP’nin devamı olarak ortaya çıkan AP’nin tek başına iktidara geldiği seçimlere dek ülke 1960 darbesini yapan ordunun gözetiminde, değişik koalisyon hükümetlerince yönetildi. MBK’nin üyelerinin önemli bir bölümü –darbe içinde darbe yapmaya kalkanlar dışında- Senatoda ömür boyu “tabii senatör” olarak TBMM içindeydiler. Bu arada darbeciler kendi içlerinde bölündüler. Bir kaç darbe, karşı darbe girişimi oldu, bastırıldı. 1965’te AP tek başına hükümet kuracak duruma geldikten ve hükümetini kurduktan sonra, siyasi alanda aslında yine 1950’ye dönüldü. Fakat bu kez DP’nin devamı olanlar, orduyla iyi geçinmek konusunda uyarılmışlardı! Darbeciler esas amaçlarına ulaştıktan, yani Türkiye’de kemalist bürokrat elitin devlet iktidarını, sivil bir kadronun eline geçirmeye, bürokrat devlet burjuvazisini tasfiye etmeye kalkan DP hükümetini devirip, Türkiye’de iktidarın gerçekte kimin elinde olduğunu gösterdikten sonra, geri çekilmiş, meydanı görünürde sivil siyasetçilere “demokratik yönetim”e bırakmışlardır.
Siyasi alandaki bütün bu çalkantılar, ekonomi alanında izlenen siyasette büyük değişiklikleri beraberinde getirmedi.
MBK’nin çıkardığı ilk kanunlardan biri ‘Devlet Planlama Teşkilatı Kanunu’ oldu. Bu kanun temelinde, daha önce DP hükümeti döneminde başbakanlığa bağlı olarak kurulan “İktisadi Müşavirlik Kurulu”nun başında bulunan Jan Timbergen danışmanlığında DPT kuruldu. 1961 Anayasası’na devletin görevleri içinde ‘Kalkınma Planları yapılması’ görevi de yazıldı. Planlı ekonomi böylece Anayasal hüküm haline geldi. (Madde 41) Bu görev DPT’ye verildi.
DPT tarafından 1962’de hazırlanan ve 1963-1968 dönemini kapsayan bu yeni dönemin 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı ve onu izleyen planlar (bugün Dokuzuncusu gündemde) 1930’lardaki sanayi planlarından (ki bunlar iki tane idi, ikincisi de bilindiği gibi savaş nedeniyle uygulanamadı) ayrı olarak yalnızca sanayiyi değil, ekonomik ve toplumsal gelişmenin tüm alanlarını kapsıyordu, kapsıyor. Bu anlamda 1962’den bu yana Türkiye’de “Planlı” Ekonomi sözkonusudur! Bütün bu 45 yıllık dönemde uygulanan siyasetler göz önüne alındığında, 5 yıllık kalkınma planlarının, yapılan dökümlerde bir yandan Türkiye’de kapitalizmin gelişmesini gözlemler ve belgelerken, diğer yandan koyduğu hedefler ve önerdiği çözümlerle, kapitalizmin gelişmesi yönünde siyaset geliştirilmesinin önemli araçları olduğunu söylemek mümkündür.
1963-1968 dönemini kapsayan 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (BYKP) GSMH’da yıllık ortalama % 7’lik bir artış –yani oldukça hızlı bir kalkınma- öngörülüyordu. Bundan önemlisi sektörlerle ilgili kalkınma öngörüsünde, tarımda ortalama % 5,9 artış öngörülürken, sanayide bu ortalama artışın % 12,6 oranında öngörülmüş olmasıydı. Bu 1950’li yılların tarıma öncelik ve ağırlık veren kalkınma stratejisinden, sanayi ağırlıklı bir kalkınma stratejisine geçiş anlamına geliyordu. Öngörülen sanayileşme modeli dış ticaret dengesindeki büyük açıkları azaltmak için ithal edilen bir çok malı ülkede üreten, iç pazara dönük bir sanayileşme, ithal ikameci bir sanayileşme modeli idi.
Bu temel yaklaşım, II. ve III. BYKP’leri özel sermaye birikimine birinci plandan çok daha fazla ağırlık vermelerine rağmen, onlarda da sürmüş ve bu dönemde iş başına gelen tüm hükümetlerin ekonomi politikalarına şu veya bu ölçüde yön vermiştir. (*10)
Birinci BYKP’nin uygulanmasının önemli bölümü AP iktidarı dönemine rastlar. Planda yatırımların ulusal gelir içindeki payının % 18,3 olması, bunun % 14,8’inin iç, % 3,5’inin dış kaynaklardan sağlanması öngörülmüştü. İç kaynaklarda hedefe oldukça yaklaşıldı, fakat dış kaynaklarda neredeyse yarı yarıya sapma oldu. Yatırımlarda dış kaynak payı % 1,8 olarak gerçekleşti.
İkinci BYKP’de de yatırımlar için öngörülen iç ve dış kaynaklarda plan hedefine ulaşılamadı.
Üçüncü BYKP döneminde, GSMH’nın % 21,9’unun sabit sermaye yatırımlarına aktarılması planlanmıştı. Gerçekleşme % 20,2 oranında oldu. Fakat yatırımlar için öngörülen iç kaynak temininde plan hedefinin çok gerisinde kalındığı için (plan % 21,1, gerçekleşen % 16) dış kaynaklara –kredi, borç- yönelinildi. Halbuki iddia ve teori, ithal ikameciliği ile dışa bağımlılığın, dış kaynaklara bağımlılığın azaltılacağı idi. Planda öngörülen içe dönük sanayileşme yoluyla kalkınma, dışa bağımlılığın azaltılması idi, gerçekte olan dışa giderek artan ölçüde bağımlılığı beraberinde getiren bir kalkınma oldu.
Ekonomik kalkınmanın sonuçlarının belli ölçülerde tabana da yansıması tüketim mallarına talebi arttırıyor, tüketim ihtiyaçları çeşitleniyor, Türkiye sanayi bütün ihtiyaçlara cevap verecek donanıma sahip olmadığı için, ithalat artıyor, Türkiye sanayi dış pazara değil iç pazara yönelik üretim yaptığı için dış pazarda rekabet edemiyor, sanayi ihracatı çok sınırlı kalıyor, ihracat/ ithalat ilişkisi esasta tarım ürünleri/ sanayi ürünleri biçiminde gerçekleşiyor, dış ticaret dengesi büyük açıklar veriyordu. Ayrıca içe dönük sanayi ürünlerinin üretilmesinde de bir çok halde makine ve ara maddelerde ithalat gerekiyordu. Böylece borç ve dışa bağımlılık giderek azalacağına artıyor, bu arada içe dönük sanayi üretiminde de önemli bir ilerleme kaydetmek mümkün olmuyordu.
….
Nereden Nereye Türkiye, Sosyo Ekonomik Yapı araştırması, H. Yeşil, Çağrı yayınları, Nisan 2009 İstanbul, Sayfa 225-234