Burjuvazinin yeni planı açıklandı. Plan sahiplerinin kendi deyimleriyle “her sene üç yıllık perspektifle yapılan” planlardan şimdilik sonuncusu bu. Böylesi bir perspektif, plan yapıcıların ne denli perspektif sahibi olduklarını da sergiliyor; perspektif orta vadeli ama her yıl yenilenmek zorunda kalınıyor! Bu bir yıllık süreçte uygulamada plan sapmalarıyla birlikte ilerlenmek zorunda kalınması da işin cabası.
Sistemin plancılarının işi zor. Çünkü kapitalist sistemin varlığının sürüp gittiği koşullarda, gerçekleşme olasılığı fazla olan planlar yapmak nerdeyse olanaksızdır. Kapitalist sistem üretim anarşisinin egemen olduğu bir sistem olduğu için gelişmelerin tüm unsurlarını önceden kestirebilmek olanaksız gibidir. Tabii burada bir görecelilik de vardır; kimi burjuva uzmanlar bu konuda daha ehil olabiliyor. Buna bir de ulusal ve uluslararası ekonomik konjonktürün uygun olması denk düşerse, görece “başarı” durumu yakalanabiliyor.
Kapitalizm tarihi tüm süreç boyunca bunalımlarla doludur. Bunun planlarla; planların yapılıp yapılmadığı ya da ne denli iyi veya kötü yapıldığı ile ilgisi yoktur. Sistemin çelişkilerle dolu karakteri belirleyici olmaktadır. Burjuvazinin, sınıf çıkarları tarafından dikte edilen sistemini tehlikeye düşürecek bunalımları planladığı düşünülemez. Kendine göre en iyisini planlamakla birlikte hiç arzu etmediği sonuçlar ortaya çıkmaktadır sık sık.
Kapitalist sistemin varlığını sürdürdüğü koşullarda ancak içinde bulunulan uluslararası ve onunla sıkı bağ içinde olan ulusal alandaki konjonktüre göre belli şeyler öngörülebilir ve buna bağlı tahminlerde bulunulabilir, çeşitli önlemler alınabilir. Ne ki konjonktür denilen şey stabil değildir.
Planlar ile yerine getirilmesi için hedeflenen işin özü, burjuvazinin sınıf çıkarlarıyla sıkı bağ içinde, onun semirmesi ve palazlanması için ileriye dönük yapılması düşünülen işler ve bu yolda alınacak önlemlerin saptanmasıdır. Bu bağlamda planlar yeni unsurlar içerebilir.
Burjuvazinin farklı klikleri, burjuva ekonomistler vb. açısından bu konular sürekli tartışma konusu olmuştur, olmaktadır.
Planlarda değişmeyen öz
Burada bu tartışmaların özsel olmadığını, sistemin özünde bir değişikliği beraberinde getirecek tartışmalar olmadığını vurgulayalım. Bunlar sistem içi tartışmalar olduğu için sistemin özünden kopuk biçimde, sanki sorunlar buradan kaynaklanmıyor gibi, sadece şu veya bu ekonomi politika uygulaması temelinde götürülür.
Burjuvazinin planlarında öz itibariyle bir şey değişmesi beklenemez zaten. Söz konusu edilen, varlığını sürdüren sömürü düzeninin devam etmesini sağlayacak kısa ve orta vadeli önlemlerdir. Bizzat kapitalist düzenin anarşik üretim yapısı ve işleyişinin ortaya çıkardığı sorunlarla baş etme çabasının kâğıda dökülmesi olarak ele alabiliriz bu planları.
(Burada, geçerken kapitalist sistemin karakter özelliği olan üretim anarşisinin, yönetim karmaşasını da beraberinde getirdiğini vurgulayalım.)
Burjuvazinin planları işçi sınıfı ve yoksul emekçiler açısından bir yenilik, bir iyileşme getirebilir mi?
Kapitalist sömürü düzeni sürdüğü koşullarda, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan alt kesimleri açısından değişen bir şey olmaz. İşçi sınıfının emeği bir sömürü nesnesi olarak kalır. Diğer düşük ücretliler ve düşük sabit gelirliler açısından da durum farklı değildir.
Bu kesim açısından durum göreceli ve geçici olarak ya bu kesimin dayanılmaz yaşam koşullarına karşı savaşımının yükseldiği ya da oy kaygısı ile davranan hükümetlerin seçim öncesi dönemlerdeki uygulamalarıyla, görece iyileşme yönünde değişebilir. Verilenler de hemen sonrasında türlü mekanizmalarla geri alınmaya çalışılır.
Hükümetlerin oy kaygısı ile yaptıkları girişimlere burjuvazinin en azından bir bölümü; alt kesimlerin savaşımlarına karşı bir supap görevi görebilecek uygulamaların gerekli olduğunu düşünen kesimi de destek verebilir.
Burjuvazinin sınıf planları öz olarak o denli benzer unsurlar içerir ki, planlar arasındaki farklar sayısal büyüklükler, yüzdelik oranlar ve bunların oluşumu ve dağılımından öte gitmez. Daha önce konu ile ilgili bir yazıya bakarsanız (örneğin “2022-24 OVP ve 2022 Merkezi Yönetim Bütçesi Üzerine Düşünceler” YDİ Çağrı, Sayı 207, sayfa10-20), bu son planda ortaya konan görüşleri öz itibariyle görürsünüz.
Önce burjuvazi içinde tartışma konusu edilen ve planlarda da yansımasını bulan temel ekonomik yaklaşımların neler olduğuna bakalım.
Planlarda olası değişiklikler ve nedenleri
Önceki Hazine ve Maliye Bakanı Nebati’nin kendi döneminde ikide bir vurguladığı gibi artık heterodoks ekonomi politikası uygulanıyordu. Bu söylem ve uygulama burjuvazinin farklı klikleri; iktidar, muhalefet ve burjuva iktisatçılar arasında bir tartışma yarattı. Hangi politika uygulanmalıydı? Hangi politika var olan sorunlara merhem olabilirdi? Tartışmanın bir tarafı, daha çok muhalif kanat, Ortodoks ekonomi politikasının uygun olacağını savunuyordu.
Burjuvazinin kanatları arasındaki bu görüş ayrılığının planlara doğrudan yansıması kaçınılmazdır.
Ortodoks politikalar, burjuva iktisatçıların çoğunluğu tarafından, ekonomi alanında savunulan ve genel kabul görmüş görüşler olarak değerlendiriliyor. Buna “ana akım ekonomi” adlandırması da yakıştırılıyor. Ekonominin temel konusu olan üretimin ve bölüşümün nasıl olacağı sorusuna liberal pazar ekonomici Ortodoks yaklaşım, bunun, serbest piyasa tarafından, dışarıdan müdahale olmaksızın belirleneceği yanıtını veriyor.
Heterodoks ekonomi politikası kavramı, burjuva iktisatçılar tarafından, geleneksel kabul görmüş görüşlerin ve yaklaşımların dışındaki uygulamaları adlandırmak için kullanılıyor.
Günümüzde saf biçimiyle Ortodoks ekonomi politikası kalmamıştır, süreç içinde heterodoks politikalar Ortodoks politikalar içine alınmaya başlanmıştır.
Buna neden olan etmen, bizzat kapitalist sistemin kaotik ve çelişkilerle dolu yapısıdır. Burjuvazi, bunalım dönemlerinde çıkış yolu bulmak zorunda kaldığında, heteredoks tabir edilen politikalara başvurmak zorunda kalmıştır. Süreç içinde bir iç içe geçme başlamıştır. 1929 yılı ve devamındaki yıllarda gerçekleşen Büyük Bunalıma kadar egemen olan ekonomi siyaseti liberal ekonomi siyasetidir. Bu siyasette fiyatların, ücretlerin, kiraların vb. piyasada serbestçe arz ve talep kurallarına göre oluşması ve piyasaya hiçbir şekilde karışılmaması, piyasanın kendi kendini dengeleyeceği görüşü kabul edilir. Büyük Bunalım sonrası iktisatçı Keynes’in geliştirdiği politikalar sonucu, bu görüşler değişmiş ve devletin piyasaya müdahalesi uygulamaya geçmiştir. Sonraki dönemde kapitalist ekonomi politikalarında eskiye dönüş yaşanmışsa da burjuva devletin ekonomiye sınırlı müdahalesi Ortodoks yaklaşım içerisinde kalmaya devam etmiştir.
Zaman içinde heterodoks uygulamanın bazı bölümleri ile Ortodoks uygulama arasında yer değişiklikleri de olmuştur. Bunun da en tipik örneği döviz kurlarının nasıl belirleneceği meselesinin çözümüne getirilen yöntemdir. Döviz kurları, uzun yıllar sabit kur rejimi denilen bir yöntemle belirlenmiştir. Yani klasik Ortodoks politikanın uygulandığı dönemde kur politikası heterodoks bir politika olmuştur. Günümüzde yaygın olan dalgalı kur rejimidir.
Her iki ekonomi politikasında da belli sınırlandırmalar vardır. Sınırlandırmalar yönlendirme biçimindeyse Ortodoks, zorlama biçimindeyse heterodoks politika grubuna sokulmaktadır.
Ortodoks ekonomi politikasının günümüzde uygulama bulan biçimiyle birkaç temel ayağı bulunuyor: Bunlardan biri para politikası, diğer ikisi maliye ve dış ticaret politikalarıdır.
Para politikası, “bağımsız” olması gerektiği düşünülen Merkez Bankası (ya da bu görevi gören bir banka veya bankalar grubu) tarafından uygulanmaktadır. Bağımsızlıktan anlaşılması gerekenin bu sistem içinde nasıl bir şey olduğu bellidir. Siyasi iktidarı yitirmek istemeyen hükümetler sıklıkla Merkez Bankası politikalarına karışmak ister ve popülist yaklaşımlarla, devamında daha büyük sorunlara yol açması muhtemel uygulamalarda bulunurlar. Oy yitirmemek kaygısıyla hükümetlerin uyguladığı bu politikalar, burjuvazinin sistemi açısından sakıncalı sonuçlara neden olur. Bu yüzden Merkez Bankası’nın hükümetten bağımsız olması istenir. Bu, ama anlaşılacağı üzere hiçbir biçimde sistemden bağımsız olma anlamına gelmez. Tersine Merkez Bankası da sistemle, burjuvazinin çıkarlarıyla sıkı sıkıya bağlıdır.
Maliye politikası ile dış ticaret politikası hükümete bağlı olarak ilgili bakanlıklar aracılığıyla yürütülür.
Tabii olabildiği kadarıyla sağlıklı bir ekonomi politikası için para politikası ile maliye politikasının çelişmemesi, birbirine ters düşmemesi gerekir. Beklenen budur, tabii kapitalizm koşullarında artık bu, ne denli olabilirse.
Para politikası şu unsurlardan oluşur: kredi politikası, faiz politikası, piyasadaki para tutarı / likidite ile ilgili uygulamalar, kur politikası. Merkez Bankası bu araçları kullanarak piyasayı yönlendirmeye çalışır. Bu politika, içinde bulunulan konjonktürden bağımsız değildir.
Maliye politikası; vergiler, harcamalar, borçlanma, teşvikler, sübvansiyonlar gibi unsurlardan oluşmaktadır.
Dış ticaret politikası ise ihracat, ithalat politikaları ve gümrük politikasından oluşur.
Hükümetler maliye ve dış ticaret politikaları ile ekonomiyi etkilemeye çalışır.
Tüm bu politikalar arasında sıkı bir bağ vardır ve tüm bu unsurlar etkileşim hâlindedirler. Örneğin kur politikalarını Merkez Bankası uygular ama bununla dış ticaret politikası arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kur politikası ihracatı teşvik eden ve ithalatı frenleyen bir rol oynayabilir. Bunun tersi de olabilir tabii.
Merkez Bankası genel anlamda bakıldığında piyasaya para sürerek ekonominin hareketlenmesini sağlayabilir. Bu da büyüme oranında bir artışı beraberinde getirebilir. Ayar kaçarsa, bunun olumsuz sonuçları olur. Örneğin enflasyon oranı artış gösterir. Piyasadan para çekildiğinde ise yukarıdakinin tersi sonuçlar oluşur.
Para sürme ve çekme çeşitli mekanizmaların kullanılması yolu ile gerçekleştirilir. Politika faizi olarak adlandırılan faiz Merkez Bankası’nın bankalara verdiği paranın/kredinin faizidir. Bu uygulama ile faizler yükseltilip düşürülür. Faizlerin arttırılması, faiz yoluyla para kazanmak isteyen para sahiplerinin sermayelerinin giderek artan bölümünü bankalara çeker. Bankalarda krediye dönüştürülebilecek mevduat artar ama parayı bankaya çekmek için faizlerin arttırılmış olması sonucu kredi faizleri de yükselir. Bu, kredi kullanmak isteyen yatırımcının işini zorlaştırır. Krediye talep azaldığında bankalar topladıkları parayı kazançlı biçimde krediye dönüştüremedikleri için Merkez Bankası’nca saptanan politika faizi üzerinde faiz vermek istemezler. Bu da faizlerin Merkez Bankası faizi civarında kalmasını sağlar. Ancak Merkez Bankası politika faizini enflasyonun çok altında saptar ise, bu, başka sorunları beraberinde getirir.
Bankalardaki mevduatların karşılık oranı denilen bir uygulama, bankada toplanmış mevduatın bir bölümünün Merkez Bankası’na yatırılmasını zorunlu kılar. Bu oranın arttırılması, bankalarda krediye dönüşebilecek tutarı azaltır. Tersi bir uygulama da ters sonuç verir. Kredinin bollanması ve faiz oranlarının düşük olması piyasayı canlandırır ve büyüme oranını arttırıcı etki yapar, fakat enflasyonu da yükseltir. Sıkılaştırılmış para politikasında ve politika faizinin yüksek olması şartlarında enflasyon geriler, fakat büyüme oranı da düşer.
Merkez Bankası’nın sabit kur ve dalgalı kur olarak iki temel kur politikası vardır. Sabit kur politikasında kur Merkez Bankası’nca saptanır ve kurun düzeyi süreç içinde değiştirilir. Dalgalı kur sisteminde kurun serbest piyasa tarafından belirlenmesi benimsenmiştir. Bu durumda banka çeşitli araçlarla, örneğin döviz alıp satarak ya da faiz oranı ile oynayarak kurun belirlenmesine etki etmeye çalışır.
Merkez Bankası bir politika faizi tayin eder ve tüm bankaların buna uygun davranmasını koşullandırır. RTE öyle talep ettiği için bu oranı düşük tutmaya çalıştığı zamanda da birkaç başka faiz türü (haftalık ihale faizi, gecelik borç verme faizi, geç likidite penceresi faizi gibi) uygulamasına gidip, faiz ortalamasının daha yukarıda olmasını sağlamıştır. Bu son uygulama da tipik bir heterodoks uygulama örneği oluyor.
Hükümetler uyguladığı maliye politikası yoluyla ekonomi üzerinde yönlendirici olmaya çalışırlar. Vergilerin gelire oranı ile azaltma / arttırma biçiminde oynayarak, kamu harcamalarında artış ya da azaltmaya giderek yapılmaya çalışılır bu iş. Bunun için yıllık bütçede açık verilmesi göze alınır ve hatta tercih edilir. Borçlanma politikası yoluyla piyasadaki likidite üzerinde etkide bulunulur. Teşvik politikası ile yatırımlar etkilenmeye ve yönlendirilmeye çalışılır. Destekleme politikası / sübvansiyon uygulaması ile bazı ürünler kamu tarafından satın alınır vb.
Dış ticaret politikası ise temel olarak ihracat ve ithalat politikasından oluşur. İhracat politikasına yön veren öğeler, vergi iadesi, prim destekleri, ihraç ürünlerde girdi desteği gibi uygulamalardır. İthalat politikası ile ise dışalımın denetimi amaçlanmaktadır. Gümrük vergileri, kota uygulamaları, dış ülkelerin damping uygulamalarına karşı dengeleyici vergi uygulamaları bu politikanın başlıca unsurlarıdır. Dış ticaret politikası, işin mantığı gereği, yerli burjuvaziyi desteklemeye yönelik olarak uygulanır. Anarşik üretim yapısında burada denge tutturmak zordur. İstenen şey, ihracatı arttırma hedefine yönelik dış pazarları genişletmek ve iç pazarı, yurt içinde üretim yapan burjuvazi lehine korumaktır. Ancak bu amaca yönelik politikanın geçmişte uygulanması çok daha kolaydı. Günümüzde dünya emperyalist ekonomik sisteminde tüm ülkelerin ekonomisi o denli iç içe geçmiştir ki, uygulamalar önünde bir dizi engel vardır. Sistemin uluslararası kuruluşlarına üyelik ile bunların kurallarına uyma zorunluluğu, dış ticaret politikalarının istendiği gibi uygulanması önünde engel oluşturmaktadır. Üye ülkeler politikalarını bu kurallara uygun hâle getirmek durumunda kalmaktadır. Pazarların bir ülkeye açık olması için o ülkenin de kendi pazarını açma zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Koruma kalkanının eskiye göre kalkmış olması, benzer nitelikte olan ürünlerden ucuz olanının tercihini gündeme getirmiş, düşük maliyetle üretim yapabilen ülkeler bir avantaj yakalamışlardır.
Bu defa devreye, örneğin anti-damping, standartlar vb. başka korunma yolları sokuluyor.
Ortodoks ekonomi görüşlerinden her sapma ve her ayrı uygulama heterodoks olarak kabul edilmektedir. Burjuva devletin ekonomiye yaptığı her müdahaleyi heterodoks olarak değerlendiren iktisatçılar da var.
Gelirler politikası bağlamında ücretlerin, fiyatların sabitlenmesi vb. diğer sabitleme uygulamaları ile dış ticarette uluslararası düzlemde genel kabul görmüş uygulamalar dışına çıkan her uygulama da böyle kabul ediliyor. Bu anlayışa göre, pazarları ele geçirmek için maliyeti altında ürün satımı (damping) ve uluslararası örgütlerin (Dünya Ticaret Örgütü gibi) koyduğu ve üye ülkelerin uyguladığı tarife gibi önlemler dışında olan engeller heterodoks oluyor.
Ülkelerimizde 1980 sonrası uzun dönemde esas olarak Ortodoks kabul edilen ekonomi politikaları uygulama bulduysa da dönem dönem heterodoks kabul edilen politikalar da uygulanmıştır. Brezilya, Arjantin gibi ülkeler heterodoks uygulamalarda başı çeken ülkeler olmuş, bunlar önlemler sonrası kısa dönemde başarılı olarak görülse de sonrasında karaborsanın patlaması ve bunalımın derinleşmesi gibi sonuçlarla karşı karşıya kalmışlardı. Çiller’in başbakanlığı döneminde de faizlerin enflasyonun altında tutulması, dışarıdan sıcak para gelmesinin teşviki amacıyla TL’nin değerli tutulması gibi zoraki ve bu anlamda heterodoks kabul edilen uygulamalar 1994 bunalımının patlamasını beraberinde getirmişti.
Yakın geçmişte de kendini ekonomist olarak da tanımlayan RTE’nin ortaya attığı ve üzerinde tartışma yaratan görüşü var: Faiz – enflasyon ilişkisi ile ilgili görüşü. Onun anlayışına göre “faiz neden, enflasyon sonuç” idi. Politika faizinin piyasa gerçeklerinden bağımsız biçimde iradesel olarak indirilmesi ile enflasyon da dizginlenecekti. Bu heterodoks kabul edilen bir yaklaşım oluyor. 1994 bunalımı öncesi Çiller’in uyguladığı politikayla benzer yanları var bunun.
Talep ve maliyet enflasyonu duyulmuştu da faiz enflasyonu diye bir şey bilinmiyordu. “Ekonomist” RTE ortaya koyduğu bu yeni yaklaşımla burjuva iktisadına katkı yapıyordu!
Nitekim bu anlayışla, enflasyon oranının yükselmekte olduğu dönemde Merkez Bankası bu doğrultuda faiz düşürme politikası uygulamaya başladı.
Nebati tam da bu sıralarda göreve getirildi ve heterodoks ekonomi politikası uyguladıklarını vurgular oldu.
Bazı iktisatçılar bu önerilenin ne Ortodoks ne de heterodoks ekonomi politikası ile ilgisi olduğunu, bunun olsa olsa paradoks olacağını söylediler.
Faize karşı olma iddiasında olan RTE, enflasyon oranının yüzde 19 olduğu 2021 son çeyreğinde Merkez Bankası politika faizinin yüzde 10’a doğru çekilmesinde ısrarcı oldu. Ortodoks iktisatçılara göre ise enflasyon ancak, enflasyon oranı üzerinde belirlenecek bir faiz politikası ile dizginlenebilirdi. Özel tüketim harcamaları bu yolla frenlenebilir, talep enflasyonu dizginlenebilirdi. Bu ama ekonomiyi de yavaşlatır ve büyüme hedefinden olumsuz bir sapma ortaya çıkarırdı. RTE ve hükümeti ise büyümenin sürdüğü ortamda enflasyonun düşürülmesi gibi bir ekonomi politikasında ısrar etti. Faizler düşünce kredi maliyeti azalacak ve hem yatırımlar teşvik edilecek hem de üretim maliyetlerinde azalma olacak, buna bağlı ürün fiyatlarında da bir düşüş sağlanmış olacaktı.
Mantık bu idi, ancak sistemin bu mantıkta hesaba katılmayan bazı gerçekleri vardı: Bu yeni yönelim karşısında para sermaye sahiplerinin davranış biçimi.
Kredi denen şey nereden gelir?
Esas olarak para sermaye sahiplerinin bankada tuttukları mevduatlardan.
Günümüzde (Ekim 2023 itibariyle) bankalarda toplanmış mevduat 13,7 trilyon TL’dir. Toplam mevduatın 9 trilyonu vadeli hesaplarda bulunuyor. Toplam mevduatın 10,5 trilyonu krediye dönüştürülmüş durumda (BDDK verileri, yaklaşık olarak). Buna ek olarak 3,2 trilyon da menkul değerlere (Hazine bonosu, devlet tahvili, hisse senedi) yatırılmış durumda. Özellikle vadeli hesaplara ve menkul değerlere yatırılmış sermaye paradan para kazanma peşinde olanların yatırımlarıdır. Bu para ve kâğıtların büyük miktarı büyük sermaye sahiplerinin elindedir. İstatistikler bunun yüzde 70’inin 1 milyon TL üzerinde sermayeye sahip olan kişi ve gruplar olduğunu gösteriyor; toplam hesapların sadece yüzde 0,6’sında toplanmış durumda bu tutar ve üstü sermaye. 250.000 TL altındaki para sahiplerinin mevduatlarının payı yüzde 3’ü geçmezken, hesap sayısı toplamın yüzde 97’sini oluşturuyor. Kapitalizm koşullarında paranın yoğunlaşmasını gösteriyor bu durum.
Para sahiplerinin sermayelerini bankada tutması ancak reel bir getiri sağlama koşuluyla mümkündür. Bu da ancak reel bir faiz geliri elde etme anlamına gelir. Bu, sağlanmazsa bu sermaye başka çıkış yolları arar. Örneğin uygulanan politikanın sonucunun TL’nin değer yitirmesi olacağını sezen para sermaye sahiplerinin bir bölümü daha güvenli gördükleri döviz türlerini tercih eder. Dövize talebin artması TL’nin değer yitirme hızını arttırır. Nitekim TL 2021 son çeyreğinde dolar, avro gibi paraların karşısında yüzde 40’ın üzerinde değer yitirdi. Politikada diretilince süreç aynı biçimde devam etti, dolarizasyon arttı. Ekonomisi ithalata son derece bağımlı olan ülkede ithal girdi fiyatlarındaki yükselme, enflasyon oranı üzerinde olumsuz rol oynayarak onu daha da azdırdı.
Uygulanan politikanın sonuçlarından biriydi bu. Ama RTE bu gelişmeyi dış güçlerin operasyonu olarak adlandırdı.
Faizlerin düşük tutulduğu ortamda dövize kaçışı önlemek için Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulaması başlatıldı. Bunun para sermaye sahibi açısından, paranın döviz karşısında koruma altında olması yanında ek bir faiz getirmesi ile çekici olduğu görüldü. Dövize kaçış bu “heterodoks” uygulama ile durdurulduğu gibi döviz tevdiat hesaplarında bir miktar çözülme yaşandı. Ancak bu uygulamanın Merkez Bankası’na ve Hazineye yükü çok ağır oldu. Bir buçuk-iki yıllık bir uygulama ardından işin maliyeti ve Hazineye yükü bakımından sürdürülemez olduğu artık uygulamanın mucitleri tarafından da kabul edilmeye başlandı. Heterodoks ekonomi politikasının sonu göründü, çıkışın Ortodoks politikaya dönüşte olduğu kabul görmeye başladı.
Sonuç Nebati ve ekibinin gitmesi, yerine Şimşek ve ekibinin gelmesi oldu. Şimdi KKM uygulaması sonlandırılmaya çalışılıyor. Uygulama sonlandırılınca yine dövize yönelme sorunu ortaya çıkacak. Bunu önlemenin yolu yine faizlerin yükseltilmesinden geçiyor. Yani önceki uygulamaya daha kötü koşullar altında dönülmüş olacak.
OVP ve buna bağlı ve bunun gibi planlar, yukarıda anlatmaya çalıştığımız ekonomi politikaları çerçevesinde, kâh onun kâh bunun öne çıkarılması ya da temel iki anlayışın, bunlara değişik ağırlıklarda yer verilerek karıştırılması ile sürer gider. Hangi planın başarılı olacağı tartışması boşuna bir uğraştır; ama burjuva kliklerin yapmak zorunda kaldıkları bir iştir; çıkarları tarafından dikte edilen sistemi ortadan kaldıracak bir politika izleyecek değiller ya. Sistemin özünden kaynaklanan ve o gün için öne çıktığı düşünülen bir sorunu çözümleme umuduyla yapılan her girişim bu defa başka bir alanda kötüye gitmekle sonuçlanır.
Yukarıda anlattıklarımız ışığında 2024-2026 OVP’de nelere yer veriliyor, ona bakalım.
Daha öncekilerde olduğu gibi burada da önce “Dünya ve Türkiye ekonomisinde gelişmeler” üzerinde duruluyor.
“Dünya ekonomisinde ağır tahribat oluşturan salgın ve gecikmeli etkileri ‘küresel tehdit’ özelliğini yitirmiştir” tespitinin ardından Rusya-Ukrayna savaşının olumsuz etkileri belirtiliyor ve “alınan önlemler ve teşviklerle birlikte makro ihtiyati politikalar küresel ekonominin beklenenden daha kısa sürede toparlanmasında etkili” olmuştur tespiti yapılıyor.
Küresel ölçekte enflasyonun 2023 için yüzde 6,8 olacağı, gelişmiş ülkelerde oranın daha düşük olacağı konuyor. 2024 yılında bir miktar düşüş bekleniyor.
En önemli sorun olarak ortaya çıktığı söylenen enflasyonun, emtia fiyatlarındaki düşüşe bağlı olarak az gerilediği, ancak çekirdek enflasyondaki dirence bağlı olarak bu düşüşün yavaşlayacağı öngörülüyor. Alınan önlemlere bağlı olarak bankacılık sektörü ve yüksek borçlu hane halkı ile ülkeler üzerinde ek bir maliyet oluşacağı söyleniyor.
Genel olarak büyüme hızının düştüğü ve düşüşün süreceği, bunun esas olarak ABD ve avro bölgesinden kaynaklandığı belirtilip, “gelişmekte olan” diye tabir edilen “Çin ve Hindistan’ın yüzde 5,2 ve yüzde 6,1 büyüme oranlarıyla bu grupta öncü olacakları, diğer gelişmekte olan ülkelerin küresel büyümenin altında performans gösterecekleri tahmin” ediliyor.
Küresel mal ve hizmet ticaretinin 2024 yılında bir önceki yıla göre artış kaydedeceği, bu artışın gelişmiş ekonomilerde görece fazla olacağı öngörülüyor.
Enflasyonla mücadele kapsamında sıkı para politikası uygulamalarının devam etmesi hâlinde yatırım ve üretimde azalış olacağı, bunun dünya ekonomisinde kırılganlıkları beslemesinin muhtemel olduğu, bunun mali destekler vb. önlemler ile hafifletilebileceği söyleniyor.
Türkiye ekonomisi bölümünde, hem 2022’nin hem de 2023 yılının değerlendirilmesi yapılıyor, önümüzdeki dönem gelişmeleri konusunda öngörülerde bulunuluyor.
Ekonominin 2022 yılında küresel olumsuz gelişmelerin yol açtığı şoklara karşı dayanıklılığını ispat ettiği ve yüzde 5,5 oranında büyüme kaydederek hem 13 yıl boyunca kesintisiz büyümeyi başardığı hem de OECD ülkeleri ortalaması olan yüzde 2,9’un oldukça üzerinde bir büyüme gerçekleştirdiği saptaması yapılıyor. Kısaca “yıkılmadık, ayaktayız”.
Bu büyümenin nasıl gerçekleştiği, hangi sektörün / sektörlerin bunda nasıl rol aldığı önemlidir kuşkusuz.
Büyümenin motorunun yüzde 8,1 ile inşaat dâhil hizmetler sektörü olduğu, sanayi sektöründe yüzde 1,7 ve tarım sektöründe yüzde 1,3 oranında büyüme yakalandığı belirtiliyor.
Büyümede inşaat sektörünün başat rollerden biri olması muhalefet çevrelerince hormonlu büyüme olarak nitelendiriliyor. Böyle bir büyüme aslında daha önceki OVP’lerde de sıkça vurgulandığı üzere teknoloji yoğun üretimle büyüme gibi bir hedefle de çelişiyor. İnşaat sektörü, örneğin konut satışları için verilen uygun koşullu kredilerle de destekleniyor. Ve inşaat sektörü, demir-çelik, seramik, çimento vb. bir dizi sektörü peşinden sürüklüyor. Sonuçta kapitalizmde böyle bir yol da bir büyüme türü oluşturuyor. Bu alanda da duruma göre başka alanlarda yatırıma dönüştürülebilecek bir sermaye birikimi söz konusu oluyor.
Büyümenin hizmetler sektöründe olması ile e-ticaretin hızlı bir çıkış göstermesi arasında da bir bağ var kuşkusuz.
2023 yılı ilk yarısındaki ekonomik büyümenin yüzde 3,9 oranında gerçekleştiği belirtiliyor. Sanayi sektöründe daralmanın olduğu ve bunun büyüme üzerinde olumsuz etki yaptığı, büyümeye olumlu etki eden sektörün hizmetler sektörü olduğu (yüzde 3,9 büyüme) görülüyor.
Harcamalar yönünden değerlendirildiğinde, 2022 yılının ilk yarısında, özel tüketim bir önceki yılın aynı dönemine göre, yüzde 20,6 büyümüş, 2023 yılının ilk yarısında özel tüketim harcamaları yüzde 16,4 oranı ile büyümenin sürükleyicisi olmuştur. Özel tüketimin artması, yine harcamanın uygun koşullar –tüketici kredileri, taksitlendirme gibi– ile desteklenmesi ile oluyor.
Aynı dönemlerde toplam sabit sermaye yatırımlarının (yüzde 4,4 artış), makine ve teçhizat yatırımları (yüzde 6,9 artış) öncülüğünde, sürdürülebilir büyümeyi sağlayıcı bir unsur olarak kaldığı tespiti yapılmaktadır.
Bu, önümüzdeki dönemde büyümenin sürmesi ve büyüme potansiyelinin arttırılması için bir ön koşuldur ve burada işin kötü gitmediği görülmektedir. Şimdilik tabii.
2023 yılında Türkiye ekonomisinin OVP (2023-2025) hedefine yakın biçimde yüzde 4,4 oranında büyümesi beklenmektedir.
Bu beklenti aşağı yukarı bu gerçekleşecek gibi; uluslararası kuruluşlar da (IMF, Dünya Bankası, Derecelendirme Kuruluşları vb.) son dönemde bu orana yaklaştılar.
İstihdam açısından “2022 yılı hem işgücüne katılımın hem istihdam artışlarının güçlü gerçekleştiği bir yıl olmuştur”. Aynı dönemde dörtte üçü hizmetler sektöründe olmak üzere 2 milyona yakın istihdam yaratılmıştır. Tarım sektöründe bu açıdan bir değişiklik yoktur. İşgücündeki artış yarıdan biraz çoğu kadın işgücü olmak üzere istihdamdaki artışın altında kalmış, buna bağlı olarak işsizlik oranı da azalmıştır (yüzde 10,4). 2023 yılında işsizlik oranının “yüzde 10,1 düzeyine gerileyeceği tahmin edilmektedir”.
Bu gelişme hemen öncesi dönemdeki olumsuz koşullara –pandemi vs.– bağlı artan işsizlik oranının yine önceki –ve pek hoşnut olunmayıp düşürülmeye çalışılan– düzeyine getirilmesi anlamına geliyor. Dönüp dolaşılıp gelinen yer aynı nokta oluyor yani. Kapitalizmde –üretici güçlerde büyük yıkıma gidildiği çok özel dönemler hariç– tam istihdam diye bir şeyin gerçekleşmesi olanaksızdır zaten. Bazı “uzmanlar” işsizlik oranının belli bir düzeyin altına inmesini sistem açısından tehlikeli bile bulur.
Fiyat İstikrarı bölümünde tüketici enflasyonu konusunda “başta kur gelişmeleri olmak üzere küresel arz kısıtlamaları, artan kredi büyümesi ile canlı iç ve dış talebin etkisiyle son yılların en yüksek seviyesine ulaşmıştır” tespitine yer veriliyor. “2022 yılı sonunda TÜFE yıllık artış oranı baz etkisinin yanı sıra küresel enerji ve gıda fiyatlarındaki gelişmelerle yüzde 64,3 olarak OVP (2023-2025) tahminine oldukça yakın bir oranda gerçekleşmiştir”. TÜFE yıllık artış oranının 2023 yıl sonunda yüzde 65 seviyesine yükseleceği öngörüsü yapılarak, bunun benzer nedenleri sıralanıyor. Tabii dar gelirli emekçilerin enflasyonu uluslararası normlar temelinde saptanan enflasyon oranının çok üzerindedir. Bu, bütün kapitalist ülkelerde enflasyon bağlamında değişmez gerçektir.
Burada beklendiği üzere, RTE’nin “faiz sebep, enflasyon sonuç” anlayışına uygun olarak eksi faiz (enflasyonun çok altında bir faiz) uygulamasının nasıl bir rol oynadığından söz edilmiyor. Bu, sessizce geçiştiriliyor. Şimdilerde tam tersi bir politika uygulandığına göre, daha öncekinin yanlış olduğu üstü örtülü biçimde kabul edilmiştir.
Öyle veya böyle, enflasyon, ücretlilerin gerçek ücretlerini düşürmeye yarayan bir mekanizmadır. İşçi ücretleri, değişik oyunlarla enflasyon oranı düşük gösterilerek, enflasyon oranı altındaki bir oranda arttırılır ve böylece gerçek ücret düşürülmüş olur. Türlü yollarla işçi sınıfının savaşımının baskılandığı koşullarda bu durum sermayenin kârını arttırıcı bir rol oynar.
Ama enflasyonun, sosyal dengeleri olduğu gibi ekonomideki genel dengeleri bozucu bir yanı da olduğu için uzun vadede sürdürülemez bir politikadır bu.
Ödemeler Dengesi bağlamında 2022 yılında ekonomik aktivitede yaşanan ivme kaybına rağmen ihracattaki artışın devam ederek OVP (2023-2025) hedefine yakın seviyede 254,2 milyar dolar olarak gerçekleştiği, küresel mal ihracatından alınan payın yüzde 1,02’ye yükseldiği, diğer taraftan özellikle enerji fiyatlarındaki artışa bağlı olarak enerji ithalatının 96,5 milyar dolar ile tarihi en yüksek düzeye çıktığı, böylece ithalatın hedefi biraz aşarak 363,7 milyar dolar seviyesinde gerçekleştiği, seyahat gelirlerinin bir önceki yıla göre yüzde 55,3 düzeyinde artarak 41,4 milyar dolar seviyesine yükseldiği konuluyor. Sonuçta 48,4 milyar dolar cari açık verildiği, bunun OVP tahmininin 0,6 puan altında olduğu belirtiliyor.
Cari işlemler açığındaki yükselişe rağmen sermaye girişlerinin artmasıyla birlikte rezerv varlıklar hesabında artış yaşandığı, bunda rol oynayan faktörlerin, diğer yatırımlar ile net hata ve noksan kaynaklı sermaye girişleri, doğrudan yabancı yatırım kaynaklı net sermaye girişlerinin bir önceki yıla göre ılımlı da olsa yükselmesi, buna karşın portföy yatırımlarında net sermaye çıkışı gerçekleşmesi olduğu belirtiliyor.
“Net hata ve noksan kaynaklı sermaye girişleri” konusu ilginçtir. Nereden, nasıl geldiği bilinmeyen, kaynağı belirsiz dövizler giriyor sisteme. Bunun yüksekliği ekonominin “kara” bölümünün ne ölçüde olduğunu gösterir. Tabii dışarıdan gelecek sermayeye bu denli bağımlı bir ekonomi için hoş gelmiş oluyor bu sermaye; “gelsin de nereden gelirse gelsin”.
İhracatın 2023 yılında ufak bir artış ile 255 milyar dolar seviyesinde gerçekleşeceği, ithalatın ise 367 milyar dolar seviyesinde gerçekleşeceği tahmin edilmektedir. İthalatın daha yüksek olmaması için altın ithalatına karşı tedbirler alınmıştır. Turizm gelirlerinde yükseliş beklentisiyle 2023 yılında 49 milyar dolar seviyesinin gerçekleşmesi beklenmektedir. “2023 yılı genelinde cari işlemler açığının GSYH’ya oranının yüzde 4,0 seviyesinde gerçekleşmesi, enerji hariç cari işlemler dengesinin ise GSYH’ya oranla yüzde 1,4 oranında fazla vermesi öngörülmektedir”.
Enerji bağımlılığı azaltıldığı süreçte, azaltıldığı ölçüde cari işlemler açığı kapanacaktır sinyali veriliyor burada. (Bu arada turizm geliri düzeyi 56 milyar dolar olarak olumlu yönde revize edildi Turizm ve Kültür Bakanlığı tarafından.)
Aslında 2023 yılında dış ticaret neredeyse yerinde sayacağı varsayılmıştır. İhracatın yüzde olarak 0,3, ithalatın 0,9 oranında artacağı öngörülmüştür. Bu, dış ticaretin büyümeye etkisinin son derece sınırlı olacağının, enflasyonu dizginlemek için ekonominin soğumasının öncelikli olacağının göstergelerinden biri olabilir. (Yıl sonu itibariyle beklenen ihracat tutarına, ekim sonu itibariyle ulaşıldığı açıklandı. Yani bu alanda işin, tahmin edilenden daha iyi gittiği görülüyor.)
“Bankacılık sektörü sermaye yeterliliği bakımından güçlü görünümünü sürdürmektedir”. Aralık 2022’de yüzde 19,5 seviyesinde gerçekleşen sermaye yeterlilik rasyosunun sonraki dönemde bir miktar düştüğü görülüyor. Buna karşı gerek bu oran gerekse “sermaye kalitesinin bir ölçütü olarak kabul edilen çekirdek sermaye yeterliliği rasyosu” yasal oranın oldukça üzerinde olarak tespit edilmektedir.
Devamında “Aralık 2021’de açıklanan Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulaması” konu ediliyor. Uygulama, “bankacılık sektöründe Türk lirasına olan talebi artırmıştır”. 8 ay içinde dolarizasyon oranı yüzde 62,7’den yüzde 40,3’e gerilemiştir.
Bu, beklenen bir sonuçtur, çünkü uygulama ile TL’ye yatırım cazip hâle getirilmiştir. Faiz politikası ile faiz artırımı yolu ile alınabilecek sonuç bu yolla alınmış olmaktadır. Her halükârda bunun maliyeti dolaylı, dolaysız işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yüklenecektir.
“2022 yılı nisan ayında ekonomide üretkenliği artıracak belirli sektörlere düşük faizli kredi sağlanması amacıyla ticari kredilerde hedefli kredi politikası uygulaması başlamıştır”.
Düşük faiz politikası böyle bir uygulamaya olanak tanımıştır, ama bu faiz politikasını daha çok kamu bankalarının uyguladığı görülmüştür. Özel bankalarda faizlerin daha yüksek olması, kredi talebi gösterenler tarafından şikâyet konusu edilmiştir. Özel bankalar Merkez Bankası’nın düşük politika faizine bağlı olarak piyasadan düşük faizli para toplamış, bunu görece kârlı biçimde krediye çevirebilmiştir.
Düşük faiz politikası ile piyasada canlanma sağlanmış, bunun büyümeye olumlu katkısı olmuştur ama bu, beklendiği üzere enflasyonun yükselmesi pahasına olmuştur. Bir noktadan sonra sıkı para politika uygulamasını öne çıkarma zorunluluk hâline gelmiş ve buna OVP’de “2023 yılı haziran ayından bu yana ise sıkılaşmaya başlayan para politikası çerçevesinde kademeli faiz artışı yapılmış ve makro ihtiyati politikalarda sadeleşme adımları atılmaya başlanmıştır” biçiminde yer verilmiştir.
“Sermaye piyasaları hem arz hem de talep tarafında son yıllardaki gelişimini güçlü bir şekilde sürdürmektedir. 2023 yılı ağustos ayı itibarıyla pay piyasası yatırımcı sayısı 6 milyonu aşarak rekor seviyeye ulaşmıştır. Yerli yatırımcının yanında yabancı yatırımcı ilgisi özellikle yılın ikinci yarısından itibaren önemli oranda artış göstermiş, Haziran-Temmuz 2023 döneminde 1,7 milyar dolar olmak üzere pay piyasasına son yılların en yüksek yabancı yatırımcı girişi gerçekleşmiştir”. Borsa endekslerinde artışlar yanında halka arzlarda da artış görülmüştür. “2023 yılının ilk yedi ayı itibarıyla… halka arzlardan elde edilen toplam hasılat 32,7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir”.
Burjuvazimiz ne güzel deyimler icat ediyor! Gerçeklerin üstünü örtmeye hizmet eden “halka arz” böyle bir deyim. Halkımız salt borsaya 7 ayda 32 milyarcık yatırmış. Burjuvazinin halkı bizim bildiğimizden bir başka. Bizim bildiğimiz ve gerçeklerin gösterdiği gibi, işçi, emekçi halkımız geçim derdinde, karnını doyurma uğraşı veriyor.
Öte yandan bu alanda yatırımcı sayısının artmış olması, düşük faiz politikasına bağlı olarak elindeki paranın değer kaybedeceğini gören ve değerini korumaya çalışan insanların, daha avantajlı olacağını umdukları farklı yatırım alanlarına kaçma eğilimini de gösteriyor.
OVP’de dış borçlanma konusundaki gelişmelere de değiniliyor. Bu kapsamda, 2023 yılı dış finansman programı çerçevesinde, nisan ayında ilk yeşil tahvil ihracı gerçekleştirildiği, 2,5 milyar dolar tutarındaki ihraçta, ihraç tutarının üç katından fazla talep geldiği belirtiliyor. Ağustos ayına dek, uluslararası sermaye piyasalarından toplam 7,5 milyar dolar tutarında dış finansman sağlanmıştır. Yani dış borç bulmada sıkıntı çekilmiyor izlenimi veriliyor.
Borçlar konusunda durum nedir?
“Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) veri tabanına göre, Türkiye’nin kamu borcunun milli gelire oranı 2022 yılında bir önceki yıla göre 9,9 puan gerileyerek yüzde 32 seviyesinde gerçekleşmiştir. Ayrıca, ilgili oran gelişmekte olan ülke ortalaması olan yüzde 65,3 seviyesine göre oldukça düşük düzeyde bulunmaktadır. Hane halkı borçluluğunda da Türkiye benzer şekilde gelişmekte olan ülke ortalamalarına göre düşük bir riskliliğe sahiptir. BIS verilerine göre, 2022 yılında Türkiye’de hane halkı borcunun GSYH’ya oranı bir önceki yıla göre 3,7 puan azalarak yüzde 11’e gerilemiştir. Aynı dönemde, gelişmekte olan ülkelerin ağırlıklı ortalaması ise yüzde 47,7 olarak gerçekleşmiştir”.
“Türkiye’nin reel sektör borcunun GSYH’ya oranı, 2021 yılına göre 19,7 puan azalarak 2022 yılı sonunda yüzde 55,2’ye gerilemiştir. Çin hariç gelişmekte olan ülke ortalaması ise 2022 yılı sonunda yüzde 60,5 düzeyinde gerçekleşmiştir… Diğer taraftan, ülkemiz reel sektör firmalarının net döviz pozisyon açığı 2023 yılı mayıs ayı itibarıyla bir önceki yılın sonuna göre 6 milyar dolar iyileşme göstermiştir. Sektörün kısa vadeli döviz pozisyonu fazlası ise aynı dönemde 66,5 milyar dolar olup bir yıllık vadede kur riski bulunmamaktadır”.
Kısaca OVP’ye göre borçlar konusunda Türkiye görece iyi bir konumdadır.
Kamu Maliyesi ile ilgili şunlar söylenmektedir OVP’de.
“Pandeminin olumsuz etkilerinin sürdüğü bir dönemde hazırlanan 2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununda GSYH’ya oranla yüzde 3,5’lik bir bütçe açığı öngörülmüştür”. “Bununla birlikte, yılın son çeyreğinde bir taraftan harcamalardaki artışın sınırlı tutulması, diğer taraftan gelirlerin de beklenenin üzerinde artması bütçe açığının öngörülenin altında kalmasına neden olmuş ve yılsonunda bütçe açığı GSYH’ya oranla yüzde 1 seviyesinde gerçekleşmiştir”.
Hangi harcamalarda artışın sınırlı tutulduğu yer almıyor burada. “İtibardan tasarruf olmaz” anlayışı ile davranan RTE hükümetinin, kendi anlayışı ile itibar göstergesi saydığı harcamalarda kısıntı yaptığını düşünmek zor. Ama örneğin emekli maaşlarında artış sınırlı tutularak Hazineden SGK’ya aktarılmak zorunda kalınan tutardan tasarruf yapılabilir ve yapılmıştır da.
AB tanımlı genel yönetim borç stokunun GSYH’ya oranı da 10,1 puan azalarak yüzde 31,7 düzeyinde gerçekleşmiştir.
Kısaca OVP’ye göre bu alanda da işler iyi gitmiştir.
2023 yılında merkezi yönetim bütçe açığının GSYH’ya oranı, öngörülen yüzde 3,5’lik hedefin 2,9 puan üzerinde yüzde 6,4 oranında gerçekleşmesi beklenmektedir. Buna neden olarak Şubat ayındaki depremler gösteriliyor.
“2023 yılında, bir önceki yıla göre, genel devlet toplam gelirlerinin GSYH’ya oranının 2,4 puan, genel devlet toplam harcamalarının ise 8,0 puan artması beklenmektedir. 2023 yılında 2022 yılına göre; genel devlet cari giderlerinin 2,3 puan, transfer harcamalarının 5,5 puan, yatırım harcamalarının ise 0,2 puan artması beklenmektedir. Bu çerçevede, GSYH’ya oran olarak genel devlet açığının bir önceki yıla göre 5,7 puan artarak yüzde 6,5…olarak gerçekleşmesi beklenmektedir”. 2023 yılında AB tanımlı genel yönetim borç stokunun GSYH’ya oranının ise yüzde 33,3 olması beklenmektedir.
OVP’de II. bölüm “Temel Amaçlar”a ayrılmıştır.
Burada iddialı biçimde, “OVP’nin, yeni dönemde ekonomi politikalarında öngörülebilirliği artırarak, beklentilere yön vermesi ve yatırım ortamına önemli katkı sunması amaçlanmaktadır” deniliyor.
Neler yapılacakmış?
Önceki OVP’lerde söz edildiği gibi, yapısal dönüşümlerden, sıkı parasal duruştan, mali disiplinden, yeşil ve dijital dönüşümden, üretim ve ihracatın teknoloji kompozisyonunun iyileştirileceğinden, ithalat bağımlılığının azaltılmasından, yurt içi tasarrufların artırılmasından, finansmana erişimin kolaylaştırılmasından dem vuruluyor.
Kamu harcamalarında depremlerin yaralarının sarılmasına ve afet risklerinin azaltılmasına öncelik verileceği, bu alanların dışındaki harcama kalemlerine azami tasarruf anlayışıyla yaklaşılacağı söyleniyor.
Kamu açığı kademeli olarak azaltılacak, enflasyonu dizginlemek amacıyla para politikasının desteklenmesi maliye politikasının öncelikleri arasında yer alacak, gelir dağılımı iyileştirilecektir.
Göreceğiz bakalım. Bunu neden daha önce yapmadınız diye de soralım.
Sonraki III. bölüm “Makroekonomik Hedefler ve Politikalar”dır.
Bölümde ilk önce “büyüme” sorunu ele alınıyor. Burada genel anlayış, soruna yaklaşım ve büyüme konusunda uygulanacak politikalar ele alınıyor.
Temcit pilavı misali öncekilerle benzer şeyler yineleniyor. Âdeta kopyala yapıştır gibi burada yazılanlar. Fiyat istikrarı, finansal istikrar, sürdürebilirlik, uluslararası normlara uygunluk, şeffaflık, tutarlılık, öngörülebilirlik vb. Ne oluyor da her yıl yapılan OVP’lerde bu, tekrarlanıp duruluyor? Elinizden tutan mı var? Bunları yerine getirin o zaman! Bunca yıldır neden yapmadınız? Ah tabii kahrolasıca dış güçler!
Burada biraz daha öne çıkarılan bir yaklaşım var: “Yatırımı, istihdamı, üretimi ve ihracatı destekleyen büyümenin sağlanması amacıyla para, maliye ve gelirler politikaları koordinasyon içerisinde yürütülerek bu alanlardaki reform adımları kademeli bir şekilde devreye alınacaktır”. Tabii burada da yukarıdaki sorularımız geçerli. Burada biraz daha Mehmet Şimşek ekibinin uygulayacağı politikanın izleri görülüyor: Para, maliye ve gelirler politikaları birbiriyle uyumlu biçimde yürütülecek, bunun için gerekli reformlar yapılacaktır.
Aslında yapılmak istenen öyle yeni bir şey de değil. Esasen 2001 bunalımı sonrası Kemal Derviş’in uyguladığı politikalardır bunlar. AKP’de siyasi iktidarı ele geçirdikten sonra bu liberal Ortodoks ekonomi politikasını aynen devralmış ve bir süre uygulamıştır. Madem bu politikaya dönülecek, bu politika kurtarıcı olarak görülecekti, neden bu politikadan uzaklaşıldı?
Bunun yanıtı yine kapitalist sistemde değişik burjuva kliklerin çelişen çıkarlarında aranmalı. Geride bıraktığımız döneme bu açıdan bakıldığında, belirleyici rol oynayan etmenin, devlet yönetimini ele geçiren siyasi kadroların öncelikli olarak kendilerine yakın gördükleri burjuva kesimlerinin çıkarları ve kendi kişisel çıkarlarına uygun düşecek biçimde davranması olduğu görülüyor.
İşin iki yönü var: Bir yandan bu kadrolar –tabii hiyerarşik yapılanmaya uygun biçimde– olabildiğince hızlı ve çokça semirmeye bakmaktadır. Öte yandan temsil ettikleri burjuva kesimlerin çıkarlarına uygun edimlerde bulunmak durumundadırlar. Devlet olanaklarını kullanarak semirme olgusu zaten bu iki kesimin işbirliği ile olmaktadır.
İşin ikinci yönü, bu siyasi kadroların mümkün olduğunca uzun süre siyasi iktidarı ellerinde tutma kaygıları ve bu doğrultudaki edimleridir. Bu amaca yönelik olarak yapılması gereken şey, oy deposu olarak bakılan emekçi yığınların, en başta da en yoksulların devlet olanaklarının dönem dönem kullanılması yolu ile hoşnut tutulmasıdır. Bu dönemler ağırlıklı olarak seçim öncesine denk gelir. Geneli açısından burjuvazinin hoşuna gitmeyen, sistemleri açısından dengeleri bozucu rol oynayan, popülist olarak adlandırılan uygulamalardır bunlar.
Burjuvazinin sınıf olarak geneli açısından bakıldığında, özellikle büyük sermaye, Derviş vari bir Ortodoks ekonomi politikasından yanadır ve bu politikayı siyasi iktidarı ele geçiren tüm partilerin sürdürmesini bekler. Buna bağlı olarak popülist politikaların ne denli yanlış ve zararlı olduğu propagandası yapılır. Siyasi iktidarı ele geçirmek isteyen tüm siyasi partiler, burjuvazinin doğrudan desteğine muhtaç oldukları için, seçim öncesinde tüm bu taleplere olumlu karşılık verir. İktidarları döneminde hiçbir biçimde popülist politika uygulamayacakları, rüşvet, kişi kayırma, yolsuzluk vb. olgularla mücadele edecekleri gibi sözler verirler. Ama iktidar döneminde bunlar unutuluverir. Çıkarlar, çıkar farklılıkları ve çatışmaları galebe çalar.
İkide bir ekonomi politikasında değişiklik, doğru kabul edilenden sapmalar vb. yukarıda saydığımız bu nedenlerdendir.
Hedefler konusunda ve bunun için izlenecek siyaset konusunda aslında daha önceki OVP’lerde söylenenler yineleniyor. 20’nin üzerinde madde hâlinde sıralanmış bunlar. Öne çıkanlar özet olarak şunlardır:
“…yüksek katma değerli ihracat odaklı büyüme politikası izlenece”ği söyleniyor. Bunun için “teknolojik altyapı, beşeri sermaye, girişimcilik, araştırma, yenilikçilik ve tasarım kapasitesi güçlendirilerek sanayide teknolojik dönüşümü sağlamaya yönelik politikalar hayata geçirilecektir”… “Üretken alanlara yönelik yatırımlara dayalı ve verimlilik artışlarıyla desteklenen bir büyüme stratejisiyle yıllık ortalama yüzde 4,5 büyüme oranına ulaşılması ve Türkiye’nin fert başına düşen milli gelirde orta-üst gelir grubundan üst gelir grubuna yükselmesi hedeflenmekte”dir. Bu amaçla “sanayide yapısal dönüşüme yönelik sektörel önceliklendirme yaklaşımıyla teknoloji odaklı yatırımlar desteklenecektir”.
Bu amaca yönelik değişik desteklemeler sıralanıyor ve yerli üretimin destekleneceği vurgulanıyor.
“Stratejik öneme sahip alanlarda, özel sektör, üniversite ve kamu Ar-Ge merkezlerinin bir araya geldiği büyük ölçekli platform ve ağ destekleri ile teknoloji ve ürün geliştirme süreçleri teşvik edilecek, patentli teknolojilerin sanayiye aktarılması desteklenecek”…
“Yapay zekâ, otonom sistemler, bulut bilişim ve büyük veri analitiği gibi dijital teknolojilerin yanı sıra yeşil teknolojilerin kullanımı yaygınlaştırılacaktır”.
Bazı sektörlere, bunlar öne çıkarılarak öncelik verileceği, destekleneceği gözden kaçmıyor. “İlaç ve tıbbi cihaz sektöründe üretim, Ar-Ge ve ihracat altyapısı desteklenecek ve arz güvenliği güçlendirilecektir”… “Yarı iletken, elektrikli araç, batarya ve bunların değer zincirindeki kritik teknoloji ürünlerine yönelik yatırımlar teşvik edilecek, elektronik, havacılık, savunma ve biyomedikal gibi stratejik sektörlerde ihtiyaç duyulan kritik malzeme ve bileşenlere yönelik çalışmalar desteklenecek”…
Devamında tarım alanında uygulanacak politika ve önlemler sıralanıyor.
Sonrasında “…sosyal konut ihtiyacının karşılanmasını teminen ülke genelinde dar ve orta gelirlilere yönelik konut, işyeri ve arsa projelerin”den söz ediliyor.
İstihdam konusunda OVP süresinde hem işgücüne katılımın artması hem de işsizlik oranının gerilemesi bekleniyor. Program boyunca istihdam yıllık ortalama 909 bin kişi artacak ve işsizlik oranı kademeli olarak gerileyerek 2026 yılında yüzde 9,3 seviyesine düşmüş olacaktır. Beklenti böyle. Devamında buna yönelik alınacak önlemler maddeler hâlinde uzunca anlatılıyor. Nitelikli ara eleman gereksiniminin sağlanmasına yönelik olarak sanayi ile işbirliği hâlinde eğitim programlarının yaygınlaştırılacağı söyleniyor. Birkaç noktanın özellikle öne çıkarıldığı görülüyor: “Savunma sanayii, yapay zekâ, siber güvenlik, temiz ve sürdürülebilir enerji ile uzay teknolojileri gibi stratejik alanlarda nitelikli işgücü yetiştirmeye yönelik kamu-üniversite-özel sektör işbirliği programları”, “Yeşil ve dijital dönüşüm alanlarında… yeşil ve dijital yetkinlik açığı kapatılaca”ğı, bu konuda “işgücü piyasasına kadınların tam, eşit, güvenceli ve etkin katılımlarının sağlan”acağı, “bakım veren kişilerin işgücüne katılımını teşvik etmek ve toplumsal hayata katılımını artırmak amacıyla erişilebilir gündüz bakım merkezlerinin sayısı”nın artırılacağı, gereksinim duyulan işgücünün yurtdışından ve göçmenler içinden temin edilmesi için gereken düzenlemelerin ve çalışmaların yapılacağı gibi noktalar bunlar.
Kadınların işgücüne katılımı konusunda söylenenler olumlu gibi görünmekle birlikte, “en az 3 çocuk” anlayışı ile bunun ne denli bağdaştırılabileceğini göreceğiz. Toplumsal muhalefeti baskılama amacına yönelik de olabilir bu tümceler.
“Aile müessesesinin korunması, güçlendirilmesi, evlenecek gençlerin desteklenmesi, gençlerin gelişimine ve girişimlerine katkı sağlanması, eğitim ve istihdam olanaklarının geliştirilmesini desteklemek üzere Aile ve Gençlik Bankası kurulaca”ğı da ihmal edilmemiş.
Bu arada korunulacak olan “aile müessesi”nin yalnızca evli kadın ve erkek ve onların çocuk(lar)ından oluştuğu bugünkü siyasi iktidarın “kırmızı çizgi”lerinden biri.
Fiyat İstikrarı konusunda ise yukarıda yer verdiğimiz görüşler tekrarlandıktan sonra “TÜFE yıllık artış hızının 2026 yılı sonunda yüzde 8,5 ile tek haneye düşürülmesi amaçlanmaktadır” deniyor.
Devamında “Politika ve Tedbirler” bölümünde, yine yukarıda değindiğimiz gibi, yeni politikaya uygun olarak alınacak önlemler sıralanıyor.
Enflasyonun tek haneye düşürülmesi hedefi uzun yıllardan beri OVP’lerin konusu olmuştur. Hatta bir ara yüzde 5’in altı hedeflenmişti. Sonuç-aslında RTE tipi ekonomi politikasının da bir sonucu olarak- ortada! Şimdi para ve maliye politikalarında yeniden uygulanmaya başlanan liberal Ortodoks siyasetin ne kadar sürdürüleceği belli değil. Herhâlde hedefler bu politikanın sürdürüleceği varsayımı ile belirlenmiş görünüyor.
Ödemeler Dengesi konusu için de aynı şey geçerli; yukarıdakilerin tekrarı yapıldıktan sonra, alınacak önlemler ve uygulanacak politika ile “Türkiye’nin rekabet gücünün ve küresel değer zincirlerindeki konumunun daha üst seviyelere çıkarılması sağlanaca”ğı vurgulanıyor.
“Politika ve Tedbirler” bölümünde “Gümrük Birliği’nin güncellenmesi…” söz konusu ediliyor. Burada da yapılan tekrarları bir yana bırakırsak şunlar öne çıkıyor: “Mal ve hizmet ihracatını etkileyen yönleriyle AB dijital ekonomi düzenlemeleri doğrultusunda, rekabetçiliğin korunması ve artırılması için gerekli mevzuat, destek politikaları ve uluslararası anlaşmalara yönelik hazırlıklar tamamlanacaktır”.
AB ile Gümrük Birliğinin Türkiye aleyhine işleyen yönleri görüldüğünden beri bu “güncellenme” talebi gündemde olmasına karşın, bu konuda adım atılamamıştır. Bunda belirleyici rolün AB tarafında olduğu görülüyor. Bir türlü becerilemeyen bu iş, bu dönemde gerçekleşebilecek mi, göreceğiz.
“Dijital ve yeşil dönüşüm kapsamında, ithalata bağımlılığı azaltmaya ve arz güvenliğini temin etmeye yönelik ulusal kritik hammaddeler stratejisi hazırlanacaktır”. “Ölçek veya teknoloji yetersizliği nedeniyle yurtiçi üretim kapasitesi oluşturulamayan ürünlerde teknoloji transferine dayalı ortaklıkları da içeren yatırımlar özendirilecektir”.
Yeşil dönüşüm ve yüksek teknolojili üretimin sağlanmasına yönelik olarak “yenilenebilir enerji kullanımın yaygınlaştırılması”, “yüksek teknoloji alanlarında doğrudan yabancı yatırımların çekilmesini sağlayacak düzenlemeler” yapılması öne çıkarılmış gibi.
Her iki alan da bir zorunluluk olarak kendini dayatmış gibi görünüyor. Yüksek teknolojili üretim olmaksızın yerinde sayar gibi bir durumun oluştuğu burjuvazi açısından da açık durumdadır. Teknoloji yoğun doğrudan yabancı yatırımlar, teknoloji yoğun üretime geçebilmenin yollarından biri olarak görülüyor. Buna bağlı olarak “İhracatta yurtiçi katma değerin ve çıktı ürünün teknolojik seviyesini artırmak üzere Dâhilde İşleme Rejiminin öncelikli hedef ürün ve sektör kapsamına ilişkin düzenleme yapılaca”ğı belirtiliyor.
Yeşil dönüşüm ise, bir yandan kapitalist sistemin ve bu sistemin ürünü olan insan tipinin davranış biçimi ile ortaya çıkardığı sorunların giderek kendini dayatmış duruma gelmesi diğer yandan burjuvazinin hâlâ en önemli ihraç pazarı olan AB’nin dayatması ile gündeme oturmuş gözüküyor. OVP’de “Karbon fiyatlandırma mekanizmasının sektörler üzerinde yaratacağı ilave maliyetlere yönelik ihracatın finansmanında kullanılan araçların çeşitliliği ve etkinliği artırılacak”tır denmektedir.
Türkiye Varlık Fonu’nun desteği ile “özel sektör tarafından gübre ve petrokimya başta olmak üzere sanayinin ihtiyaç duyduğu yeni yatırımlar hayata geçirilecek”, “stratejik teknolojik yatırımlara yönelik ekosistem geliştirilecektir”.
“Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak amacıyla petrol ve doğalgaz arama ve üretim faaliyetleri hızlandırılarak sürdürülecektir”.
“Sakarya Gazını girdi olarak kullanarak üretecek bir tesis kurularak yerli doğalgazın katma değeri artırılacak”, “yurtdışında millî petrol şirketimizin enerji alanında farklı ortaklıklarla faaliyette olduğu üretim sahaları ile potansiyel arz eden sahalar değerlendirilecektir”.
Muhalif burjuva partiler, bu alanda yapılanların salt propaganda ve göz boyama amaçlı olduğunu, ara sıra ve özellikle seçimler öncesi bunun gündeme getirildiğini ama hiçbir biçimde gelişme olmadığını söyleyip duruyorlar. İktidar hırsı ile gözü kararmış, atılan somut adımları yok sayan, kendini ve kendi cemaatini kandıran bir değerlendirmedir bu.
“Nükleer teknoloji alanında yerli ve yenilikçi uygulamalar geliştirilmesi amacıyla Ar-Ge çalışmaları desteklenecek”tir.
Burjuvazinin salt enerji bağımsızlığı açısından değil, askeri amaçlarla da bu sahada yetkinleşmek istediği açıktır.
“Yerli kömür ve temiz kömür teknolojilerinin geliştirilmesi ile ekonomik değeri yüksek ürünlerin elde edilmesine yönelik Ar-Ge faaliyetleri sürdürülecektir”.
“Temiz kömür teknolojisi”… Yine bir şeyleri gizlemek amacıyla uydurulmuş bir kavram bu. Evet, yeni teknolojilerle kömürün yakılması ile ortaya çıkan zarar bir nebze azaltılabilmektedir. Ama tüm karbon türevi yakıtlar gibi kömürün de zararları açıktır. “Temiz kömür teknolojisi”nin geliştirilmesi, filtreli ağızlıkla sigara içmenin teşvik edilmesi gibi bir şeydir.
Diğer yandan ama dış ticaret açığının esas olarak enerji bağımlılığından kaynaklandığının görüldüğü ve bu vb. girişimlerin planlanıyor olması ile çok yönlü çıkar elde etmenin hedeflendiğini belirtmeliyiz: Dış ticaret açığının azaltılması, nükleer teknoloji başta olmak üzere yeni yetenekler kazanılması ve tabii burjuvazinin palazlanma alanlarını genişletmesi.
“Metro, tramvay ve hızlı tren üretimi dâhil olmak üzere tüm raylı sistem araçlarının millî imkânlarla tasarımı ve yerli üretimi artırılacaktır”.
Bu alanlarda az çok gelişmiş bir sanayi ve üretim mevcuttur zaten. Bu ürünler yüzde 50 ve üzeri yerlilik oranıyla üretilir durumdadır ve birkaç şirket kendilerine dış pazarlarda da yer bulmuş durumdadır. Şimdi amaçlanan yerlilik oranının artması eşliğinde yeni teknolojilerin ve pazarların kazanılmasıdır.
İhracatı ve dış ticareti desteklemek ve geliştirmek amacına yönelik, “Afrika ve Latin Amerika’ya yönelik ortaklık ve açılım politikaları ile Yeniden Asya Girişimi” başlatılacak “pazar çeşitliliği sağlamak üzere ‘Uzak Ülkeler Stratejisi’ kapsamında belirlenen ülkelere özgü eylemler proaktif bir şekilde yürütülecektir”. Dış ticaretin geliştirilmesinde dost ve yakın ülkelerden tedarik gibi yaklaşımlar izlenerek, ortak değer, amaç ve çıkarları olan ülkeler ile ekonomik ve ticari ilişkiler derinleştirilecektir. Burada Türk burjuvazisinin yayılmacı dış siyasetinin ekonomik ayağının dile getirilmesini görüyoruz.
OVP’nin devamında sıra önümüzdeki dönemde “Finansal İstikrar” için yapılacaklara geliyor.
“Politika ve Tedbirler” olarak “tüm para politikası araçları etkin bir biçimde uygulanacağı”, “rezerv kaynaklarının çeşitlendirilmesine ve artırılmasına devam edilece”ği, “Türk lirası cinsi yatırım araçlarının cazibesi ve çeşitliliği(nin) artırılaca”ğı, kredi kartlarının parasal istikrarı etkilemeyecek ve tüketim talebini dengeleyecek şekilde kullanımını sağlayacak önlemlerin alınacağı sıralanıyor.
Burada, büyüme oranının düşmesinin göze alınması eşliğinde, enflasyon oranının düşürülmesi amacıyla tüketimin frenleneceği ve TL’yi güçlendirecek önlemlerle dövize kaçmanın önlenilmeye çalışılacağı vurgulanıyor.
Bir bölümüne önceki OVP’lerde yer verilen diğer önlemler şöyle:
“Yastık altındaki altınların ekonomiye kazandırılması için geliştirilen” önlemler söz konusu ediliyor. Ülkenin mali ve ekonomik gerçek durumunu görünür hâle getirmek ve atıl duran varlıkların sistem içine çekilerek, kullanıma uygun bir kaynak durumuna getirmek için önerilmektedir bu önlemler.
“Banka dışı kredi kuruluşlarının finansal sektör içindeki payı artırılaca”ğı belirtiliyor. Banka kurmanın zorlaştırıldığı koşullarda para sermaye sahiplerine modern tefecilik olanakları daha fazla sunulacak anlamına geliyor bu.
“Sermaye piyasalarında finansal ürün ve hizmet çeşitliliği geliştirilecek ve küçük yatırımcı hakları gözetilerek yatırımcı tabanı genişletilecektir”. Küçük birikimler de sistem içine çekilerek, milyonlarca küçük yatırımcı sisteme ortak duruma getirilecek ve bu ufak sermayelerin de mali sisteme katkıda bulunmasının yolu açılacağı anlamına geliyor bu.
“Bireysel Emeklilik Sistemi… BES’in cazibesi artırılarak sistemdeki fon tutarı ve katılımcı sayısında artış sağlanacaktır”. “Otomatik Katılım Sisteminin (OKS) işverenlerin de katkısı ile ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacaktır”. “İstanbul Finans Merkezinin uluslararası finans sistemine entegrasyonu güçlendirilerek finansal piyasaların derinleşmesine katkıda bulunulacaktır”
“Kamu Maliyesi” bölümünde “…mali disiplinin ekonomide güven ve istikrarı artıran bir çıpa olarak korunması ve güçlendirilmesi için tüm adımlar kararlılıkla atılacaktır. Para, maliye ve gelirler politikaları arasındaki eşgüdüm güçlendirilecektir” deniliyor. Eski yıllarda IMF çıpasından, AB çıpasından söz edilirdi. Bu, ekonomi politikalarında bu kurum ve kuruluşların kurallarına bağlı kalındığı anlamına geliyordu. Uygulanan politikaların ardında bunların durduğu bilindiğinde, bu, sermaye açısından bir güvence olarak algılanıyor, dış yatırımlar açısından olumlu bir rol oynayabiliyordu. Şimdi hükümet, yeni ekonomi politikası ile güven oluşturmaya çalışıyor. Şimşek ve ekibinin yaptığı sermaye çekme turları bunun bir parçası. IMF ile stand by anlaşmasına gidilmediği ve IMF’den kredi alınmadığı için hükümet bunu bağımsız bir politika olarak gösteriyor. IMF doğrudan işin içinde olmadığı bilindiğinde, sermaye sahiplerini ikna etmek başlı başına bir iş oluyor.
IMF’den bağımsız dış kaynak bulma anlayışı, bağımsız davranma mıdır? Bir açıdan öyle; IMF kendi koşullarını dayatamıyor burada doğal olarak. Ve hemen tüm kapitalist ülkelerin dış borçlanmada izledikleri yol izlenmeye çalışılıyor. Bu yol paranın bol olduğu ülkelerden olabildiğince uygun koşullarla dış kaynak bulmak biçimde özetlenebilir. Burada da bağımlılık oluşturacak etmenler söz konusudur tabii. Özellikle ekonomik açıdan dar boğazda olan ülkeler, daha çok risk primi ödeyerek borçlanabilmekte ve bu açıdan bakıldığında görece durumu iyi olan ülkelerle borçlanma maliyetleri açısından ciddi bir fark oluşmaktadır.
Dış kaynak salt dış borçlanma biçiminde olmamakta, dış kaynak gereksinimi olan ülkeler doğrudan yabancı yatırımları tercih etmektedirler. Burada da karşılıklı yatırımların geliştirilmesi biçiminde bir ilişki biçiminin tercih nedeni olduğu görülüyor. Tabii bunun yapılabilmesinin koşulları bulunuyorsa bu tercih nedeni gerçekleşme olanağı buluyor. Bu bağlamda Türk burjuvazisinin devlet yönetim kadrolarının, sermayesi bol ve teknoloji açısından görece geri olan Körfez ülkeleri ile ilişki geliştirme çabaları dikkat çekiyor. Bu ülkelerden özellikle Türk “savunma” sanayi yatırımlarına bir talep olduğu ve Türk burjuvazisinin bunu bir pazarlık konusu yapma olasılığının olduğu gözden kaçmıyor.
Bu bölümde devamla diğer alanlarla uyumlu bir biçimde gerçekleştirilecek işler sıralanıyor.
Gelir ve harcama politikalarının, daha önce değindiğimiz, OVP’de saptanan hedefler doğrultusunda uygulanacağı söyleniyor.
Borçlanma politikasının, “finansman ihtiyacının orta ve uzun vadede mümkün olan en uygun maliyetle karşılanması” ve “borçlanmalarda kaynak ve pazar çeşitliliğini artırmaya yönelik çalışmalar” temelinde yapılacağından söz ediliyor.
Tüm bunlardan sonra OVP süresi içinde kamu maliyesi açısından görünümün nasıl olacağı şöyle öngörülüyor:
“Kamu kesimi genel dengesinin 2024 yılında GSYH’nın yüzde 5,9’u oranında açık vermesi ve söz konusu açığın Program dönemi sonu itibarıyla yüzde 2,6 seviyesine gerilemesi öngörülmektedir”.
Aynı şekilde genel devlet açığının da azaltılması planlanmıştır. Program dönemi sonuna dek açığın GSYH’ya oranı yüzde 6’dan yüzde 2,5 seviyesine düşürüleceği öngörülüyor.
Genel devlet toplam gelirleri oran olarak aynı kalırken, giderlerin azaltılmasının (3,5 puan) hedeflendiği görülüyor.
Merkezi yönetim bütçe açığının da benzer biçimde azaltılarak yüzde 6,4’ten 2,9’a düşürüleceği, faiz dışı dengenin ise yüzde 3,4 açık durumundan yüzde 0,7 fazlaya döneceği öngörülmektedir.
Toplam vergi yükünün GSYH’ya oranının 2024’teki atıştan sonra aynı kalacağı görülüyor.
“GSYH’ya oranla, 2024 yılında yüzde 35,2 olarak gerçekleşmesi beklenen AB tanımlı genel yönetim borç stokunun program dönemi sonunda yüzde 33,2’ye düşürülmesi hedeflenmektedir”.
AB tanımlı bu son hesaplama, içinde alacak verecek sonrası net durumu gösterdiği ve durumu daha açık ortaya koyduğu için daha sağlıklı bir veri kabul ediliyor. Maastricht kriterlerine göre bu oranın yüzde 60’ın altında olması gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında Türkiye iyi bir konumdadır.
Daha sonra Merkezi yönetim bütçe gelir ve giderlerinin GSYH’ya oranları veriliyor. Dönem boyunca açık verileceği görülüyor.
Bu alanda “Politika ve Tedbirler” açısından neler yapılacağı sıralanıyor:
“Program döneminde, kamu harcamalarında tasarrufu sağlayacak yapısal değişiklikler hayata geçirilecek”tir. Ve devamında bununla ilintili önlemler sıralanıyor.
“Hazine nakit rezervinin güçlendirilmesi ve daha etkin kullanımı” sağlanacaktır.
Bunların nedenli hayata geçirilebileceğini yaşayarak göreceğiz.
“Kamu ihale mevzuatı uluslararası norm ve standartlara uyumlu olacak şekilde” düzenlenecektir.
Burası ilginçtir. Dış yatırım çekmek için bunun sağlanması ön koşullardan biridir. Ama Kamu İhale Mevzuatı önceki dönemde yaz-boz tahtasına çevrilmiş durumdadır ve bu durum uluslararası sermaye açısından kuşku yaratır bir hâl almıştır. Son 20 yılda 180 üzerinde değişime gidilmesinin esas nedeni devlet yönetimindeki kadroların temsil ettikleri sermaye kesimleri ile birlikte devlet olanaklarından istedikleri biçimde yararlanma yollarının açılmasıdır.
“Kamu taşıtlarının kullanımı ihtiyaç analizleri çerçevesinde… yeni taşıt edinimlerinde ekonomiklik gözetilerek yerli üretim ile çevreci araçlara öncelik verilecektir”.
Daha önce bu niye yapılmadı ise!?
Planın bu bölümdeki devamında, vergi politikalarında tabana yayılmayı sağlayan ve vergilendirmede sosyal adaleti sağlayıcı önlemlerin alınacağı vurgulanıyor. Bu sonuncusunu yerine getirmenin, kapitalist sistemde olanaksız olduğunu belirtelim.
“Vergi politikalarında büyüme… yatırımı, istihdamı, üretimi, ihracatı ve rekabet ortamını destekleyen gelir politikalarının önceliklendirilmesine devam edilecektir” deniyor. Bu, burjuvaziye kıyak yapılmaya devam edileceğinin ilanıdır ve yukarıda yer verilen vergilendirmede “sosyal adalet” iddiasıyla taban tabana zıt olan bir anlayıştır.
Devamında “Kamu gelirlerine yönelik tahsilat performansı”nın artırılacağı söyleniyor. Aynı biçimde vergi cezaları da caydırıcılığı güçlendirecek şekilde arttırılacaktır.
Karbon vergisi niteliği taşıyan vergilerin ekonomiye zarar vermemesi için gerekli önlemlerin alınacağı, yurtiçi tasarrufların artırılması için alternatif araçlar geliştirileceği konuyor.
Diğer alanlarda olduğu gibi dijital faaliyetlerdeki kayıt dışılığa karşı önlemler alınacağı söyleniyor.
“Enerji tüketiminde verimliliğin artırılması, iklim değişikliği ve çevre kirliliği ile mücadele” edileceği, “sosyal güvenlik sisteminde kişilerin daha çok istihdamda kalmasını teşvik eden” uygulamalara geçileceği diğer önlemler olarak sıralanıyor.
Kişilerin daha çok istihdamda kalmasının teşviki, SGK primi ödeyen sayısının görece fazla, bu kurumdan emekli maaşı alan sayısının görece az olmasını sağlayacak bir önlemdir. Dolayısıyla burjuvazinin sınıf bütçesinde yük olarak görülen bir kalemden kurtulma çabasıdır bu.
Aynı biçimde esnek çalışmanın daha yaygın duruma getirileceği söyleniyor: “Sosyal güvenlik sisteminde fiili ve yasal kapsamın artırılması doğrultusunda kadın, gençler, engelliler başta olmak üzere çalışma hayatına kalıcı katılımı sağlamayı teminen esnek çalışma biçimleri yaygınlaştırılacak, sosyal güvenlik mevzuatı ve uygulamaları değişen işgücü piyasası koşullarına ve yeni nesil esnek çalışma şekillerine daha uyumlu hâle getirilecektir”.
Sömürü oranını arttırıcı önlemlerdir bunlar.
Bölümde son olarak “akılcı ilaç kullanımı teşvik edilerek, ilaç ve tedavi harcamalarını rasyonelleştirece”ği belirtilmiş.
OVP’de “Afet Yönetimi” konusuna da yer verilmiş. Şöyle deniyor: “Afet yönetiminin afet öncesi, afet anı ve afet sonrası olmak üzere tüm aşamalarının hızlı, etkin ve bütüncül olarak yürütülmesi temel amaçtır”.
Buna söylenecek çok şey var ama burada kısa geçmek durumundayız.
Bunca yıldır neredeydiniz? Aklınız başınıza ancak mı geliyor? sorularını sormak gerekiyor.
Evet, burada söylenenlerin yerine getirilmesi gerekir. Ama bu sistemde bu iş lâyıkıyla yapılabilir mi? Orası çok zor. Çok zor, çünkü bu sistemde tüm olaylara yaklaşım azami kâr dürtüsüyle olmaktadır. T.C.’nin bulunduğu coğrafi alanın her tür afete açık olduğu bilinen gerçek olmasına ve yüzlerce, binlerce yıldır bunların yaşanarak görülmesine karşın hâlâ sadece konuşulmaktadır. Her büyük afetten sonra bunlar gündeme getirilir ve unutturulur. Azami kâr dürtüsü her zaman galebe çalar. Örneğin, taşkınlar ve deprem açısından en sakıncalı olan yerlere, dere yataklarına, fay hattı üzerine binalar inşa edilebilir.
Ve önlem amaçlı bir şeyler yapılacaksa, burada bile kâr dürtüsü belirleyici rol oynar.
Aşağıda “Politika ve Tedbirler” bölümünde planlanan işlerin bu güdü eşliğinde yerine getirilebileceğine emin olabiliriz.
Şunlar deniyor bu bölümde:
“Marmara Bölgesi başta olmak üzere afet riski yüksek bölgelerdeki yoğunluğun azaltılması amacıyla bölge dışında yeni endüstriyel gelişim alanları ve lojistik hatları oluşturulacaktır”.
Burjuva devletin eski-yeni yönetim kadrolarına, şimdiki yönetime sormak gerekiyor: Neden bu bölgeleri bu denli yoğunlaştırdınız? Son olarak AKP iktidarı döneminde örneğin İstanbul’un nüfusu yüzde 60 (6 milyon!) artış gösterdi. Bu parti 1999 Ağustos Depreminin hemen ardından devlet yönetiminin başına geçmedi mi? Neden şimdi alınma iddiasında olunan önlemleri almadılar da tam tersi işler yaptılar? Çünkü örneğin inşaat sektöründe sermaye birikim modeli geçmiş dönemde önüne gelen yere bina dikmek biçimindeydi. Bunu gerçekleştirebilmek için olası engeller türlü yollarla aşılıyor ve bu süreçte devlet yönetim kadroları hiyerarşi içindeki konumlarına uygun nemalanıyordu. Şimdi afet riski yüksek alanlar bile inşaatlarla doldurulmuş durumda. Yoğunluğun azaltılması amacıyla nüfusun başka alanlara kaydırılması girişimi de inşaat şirketi patronlarına yeni kâr alanları açacak.
Başka bir önlem olarak “Afet ve acil durumlarda kullanılacak toplanma ve barınma alanlarının standartları geliştirilecek ve sayıları artırılacaktır” deniyor. İyi de 1999 Depreminin ardından böyle yüzlerce büyük alan ayrılmıştı. Bunların büyük bölümünün yerinde şimdi AVM’ler yükseliyor! Şimdi yine toplanma ve barınma alanlarından söz ediliyor. Bir süre sonra bunların da ne olacağını tahmin edebiliriz. Daha önce saptanmış olan böyle alanlarda lojistik konteynerleri de yer alıyordu. Alanın yok edilmesi ile bunlar da ortadan kayboldu. Şimdi “Afet sonrası ihtiyaç duyulan malzeme ve ekipmanların tedariki yapılarak lojistik depolarda uzun süreli depolanabilmesi sağlanacaktır” deniyor insanlarla dalga geçer gibi.
“Erken uyarı amaçlı… yeni teknolojik imkânlardan faydalanılacak” imiş. Yeni teknolojinin ne olduğu planın devamından anlaşılıyor: “Savunma sanayiinde geliştirilen teknoloji ve ürünler…”.
“Taşkınların etkilerinin asgari seviyeye indirilebilmesi, dere yataklarına yapılan müdahalelerin önlenmesi”nden söz ediliyor. Ama en çok müdahalenin AKP iktidarlarında yapıldığı da bir gerçek. Yandaş burjuvaziye dağıtılan HES projeleri ile dere yataklarının ne duruma getirildiğini hatırlayalım.
“Yeşil Dönüşüm” başlığı altındaki bölümde, Türkiye’nin iklim değişikliğine yüksek düzeyde maruz kaldığı, “iklim değişikliğiyle mücadelede uluslararası politikalar ve gelişmelerden önemli düzeyde etkilen”diği belitirliyor. Paris Anlaşmasına taraf olunca düşük karbonlu ekonomiye geçiş kararı alınıp 2053 net sıfır emisyon hedefi ortaya konulmuş ve “başlıca ticaret ortağı konumundaki Avrupa Birliği’ne uyum çalışmaları kapsamında Yeşil Mutabakat Eylem Planı hazırlanmıştır”. “Program döneminde… küresel finansman kaynaklarından azami düzeyde faydalanıla”cağı belirtiliyor.
“Yeşilcilik” birilerinin zorlaması ile oluyor gibidir ve oralardan olabildiğince fazla kaynak sağlanması da işin çekiciliğini arttırıyor.
Planın devamında bu amaçla yerine getirilecek “Politika ve Tedbirler” sıralanmış.
“Dijital Dönüşüm” bölümünde “Nesnelerin interneti, yapay zekâ, büyük veri, makine öğrenmesi ve üç boyutlu baskı gibi gelişmelerle dijital teknolojiler, uluslararası üretimin konumlanmasında ve ülkelerin rekabet güçlerinde giderek daha fazla ön plana çıkmış” olduğu belirtiliyor.
Türkiye’de de gelişmeye ayak uydurabilmek için “Ar-Ge insan kaynağının geliştirilmesi” söz konusu ediliyor. Altyapının da bu dönüşüme uygun olarak geliştirileceği söyleniyor.
Devamında önümüzdeki dönemde yapılması planlanan işler maddeler hâlinde sıralanıyor. Önemli gördüklerimizi aşağıya aktarıyoruz.
“Sanayi ve hizmet sektörlerinde yapay zekâ, büyük veri, bulut bilişim, blokzincir, siber güvenlik ve siber-fiziksel sistemler gibi dijital dönüşüme yönelik yerli teknolojilerin geliştirilmesi desteklenecektir…Yerli yazılım firmalarının yetkinliği artırılacak ve işbirliklerini destekleyici platformlar oluşturulacaktır”.
“81 ilde Teknofest Teknoloji Atölyeleri kurulacak…Kuantum teknolojileri alanında ileri düzeyde teknolojik araştırmalar yapılarak bu araştırmaların endüstriye uygulanması sağlanacak…Derin teknoloji alanlarında yurt dışında yaşayan Türk uzmanların Türkiye’de girişim başlatmalarına olanak sağlayacak mekanizmalar oluşturulacaktır”.
“Enerji yoğunluğu yüksek batarya teknolojileri, bağlantılı araçlar, tam otonom (sürücüsüz) mobilite sistemleri ve ray ötesi sistemler gibi yeni nesil enerji ve ulaşım sistemlerindeki teknolojik kabiliyetler ve yatırımlar artırılacaktır”.
“Milli uzay programı çerçevesinde” uydu geliştirip ve pazarlanacağı, “nano ve mikro uydu ile mega takım uydu gibi yeni teknolojik alanlarda Ar-Ge ve ürün geliştirme çalışmaları gerçekleştirilece”ği belirtiliyor.
“Yerli ve millî gözlem uydusu İMECE’nin savunma, afet yönetimi, çevre, şehircilik, tarım ve ormancılık gibi alanlarda etkin şekilde kullanımı sağlanacak”tır.
“Ulusal siber savunma ve siber caydırıcılık yeteneğinin artırılması”nın sağlanacağına yer veriliyor.
Bütün bunlar aslında Türk burjuvazisinin ileriye dönük olarak belirlediği hedeflere varmak için gerekli, zorunlu adımlar. Ne ölçüde gerçekleştirileceğini göreceğiz.
“İş ve Yatırım Ortamı” bölümünde, “bürokratik ve hukuki öngörülebilirliğin güçlendirilerek ekonominin daha rekabetçi bir yapıya kavuşturulması, istihdamın, ihracatın ve üretimin artırılması”nın temel amaç olduğu konuluyor. Şirket kurma ve tasfiye işleri kolaylaştırılacak, bürokrasinin azaltılıp işlemler hızlandırılacak ve işlem maliyetleri düşürülecek, “özel kesim yatırımlarının desteklenmesi sağlanacak”tır.
“Politika ve Tedbirler” olarak ilkönce “Yargıda ihtisaslaşmanın geliştirilmesi” söz konusu ediliyor: “Alternatif uyuşmazlık çözüm yollarının”, “İcra ve iflas sisteminin etkinliği” arttırılacak, “Yargılama süreçleri etkinleştirile”cek, “Tahkim mekanizması… daha fazla kullanıl”acaktır.
Fikri mülkiyet sistemi geliştirilecek, “Uluslararası ölçekte yatırım yapan Türk şirketlerinin korunması”na “yönelik aktif bir diplomasi izlenecektir”.
“…başta organize sanayi bölgeleri ve endüstri bölgeleri olmak üzere planlı sanayi alanları genişletilecektir”.
“başta imalat sanayiinde öncelikli sektörler olmak üzere yatırımlar için Hazine taşınmazlarının ekonomiye kazandırılması sağlanacaktır”.
“Yurt dışındaki Türk araştırmacıların ulusal projelere dâhil olmaları ve Türkiye’de girişim kurmaları teşvik edilecektir”.
“Sürdürülebilir büyümeyi desteklemek amacıyla ihracata yönelik katma değeri yüksek yatırımlara yönelik faaliyetlerde finansmana erişim koşulları iyileştirilecektir”.
“Özel bankaların, yatırımları daha fazla desteklemeleri özendirilecektir”.
OVP’nin sonuna bazı ekler konulmuştur. Bu eklerde günümüz ve yakın gelecek ile ilgili veriler ve tahminler yer aldığı için bunlara da kısaca değinelim:
EK 1’de “Makroekonomi ve Kamu Maliyesine İlişkin Temel Göstergeler ve Hedefler” başlığı altında bir dizi veri yer alıyor.
Tablo 1.1’de “Temel Ekonomik Büyüklükler”e yer verilmiştir. Buna göre;
2022 yılında cari fiyatlarla 15 trilyon (sayılar yuvarlatıldı) olan GSYH’nın 2023 yılında 25,5 trilyon olacağı, program sonu olan 2026’da 63 trilyona yükseleceği tahmin edilmiştir. Dolar cinsinden sırasıyla 906 milyar olan GSYH’nın 2023 yılında trilyon sınırını aşacağı, 2026’da ise 1,3 trilyon olacağı öngörülmüştür.
Yıllar önce Cumhuriyet’in 100.yılı için hedefe konulan 2 trilyon doların ne denli gerisinde kalındığı görülüyor. 100. yıl konuşmalarında bunun lafı bile edilmedi, edilemedi. Burada yapılan konuşmalarda, başkaları yanında “halkımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz” vurgusu ön plandaydı. Yüzüncü yıl hedefi gibi bu da enflasyona bağlı olarak ezilmişliği katmerlenen halka yapılan bir algı operasyonunun ötesine geçemeyecek.
Dolar cinsinden kişi başı GSYH 2022 için 10.659 olarak verilmiş ve bu tutarın düzenli artış göstererek program sonunda 14.855 dolara yükseleceği öngörülmüştür.
Bu gerçekleştirilebilirse T.C. tarihinde en yüksek tutara ulaşılmış olacak. Bu veriler ama kur vb. konusundaki hedeflerin tutturulması ile olanaklıdır. 2026 için ortalama dolar kurunun 48,5 TL civarında olacağı varsayılmış. Enflasyonist ortamda bu ne denli gerçekleştirilebilir göreceğiz. 2023 için kurun baskılanabildiği, buna bağlı ortalama kurun ve GSYH’nın son OVP’de öngörüldüğü gibi aşağı yukarı gerçekleştirilebildiğini belirtelim. Bunun ama yıllar önce 100. yıl için hedefe konan tutarla ilgisi olmadığı açık; hedefin yarısında kalındığını gösteriyor sayısal veriler.
Kişi başı GSYH’nın artması ile tüm toplum kesimlerinin refaha kavuşacağı izlenimi yaratılmaktadır burjuvazi tarafından. Oysa kapitalist sistemde olan şey, toplumdaki iki ana kesim olan burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki gelir farkının giderek artması, aradaki uçurumun açılmasından başkası değildir. Bu nedenle bizzat burjuvazinin planlarında “gelir adaletinin sağlanması” sürekli söz konusu edilir. Buna karşın planlarda yer verilen bu gereklilik yerine getirilmez ve sözüm ona bu amaçla alınan önlemler sonuçsuz kalır ve gelişme hep ters yönde olur. TÜİK verileri bu konudaki gelişmeyi açık-seçik ortaya koyar: 2016 ile 2022 sonu arasındaki veriler (“Gelir Yöntemiyle GSYH Bileşenlerinin Gayri Safi Katma Değerdeki Payı – Cari Fiyatlarla Milyar TL–”) dönem boyunca “İşgücü Ödemeleri”nin 17,5 kat (sayısal verilerden kendi hesaplamamız) artmış olmasına karşın, işletmelerin net gelirinin 35,4 kat arttığını gösteriyor. Buna bağlı olarak emeğin payı yüzde olarak 40,5’ten 26,5’e gerilerken, sermayenin payı 41,1’den 54,5’e yükselmiştir.
Enflasyon etkilerinden arındırılmış (bu “Zincirlenmiş hacim endeksi yüzde değişim” diye adlandırılıyor ve daha sağlıklı veri sağlandığı söyleniyor) olarak hesaplanan GSYH büyüme oranının 2022 yılında 5,5 gibi görece yüksek bir orandan, 2024’te 4’e geriledikten sonra 2026 yılında 5 olacağı öngörülmüş.
Yine enflasyon etkisinden arındırılmış olarak hesaplanan “Toplam Sabit Sermaye Yatırımı” oranı 2022’de 1,3 iken, bu oran 2023’te 5,5 ile zirve yaptıktan ve devam eden yıllarda bir miktar düştükten sonra 2026 yılında 4,7 olacağı öngörülmüştür. Burada 2022 ve 2023 yıllarında kamu sektörü başı çekerken, sonraki yıllarda ağırlıklı olarak özel sektör yatırımlarının belirleyiciliği görülmektedir. Değişik nedenlere bağlı olarak ekonominin dar boğazda olduğu dönemde kamu yatırımlarının kurtarıcı rol üstlendiği anlaşılıyor.
Toplam Yurtiçi Tasarruf / GSYH oranına bakıldığında, bunun 5 yıl süresinde yüzde 30’lar düzeyinde olduğu görülüyor. Bir ara yüzde 20’lerin altına inen bu oranın şimdi verilen yüzdesi ciddi bir orandır. Bu yeni orana, yeni hesaplama yöntemiyle ulaşıldığı anlaşılıyor. Yine tablodan, tasarrufun hemen tümünün özel kesimden kaynaklandığı görülüyor.
Yatırımların, toplam tasarrufun üzerinden yapıldığı görülüyor ve burada kamunun belirleyici durumda olduğu anlaşılıyor. Bu fark borçlanarak kapatılıyor doğal olarak.
Tabloda yer alan “Toplam Nihai Yurtiçi Talep” verilerinden, bunun 2022 ve 2023 için yüksek olduğu (12,5 ve 9,2), sonraki dönemde (OVP döneminde) 3,6 ile 4,4 arasında değiştiği görülüyor. Bu, enflasyonu dizginlemek amacıyla alınan talebi azaltıcı önlemlerin devrede olacağını gösteriyor.
Tabloda son olarak “Net İhracatın Büyümeye Katkısı” katkısı oran olarak verilmiş. 2023’te ihracatın olumsuz etki yapacağı (-2,9) görülüyor. Bu yıl için ihracatın yerinde sayacağının varsayıldığını yukarıda belirtmiştik. Gerçekleşme, gelişmeye bakılırsa, bu varsayımdan daha iyi olacak gibi görülüyor. Sonraki izleyen 2 yılda ise ihracatın büyümeye sırasıyla 0,2 ile 0,7 oranında bir etkisi olacağının varsayıldığı görülüyor.
Ek-2’de “Merkezi Yönetim Bütçesi” ele alınıyor. 2024 yılı bütçe teklifi ile ilgili veriler hemen önümüzdeki yıla ilişkin olduğu için buraya aldık. Bu bütçe TBMM’de tartışıldıktan sonra kabul edilecek.
Bütçe toplamının 11 trilyonu aştığı (2024 yılı için öngörülen ortalama dolar kuru ile 300 milyar dolar) görülüyor.
Bütçeden 10,2 trilyon kadarı kamu idarelerine ayrılmıştır. Toplam 41 kamu idaresinden bütçeden en çok pay alan 15’ine 9.293,7 milyar TL ayrılmıştır. Bütçe harcamalarının yüzde 93’ü bu kurumlara gidiyor.
Bu 15 kurumun alacağı ödenekler şöyle:
4.224,4 milyar Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ayrılmıştır. Bunun 1.254 milyarı faiz giderleridir. Faiz ödemesi için ayrılan ödenek bütçenin yüzde 12’si kadardır. Faize çoook karşı olan RTE hükümetinin teklifi böyle. Parasını devlete borç vererek “değerlendiren” yerli / yabancı burjuvalar açısından iyi bir gelir kaynağıdır bu faiz ödemeleri.
Ödeneğin büyüklüğüne göre sırasıyla 1.090,2 milyar Milli Eğitim Bakanlığı’na, 730,5 milyar Sağlık Bakanlığı’na, 671,3 milyar Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’na, 625,8 milyar Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na, 440,5 milyar Milli Savunma Bakanlığı’na, 305,5 milyar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, 271,7 milyar Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na, 217 milyar (215,2 milyar yedek ödenek) Strateji ve Bütçe Başkanlığı’na, 191 milyar Adalet Bakanlığı’na, 189,7 milyar Jandarma Genel Komutanlığı’na, 171 milyar Gençlik ve Spor Bakanlığı’na, 152,6 milyar Tarım ve Orman Bakanlığı’na, 107,1 milyar Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na, 76,3 milyar İçişleri Bakanlığı’na ayrılmış durumdadır.
1 trilyon üzerinde bir kaynak burjuva sisteminin güvenliği için ayrılmıştır.
Dikkat çekici kalem olarak eski bütçelerde görece çok düşük olan “Afet İşleri” için yüklüce bir kaynak ayrılmış olmasıdır. Acilen toparlanması gereken yerleşim birimleri olduğunda bunun bir zorunluluk olduğu anlaşılır bir şey.
“Özel Bütçeli İdareler” için 865,5 milyar TL’lik ödenek ayrıldığı görülüyor. Ödeneğin yarıdan fazlasının ayrıldığı 4 kurum sırasıyla Karayolları Genel Müdürlüğü (267 milyar), Devlet Su İşleri (123,5 milyar), TÜBİTAK (32 milyar) ve Orman Genel Müdürlüğü’dür (27,7 milyar).
Sonuç olarak;
Dikkat edileceği ve görüleceği üzere OVP’de tüm yaklaşım burjuvazinin sınıf çıkarları üzerine kuruludur. Planın konularını oluşturan alanlara –finansal istikrar, ödemeler dengesi, büyüme, iş ve yatırım ortamı vb.ne– bakın, tüm buralardaki sorunlara burjuvazinin çıkarları açısından yaklaşıldığını görürsünüz.
İşçi sınıfını ve dar gelirli ücretlileri bir nebze ilgilendirir gibi görünen fiyat istikrarı, istihdam gibi alanlar bile burjuvazinin çıkarlarının bir yan çıktısı olarak ele alınır.
Fiyat istikrarı sağlandığında burjuvazinin işlerini daha sorunsuz sürdürülebileceği egemen olan anlayıştır. Fiyat istikrarı ile amaçlanan esas olarak budur ama bu bile “halkımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz” gibi yutturulmaya çalışılır.
Kapitalist mantık, özel sermayenin yatırımları ile yeni iş alanları açması ve böylece sermayesini büyütmesi biçiminde işler. Kamusal tabir edilen alanda yapılan işler, esas olarak, buna hizmet eden sistemin işleyişinin düzenlenmesi ve kamu yatırımları ile özel sermayenin desteklenmesinden ibarettir. Büyümenin böyle bir yolla gerçekleştirilebileceği ve buna bağlı örneğin işsizliğin azaltılabileceği temel anlayışı ile hareket edilir.
Burjuvazinin çıkarlarınca belirlenen bu anlayışla yoksul emekçilerin hiçbir sorununun çözülmeyeceği açıktır; kapitalizm tarihinin ortaya koyduğu gerçekler de bunu pratik olarak kanıtlar. Bu sistem sürdüğü müddetçe onlar açısından sömürü öznesi olmaktan kurtulmak olanağı yoktur.
OVP’de söz konusu edilen ve kapitalist sistemin karakterinden kaynaklanan sorunlardan hiçbirinin olmadığı bir düzen mümkündür!
Ve bunun yolu, işçi sınıfının ve onun önderliğinde yoksul emekçilerin devrimi ile bu sömürü düzeninin
alaşağı edilip tarihin çöplüğüne gönderilmesinden geçer.
Ekim 2023