2021 Eylül ayında cumhurbaşkanlığına bağlı “Strateji ve Bütçe Başkanlığı” (SBB) ile Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından yeni bir Orta Vadeli Program (OVP) yayımlandı ve daha sonra 2022 bütçesi aralık ayında meclise sunulmak üzere hazırlandı.
Konuyla ilgili önceki yazılarımızda Orta Vadeli Programların ve bu programlar ışığında hazırlanan yıllık devlet bütçelerinin gerekçelerini ve işlevlerini ortaya koymuştuk. Sistem aynı kaldığı koşullarda, yeni hazırlanan program ve bütçelerin, sınıf karakteri açısından yansıttıklarında bir değişiklik olmayacağı açıktır; öz itibariyle her şey olduğu gibi yerli yerinde kalır. Kapitalist sistemde egemen sınıf burjuvazinin çıkarlarına uygun hazırlanır bu program ve bütçeler. Ancak bunlar kendi içinde özsel olmayan, konjonktüre ve burjuvazi içinde o gün öne çıkan kliğin gereksinimlerine bağlı farklılıklar barındırabilir. Bu farklılıkların ne olduğu ve ne anlama geldiğine de bakılmalıdır elbette.
Yine daha önceki yazılarda, kapitalizm koşullarında yapılan plan ve bütçelerin gerçekleşmesinde, sistemin çelişkilerinden kaynaklanan sapmaların kaçınılmazlığı üzerinde durmuştuk. KK-T somutunda bu öyle bir durum sunmaktaydı ki, üç yıllık hazırlanan planların ilk yıl içinde uygulanamaz olduğu görülüp yeni üç yıllık programlar hazırlanmak durumuyla karşı karşıya kalınıyordu. Bu pratikte üç yıllık programın bir yıllık olması gibi bir sonuç ortaya çıkarıyor, OVP kavramını anlamsız duruma getiriyordu. Son OVP’yi hazırlayanlar da artık bunun farkına varmış olmalılar ki, OVP’nin hemen başında, giriş bölümünde programın “…her sene, üç yıllık perspektifle hazırlan”dığı söylenmektedir. Üç yıllık perspektifle hazırlanıyor ise her yıl hazırlanmasına ne gerek var? Perspektifin fazla işe yaramadığı görülüyor.
Gerçekler karşısında eriyen beklenti ve planlar
İşin böyle yapılması ve yapılmak zorunda kalınması, herhâlde bugünkü şartlarda Türkiye’de yapılan OVP’lerin uygulanma olasılıklarının düşük olduğunun itirafıdır.
Genelde kapitalist sistemde hüküm sürmekte olan üretim karmaşası, planların suya düşmesinin başlıca nedenidir. Kapitalizmin emperyalizm aşaması, çelişkilerin ülkeler bazında kalmayıp tüm dünyaya yayılması durumunu ortaya çıkartmıştır. Emperyalist dünya sistemindeki çelişkilerin tek tek ülkelere yansıması da karmaşayı arttıran önemli bir etkendir. Tek tek ülkelerin özgünlükleri de OVP’lardaki sapmaların büyüklüğünde rol oynamaktadır.
Olgu şu: Türkiye’de OVP üç yıllık plandır ama her sene hazırlanmaktadır ve bu onu aslında yıllık program biçimine sokmaktadır. Burjuva hükümetler –burada tabii AKP/RTE hükümeti söz konusudur– herhâlde işler yolunda giderse aynı planla yola devam edilebileceğini düşünüyor olmalıdır. Diğer yandan hükümet, OVP’den sapmalara neden olan sorunlarla başa çıkabilmenin ve duruma zamanında müdahale edebilmenin kaygısı içindedir. Çünkü işlerin istediği gibi gitmemesi hükümet ve siyasi iktidar açısından bir var olma, varlığını sürdürebilme meselesidir aynı zamanda.
Sistemin özünde var olan üretim karmaşası ve bunun ortaya çıkardığı sonuç ve sorunlar, sistemin yöneticilerini de şaşkınlığa sürükler çoğu zaman. Sistemin farklı yönetici kurumları –bunlar aynı devletin kurumları olduğu kadar bir ve aynı hükümetin yönetimindeki kurumlardır– sıklıkla birbiriyle çelişir duruma düşmektedir.
Örneğin OVP’de 2021 yıl sonu enflasyonu yüzde 16,4 olarak öngörülürken aynı oran bir ay önce yayımlanan Merkez Bankası (MB) Enflasyon Raporunda yüzde 14,1 olarak verilmiştir. Tabii her iki oran da pratikte tutmadı ve TÜİK 2021 yıl sonu enflasyonunu yüzde 36,08 (bir önceki yılın aralık ayına göre; 2021 yılı ortalaması yüzde 19,6) olarak açıkladı.
MB 2021 yılı için “yılın geri kalanında cari dengenin fazla vereceğini…” söylerken, OVP yılın ikinci yarısında 7 milyar dolar açık beklemektedir. Yine MB’nin enflasyon oranı tahmini 2023 yılı için yüzde 5 iken OVP’ninki yüzde 8’dir. Sanki bu tahminler iki farklı ülke, iki farklı ekonomi için yapılmıştır.
Dünya ve Türkiye ekonomisindeki gelişmeler
Son OVP’de ilk bölüm “dünya ve Türkiye ekonomisindeki gelişmeler” başlığını taşıyor. Dünyadaki ekonomik gelişmeler, Covid-19 salgınının etkilerine bağlı olarak inceleniyor. Orta vadeli olarak ve sistem içinde bakıldığında başka türlüsü de olamazdı zaten; salgının üretim sürecini önemli ölçüde olumsuz etkilediği ortada. Bilindiği gibi 2020 yılında dünya ekonomisinde –tek tek ülkeler arasında ve ülke kategorileri arasında farklarla birlikte– bir gerilemenin olduğu, 2021 yılında ise –yine farklarla birlikte– düzelmenin yaşandığı saptanıyor.
Burada KK-T’yi de yakından ilgilendiren bir sorun üzerinde duruluyor: Uluslararası fon hareketlerinin izlediği seyir. Buna göre;
“Salgının neden olduğu yüksek belirsizlik küresel risk iştahının azalmasına ve gelişmekte olan ülke piyasalarından 2008 Küresel Finansal Kriz dönemini dahi geride bırakan portföy çıkışlarına neden olmuştur. Salgın koşullarının nispeten normalleşmesiyle çıkan fonların bir kısmı geri dönmüş olsa da salgına bağlı belirsizliklerin sürmesi ve gelişmiş ülke para politikalarında normalleşme takviminin belirginleşmemesi portföy hareketlerinin dalgalı bir seyir izlemesine neden olmaktadır. Bu durum gelişmekte olan ülke finansal piyasaları ve kurlarında oynaklığı artırmaktadır”.
AKP/RTE takımının “bize operasyon yapılıyor” dedikleri, aslında kendilerinin de burada doğru olarak tespit ettikleri durumdur. Bunun operasyondan çok dünya ekonomik konjonktürü ile ilgili olduğu görülüyor. Ve görüldüğü gibi KK-T gibi değişik nedenlerle sürekli yabancı para girişine gereksinim duyan ülkelerde olumsuz sonuçları oluyor bunun.
Ekonomik açıdan bakıldığında, ekonominin tümüyle rayından çıkmaması ve istim üzerinde kalması amacıyla para musluklarının açılması, diğerleri yanında başka bir sorun daha ortaya çıkarmıştır: Borçlanmada hızlı bir artış. Şöyle deniyor:
“…salgınla birlikte hane halkı ve finansal olmayan şirketlerin borçlanması artarken, salgınla mücadele ve salgının farklı kesimler üzerindeki etkisini azaltmaya yönelik tedbirler kamu kesimi üzerindeki mali yükleri artırmıştır. Uluslararası Finans Enstitüsünün verilerine göre 2021 yılının ilk çeyreği itibarıyla küresel borç stoku 289 trilyon dolar olurken, borç stokunun küresel hasılaya oranı yüzde 360 düzeyinde gerçekleşmiştir”.
Ortaya çıkan sorun, borçlanma yöntemi ile aşılmaya çalışılıyor; başka türlüsü de olmuyor kapitalizm koşullarında. Bunun izleyen dönemde ortaya çıkardığı ve çıkaracağı sonuçları vardır. Örneğin para basıp, piyasaya pompalamak ve bu yolla sorunları hafifletmeye çalışmak biçimindeki geçici önlemler, devamında en azından yüksek enflasyon olgusunu gündeme getirecektir.
“Büyüme”
“Türkiye ekonomisi” alt bölümünde ilk olarak “büyüme” üzerinde duruluyor. 2020 ikinci çeyreğinde ciddi bir daralma yaşandığı, alınan önlemler ve verilen çok yönlü desteklerle toparlanmanın içine girildiği konuluyor. İkinci yarıda ekonominin büyüdüğü, sektör itibariyle yüzdeler verilerek anlatılıyor; büyümenin lokomotifi sanayi olmuştur. Verileri doğru varsaydığımızda, büyüme lokomotifinin sanayi olması sistem açısından görece iyi bir durumdur kuşkusuz; mamul ürünler için iç ve dış pazar bulunabildiğinin göstergesidir bu.
Büyümeye harcamalar yönünden bakıldığında, burada da olumlu gelişme olduğu saptanıyor: “…salgın döneminde ertelenen talebin büyümeye olumlu yansıdığı görülmüştür.” 2020 yılının ikinci yarısında toplam tüketim yüzde 7,1 oranında, toplam sabit sermaye yatırım harcamaları ise makine teçhizat yatırımlarının etkisiyle yüzde 16,8 oranında artmıştır. Sabit sermaye yatırımlarının da artış eğiliminde olması yine sistem açısından olumlu gelişmedir.
Devamında 2021 yılı birinci ve ikinci çeyreğinde, buna bağlı olarak ilk yarıdaki gelişmeler, sektörler bazında ele alınıyor. Burada yüksek büyüme hızları söz konusu ve bunun baz etkisiyle –öncesinde “ertelenen talep” söz konusudur– olduğu da kabul ediliyor. Önceki OVP’de (Yeni Ekonomik Program-YEP 2021-2023) 2021 yılı için yapılan büyüme tahmininin (%5,8 idi) üzerine çıkılarak yüzde 9 civarı büyümenin yakalanacağı söyleniyor.
Gelinen yerde bunun %10’nun biraz üzerinde olacağı beklentisi var.
Ödemeler dengesi
Ödemeler dengesi açısından ihracat, ithalat ve diğer döviz getirici sektörler incelenerek durum sergileniyor.
2020 ihracatı, YEP’in öngörüsünün üzerinde 169,6 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Bir önceki yıl 180,7 milyar olan dış satım tutarına göre bu bir azalma anlamına geliyor. 2021 yılı ihracat tutarı ilk açıklamalara göre, yine 211 milyar olan beklentinin üzerinde 225,4 milyar dolar oldu. Bu, önceki yıla göre üçte bir oranında, büyük bir artış. Hükümet/RTE, “şahlanma” hikâyesine daha uygun olduğu için bunu öne çıkarıyor. Oysa burada baz etkisinin büyük rolü var. İki yıl içinde olan toplam artışa baktığımızda örneğin, iki yıllık artış 44,7 milyar ve yüzde olarak 24,7’dir. Yıllık ortalama yüzde 12,3’lük artış da önemli bir artıştır ama hükümet şahlanma için son yılki artışı daha uygun görmüştür.
İthalatta da benzer bir eğilim gözleniyor. 2020 yılı için dış alım YEP beklentilerinden bu defa daha büyük oranda sapma ile 219,5 milyar dolar olarak gerçekleşmiş, pandemiye bağlı turizm gelirlerindeki düşüşle birlikte cari açık ve bu açığın GSYH’ya oranı beklentilerin üzerinde artmıştır. OVP’ye göre ithalatta 2021 yılı için ihracattaki artış oranına yakın bir yükselme (258 milyar dolar) beklenmekteydi, ama artış bu beklentiyi aşmış, 271,3 milyar dolara ulaşmıştır. Son tutarla ilgili açıklama yapan RTE yine bir önceki yıl ile kıyas yaparak dış ticaret açığının azaldığını söylemektedir. Oysa 2021 yılındaki dış ticaret açığı 2019 yılındakinden yüzde 55,4 fazladır.
Sonuçta 2021 yılına baktığımızda KK-T tarihinde ilk defa 500 milyar dolara yakın bir dış ticaret hacmi ile karşılaşıyoruz. Bu, dış ticaretin GSMH’ya oranının yükseldiği, dış pazarların giderek öneminin arttığı anlamına geliyor. Bu, kurtlar sofrasından pay kapma becerisi gösterebilmenin de bir işareti.
Öte yandan bu artış, bir anlamda işlerin kötü gitmediği anlamına da geliyor. Ama kim için? Enflasyon baskısı altında giderek yoksullaşan, ezilen ücretli ve emekçi kesim için değil tabii. Tüm göstergeler sürecin onlar aleyhine işlediğini gözler önüne seriyor. Onlar kaybedenler. Her zaman kazanan konumunda olanlar ise enflasyon yolu ile sömürü oranını arttıran sermayedarlar. Nitekim TÜİK verileri de bunu göstermektedir (TÜİK Dönemsel GSYİH, II. Çeyrek: Nisan-Haziran 2021). Buna göre işçilerin 2021 yılı ilk çeyreğinde milli gelirden aldığı pay %35,5 iken, ikinci çeyrekte %32,9’a düşmüş; sermaye sahiplerinin kâr payı ise %45,7’den %49,8’e yükselmiştir.
Tabii kapitalizmin karakterine uygun olarak bu süreçte işletme sermayelerini yitirip zor duruma düşen patronlar da var. Bunlar işletmelerini haraç mezat satmak zorunda kalıyorlar; sermaye el değiştiriyor.
İhracattaki artışın hangi yollarla gerçekleştirildiğine ve bunun sürdürülebilir olup olmadığına bakalım.
İlkin hemen tüm dünya pazarlarında 2020 pandemi koşullarındaki gerileme sonrası 2021 yılında bir talep artışı yaşanmıştır. İkincisi gerek hammadde gerekse mamul madde fiyatlarında artışlar olmuştur. Bu artışlardan, dış satım yapan burjuva kesimleri yarar sağlamıştır. Bunlara TL’nin devalüe edilmesi sonucu rekabet gücünün artması da eklenince, bu artış olanaklı duruma gelmiştir.
Ancak ihracat ortalama üçte ikilik oranla ithalata bağımlı olduğu için, TL’nin devalüe edilmesi ile pahalılaşan ithal girdiler olumsuz, enflasyonu körükleyici rol oynamaktadır. TÜİK verilerine göre 2021’in 8. ayında yıllık ara malı maliyet artışı hızlı biçimde yükselerek %54,7; imalat maliyetleri ise %45,4 oranında artmıştır. Buna karşın yıllık kur artışı %15 düzeyinde kalarak, daha önce yakalanmış olan kur avantajının yitirildiği görülmüştür. Sonbaharda faiz oyunları ile döviz kurlarının arttırılması, başka bir deyişle TL’ye değer yitirilmesinin ardında büyük olasılıkla bu gerçek yatmaktadır. Süreç içinde ara mal üretiminde ithal ikameci biçimde yurtiçinden karşılanma oranının arttırılması hedeflenmektedir. Bu ama yurtiçinde üretilen ürünün, ithal edilene kıyasla, en azından aynı kalite ve fiyatla piyasaya sunulabilmesi ile mümkündür. Bu nedenle TL çok değerli duruma gelmemelidir.
2021 yılı ihracatında neredeyse 2022 yılı hedefine ulaşılmış olması karşısında RTE hedefi revize ettiklerini ve yeni hedefin 250 milyar dolar olduğunu açıkladı. Bu, OVP’de öngörülen %9,4’lük artışın da üzerinde bir tutar; burada yine her kafadan ayrı ses çıkması söz konusudur. Aslında artışın OVP’de öngörülen oranın altında kalması olasılığı da var; özellikle bu, TL’deki değer kaybının durdurulabildiği koşulda geçerli. Eğer kur oyunları ile TL düşük tutularak ya da en azından değeri enflasyon oranında düşürülerek ihracat desteklenmezse hedefe ulaşmak zor olacaktır. Enflasyonda artış yaşanacağı şimdiden görüldüğüne göre ihraç mallarının pahalı duruma gelmemesi için TL’nin değerinin yine düşürülmesi gerekecektir. Bu durumda şimdi yapılan dövizde istikrar kazanıldı gibi açıklamaların yerinde olmadığı ve hedefle çeliştiği görülmektedir.
İhracattan elde edilen gelirin arttırılmasının bir yolu da –ve belki en önemlisi– teknoloji yoğun ürünlerin payını arttırmaktır. Bu alanda ciddi uğraş verilmekte olduğu görülüyor. Özellikle silah sanayinde bunu açık görüyoruz.
İstihdam
“İstihdam” ile ilgili bölümde, işgücüne katılım, istihdam ve işsizlik oranları ile ilgili veriler ve tahminler yer alıyor. 2020 genelinde istihdam 1 milyon 268 bin kişi azalmıştır ama işsizlik oranı da 0,5 puan azalmıştır.
İstihdam azalınca işsizlik azalır mı, tersi olması gerekmez mi?
Şöyle bir hokkabazlıkla sorun “çözülüyor”: Salgın nedeniyle işgücüne katılım azalmıştır.
Bu mantığı önceki uygulamalardan tanıyoruz; İŞKUR aracılığıyla iş bulmaktan umudunu kesmiş ve iş aramak için bu kurumu bir süreliğine devre dışı bırakmış kişi artık işsiz sayılmıyor, işgücüne katılmak istemeyen kişi sayılıyor. Yaklaşım böyle olduğu koşulda, bu alandaki tüm istatistiksel veriler güvenilirliğini yitiriyor. 2021 yılında işsizlik oranının yüzde 12,6 olarak gerçekleşmesi tahmin ediliyor ama yukarıda açıkladığımız hokkabazlığa dayanıyor bu tahmin.
Fiyat istikrarı
“Fiyat istikrarı” bölümünde YEP tarafından 2020 yılı sonu için yapılan TÜFE (Tüketici Fiyatları) tahminin (yüzde 10,5) üzerine çıkıldığı (yüzde 14,6) belirtiliyor. 2021 Ağustos ayı itibariyle bu oranın, alınan tedbirler sayesinde sadece yüzde 19,25’e yükseldiği söyleniyor. Bazı önlemlerin alındığını biliyoruz ama kâğıt üzerinde oranın fazla çıkmamasının başka nedeni de var. Bu oranların saptanmasında bilindiği üzere, geniş dar gelirli yığınları esas etkileyen tüketim kalemlerine oransal olarak az pay vererek ve tüketim kalem oranları keyfi biçimde seçilerek gerçek enflasyon oranı örtbas edilmek isteniyor.
Ayrıca bu yolla oranın düşük gösterilmesinin başka nedeni de olduğu görülüyor: Bu orana bağlı olarak yapılan ücret artışlarını baskılamak. Yıl sonu enflasyonunun TÜİK tarafından yüzde 36 gibi gerçekle ilgisi olmayan bir oranda düşük olarak açıklanması bile RTE tarafından yeterli görülmedi ve hoş karşılanmadı.
Öte yandan biz enflasyonun, başta işçiler olmak üzere emekçi dar gelirli toplum kesimleri üzerinde nasıl rol oynadığını biliyoruz: Bu kesimin gerçek gelirini düşürmek ve sömürü oranını arttırmak suretiyle patronlara daha çok kâr sağlamak.
Bankacılık sektörü
OVP’nin “Finansal istikrar” bölümünde bankacılık sektörünün ele alındığı yerde, bu sektörün ne denli sağlam olduğu, bankaların sermaye yeterlilik rasyosunun (Temmuz 2021’de %17,4) hem Basel kriterlerinin (% 8) hem de BDDK kriterlerinin (%12) çok üzerinde olması ile açıklanıyor. “Sermayenin kalitesinin bir ölçütü olarak kabul edilen çekirdek sermaye yeterliliği rasyosu yüzde 13,4 ile yasal oran olan yüzde 4,5’in çok üzerindedir.” Evet görece daha iyi bir durum var ama bu yine de işin pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeğini değiştirmez.
Sonrasında bu alanda alınan önlemler ve teşviklere yer veriliyor. Bu önlemlerle bankacılık sektörü, şoklara daha dayanıklı hâle gelmiştir ve bir yıl içinde vadesi dolacak dış borçlarını karşılayacak durumdadır. Salgın nedeniyle verilen teşviklerle yükselen kredi hacmindeki artış hızı, alınan sıkılaştırma önlemleriyle azaltılmıştır. Yine alınan önlemlerle düşürülen Tahsili Gecikmiş Alacaklar (TGA) oranının ise 2021 son çeyreğinde artması beklenmektedir.
Program dönemi boyunca bankacılık sektörüne etkide bulunması beklenen en önemli konular olarak finansal sektördeki dijitalleşme ve sürdürülebilirlik konusundaki uluslararası düzenlemeler sayılmaktadır. Sıfır karbon ekonomisine dönüşüm denilen süreçte Türk finans sektörünün, bu hedefe yönelik yapılacak işler için, uluslararası piyasalardan uygun koşullarda kaynak sağlama gibi bir beklenti içinde olduğu görülüyor. Burada dertleri insan ve çevre sağlığı vb. değil tabii! İşin ucunda para gözüktü mü hemen yeşilci olunuveriyor işte.
Sonuçta finansal sektör, yıllardan beri en çok kâr sağlayan sektör durumundadır. Süreç doğal olarak, bir taraftan banka sermayesine gereksinim duyan diğer sektörler ile değişik kredi biçimlerine gereksinim duyan milyonlarca dar gelirli aleyhine işliyor. Diğer taraftan ama büyüklü küçüklü (bu sonuncular esas olarak borsada banka hisselerine güçleri oranında yatırım yapan küçük birikim sahipleridir) banka sermaye sahipleri bu süreçte avantajlı konumda bulunuyor.
Şirketlerin likidite sağlaması için halka hisse senedi arz etmeleri, hisselerinin en az %20’sini arz edecek şirketlerin kurumlar vergisinde indirim yapılması gibi teşviklerle desteklenmeleri sonucu 2021 yılının ilk 8 ayında bunu ilk kez yapan şirketlerin kasalarına 15,2 milyar TL kaynak girmiştir. Burada amaç ve yapılan, şirkette söz hakkı büyük patronlarda kalmak koşuluyla küçük para sahiplerinin ellerinde bulunan parasal kaynağı kullanmaktır. Büyük şirketler/tekeller bunu uzun yıllardır yapıyorlar zaten. Şimdi geri kalanlar da verilen teşviklerle bu işin içine çekilmiş oluyor. Küçük yatırımcı da bu yolla sistemin parçası hâline getiriliyor ama bu süreçte küçümsenmeyecek bir bölümü elindekini de yitiriyor. Eh olacak o kadar; kapitalist sistem bu.
Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) katılımcı sayısı (Ağustos 2021 itibariyle) 7 milyona, fondaki para ise 174,4 milyar TL’ye ulaşmıştır. Bu işin “gönüllülük esasına dayalı” bölümüyle ilgili böyle. Bilindiği gibi zorla katılan kesim de (buna “otomatik katılım” deniyor) var ve bunların sayısı 6 milyon ücretli insan; 14,3 milyar da bunlardan kesilmiş ve toplam fon büyüklüğü 188,6 milyara ulaşmıştır. Önümüzdeki dönemde alınacak önlemlerle fon tutarının daha da artacağı beklenmekte olduğu belirtiliyor. Bunlar övünülerek anlatılıyor OVP’de ama, buradan beklenen yarar nedir sorusuna verilecek yanıt önemlidir. Fonda toplanan paranın önemli bölümü uzun vadelidir. Uzun vadeli olması %30’a varan devlet katkısı ile desteklenmektedir. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez misali bir uygulamadır bu. Bu süre içinde fondaki para bir yerlerde “değerlendirilecektir” doğal olarak. Bunun son kertede burjuvaziye ucuz kaynak olacağından emin olabilirsiniz. Kapitalizmde başka türlü işlemiyor bu işler. Diğer taraftan ücretliye, emekliliğinde fondan alacağa pay ile daha rahat bir yaşam sürme vaadinde bulunuluyor. Önce emekliyi açlığa mahkûm et –övünülerek emekli maaşı alt sınırı 2.500 TL’ye çıkarıldığı açıklanıyor ama bu açlık sınırının çok altında bir tutar–, sonra böyle araçlar geliştirip bunu çekici hâle getir; sistemin mantığı bu.
Hane halkı borçları
KK-T’de hane halkı borçlanma oranı ne durumdadır? Bu konuda şu bilgiler var OVP’de: “Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) veri tabanına göre 2020 yılında Türkiye’de hane halkı borcunun GSYH’ya oranı bir önceki yıla göre 2,9 puan artarak yüzde 17,5’e yükselmiştir. Aynı dönemde gelişmekte olan ülkelerin ağırlıklı ortalaması 8,5 puan artışla yüzde 53,9’a ulaşmıştır. Ayrıca döviz cinsinden veya dövize endeksli kredi kullanma imkânının olmaması nedeniyle hane halkının kur riski bulunmamaktadır.” Yani “iyisiniz iyi, nankörlük etmeyin” demeye getiriliyor.
Bu arada gelişmiş ekonomilerde hane halkı borçlanma oranı yüzde yüzün üzerindedir; tüketim bu yolla teşvik ediliyor zaten. KK-T’de oranın düşük olması, diğer ülkelerdeki duruma kıyasla iyi olarak yorumlanıyor. Hane halkı borçluluk oranı görece düşük ama TGA (Tahsili Gecikmiş Alacaklar) oranı yükseliyor. Demek ki borçlular borcunu ödeyemez duruma düşüyorlar. Borçluluğun yapısı da önemli oluyor burada. Düzenli iş ve gelir sahibi bir kişinin gelirine uygun bir biçimde taksitli alışveriş yaparak borçlanması bir borçlanma tipi, yaşamını sürdürebilmek amacıyla borçlanmak ve borcu borçla kapatmaya çalışmak başka bir borçlanma biçimi. Bu son biçim giderek yaygınlaşmış gibi görünüyor. Bu durumda TGA oranı artacak gibi duruyor ve OVP bu duruma da gönderme yapmış oluyor.
“2020 sonunda BIS’e göre Türkiye’nin reel sektör borcunun GSYH’ya oranı bir önceki yıla göre 7 puan artarak yüzde 72,1 olmuştur. Çin hariç gelişmekte olan ülke ortalaması ise aynı dönemde 13,4 puan artarak yüzde 74,1 olmuştur. Diğer taraftan, ülkemiz reel sektör firmalarının kısa vadeli döviz pozisyonu fazlası 2021 yılı haziran ayı itibarıyla 58,4 milyar dolar olup bir yıllık vadede kur riski bulunmamaktadır.”
Yani reel sektörün de bu açıdan durumu kötü değildir denmektedir. Bunlar göreceli ve genel kavramlar, ülke ortalamaları alınıyor ve bu ortalamalar kıyas konusu yapılıyor. Evet diğer gelişmekte olan ülke ekonomileri ile bu açıdan önemli bir fark yok, ama sonuçta tümünün durumu biraz daha kötüleşmiş işte. Borçlanma, borçlanabilme konusunda tek tek ülkelerdeki farklı işletmeler arasında fark da bulunuyor tabii. Her işletme aynı koşullarla borçlanamıyor. Borç veren taraf olan finans sektörü hem en yüksek kârlılığı hedefliyor hem de kredinin geri dönüşünü garanti altına almaya çalışıyor. Büyük sermaye borç almada kural olarak daha avantajlı durumda; bunlar hem daha çok öz kaynağa hem de karar verici organlarla daha iyi ilişkilere sahip durumdalar. Son dönemde ise genel olarak, banka sermayesine gereksinim duyan tüm kesimlerden, işletme sermayelerinin aşındığı ve daha uygun koşullarda krediye erişim olanağı sağlanmasının elzem olduğu biçimde sızlanmalar duyuluyor. Buna nasıl bir “çözüm” bulunacağını göreceğiz.
Kamu maliyesi
“Kamu maliyesi” açısından görünümün incelendiği bölümde, 2020 yılı için yine salgın ve onun ortaya çıkardığı olumsuzluklar ve bunlara karşı alınan önlemler söz konusu ediliyor.
Sonuçta 2020 yılı için GSYH’ya oranla yüzde 1’in altında gibi düşük oranda şu değişiklikler gerçekleşmiştir: Merkezi yönetim bütçe gelirlerinde, harcamalarında ve sonuç olarak bütçe açığında artış olmuştur. 2019’a göre, genel devlet toplam gelirleri azalırken, genel devlet toplam harcamalarında artış yaşanmıştır. “Bu çerçevede, GSYH’ya oran olarak genel devlet açığı yüzde 3,9, genel devlet faiz dışı açığı ise yüzde 1,1 olarak gerçekleşmiştir”.
2020 yılı kamu kesimi borçlanmada, bir önceki yıla göre GSYH’ya oranla yüzde 3,9 düzeyinde artış gerçekleşmiş, AB tanımlı genel yönetim borç stoku oranı 7,1 puan artarak yüzde 39,8 seviyesine yükselmiştir.
2021 yılında merkezi yönetim bütçe gelir ve harcamalarının GSYH’ya oranla 1,2’şer puan azalması, bütçe açığının bir önceki yılla aynı seviyede kalarak yüzde 3,5, faiz dışı açığın ise yüzde 0,8 olarak gerçekleşmesi beklenmektedir. Bu son oranlar YEP’te beklenenlerden daha iyidir.
2021 yılında hem devlet toplam gelirlerinin hem de toplam harcamalarının GSYH’ya oranında azalma, yatırım harcamalarında ise artış beklenmektedir. Bu çerçevede, genel devlet açığının ve faiz dışı açığının GSYH’ya oranında iyileşme beklenmektedir. Borçlanma gereğinin GSYH’ya oranının yüzde olarak bir önceki yılla aynı kalacağı, AB tanımlı genel yönetim borç stokunun GSYH’ya oranının ise bir önceki yıla göre azalarak 36,6 olarak gerçekleşmesi beklenmektedir. Bu son oran, bir önceki yıldakinde olduğu gibi, Maastricht kriterlerinde belirlenen oranın altındadır. Kriterlerin, esas olarak içinde yer almış ülkeler için istikrar çıpası olarak konduğu AB’de çok sayıda devlet henüz bu oranı yakalayabilmiş değildir.
“Salgının ekonomik ve sosyal hayat üzerindeki olumsuz etkilerini sınırlandırmak amacıyla 2020 ve 2021 yıllarında…sağlanan desteklerin”… “ekonomik büyüklüğünün toplamda 734,2 milyar TL olacağı tahmin edilmektedir.” Bunun 133,6 milyar TL’si merkezi yönetim bütçesinden, 72,2 milyar TL’si İşsizlik Sigortası Fonu ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan karşılanacaktır. 528,5 milyar TL ise vergi, sosyal güvenlik primleri ve kredilerde yapılan erteleme, uygun koşullu kredi verme gibi teşviklerdir.
Daha önceki yazılarımızda da (“AKP Hükümetinin 2020 Yılı Ekonomik Paketleri, YDİ sayı 201) ortaya koyup, vurguladığımız gibi sağlanan bu destek esas olarak irili, ufaklı özel girişimciye gitmektedir. Dar gelirli emekçi kesime ise kırıntılar düşmektedir, o da düşerse tabii. Tabii yapılan bu desteğin kaynağı ücretli kesimin emeğinden başkası değildir.
Amaçlar/hedefler/gerçekler
Bunlar anlatıldıktan sonra “Temel Amaçlar” bölümüne geçiliyor. Burada ortaya konan amaçlar son yıllardaki plan ve programlarda yazılanlarla büyük oranda benzeşiyor. Amaçlar olarak yüksek katma değerli üretimden, nitelikli istihdam oluşturmaktan, “enflasyon ve cari açık yaratmayan, ağırlıklı olarak yurtiçi tasarruflar ve doğrudan yabancı yatırımlarla finanse edilen” bir büyüme yapısından söz ediliyor. Yatırımlar verimli alanlara yönlendirilecek ve ihracat önceliklenecektir.
Bunlar yıllardan beri söylenen ve bir bölümü kısmen gerçekleştirilmiş olan işler. Aynı yolda devam etmek isteği vurgulanmış oluyor.
Yeni diyebileceğimiz amaç, yeşil ve dijital dönüşümle ilgili olandır. Aslında burada da hiçbir şey yapılmamış değildir. Ama artık bir dönüşümden söz ediliyor. Doğal çevresi ile insan odaklı olmayan bu sistemde bunun olabilirliği üzerinde konuyla ilgili yazılarımızda duruyoruz. Burjuvazi açısından yeşil dönüşümle ilgili alanlar ne zaman kârlı duruma gelir ya da verilen teşviklerle bu duruma getirilirse, o zaman ağır aksak bir dönüşüm başlayabilir. Eski ve çevreye yük oluşturan alanların terkedilmesi ise bunların ekonomik ömürlerini tamamlamasına bağlı kılınır.
Son dönemde egemen sınıfın değişik örgütlerinin yayınlarında bu konuya özel önem verildiği görülüyor. Bu, birincisi bu alanda yapılan ve yapılacak yatırımların eskiye göre kârlı duruma gelmesi ve ikinci olarak dünya kapitalist sisteminin uluslararası örgütlerinin bu alandaki tavırlarının etkisi ile oluyor. Şimdi örneğin Avrupa Yeşil Mutabakatı var. Ve en azından ticari ilişkilerde Avrupa, Türk burjuvazisinden belli kurallara uymasını isteyecektir. “Yeşil Dönüşüm” ile ilgili bölümde “…başta ana ihracat pazarımız AB olmak üzere ülkelerin uygulayacağı yani (“yeni” olacak) politikalara göre sanayide ve ekonomi genelinde yeşil dönüşümün gerekliliği.” denilerek buna da değiniliyor.
Bunlar tabii hiçbir biçimde yeşil dönüşümün gerektiği gibi yapılacağı anlamına gelmiyor. Kapitalist ülkelerde sürecin nasıl işlediğini biliyoruz; yıllardan beri süren ve sürüncemede bırakılan işler nedeniyle dünyanın ekolojik açıdan geldiği nokta sır değil. Ayrıca Türk burjuvazisinin, uluslararası sözleşmelere ne denli sadık kaldığı, bunun gereklerini ne denli yerine getirdiği de görülüyor.
Bölümün devamında “gelir dağılımı adaletini gözeten bir büyüme yapısının tesis edilmesi”nden de söz ediliyor. “Laf olsun torba dolsun” türünden bir tümce bu. Bunun kapitalist sistem içinde mümkün olmadığını biliyor, söylüyoruz ve bizzat programı hazırlayanların pratikleri de bunu kanıtlıyor.
“Makroekonomik Hedefler ve Politikalar” başlığı altındaki 3. bölümde, amaçlanan işlerin nasıl hayata geçirileceği anlatılıyor. “Türkiye Ekonomisi” bölümünde anlatılanların önümüzdeki dönemde alması istenen biçim ile belli öngörülerin yer aldığı, hedeflere ulaşılması için alınan önlemlerin ne olduğuna ve hangi politikaların uygulanacağına yer verilen bölüm burası. Bu önlem ve politikalarda daha önceki yazılarımızda yer verdiğimiz, geçmiş programlarda yer alanlardan önemli bir fark yok. Ulaşılmak istenen hedefler bile benziyor. Ama bu hedeflere önümüzdeki dönemde de ulaşılabilir mi o başka. Gelişmeler bunun her alanda mümkün olmadığını gösteriyor. Öyle ki OVP’nin açıklanmasından birkaç ay sonra bu kendini gösterdi.
Örneğin OVP’de enflasyonun 2021 sonunda %16,2, 2022’de %9,8, 2023’te %8, 2024 yılında %7,6 olması bekleniyor. Oysa 2021 enflasyonu resmi verilere göre, beklenenin 2 katından fazla oldu. Yeni Hazine ve Maliye Bakanının ağzından enflasyonun ancak 2023 ortasında tek haneye ineceği tahminini duyduk. Ama bu da en iyi hâlde bir istek açıklamasıdır.
2021 yılında büyümenin –baz etkisi ile de– yüzde 9’luk bir zirve yapması ve sonraki 3 yılda yüzde 5-5,5 arasında bekleniyor. Bunlar her OVP’de yer alan ve ülkenin büyüme potansiyeline göre yapılan tahminler.
Tüm alanlarda böyle tahminler yer alıyor ve çoğunda dönem boyunca iyileşme olacağı öngörülüyor. Bu da artık klasik hâline gelmiş bir durum; işin umut ve temenni bölümü oluyor bunlar.
Büyüme sonucu ancak 2024’te trilyon dolarlık bir GSYH’ya ulaşılacağı varsayılmış ama dolar kuru 10,3 TL olursa! Oysa günümüzde bile bu değer 13,5 TL civarında. Dolar cinsinden trilyonluk milli hasıla hedefine ulaşmak için GSYH’nın TL ile öngörülen düzeyin çok üzerinde gerçekleşmesi gerekecek.
İhracat hedeflerinin revize edildiğini belirtmiştik. Bu alanda hızlı artış, 2024 hedefine 2022’de ulaşma hevesini arttırmış gözüküyor. Ancak bu ve diğer alanlardaki gelişmeler o kadar çok etkene bağlı ki, bu, her şey yolunda giderse gerçekleşebilir diye okunmalıdır. Cari açığın da düşeceği aynı mantıkla varsayılıyor. Bunun için örneğin seyahat gelirlerinin 33 milyar dolar, brent petrolün varil fiyatının 62 dolar olması gerekiyor. Ama bunların hiçbir garantisi yok; petrol fiyatı örneğin günümüzde bunun çok üzerinde.
Bütçe açığı da 2021 için beklenenin %17 kadar altında gerçekleşti. Bununla beraber dönem boyunca artış bekleniyor, ama GSYH’da da artış öngörüldüğü için bütçe açıklarının GSYH’ya oranının azalması bekleniyor (Açık, 2022 yılında 278 milyar TL ve 2024’te 294 milyar TL; açıkların GSYH’ya oranı %3,5 ve %2,9 olarak verilmiş).
OVP’de program dönemi boyunca istihdamda artış öngörülmesine karşın işsizlik oranı 2024’te bile hâlâ çift haneli olacaktır. İstihdam düzeyi 2021’deki 26,8 milyon kişiden 2024’te 32,1 milyona çıkarak, istihdam oranının artacağı öngörülmüştür ama aynı zamanda işgücüne katılma oranının da yükseleceği varsayılmaktadır.
Yatırımlarla toplam tasarruf arasındaki farkın GSYH’ya oranında da iyileşme olacağı öngörülmüştür; farkın 5’ten 0,7’ye düşürüleceği öngörülüyor. İç tasarrufun arttırılmasına ve bu yolla dış kaynak gereksiniminin azaltılmasına çalışılacaktır; yıllardan beri gerçekleştirilmeye çalışıldığı gibi.
Bütçeye gelince
2022 Bütçesi son OVP temelinde hazırlandı ve mecliste gürültülü tartışmalar ertesinde onaylandı. Bütçe ile ilgili temel anlayış ve yaklaşımlar orada yer alıyordu, aynı şey biraz daha somutlandırılmış biçimde sürdürülüyor.
Beklendiği üzere AKP/RTE hükümeti ve yandaşları bu bütçeye övgüler düzerken, muhalefet değişik açılardan eleştiriler getirdi.
Programı meclise sunan F. Oktay’a göre bu bütçe “insanımızı merkeze alan bir icraat bütçesi”dir. Burada “hangi insanımızı” diye sormak gerekiyor. Sanki kapitalist sistemin hüküm sürdüğü bir ülkede farklı ve karşıt sınıflardan gelen ve çıkarları birbiriyle çelişen insanların tümü bir bütün olarak “merkeze” konabilirmiş gibi. Bu genel anlamda olanaksız tabii. Dar gelirli emekçi yığınlar merkeze konulursa bu toplumun üst kesimini oluşturanların merkeze alınmaması sonucunu doğurur. Ya da tersi bir durumda bunun tam tersi olan sonuç ortaya çıkar.
Kapitalist düzende topluma damgasını vuran, toplumun egemen gücü burjuvazidir. Hep dediğimiz gibi, verili koşullarda yapılan bütçeler burjuvazinin sınıf bütçesinden başkası değildir. Her alanda, her kalemde onun sınıfsal çıkarlarının yansımaları görülür. Gerçek budur.
Muhalefet eleştirilerinin içeriği ise, işin özünü oluşturan bu gerçeğin gözlerden kaçırılması ve işin biçimsel ve yöntemsel tarafıyla ilgilenilmesinden oluşur. Örneğin bütçede faiz ödemeleri için ayrılan oran yükselme eğiliminde ise bunun adı “faiz bütçesi” olur. Açık fazla ve buna bağlı borçlanma gereği artış eğiliminde ise o zaman “borç bütçesi” gündemdedir. Savunma ve güvenlik harcamaları için ayrılan kaynak artma eğiliminde ise buna “savaş bütçesi” adı verilir vb.
Yapılan eleştiriler de bu anlayış ve yaklaşım temelinde yükselir.
Oysa bütçenin gelir-gider tablosuna ve bütçe kalemlerine bakıldığında görünen şey öz itibariyle beklenen şeydir. Eleştiri konusu yapılan kalemlerde ufak tefek değişiklikler olabilir; her bütçede farklar oluyor zaten. Ama bu kalemlerde yapılacak tasarrufun halkın çıkarları için harcanacağının garantisi nerede? Burjuva siyasi partiler geniş halk yığınlarının oyuna gereksinim duyduklarından bunu yerine getireceklerini söyleyip birbirleriyle yarışırlar. Bunun ama bu düzende gerçekleşmesi ancak emekçi yığınların savaşımı ile mümkün olabilir, o da bir yere kadar.
Burjuva bütçelerinde kompozisyon şöyledir:
Gelirler esas olarak vergiler ve borçlardan oluşur. Vergilerde eğilim dolaylı vergilere doğrudur. Bu yolla dar gelirli emekçi kesimden daha çok vergi alınmış, yük bu kesimin sırtına yüklenmiş olur. Toplumun varlıklı üst kesimlerinden alınan vergilerin kaynağı da işçi sınıfının emeğinin yarattığı değerdir. Böylece burjuvazinin sınıf bütçesindeki gelir kaynağı esas olarak başta işçi sınıfı olmak üzere dar gelirli emekçi kitlelerdir.
Gider tarafına bakıldığında bunun genel olarak burjuvazinin ve biraz daha ağırlıklı olmak üzere bu sınıfın o gün için devlet yönetiminde bulunan bölümünün çıkarlarınca dikte edildiği görülür. Sonuç olarak bütçede yer alan harcamalar doğrudan ve dolaylı olarak burjuvazinin kasasına gider. Burjuvazinin dev boyutlarda devlet aparatı bütçe kaynaklarının ciddi sayılabilecek bölümünü emer. Burjuvazinin savunma ve güvenlik giderleri için, konjonktüre göre değişmekle birlikte, yine önemli bir kaynak ayrılır. Bunlar yapılırken tabii devletin sınıflar üstü olduğu, herkesin devleti olduğu safsatası sürekli olarak beyinlere enjekte edilir. Söz konusu olan tüm insanların savunma ve güvenliğidir vb.
Somut olarak bütçe büyüklükleri ile ilgili verilere gelince;
“2022 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nde bütçe giderleri 1 trilyon 750 milyar 957 milyon lira, bütçe gelirleri 1 trilyon 472 milyar 583 milyon lira ve bütçe açığı 278 milyar 374 milyon lira olarak öngörülmüştür. Bütçe açığının gayri safi yurtiçi hasılaya oranının ise yüzde 3,5 olacağı tahmin edilmektedir.”
Bütçe açığını kapatmanın yolu borçlanmadan geçer. Devlete borç verecek burjuva kesimleri, bunu ancak iyi bir kâr elde edeceklerse yaparlar. Burjuvazinin beklentisi, enflasyon oranı üzerinde ve risk kriterlerini göz önünde bulundurarak tespit edilen faiz oranlarıdır. Yönetici pozisyonunda yer alan unsurlar bu gerekliliği yerine getirmek zorunda kalırlar.
Bütçenin kaynağı emekçi yığınlar olduğundan, bu mekanizma ile toplumun ücretli ve dar gelirli kesimlerinden, “kupon kırpmakla” geçinen kesimlere kaynak aktarımı yapılmış olur.
Burjuvazi açısından devlet borçlarından elde edilen kâr iyi bir gelir kaynağı olurken, yönetici pozisyonundakiler bu kaynak aktarımı işinde aracı konumunda bulunurlar.
Bütçe gelirleri konusunda dağılım öz itibariyle önceki bütçelerden farklı olmadığı ve önceki bütçelerle ilgili yazılarımızda bunun üzerinde ayrıntılı biçimde durduğumuz için burada tekrara düşmek istemiyoruz.
Harcama kalemleri
Toplanan gelirler nasıl harcanacaktır, harcama kalemlerinde durum nasıldır buna bakalım.
Ekonomik sınıflandırmaya göre yapılan dağılımda, personel giderleri için 493,9 milyar lira ödeme ayrıldığı görülüyor. Bütçenin dörtte biri bu amaçla kullanılıyor. Bütçenin %7,3’ü (128 milyar) mal ve hizmet alım giderleri için ayrılmış bulunuyor. Cari transferler diye adlandırılan, bütçeden doğrudan harcanmayıp kurumlara, şirketlere, sosyal kesimlere aktarılan paranın tutarı 657 milyar ve aslında bir cari transfer kalemi olan faiz ödemeleri 240 milyar TL’dir. Böylece bütçenin yarısını cari transferler oluşturuyor. Bütçeden geriye kalanın yaklaşık yarısı (%8) yatırımlar için ayrılabilmiştir ancak. Bu da yatırımlar için ne denli tasarruf edilebildiğinin bir göstergesidir. Cumhurbaşkanlığı için örneğin 29 taşıt alımı yapılacaktır; itibardan tasarruf edilemiyor bir türlü.
Cari transferlerin gerek bütçenin tamamına oranı gerekse GSYH’ya oranı düşürülmeye çalışılmaktadır. Nitekim geçen yıla göre ufak da olsa (ilkinde yüzde 1,5 ikincisinde yüzde yarım) bir düşüş öngörülmüştür. Cari transferler içinde en büyük pay 290 milyar TL ile sosyal güvenlik sistemine aktarılan transferlerdir. Bu sistemde verilen açığın artma eğiliminde olmasına karşın bütçeden yapılacak transfer oranının düşürülmesi, açığın, emeklilerin sırtından, onların enflasyon altında ezdirilmesi yolu ile kapatılacağı olasılığını güçlendirmektedir. Nitekim bilindiği gibi emekli maaşlarına yapılan zamlar resmi enflasyon oranının çok altında gerçekleşmiştir.
2022 bütçesinin yüzde 15,6’sı eğitime ayrılmıştır. Bütçeyi meclise sunan Oktay, aslan payını eğitime ayırdıklarını söylüyor. Toplam ayrılan tutar 273 milyar TL’dir. Bu miktarın 15,2 milyarının yatırım bütçesi olduğunu ve tutarın geçen yıla göre yüzde 35 arttırıldığını övünerek anlatıyor Oktay. Bu ama toplam eğitim bütçesinin ancak yüzde 5-6 kadarıdır. Aslan payını alan eğitim bütçesinin yüzde 94’lük aslan payı nereye gidiyor? Var olanın sürdürülebilmesine.
Millî Eğitim Bakanlığının (MEB) bütçesi aslında 189 milyar TL’dir. 273 sayısını Oktay işin içine yükseköğrenim bütçesini de katarak buluyor. MEB bütçesinin yüzde 80’inin personel ödemelerine gittiği görülüyor. Eğitim alanında çalışan ve sayıları milyonu aşan emekçiyi aç bırakacak hâli yok ya devletin, aslan payını ayırmayacak da ne yapacak?
Eğitimden sonra en çok önem verdikleri kalemin sağlık olduğunu belirten Oktay, Sağlık Bakanlığına bütçenin yüzde 7’sinin (122 milyar) ayrıldığını söylüyor. Merkezi bütçe yüzde 30 artmış olmasına karşın, Sağlık Bakanlığı bütçesinin yüzde 50 artmış olması bu alana verilen önemin göstergesi olabilir. Ancak pandeminin ortaya çıkardığı özel koşullar da unutulmamalı. Ayrıca bu ödeneğin tedavi edici sağlık hizmetlerine ayrılan bölümü 55 milyarı bile bulmuyor. Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle inşa edilen şehir hastanelerine yapılacak ödeme için örneğin 21,5 milyar TL ayrılmış bulunuyor.
Oktay hesaba diğer kurumların sağlıkla ilgili harcamalarını da katarak bu alana ayrılan tutarın 304 milyarı bulduğunu söylüyor.
Bütçenin bu kalemi ile ilgili muhalefetin üzerinde ağırlıklı olarak eleştiride bulunduğu konulardan biri yap-işlet-devret modeli olarak da bilinen KÖİ (Kamu Özel İşbirliği) modeliyle yapılan işlerdir. Benzer eleştiri başka kalemlerde de (örneğin Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığına bağlı işler) söz konusu ediliyor. Getirilen eleştiri öz olarak şöyle: Devletin kaynakları yandaş üç beş müteahhitte –öncelikle “Beşli Çete” kavramını kullanıyorlar– peşkeş çekilerek, bunlar zengin edilmekte, devlet zarara uğratılmaktadır. Şehir hastanelerinde olduğu gibi, aynı model uygulanarak inşa edilen yollar, köprüler, tüneller vb. için de geçerlidir bu söylenenler. Kendilerini kapitalist sistem içinde, sistemin parçası olarak konumlandıran unsurların böyle eleştirilerde bulunmaları anlaşılırdır. Ancak bu vb. eleştirilerin ne anlama geldiğine bakmalıyız. Burjuva partilerinin tümünün söz konusu işlerin devlet tarafından yapılmasına, bu anlamda devletçiliğe karşı pozisyon almış durumda olduklarını biliyoruz. Özel sektörün yapabileceği tüm işlerin bu sektöre bırakılmasının doğru olduğu görüşünü paylaşıyorlar.
Hata düzenin kendisinde
Bu durumda eleştirilen nedir? Şudur: AKP/RTE iktidarı ihale işlerini yasal süreçlere uygun yapmamaktadır. Burjuva düzenin getirdiği kuralları bile kendi çıkarı için çiğnemektedir. İhale işleri yasal çerçevede, kurallara uyularak yapılmalı, hak eden ihaleyi kazanmış olmalıdır.
Bu anlamda muhalefet, burjuva demokrasisini savunuyor gibi bir tavır içindedir. Burada haksız da sayılmazlar, zira burjuva demokrasisinin asıl işlevi, bu sınıfın çeşitli kanatları arasındaki ilişkinin düzenlenmesi, kurallara bağlanmasıdır. Bakmayın siz hak, hukuk, adalet söylemlerine ve bunu sanki tüm insanlar için savundukları havasına. Toplumun dar gelirli emekçi yığınları ile ilgili olarak bunların savundukları hak, hukuk, adalet söylemleri konusunda aralarındaki fark, bu kesimin kazanmış olduğu demokratik ve sosyal hakların sınırlarının ne olacağı ile ilgili tartışmanın ötesine geçmez.
Bu düzende “hak edenin” ihale kazanması ne anlama gelir? İlkin, “hak eden”, burjuva kurallar çerçevesinde en iyi teklifi veren kapitalist işletme olacak, bu işten parayı o kazanacaktır. Yani bu, sermayedarlar arasında bir kapışmanın, çekişmenin konusudur; bunun toplumun dar gelirli emekçi kesimi ile hiçbir ilişkisi, bu kesimi ilgilendiren yanı yoktur. İkinci olarak, kapitalist sistemde kuralına uygun yapılan ihalelerde durum şöyledir: İhaleyi kazanmak için her tür girişim mubahtır. İhale sürecinde, katılan şirketlerin ihaleleri kendi aralarında –bir kartel oluşturmak biçiminde– paylaşılmasından tutun, ihaleyi yapan kurum yetkililerinden bilgi sızdırmaya dek bir dizi girişim söz konusudur. Kısaca söylersek, aslında öyle veya böyle, öz olarak yapılan iş ve bunun işlevi arasında ciddi bir fark bulunmamaktadır. Tek fark RTE tarzıyla yapıldığında, yandaş müteahhitlerin fazla bir uğraşa girmeksizin ve doğrudan işi kapması, RTE ve yakın çevresinin dolaysız nemalanmasıdır. Bir iktidar değişikliğinde nemalanan burjuvalar değişecektir yalnızca.
Sosyal harcamalar için ayrılan kaynak 104 milyardır (bütçenin %6’sı). Bununla, ödeme gücü olmayan kişilerin sağlık primi giderleri, yaşlılık maaşları, bakıma ihtiyacı olan engelliler için bağlanan aylıklar ve destek ödemeleri, engelli eğitim taşıma giderleri, yoksul ailelere elektrik tüketim desteği, yoksul çocuk ve gençler için yapılan sosyal ve ekonomik destek ödemeleri, asker ailelerine yardımlar, koruyucu aile uygulamasına katılanlara verilecek destekler karşılanacaktır. Söz konusu olan milyonlarca insandır, kişi başına ne kadar düşerse artık. Bütçe ancak yüzde 6 oranında sosyal olabilmektedir. Yalnızca faiz giderleri için ayrılan ve doğrudan burjuvazinin cebine giden kaynak bunun iki katından fazladır.
Oktay, tarım sektörüne toplam 57,6 milyar ayırdıklarını söylüyor. Bunun 25,8 milyarı tarımsal destek programları içindir. Bu son kalemin, bizzat AKP hükümeti tarafından 2006 yılında hazırlanarak yasalaşan 5488 sayılı Tarım Kanununun 21. Maddesine göre GSMH’nın %1’inden az olmaması gerekmektedir. Dolayısıyla bu tutar şimdikinin üç katından fazla olmalıydı. Tarım kesiminden gelen çokça eleştiri karşısında RTE, bu tutarın –sadaka verir gibi– 3,2 milyar daha arttırıldığını açıklıyor.
“Savunma sanayiindeki yerlilik ve millilik oranını yüzde 20’ler seviyesinden yüzde 80’ler seviyesine” çıkarttıklarını söyleyen Oktay, “savunma ve güvenlik birimlerinin ihtiyaçları için” 181 milyar TL ayırdıklarını, Savunma Sanayii Destekleme Fonuna aktarılacak 31,3 milyar lira ile bunun daha da artacağını açıklıyor. Bütçenin %12’si burjuvazinin güvenlik ve savaş gerekleri için harcanacak demektir bu. Bütçenin bu alana ayrılan bölümündeki geçen yıla göre yapılan artış, bütçenin toplamındaki artışın biraz üzerindedir. Bu alana da özel önem gösterildiği anlamına gelir bu. “Yerlilik ve millilik oranı” arttırılmak istendiğinde bunun böyle olması kaçınılmazdır. Bunun aynı zamanda Türk burjuvazisinin devlet sınırları dışında yürüttüğü ve genişleme eğilimi gösteren operasyonları için de gerekli bir gelişme olduğu görülüyor.
Neyi nasıl eleştirmeli?
Diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da muhalefet –burada daha çok kendini “sol” olarak konumlandıran muhalefet– eleştiriler getiriyor. Konu eleştirilemez değil elbette; tersine. Halktan toplananlar, burjuvazinin çıkarları uğruna harcanmaktadır sonuçta. Bu, ortaya konup eleştirilmelidir kuşkusuz. Ama nasıl?
Biz baştan beri bu sistemde yapılan bütçenin bir sınıf bütçesi olduğunu söylüyoruz. “Savunma” alanında bütçede ayrılan kaynak, beklenenin dışında bir şey değildir. Bu zaten bildiğimiz, beklediğimiz bir şey diye buna sessiz kalacak değiliz. Bunun teşhir edilmesi gerekir. Ancak bunun, çıkış yolu doğru bir biçimde gösterilerek yapılması gerekir. Bazı “sol”ların yaptığından ise kaçınılmalıdır.
“Evrensel”in internet sitesinde yer alan 17 Kasım 2021 tarihli haber-yazıda, Prof. Mustafa Durmuş’un bir değerlendirmesi bulunuyor. Buna göre “350 milyar liradan çok daha fazla bir kaynak iç-dış güvenlik harcaması altında kullanılıyor.” Sayıları abartmak için profesör yanlış bir yöntem kullanıyor. Çoğunluk hissesi devlete ait olan 5 büyük savunma sanayi şirketinin yapacağı yatırımları da işin içine dahil ederek bu sayıya ulaşılıyor. Oysa konu bütçedir, bütçeden bu alana ayrılan kaynağın ne kadar olduğudur.
Burada anlayışla, olaya bakışla ilgili birkaç sorun var. Bu öyle bir anlayış ki, sanki ayrılan kaynak tutarı düşük olsa fazla bir sorun yok. Böyle bir anlayış olmasaydı, böyle bir abartıya gerek görülmezdi.
Anlayışın başka bir boyutu devlet sorunu ile ilgili. Devlet işletmelerinin bu alanda yapacakları yatırımın tutarı işin içine katılıyor ama özel sektörün yapacağı yatırımlarla ilgili bir şey denmiyor. Bu durum devlet meselesine nasıl yaklaşıldığı ile ilgili ciddi bir işaret veriyor. Demek ki, bu devletin burjuvazinin çıkarlarına tabi kılınmış bir devlet olduğu, kapitalizm koşullarında başka türlüsü olamayacağı konusunda kafalar hiç açık değil! Anlayışa göre devlet herkesin –halkın da– devleti, tabii devlet işletmeleri de öyle. Hükümet(ler) buna uygun davranmayarak hata yapıyorlar vb.
HDP’de yapılan bu kaynak tespitini doğru bulmuş olacak ki, mecliste bütçeye koyduğu şerhte “güvenlik için bütçeden 350 milyar liralık kaynak ayrılıyor. Bu da 2022 bütçesinin yaklaşık yüzde 20’sini oluşturuyor. Yani her 5 liramızın 1 lirası silahlanma ve güvenlik harcamasına gidiyor” demektedir. Buradaki yaklaşımın ardında yatan ideolojik anlayış da yukarıdakinden farklı değildir. Bu alana görece daha az kaynak ayrılması ile sorun çözülecek, sorun kalmayacaktır sanki.
En önce şu açık olmalıdır ki, savunma ve güvenlik harcaması yapmayan hiçbir devlet yoktur, olamaz. Devlet olma koşullarının en önemlilerinden biridir bu konu. İşçi sınıfı devletinde de bu alana kaynak ayrılma anlamında fark olmayacaktır. Fark, devletin, hangi sınıf(lar)ın devleti olduğu biçimindedir.
Burjuva devlet bütçelerinde bu alana ayrılan kaynak konusunda, bunun, başta işçi sınıfı olmak üzere dar gelirli emekçilerin çıkarlarıyla taban tabana zıt olduğu gösterilerek eleştiri getirilebilir. Ama bu yapılırken, hiçbir biçimde, bu düzenin sürdüğü koşullarda farklı da olabilirmiş, devlet tüm sınıfların çıkarını savunabilirmiş anlayışına açık kapı bırakılmamalı, tersine, geniş yığınlar içinde zaten var olan böyle bir önyargıya karşı savaşım verilmelidir.
Savunma ve güvenlik konularının ortadan kalkması ile ilgili nihai çözüm yolunun ise, işçi sınıfı iktidarı koşullarında devletin giderek sönümlenmesinden geçtiğinin bilincinde olunmalı ve bu bilinç başta işçi sınıfı olmak üzere dar gelirli emekçilere yayılıp kavratılmalıdır.
Çözüm düzen içinde “daha iyi bir bütçe”de değil, düzenin yıkılmasında.
Ocak 2022