Ekte bir okurumuzun “Sınıf kavramı ve Toplumsal Cinsiyet” başlıklı bir yazısını yayınlıyoruz.
“Seks işçisi”, “seks işçiliği, “seks işçileri” kavramlarının kullanılmasını yanlış bulan okurumuz; yazısında bu kavramların neden kullanılmaması gerektiğini açıklamaya/gerekçelendirmeye çalışıyor. Bunu yaparken bir dizi sorunu içiçe tartışıyor. Okurumuzun içiçe tartıştığı bir dizi soruna bir iki not düşmeyi ve esas olarak “seks işçisi” kavramı üzerine tartışmayı önemli buluyoruz. Zira özelde bu kavramlar üzerine yürüyen tartışma, bugüne kadar bizim de pozisyon belirlemediğimiz bir konudur.
Önce dikkat çekmek istediğimiz birkaç nokta:
Okurumuz, haklı olarak Ekim Devrimi’nin kadının kurtuluşu mücadelesindeki önemi ve yerini ve birçok kazanımını ortaya koymaya çalışıyor. Bu noktada yazdıklarının geneline katılmakla beraber, bir noktanın yanlış anlayışlara yolaçabileceğine dikkat çekmek istiyoruz: “1917 Ekim Devrimi tarihte, kadının toplumsal eşitliğinde ve kurtuluşunda en gerçek temsildir. Çünkü tüm alanlarda eşit ve özgür olmuştur.” diye yazıyor okurumuz. Ekim Devrimi’nin tarihte ilk kez kadının kurtuluşu mücadelesinin önünü radikal biçimde açan bir devrim olduğu bir gerçektir. Bu devrimle yasalar önünde eşitlik derhal sağlanmıştır. Ve sosyalizmin inşası sürecinde toplumsal eşitliğin koşullarının yaratılması için muazzam bir çaba gösterilmiştir. Sosyalizmin inşa süreci aynı zamanda bütün hat boyunca kadınların eşitlik ve özgürlüğü için mücadele sürecidir. Bunun vurgulanması doğrudur, fakat bu süreç modern revizyonizmin ihanetiyle tamamlanamamış, yarıda kalmıştır. Bu anlamda Sosyalist Sovyetler Birliği’nde kadınların konumunu anlatırken “tüm alanlarda eşit ve özgür olmuştur” şeklindeki mutlak tespitlerden kaçınmakta fayda vardır.
“Kürtaj yasaklanmadı” tespiti tam doğru değildir. Sovyet Hükümeti 1920’de yayınlanan bir kararname ile çarlık döneminde varolan kürtaj yasağını kaldırmıştır. Ancak, “sosyalizmin inşasının tamamlandığı”, “şartların değiştiği” gerekçeleriyle 1936’da, tıbbi gerekçe dışında kürtaj yasaklanmıştır. (bkz. Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, cilt I, s. 331 ve devamı, Gül Özgür, Dönüşüm Yayınları) Biz, 1936’da tıbbi gerekçe dışında, kürtajın yasaklanmış olmasını yanlış bir adım olarak değerlendiriyoruz.
“Toplumsal cinsiyetin oluşma süreci ile özel mülkiyet ve sınıflaşma” ve toplumsal iş bölümü arasındaki ilişki bağlamında okurumuzun kullandığı bazı formülasyonlar tam açık değildir. Eğer söylenmek istenen tarihsel olarak patriyarkanın özel mülkiyet ve toplumun sınıflara dönüşümünden önce geliştiği ise, bu doğrudur. Bu doğru, bizzat Engels tarafından ortaya konmuştur. Kollontay da bu konuda farklı bir şey söylememektedir. (Okurumuz Kollontay’ın alıntısının kaynağını verseydi iyi olurdu. Aynı şekilde, diğer alıntıların kaynaklarını da…) Bu konuda bizim önereceğimiz temel kaynaklar: Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseri ve “Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt I”dir. En kaba biçimiyle özetleyecek olursak, bu eserlerde kadın cinsinin tarihsel yenilgisi şöyle değerlendirilmektedir:
İnsanlığın ilkel topluluklarında esas olarak erkeklerin avcılık, kadınların ise ziraat ve hayvanların evcilleştirilmesiyle uğraştığı bir evrede doğal iş bölümü sözkonusuydu. Erkekler ava giderken, kadınların çocuklarıyla birlikte evde ocak başında kaldığı bu ilkel komünal yaşamda, kadınlar önder bir rol oynuyorlardı ve soy zinciri kadınlara göre hesaplanıyordu. İnsanların o dönemdeki maddi yaşam koşullarının sonucu olarak kadının egemen konumda olduğu bu ilkel komünal toplum biçimine matriyarka ya da anaerkil toplum denmektedir. Üretici güçlerin daha sonraki gelişme süreci içinde, göçebe hayvancılık (çobanlık) ve biraz daha gelişmiş ziraat (ekincilik) ilkel topluluğun yaşantısında tayin edici rol aldı. “Hayvancılığa ve ziraate geçişle birlikte toplumsal işbölümü” doğdu (“Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt 1, s. 34, İnter Yayınları, Ocak 1992 İstanbul) Bu her ikisi de erkeklerin işiydi, topluluğun yaşamının devamının sağlanmasında daha önemli bir rol oynamasıyla birlikte anaerkilliğin yerini ataerkillik (patriyarki) aldı. Henüz özel mülkiyet, toplumun sınıflara bölünmesi sözkonusu olmasa da, patriyarka ile birlikte buraya geçişin son aşamasına da varılmış oluyordu. Üretim aletlerinin daha da gelişmesi ve emek üretkenliğinin artması ile birlikte zenginlikler arttı ve zenginliklerin nasıl paylaşılacağı, bunların kimin mülkiyeti olacağı kendisini tarihsel olarak dayattı. Özel mülkiyet ile birlikte kölelik de ortaya çıktı. Toplum artık sınıflara bölünmüştü: Köleler ve köle sahipleri. Böylelikle “insanın insan tarafından sömürülmesi, yani bir insan emeğinin ürünlerine diğer insanlar tarafından karşılıksız el konulması” ortaya çıkmış bulunuyordu. Kadın cinsinin ilkel topluluktaki yerini/konumunu yitirmesi, özel mülkiyet sisteminin ortaya çıkışı ve gelişmesi içerisinde daha vahim sonuçlar doğurdu ve kadının köleleştirilmesine, tamamen erkeğe tabi hale getirilmesine yolaçtı.
Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde bunu şöyle açıklıyor:
“… Daha önceki toplumsal durumlardan bize miras kalmış bulunan ikisinin (erkeğin ve kadının-BN) hukuki eşitsizliği, kadının iktisadi baskı altında oluşunun nedeni değil, sonucudur. Birçok evli çifti ve çocuklarını kapsayan eski komünist ev idaresinde, kadınlara bırakılan ev idaresi, tıpkı erkekler tarafından yiyecek sağlanması gibi, kamusal, toplumsal olarak gerekli bir sanayi idi. Ataerkil aileyle ve ondan da çok monogam bireysel aileyle birlikte bu değişti. Ev idaresi, kamusal karakterini yitirdi. O artık toplumu ilgilendirmiyordu. Bir özel hizmet haline geldi; toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın, baş hizmetçi oldu. Ancak zamanımızın büyük sanayii ona –ve yalnızca da proleter kadına– toplumsal üretim yolunu yeniden açtı. Fakat o şekilde ki, ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini yerine getirirse, toplumsal üretimin dışında kalır ve bir şey kazanamaz ve toplumsal üretime katılmak ve bağımsız para kazanmak isterse, aile görevlerini yerine getiremez. Ve fabrikada nasıl ise, kadın için tıp ve hukuka kadar tüm iş kollarında da durum öyledir. Modern bireysel aile, kadının açık ya da gizli ev kölelği üzerine kurulmuştur ve modern toplum, molekülleri olarak salt bireysel ailelerden oluşan bir kütledir. Günümüzde erkek, durumların büyük çoğunluğunda, en azından varlıklı sınıflarda, ailenin para kazananı, ekmek kazananı olmak zorundadır ve bu durum ona hiçbir hukuki ekstra ayrıcalığa gereği olmayan egemen bir konum kazandırır. O, ailede burjuvadır; kadın, proletaryayı temsil eder. Sınai dünyada ise proletaryayı ezen iktisadi baskının özgül niteliği, kendini tüm sertliğiyle ancak kapitalist sınıfın tüm yasal özel ayrıcalıkları kaldırıldıktan ve iki sınıf arasında tam bir hukuki eşitlik kurulduktan sonra gösterir; demokratik cumhuriyet, iki sınıf arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı yok etmez, tersine, üzerinde sonuç alınıncaya kadar mücadele edileceği alanı hazırlar. Ve aynı şekilde, modern ailede erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özgül karakteri ve ikisi arasında gerçek bir toplumsal eşitlik kurmanın zorunluluğu ve yolu da ancak, her ikisi tamamen eşit hukuki haklara sahip olduğu zaman günışığına çıkacaktır. O zaman, kadının kurtuluşunun ilk ön koşulunun, tüm kadın cinsinin yeniden kamusal sanayiye dönmesi olduğu ve bunun da yine toplumun iktisadi birimi olarak bireysel ailenin ortadan kaldırılmasını gerektirdiği görülecektir.” (“Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, F. Engels, s. 88-89, İnter Yayınları)
Fuhuş Vazgeçilmez Bir Kurum-Sıradan “Bir Hizmet” mi?
Bilindiği gibi, uluslararası alanda belirli bir süreden beri para karşılığı yapılan seksin de bir nevi “hizmet” olduğu, bu hizmetin de diğer toplumsal hizmetlerle aynı kademede değerlendirilmesi gerektiği tartışması sürüyor. Burjuva kamp ve onunla birlikte burjuva kadın hareketinde de bu konuda bir ayrışma yaşanıyor.
Bir tarafta fahişeliğin “dünyanın en eski mesleği” olduğunu, bu nedenle insan ticareti ve fahişeliğe zorlama ile para karşılığında “gönüllü seks” arasında ayrım yapılması gerektiğini savunanlar var. Bunlar, günümüzde artık “seks işçiliği” kavramının kullanılması gerektiğini savunuyorlar.
Son olarak, Mayıs 2016’da, Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü) bu konuda tavır belirledi. Ve artık genel olarak fuhuşa karşı değil, sadece fahişeliğe zorlamaya ve insan ticaretine karşı mücadele edeceklerini açıkladı. Amnesty International, bu şekilde fuhuş yapan/yapmak zorunda kalan kadınların yasal olarak daha iyi korunabileceğini, kadınların sömürülmelerine karşı daha iyi mücadele edilebileceğini ileri sürüyor! İki yıllık bir araştırma ve doğrudan fuhuş sektöründe çalışan kadınlarla yapılan görüşmeler ertesinde kadınları korumak ve bunların üzerindeki baskı ve sömürüye karşı mücadele edebilmek için bunun daha iyi bir yol olacağı pozisyonuna vardıklarını açıklıyorlar!
Amnesty International bu tavrıyla uluslararası alanda birçok örgütün, bu arada birçok kadın örgütünün de tepkisini üzerine çekmiş oldu. Ancak, salt Amnesty International değil, başka kesimler de bu pozisyonu savunuyorlar.
Diğer tarafta, fuhuşun herhangi bir “hizmet” ile eş tutulamayacağını savunan genişçe bir kesim var. Bu kesimin önemli bölümü burjuva-patriarkal bakış açısına eşdüşen ahlakçılıkla soruna yaklaşıyor: Özünde, kadınları sahiplenilebilinecek, evlenebilinecek “iffetli kadınlar” ile bütün erkeklerin kullanabileceği “iffetsiz kadınlar” olarak ayıran anlayış bu!
Ve tabii ki, para karşılığı sekse temelde karşı olmayan, bu hizmetten (açıktan ya da gizli kapaklı) faydalanmakta sorun görmeyen, fakat fahişe ile “iffetli kadın” arasındaki farkın kaldırılmasını da istemeyen bir anlayış. Bunların “ahlakçılığı” nihayetinde fuhuştan faydalanan erkeği değil, fuhuş yapan kadını aşağılayan ikiyüzlü bir ahlakçılıktır.
Fakat, kadınların (genelde insanların) bedenlerini satmasının herhangi diğer bir “hizmet” ile aynılaştırılamayacağını savunan ve bu nedenle “seks işçiliği”, “seks hizmet sektörü” gibi kavramlara kökten karşı çıkan bir burjuva-küçük burjuva kesimin varlığı da sözkonusudur. Örneğin, Almanya’da burjuva kadın hareketinin ünlü isimlerinden Alice Schwarzer “seks işçiliği” adı altında “fuhuşun legalleştirilmesi” olarak tanımladığı bu pozisyonun şiddetli karşıtlarındandır. Amnesty International’in tavrını açıklamasının ardından kamuoyu önünde karşı tavır takınan isimlerden biri de sinema oyuncusu Meryl Streep oldu. Meryl Streep’in kamuoyuna sunduğu ve birçok politikacı, sanatçı ve aydının imzalamış olduğu bir mektupta, fuhuş yapan kadınların aşağılanmalarına ve onların haklarının ayaklar altına alınmasına elbette karşı çıkılması gerektiği savunuluyor. Ancak, fahişelerin haklarını koruma adı altında ‘herhangi bir hizmet mesleğinden farklı değil’ derecesinde ele alınarak fuhuşun tam legalleştirilmesine karşı çıkılıyor ve bunun cinsler arasında varolan iktidar ilişkisini görmezden gelme, fuhuşun bunun bir sonucu olduğunu görmezden gelme olarak kınıyor. Ve haklı olarak, bunun son tahlilde büyük bir sömürü sektörü olan fuhuş sektörünün aklanması anlamına geleceği ve onlara yarayacağı belirtiliyor.
Komünistlerin tavrı nedir?
Fuhuş konusunda komünistlerin geçmişten bu güne kadar gelen tavrı şöyle olmuştur: Evet, fuhuş, patriarka ve özel mülkiyet toplumunun ortaya çıktığından bu yana varolagelmiştir. Ancak bu kabullenilebilinecek bir şey değil, özünde kadın cinsinin erkek cinsi tarafından köleleştirilmesinin bir ürünü, patriarkal (erkek egemen) bir kötülüktür. Buna karşı mücadele bir bütün olarak özel mülkiyet sistemine karşı mücadeleyle birlikte yürütülecek ve nihayetinde özel mülkiyet sistemi ile birlikte yokolup gidecektir.
Bebel, “Kadın ve Sosyalizm” adlı kitabında, burjuva toplumunda fuhuşun aynı polis, ordu, kilise gibi bir “sosyal kurum” hizmeti gördüğünü ortaya koyuyordu. Ama, burjuvazi bir taraftan fuhuşu teşvik eder ve bundan büyük karlar sağlarken, diğer taraftan da “fuhuşa karşı mücadele” adı altında fuhuş yapan kadınları aşağılayıp horlamakta ve onların toplumsal olarak dışlanmasını uygulamaktadır. Ve sözkonusu olan salt fuhuş yapan kadınların horlanması ve aşağılanması değildir. Kadınların alınır-satılabilir olması olgusu bir bütün olarak kadın cinsinin aşağılanması ve horlanması anlamına gelmektedir.
Esasen, burjuvazinin fuhuşun burjuva toplum için vazgeçilmez bir kurum olduğunu kabullenişi çoktan gerçekleşmiştir. Bugün açıkça artık fuhuş sektöründen bahsedilmektedir ve bu sektör burjuva devleti için büyük vergi kaynağıdır.
Bu anlamda Amnesty International’in temsil ettiği pozisyon, son ikiyüzlülükten de vazgeçilmesi ve resmen ve alenen fuhuş sektörünün legalleştirilmesi anlamına gelmektedir. Burjuva-kapitalist toplumun ve bu toplumsal ilişkilerin ilelebet devam edeceği varsayımından yola çıktığınızda, bu ilişkileri kökten değiştirmek gibi bir davanız olmadığında varılabilinecek “en ileri pozisyon” bu olabilir. Bu bir nevi, madem ki, ‘böyle gelmiş böyle gidecek, o zaman mücadele ediyormuş gibi yapmayalım, zarar görenleri koruyalım’ pozisyonudur.
Komünistlerin pozisyonunun bundan temelden farklı olacağı, olmak zorunda olduğu açıktır. Hangi gerekçeyle olursa olsun, fuhuşun ilelebet varolacak bir “hizmet” olarak kabullenilmesi sözkonusu olamaz. Çünkü bu, insanın insan üzerindeki sömürüsünün de ilelebet varolacağı anlamına gelir. Komünistler fuhuşa karşı mücadeleyi, esas olarak onu ortaya çıkaran koşullara, yani özel mülkiyet sistemi ve insanın insan üzerindeki sömürüsünün bertaraf edilmesi mücadelesi olarak kavrar ve yürütürler. Bu nedenle, geçmişte olduğu gibi bugün de bu konuda burjuvazinin ikiyüzlü ahlakçılığına karşı mücadele esastır. Örneğin, fuhuşa karşı mücadele adı altında genelevleri mahalle dışına çıkarma, “mahalleyi temizleme” mücadelesi tam da böyle ahlakçı-ikiyüzlü mücadeleye tekabül etmektedir. Devrimcilerin, komünistlerin halka yaranmak adına bu tür ahlakçı ve esasta fuhuş yapan kadınları hedef alan bir mücadele yürütmesi kesinlikle yanlıştır.
Fuhuşa karşı mücadele adı altında fuhuş yapan kadınların toplumsal olarak horlanması, aşağılanması, takibata uğratılması, polis baskısına, devlet şiddetine maruz kalması kesinlikle kabul edilemez.
Kadın ile erkek arasındaki eşitsizliğin bir göstergesi de seksi satın alan erkeğin, müşteri olan erkeğin değil de kadının aşağılanması ve cezalandırılmasıdır. Hiçbir erkek seks satın aldığı için “vesikalanmamaktadır”, ama bunun tersi sözkonusudur. Halbuki, toplumsal ilişkiler tam tersidir: Fuhuş, bunu yapan fahişe kadınlar varolduğu için değil, kadınları köleleştiren, onları bir mal gibi alıp–satan erkek egemen sistem varolduğu için, herşey gibi seksi de satın alabilecek toplumsal güce sahip erkek müşteriler varolduğu için vardır!
Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde nihai hedefin bir bütün olarak fuhuşun ve cinselliğin satın-alınır bir şey olmaktan çıkması olduğunu şöyle ifade ediyor:
“Yani, süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel ilişkiler düzeni üzerine bugünden düşünebileceğimiz şey ağırlıklı olarak olumsuz türdendir, kendini çoğunlukla ortadan kalkacak şeylerle sınırlar. Ama hangi yeni şeyler katılacak?
Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: yaşamlarında, bir kadın asla parayla ya da başka bir toplumsal güç vasıtasıyla satın almamış olan yeni bir erkekler kuşağı ve kendini, gerçek aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar kuşağı.(1) İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman, bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin pratiğini ona göre yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır – nokta” (“Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, F. Engels, s. 28-29, İnter Yayınları)
“Fahişe”, “orospu”, “genel ev kadını” vb. gibi kavramların kadınları aşağılayıcı biçimde – salt cinsel sömürüye maruz olan kadınları değil, bir bütün olarak kadınları– kullanıldığı açıktır. Bu aşağılanmaya karşı mücadele etmek haklıdır. Önemli olan, bütün bu mücadelede esas yönelimi kaybetmemektir.
Biz, aşağılanmaya karşı durmak için yeni kavramlar arayışını tümüyle reddetmiyoruz. “Seks işçisi” gibi kavramların bir yanıyla bu aşağılanmaya karşı durma arayışından kaynaklandığını da biliyoruz ve bu yönünü elbette ki olumluyoruz. Fuhuş yapan kadınların haklarının korunması, onlar üzerindeki baskıların teşhir edilmesi mücadelesi haklı bir mücadeledir. Buna rağmen, kavramların taşıdığı içeriğe de dikkat edilmek zorundadır. “Seks işçiliği”, “seks işçileri” gibi kavramlar bizce yanlıştır. Bunun yerine biz, “para karşılığı seks yapmak zorunda kalan –kadın/erkek– insan” kavramını öneriyoruz. Bu kavramlar da tek başına aşağılamayı/aşağılanmayı ortadan kaldırmaz, fakat bunu biraz daha sınırlar. Bizim tabii ki, kimin kendini nasıl tanımladığına karışacak halimiz yoktur. Bazı kadınlar kendilerini “seks işçisi” olarak tanımlamakta ısrarlıdır, bazıları da yine mücadeleci bir özgüvenle kendilerini “oruspu”, “fahişe” olarak adlandırabilmektedirler. Herkes kendini istediği gibi tanımlama hakkına sahiptir.
Biz burada, komünistlerin bu konuda nasıl bir tavır takınması gerektiğini tartışıyoruz. Ve bu bağlamda Marksizm-Leninizmin bilimsel temellerine dayanıyoruz:
Marks ve Engels’in klasik işçi sınıfı tanımı temel alındığında, “seks işçisi” kavramı bütünüyle yanlıştır. Komünist Manifesto’da işçi sınıfı kavramı şöyle açıklanır:
“… kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan” ücretli çalışanlar…” (Bkz. Marx-Engels, Komünist Manifesto, s. 104, Dönüşüm Yayınları) Bu dar anlamda alındığında, “seks işçisi” kavramı kesinlikle yanlıştır; çünkü para karşılığı seks yapan bir kadın işgücünü değil, bedenini satmak, daha doğrusu kiralamak zorunda kalmaktadır. Kaldı ki, onun bedenini satan çoğunlukla kendisi de değil, onun sahibi ve pazarlayıcısı olan pezevenktir, erkektir. Seksi satın alan da, –işgücünü satmak zorunda kalan işçi sınıfında olduğu gibi, üretim araçlarının sahibi olduğu– patron değil, müşteridir.
Karşılaştırma “hizmet sektörü” bağlamında yapıldığında da pek uymamaktadır: “Kapitalist ekonominin üç alanı vardır. İki alan doğrudan üretim yapan sanayi ve tarımdır. Üçüncü alan ise, doğrudan üretim yapmayan ve fakat üretim için gerekli olan hizmetleri sunan alandır. Bu alana (1900’lü yılların başlarından bu yana) hizmetler alanı, bu alanda çalışanlara da hizmetli denir.” (“Sınıflar”, Yeni Dünya Yayınları, Eğitim Dizisi 1, s. 23)
Kapitalizmde hizmet alanının bir bölümünü yeniden üretim alanına tekabül eden ve çoğu yerde devletin ve belediyelerin denetiminde olan eğitim ve sağlık hizmetlerini, temizlik, taşımacılık haberleşme işlerini; kültür faaliyetlerini, turizmi, vb. oluşturur. Bütün bu alanlarda işgüçlerini satarak geçimini temin eden emekçiler “hizmetli” kategorisine girerler. Burda da esas olan, bu alanda çalışan işçilerin/emekçilerin işgüçlerini satmalarıdır.
Kapitalist sömürü sistemi içinde fuhuş yapmak zorunda kalan kadın kitlesinin büyük çoğunluğunun ekonomik ve sosyal konumunun işçilerin ve emekçilerinkinden çok da farklı olmadığını kabul etsek de, yine de marksist kavramlarla konuştuğumuzda “seks işçisi” kavramı yerli yerine oturmamaktadır.
Şunu söyleyebiliriz: Bedenlerini satarak hayatta kalma mücadelesi veren kadınların ezici çoğunluğu emekçiler tabakasına dahildir. Ve esasen onların konumu bir “köle”nin konumuna tekabül eder. Kapitalizmde, buna benzer, geçmiş toplumlardan miras kalan başka “hizmetler” de vardır. Bunlar, öncelikle toplumsal değil, “bireysel” hizmetlerdir. Örneğin, “hizmetçi” olarak ömür boyu zengin ailelere satılan kızlar/kadınlar (bu özellikle Asya ve Afrika’da sanıldığından çok yaygındır.) “Evlilik” adı altında zengin Avrupa’nın (yoksul, orta halli ve zengin) her tabakadan erkeğine pazarlanan (örneğin Filipinli, Tayland’lı, ve şimdi yenilerde Suriyeli, Iraklı ve diğerleri) köleler, vb. vb. de mevcuttur. Bütün bunlara karşı, bu tür köleliğin kökünü kurutma hedefi ve azmiyle mücadele edilmek zorundadır.
Biz bu bağlamda fuhuş yaparak yaşamak “kadının kendi tercihi” ya da “kendi tercihi değil” tartışmasını yararsız buluyoruz. Bizim ne fuhuş yapan kadınları yargılama ne de onların “tercihi”ni sorgulama derdimiz olabilir. Her kadının şüphesiz kendisine göre sebepleri vardır. İster “kendi tercihi” olsun, isterse olmasın farketmez, biz tek tek kadınların nedenleriyle değil, bir bütün olarak sistemle uğraşırız. Diyelim ki, “kendi tercihi” olmuş olsun (ki, bunu iddia eden kadınlar da vardır), bu neyi değiştirir? Kölelik sistemine karşı da mücadele verilirken kölelik sistemini savunan köleler de vardı. Onlar köle kalmayı “kendi tercihleri” olarak görüyorlardı. Sonuçta bu, köleliğe karşı mücadelenin zaferini, köleliğin yokolma tarihsel zorunluluğunu değiştirmemiştir. Fuhuş ve bir bütün olarak seks ticareti bağlamında benzer bir şey sözkonusudur.
İşin şöyle bir yanı da vardır: Bugün kapitalizm büyük bir seks ve porno sektöründen bahsetmektedir, ki bu olgudur. Bunun içinde klasik anlamda fuhuşun rolü giderek küçülmektedir.
Örneğin, “seks oyuncakları”nın üretimini ele alın. Bu gerçekten de fabrika üretim tarzına tekabül eder ve orda çalışan kadınlar ve erkekler bu “oyuncakların” üretimi sürecinde çalışan, işgüçlerini satan işçilerdir.
Örneğin, “porno sanayii”ni alın, dergilerin, filmlerin, video-cliplerin vb. üretiminin çeşitli alanlarında çalışan kadın ve erkek geniş bir hizmetliler gurubu vardır. Bunlar da çoğunlukla bedenlerini değil, işgüçlerini satma durumundadırlar. Bunların bir bölümü emekçiler kategorisine tekabül etmekte, bir bölümü de kendi hesabına çalışan küçük ve orta burjuvalara denk düşmektedir. Bugün salt fuhuşa karşı tavır almak yetmez, bir bütün olarak porno ve seks ticaretine karşı mücadele edilmek zorundadır.
Bizim mücadelemiz, bir bütün olarak sömürü düzenini hedef almak zorundadır. Bu mücadele, yenilgili bir kabullenişle değil, cinsel sömürünün sınırlandırılmasıyla değil, bir bütün olarak ortadan kaldırma hedefiyle yürütülmek zorundadır. Kullandığımız kavramlar bu içeriği ortaya koymamıza ne kadar açık ve net hizmet ediyorsa, o kadar işe yarar olacaktır.
Komünistlerin hedefi en açık ve net biçimde Marx ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da ifade edilmiştir:
“Ama siz Komünistler kadınların ortaklaşa kullanılmasını getireceksiniz diye bir ağızdan yaygarayı basıyor tüm burjuvazi.
Burjuva, karısını basit bir üretim aracı olarak görür. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyunca da, pek doğal olarak, her şeyin ortak olmasının kadınların da ortak olmasına yol açacağından başka bir sonuca varamaz.
Gerçek amacın, kadınların basit birer üretim aracı olmaktan çıkarılması olduğu, aklının ucundan bile geçmez burjuvanın.
Doğrusu, burjuvalarımızın, komünistler tarafından açıkça ve resmen kurumlaştırılacağını ileri sürdükleri, kadınların ortaklaşa kullanılması karşısında duydukları erdemli öfkeden daha gülünç birşey olamaz. Komünistlerin kadınların ortaklaşa kullanılmasını getirmelerine gerek yoktur ki; çok eski zamanlardan beri varolan birşeydir bu.
Burjuvalarımız, bırakalım genelev fahişelerini, yanlarında çalışan proleterlerin karılarına ve kızlarına keyiflerince el atmakla da yetinmez, birbirlerinin karılarını ayartmaktan sonsuz bir zevk alırlar.
Burjuva evliliği, gerçekte, evli kadınlarda ortaklıktır. Bu yüzden de komünistler, olsa olsa, kadınların ortaklaşa kullanılmasını ikiyüzlülükle gizlenen birşey olmaktan çıkarıp açıkça meşrulaştırılmış birşey haline getirmek istemekle suçlanabilirler. Nerede kaldı ki, bugünü üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, kadınların bu sistemden kaynaklanan ortaklaşa kullanılmasının, yani açık ve gizli fuhşun da ortadan kalkacağı açıktır.” (Marx-Engels, Aralık 1847-Ocak 1848, Kadın Sorunu Üzerine, İnter Yayınları, s. 11-12)
——-
Dipnot: (1) Engels’in düşüncelerinin devrimci ve bugüne kadar geçerliliğinden hiçbirşey kaybetmeyecek kadar modern olduğu apaçık ortadadır. Ancak, o neticede zamanının insanıdır ve bunu kimi zaman kullanılan dilde hissedebilmekteyiz. Bugün, biz kadın ile erkek arasındaki ilişkilerde “alma-verme” gibi kavramları elbette kullanmıyoruz, kullanmamalıyız. Bunu burada tespit etmek, tam da Engels’in özde söylediklerine uygun davranmak anlamına gelecektir.
20.12.2016
SINIF KAVRAMI VE TOPLUMSAL CİNSİYET
Toplumsal cinsiyetin oluşma süreci ile özel mülkiyet ve sınıflaşma arasında, çok belirgin ve koparılmaz bir bağ ola gelse de, bu olguların bir birine indirgenmesi doğru değildir. Kadın merkezli olup da özel mülkiyet ve sınıflaşmanın belirginleşmesi, erkek egemenliğinin gözlemlenebildiği birçok ilkel topluluk gözlemlenmiştir. Toplumsal cinsiyet ile özel mülkiyet ve sınıflaşmanın bir birinden koparılmasını değil, ama indirgenemezliğini gösterir. Toplumsal cinsiyet ile özel mülkiyet bir ikiz kardeştir. Yani aynı anneden, yani aynı iş bölümünden çıkarlar. Birbirlerini beslerler, iş bölümü hayat kaynağıdır, onların varlık biçimidir. İş bölümünün tarihsel gelişimdeki merkez rolü olmasa da; iş bölümünün toplumsal cinsiyet ve kadını köleleştirilmesinde oynadığı rolü Alleksandra Kollontay gerçek duruma oldukça yaklaşan çözümlemeler yapmıştır. Kollontay, özel mülkiyetin kadının köleliği temel nedeni olduğuna dair genel kanının dışına çıkarak, sorunu işbölümü bağlantısıyla değerlendirmiştir. Burada kanlı pazarın sembolü olan Kollontay’ın yaşamına bakmak ta gerekir. 1872 yılında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğar, çok mutlu her şeyi var olan bir çocuktur. Ama o özgür olmak ister, diğer çocukların her şeyden yoksun oluşunu görür, yüreğinde yaralar açar. Daha küçükken büyüklerinin adaletsizliğini hisseder, bütün bunları hissettikçe yüreğinde derin yaralar oluşur ve bu başkaldırı ruhunun oluşmasına neden olur. Geleneklere karşı ilk savaşını, evlilik kuşunda ailesinin isteğine karşı çıkarak verir. Parasız, pulsuz, işsiz, güçsüz bir mühendisle evlenir, mutlu olsa da evlilik hayatından sıkılır. Bir fabrikayı ziyaretinde kadın ve erkek işçilerin yaşam koşullarını gördüğünde, bu duruma karşı işçilerin kurtuluşu için onlarla omuz omuza mücadele etmeye karar verir, bu kararı ile oğlunu ve kocasını terk eder. Ekonomi politika eğitimi için Zürich’e gider, 1899 da Petersbug’a döner ve Rusya yasadışı Sosyal Demokrat Partisine katılır. Artık tümüyle kendisini bu davaya adar. 1905 Kanlı Pazar olayından sonra ismi duyulmaya ve tanınmaya başlar. Kollontay, özellikle Marksist kadın hareketinde öncüdür, 1917 Mart’ına kadar siyasal mültecilik yıllarıdır. 1917’nin Temmuz ayaklanması sonucu çok sayıda Bolşevik le birlikte Petrograd’da tutuklanır. Ekim devriminde serbest bırakılır. İlk kurulan devrim hükümetinde bakan olur. 1919’daki iç savaş başlangıcıyla tekrar kadınlar arasında çalışmaya başlar. 1923’te Sovyetlerin Norveç elçiliğine atanır. İşte bu yaşamı, mücadelesi tüm anıları her kadına örnek olabilecek Kollontay derki; ”Kadın kabilenin geçiminin esas sorumlusu olarak önemini yitirmemiş olsaydı, özel mülkiyet kadının köleleştirilmesine yol açmak zorunda değildi. Ama özel mülkiyet ve toplumun sınıflara bölünmesi, iktisadi gelişmeyi biçimlendirdi ve yönlendirdi, öyle ki, kadının üretimdeki rolü sıfıra indi. Kadının baskı altına alınması, üretken çalışma, erkeğin görevi olarak görülürken kadının ikinci derecedeki görevleri üstlenmesini öngören cinsiyetler arası bir işbölümünün sonucuydu. Bu iş bölümü mükemmelleştiği ölçüde, kadının bağımlılığı da arttı. Sonunda köleliği bir olgu oldu.”
*”Hiç bir hükümet, hatta en ilerici cumhuriyet bile, en ilerici burjuva demokratik devlet bile kadınlara tam eşitlik vermedi. Öte yandan Rusya Sovyet Cumhuriyeti kadınların eşitsizliği konusundaki tüm hukuki kalıntıları istisnasız, derhal süpürüp attı ve bir çırpıda kadınlara kanun önünde tam eşitlik verdi”. Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin.
*1917 Ekim devrimi tarihte, kadının toplumsal eşitliğinde ve kurtuluşunda en gerçek temsildir. Çünkü tüm alanlarda eşit ve özgür olmuştur. Çünkü Rus imparatorluğu ve sömürgelerinde kadın, sadece ikinci sınıf değil, erkeğin kölesi olarak görülmekteydi. Kadının tek bir hakkı vardı. Erkeğe köle olup boyun eğmekti. Ekim devrimi öncesi Rus imparatorluğu ‘Kanunlar külliyatı”nda ”karı” nın görevini şöyle tanımlardı; ”Karının görevi, ailenin reisi olan kocasına itaat etmek, onu sevip saymak, her şeyde ona boyun eğmek, onun ihtiyaçlarını karşılamak ve ona bağlılığının tüm işaretlerini göstermektir: çünkü o evin efendisidir.”
O dönemlerde Rusya sömürgeleri gibi yarı feodal köylü toplumlarını; gelişmiş kapitalist ülkelerde bile, kadının toplumsal konumu en fazlasından ikinci sınıf vatandaş olmasından öteye gitmezdi. Eğitim, eşit ücret, eşit seçme seçilme, miras eşitliği, boşanma gibi durumlar ulaşılması imkansız bir hayalden öteye gitmiyordu. Ekim devrimi bu koşullarda gerçekleşti. Yol gösterici oldu. Kilise nikahı yerine, resmi nikah, seçme seçilme, yaşamın her alanında eşitlik sağlandı. Zina, gayrimeşru çocuk, eşcinsellik suç unsurundan çıkarıldı. Kürtaj yasaklanmadı. Boşanma eşit şekilde görüldü. Çocuk bakımı toplumsal bir sorumluluk ve iş olarak görüldü. Cinsiyetçi eğitim yasaklandı. Ücretsiz, bilimsel karma eğitim uygulandı. Sovyet iktidarı bunlardan sorumlu tutuldu. Bunların uygulanmasını ve tüm pratiğinin zenginleştirilmesini sağlayan siyasal örgütlenmeyi ve yönetimi sağlayan jenotyeldi. Jenotyel aktivistleri ülkenin dört bir yanında harekete geçti, öyle bir perspektif çizdiler ki dönüşümün önünü açtılar. Kadınları toplumsal yaşama katmak için toplumsal özgürlükleri kavradılar. Mesela, kadınların erkeklerle konuşmasının yasak olduğu Müslüman doğu cumhuriyetlerinde, bu aktivistler, kadınlarla iletişim kurmak için KADIN BAKKALLARI kurdular. Erkeklerin giremediği bu kadın bakkallarında çarşaflı jenötyel aktivisleri çalışırdı. Gelen kadınla sağlık eğitim vb her alanda aydınlatıyorlardı. Sadece komünlerin çalıştığı atölyeler kurulmuştu….Cinsel özgürlüğün erkek egemenliği eliyle yozlaştırılması o kadar yaygın bir hal almıştı ki Lenin ”Rusya bir açık hava genel evine dönüştü” demişti. 10- 15 kez kürtaj olan kadınlar, önü kesilemeyen cinsel hastalıklar. Bakamadığı için terkedilen bebekler. Bunalıma girip intihar eden kadınlar, bu tablonun dışa vuran görüntüsünün bazılarıydı. Ekim devrimi ile kadının özgürleşmesi adına en önemli kazanımların biride aile evlilik ve annelikti. Sosyalizm perspektifinden bakıldığında bu üçayaklı mekanizma, kadının ezilmesi durumu temel, toplumsal dayanaklarından birini oluşturuyordu. İşte sosyalizm, burada da farkını koymalı ki kadının toplumsal yaşama eşit haklar ve oranlarla katılması yönündeki mücadelede, toplumsal dokuya, erkek egemen içeriğini kazandıran cinsel işbölümünün tüm içeriği ve biçimleriyle yok edilmesi mücadelesine bağlanmalıdır…Kadın akademileri kurulmalı, kadın sendikaları kurulmalı, kadın dayanışma evleri ve hattaa komünü. Kadın milisleri tüm sorunları çeşitli yönleriyle kucaklayabilen bir örgütsel yelpaze olmalı. Kadının kurtuluşu sosyalizmdedir. Çünkü proletarya diktatörlüğünün tarihsel anlamı sadece proleterlerden oluşan saf bir sınıf iktidarı olmasından değil de, tüm ezilenlerin proletarya önderliğinde ve proletaryanın nihai amacı etrafında şekillenen politik bir geçiş reformu olması, kadın diktatörlüğünün tarihsel anlamı da benzer biçimde sadece kadınlardan oluşan bir cins iktidarı olması değil, tüm kadın ve erkek emekçilerinin, kadınların nihai amacı etrafında birleşmeleri ve dönüşümlerini koşullayan bir politik geçiş formu olmasıyla belirlenir. Tüm mekanizma cinsiyete bakmaksızın ekolojik temelde kurgulanmalıdır. Böylece sosyalizmi egemen kılan, devrimci özünü kemiren erkek egemen zinciri koparılır sosyalizm, ekolojik, sınıfsız sınırsız ve cinsiyetsiz özgür insanlar topluluğu olarak tarihin sayfasında yerini alır. Üretim araçlarına sahip kapitalist sistemde, insan emeğinin sömürülmesi işçinin ezilen yaşamını idame ettirmesi ücret karşılığında bilinçli bir şekilde emeğinin sömürülmesini zorunlu kılmaktadır. Fakat burada insan onurunu zedeleyecek bir durum, artı değerin işçinin emeğine yansımaması olarak değerlendirmekteyiz. Ve proletarya, bunu hak ettiği emeğin karşılığı olarak görmemekte, ama en azından insanca bir durum olarak kabul etmektedir. Fakat seks işçiliği, (bu tabire kesinlikle katılmıyorum) kadının bilinç olarak kabul ettiği bir ezilmişlik durumu olmamakla birlikte, kadın bedeni üzerinde tahakküm kuran, erkek egemen ataerkil sistemin kadın bedeni üzerinde hak iddia etmesinin bir sonucu olarak, her türlü destekten arınmış, erkek egemen sisteminin kendisine reva gördüğü cinsel tatmin meta gereği olarak, zorla pazarlanması kadının bir fabrikada emeğinin sömürülmesi ile aynı durumu yansıtmamaktadır. Çalışan bir kadının toplumdaki yeri ve kadının kendine değer vermesi ile seks işçisi diye nitelendirilen ki ben öyle bakmıyorum, bir kadının bedeni üzerindeki kazancı ile toplumdan soyutlanması kendisini, diğer çalışan kadınlardan ayırmaktadır. Çünkü onursuzca bir zorunlu kazanç içerisinde, daha da hayvani bir boyutta olduğunu kendisi de çok iyi bilmektedir. Seks işçiliği kavramı yanlıştır… Bunu erkeklerin namus kavramının geri düşünce tarzı olarak yaklaşıp değerlendirmekte daha vahimdir. Namus kavramını kadının iki bacak arasındaki cinsel organına indirgemeyelim, tamam. Soru; kendi bedenini pazarlamak isteyen, bu yolla para kaza kazanmak isteyen kadın var mı?.. Kim bedeninin bu şekilde onursuzca ipotek altına alınmasını isteyebilir… Yani erkekler namusu böyle değerlendiriyor diye: o yüzden hatalıdır.. Yoksa seks işçiliği vardır ve normaldir… Demek gibi bir sonuç çıkarılmaktadır. Yoksa ben yanılıyor muyum, biri söylesin bana…
*Ruhsal yönden bakarsak, bir iş yerinde sömürülen bir kadın ile seks işçisi (ki ben bu kavrama katılmıyorum) bir kadın arasında, aynı psikolojik bir durumdan bahsedile bilir mi? Bahsedilemez…. Çünkü hepimiz çalıştığımız iş kollarında sömürülüyoruz, fakat düşünün bu kavramda kadının her gün tecavüze uğraması para kazanması bu yolla mutlu olması vs gibi duyguları bırakın, kendinden insanlardan erkeklerden, sistemden nefret etmiş ve ruhsal bedensel sıkıntılar yaşamasına, daha da derin yaralar açmasına neden olmaz mı? Ya da olmuyor mu? Sorarım size toplumlar tarihinde kadın cinselliği hanlarda kervanlarda, günümüzde otellerde genel evlerde olmuştur hep. Ticaret mekanlarının olduğu yerlerde, tarihten bugüne dek olagelmiştir. Fakat buna işçilik olarak bakmak diyalektiğe aykırıdır. Evet para kazanıyor, evet sömürülüyor, ama işçi göremeyiz, peki ne derseniz … Köle. Evet işçilerde, memurlarda, beyaz yakalılarda, mavi yakalılarda hepimiz köleyiz, ama en azından onur kavramı biraz geri dursa da insan kişiliğinin vazgeçilmez prensipleride vardır. İşçi modern köle olabilir, ama seks ile aynı statüde olamaz. Yani bu seks kavramı çok daha vahim, çalışan bir kadın az da kazansa çalışır, iki alternatif sunalım bir kadına. Genelev de mi, fabrikada mı çalışırsın? Diye soralım. Evet, birinde bilinçli edildiğini bile bile herkes aynı maaşı alıyor, aynı saat çalışıyor, bende buna razıyım der, geçimi için çalışır, birde istemeyerek bu yola sürüklenirsin… Aradaki fark budur ve işçi değildir. Kadınlara sormak isterim, özellikle çok değerli kadın yoldaşlarıma bir tek sorum var, çalışmak isteseler fabrika vb yerlerde mi çalışmak isterler, ya da genel evde mi? Bir istatistik yapılsa tüm dünya kadınları hedefinde, ezici çoğunluk fabrika diyecektir. Çok nadir genel ev çıkarsa 0.001 gibi bir derecede lümpen yaşamı tercih eden asalaklardır gerisi.. Neden çoğunluk genel evi seçmez? Çünkü, kendi iradesi dışında kendisine zorla tercih ettirilen bir durum var. Lümpenler sınıf dışı bir topluluktur. Burjuvaziye karşı direncini yitirmiş, sınıf dışına itilmiş, kolay yollarla para kazanan bir asalak topluluğu vardır, dilencilerdir, hırsızlardır, dolandırıcılardır, birilerinin sırtından geçinenlerdir, ve… evet erkek egemenliğinde cinsel arzuları tatmin etmeyi bir üretime bağlaya biliriz, çünkü patron var, ordan kazanan, onu sömüren bir durum var. Mekanik değil ama bir sömürü inkar edilemez….
*Proletaryanın öncüllük bilincini kuşanmak, devrim yolunda kişinin kendine hakim olabilme yetisinin artmasını, fedakarlığı ve yürek bölüşmesinde yiğitliği gerektirir… Mevcut koşullarda proleter olmayan emekçi yığınlarıyla bağ kurma yeteneğidir. Komünist savaşçı olmak… ML vb felsefi akımlardan önce bu kişiliğin oturması gereklidir. Yaşı yoktur, en önemlisi CİNSİYETİ yoktur. Yani biyolojik erkeğin tüm feodal bağları koparıp, ilk önce evde annesine ya da eşine bir ev kadını değil de, kolektif yaşamın gözüyle bakabilmektir. Bir kadının, doğurganlığı dışında aynı iradeyi ortaya koyabilme yetisini bilmesidir. Üçüncü olarak siyasi bir yapının doğrultusunu reformist bir düşünceye kapılmadan o günün ekonomik politik ve hatta coğrafik koşullarını güncelleyerek bir siyasi yapının öncülüğünde ilerlemektir…
*Yolu aydınlatan ideoloji, disiplin ve bilinç faktörüyle gelişir. İdeolojiyi bilmek, gönüllü olmak tek başına yeterli değildir. Çünkü devrimci ahlakı anlamayan asla Marksizm’i kavrayamaz. Marksizm yaşamın tüm alanında bir eylem kılavuzudur. Yani ailede, sokakta, meydanda, işyerlerinde, bir mücadeledir…Bu durum çevreye kişiye yaşa cinsiyete göre asla ve asla değişmez…Çalışmak yaşam biçiminde anlam kazanır. Sempatizanları küçük görmek, alt kadroları ezmek sadece kısa bir macera olur… Cinsiyet ayrımı, ataerkil ya da anaerkil yapı tartışması onurlu bir yaşam kavgasında gündem yaratması mevcut koşulları değerlendiremediğimizdenmidir diye bir düşünce oluştu, çünkü
son zamanlarda görünen o ki, devrimci kültür ve devrimci ahlak sorunu, doğudan batıya hatta tüm evrende örf adetlerle, kapitalizmin dejenerasyon yarattığı burjuva ahlaki ile karıştırılıyor. Ve hatta düne kadar, en başta, o örgütlü o mücadeleci halk tarafından, barlarda kadın çalıştırılıyor diye, Dersim’de barlar taşlanıp, gazide fuhuş batağındaki kadınlar kovulurken, bugün seksin bir işçilik olarak görünmesi vahim. Seks işçilik olarak gören bir deklarasyonu kadın öncülüğünde bir kuruluşun deklare etmesi çok daha düşündürücü. Şimdi bizler, Dersim’de camları kırılan bar sahiplerinden özür mü dilemeliyiz….
*ABD emperyalizmi Filipinlere girerken, 14 yaşındaki kızların askerler tarafından tecavüze uğrayıp hepsinin birer seks unsuru olarak pazarlara sunulması halen göz yaşartırken hikâyeleri, bunu hangi sınıfa koyabiliriz. Feminist bir kadın yazar, emperyalist ya da burjuva ataerkilin uzuvları kadının bedeninin içinde dolaşacak ve başta tüm dünya kadınları zamanla bunu olağan karşılayacak diye yazmıştı… Haklı payı mı var?
*O nedenle bu seks kavramının tekrar incelenmesi gerekmektedir. Halkların devrimcilere güvenini sağlayan en önemli unsur devrimci ahlak ve devrimci yaşamdır. Nice kadın öncüler varken, cinsiyet ayrımı yaparak seksi sınıflandırmak, üretim midir hizmet midir diye düşünmek bile kitleler üzerinde, nice bedeller ödeyen bir çok öncü kadının sevgisini sempatizanlar üzerinde zedelemek, güveni sarsmaktadır.
Çünkü Marksizm’in sınıflandırması proletaryadır. İşgücüdür, üretimdir hizmettir..
Gerisi ahlak disiplin ve bir yaşam biçimidir.
Hegel ; ”tarih bir şeyi hazmetmede önce bir kaç kez tekrarlar” der. Paris Komününden Sovyet halk iktidarına her komünist, sınıf tahlillerini dikkatli yapmalı, her döneme olumlu olumsuz yönleriyle bakmalıdır. Nihai toplumsal düzene biçim ve içerik kazandırırken, devrimci ahlakı ve onurlu duruşu bozmadan hareket etmelidir. Bunlar kadın ya da erkek olarak cinsiyet ayırımı gözetmeksizin, beden üzerinde bir tahakküm kurarak sınıflandırmadan, ezilen emekçi yığınların, devrimcilerin komünistlerin vazgeçilmez sorumluluğundadır.
Kasım 2016
Cihan Karayol/ Adana