Din, hâkim sınıflar tarafından, ezilenleri sömürü düzenine bağlamak için bir araç olarak kullanılmaktadır. Marksist-leninistler din sorununa yaklaşırken, öne çıkardıkları temel yaklaşım şudur:
“Din halkın afyonudur” – Marx’ın bu veciz sözü, din sorununda Marksizm’in tüm dünya görüşünün köşe taşıdır. Marksizm günümüzün bütün dinlerini ve kiliselerini, bütün ve her türlü dini örgütleri daima sömürünün korunmasına ve işçi sınıfının uyuşturulmasına hizmet eden burjuva gericiliğin organları olarak görür.” (“Din Üzerine”, Lenin, s. 14, İnter Yayınları, Temmuz 1998, İstanbul)
“Din halkın afyonudur” tavrı, Marksizm-Leninizm’in din konusundaki tavrının temel taşıdır. Bu yaklaşım, somut durumun tahlili adına da olsa bir kenara bırakıldığında, bu noktada Marksizm-Leninizm’den uzaklaşılır.
“Bütün modern dinler (…) her türlü dinsel örgüt”, işçi sınıfının sömürülmesi ve ezilmesini savunmaya hizmet eden araçlardır. Marksist-leninistler, dinin kendisine olduğu gibi, her türlü dini örgütlenmeye de karşıdır.
Marksist-leninistler her türlü dine karşı olmakla yetinmez, dine karşı savaşır. Sorun bu noktada, verilmesi gereken mücadelenin nasıl ve hangi biçimde verileceği sorunudur. Somut durumlarda verilecek mücadelenin biçimleri değişse de, dine karşı mücadelenin kendisi verilmek zorundadır.
Marksizm-Leninizm’in dine yaklaşımının en çok çarpıtıldığı noktalardan biri budur. Kimileri, dine karşı mücadele adına, sınıf mücadelesini bir kenara bırakıp, merkeze “Allah yok”u koyup, kitleleri karşısına alırken; kimileri de kitleleri karşısına almamak için dine karşı mücadeleyi bir kenara bırakır. Bugün Kuzey Kürdistan-Türkiye’de esas olan, dine sarılma veya dinsel ritüellerden kurtulmama sapmasıdır. Her iki tavrın da marksist-leninist yaklaşımla ilgisi yoktur.
Din, ezilenler açısından her şeyi sermaye tarafından belirlenen “ruhsuz dünyanın ruhu”, bir avunma aracı ve onların çektikleri acıları çekilir hâle getiren “afyon”dur. Din, egemen sınıfların büyük insanlığı sömürmek için kullandıkları bir uyuşturucudur. Bu uyuşturucuyu yalnızca açık dinciler değil, tüm egemenler kullanır.
Lenin, dinin toplumsal kökenlerini şöyle açıklamaktadır:
“’Korku tanrıları yarattı’. Sermayenin kör gözüm hareket eden güçleri, halk kitleleri tarafından önceden görülemeyeceği, proleterleri ve küçük mülk sahiplerini adım başı tehdit eden ve üzerlerine “aniden”, “beklenmedik biçimde”, “tesadüfen” yıkım, çöküş, dilencilere, yoksullara, fahişelere dönüşme felaketini yağdırabileceği ve gerçekten de bütün bunları yaptığı için kör gözüm hareket eden güçleri karşısında duyulan korku- eğer materyalizmin abc’siyle yetinmek istemiyorsa bir materyalistin göz önüne alması gereken bugünkü dinin kökü budur. Kapitalist angaryanın yıprattığı, kapitalizmin kör gözüm hareket eden yıkıcı güçlerine bağımlı kitlelerin içinden bu kökü, bizzat bu kitleler, dinin bu köküne, bütün biçimleriyle sermayenin egemenliğine karşı birleşik, örgütlü, planlı, bilinçli biçimde mücadele etmeyi öğrenmedikçe hiçbir aydınlatıcı broşür çıkarıp atamayacaktır.
Buradan dine karşı aydınlatıcı broşürlerin zararlı ya da gereksiz olduğu sonucu mu çıkar? Kesinlikle hayır. Buradan bambaşka bir sonuç çıkar. Buradan, sosyal-demokrasinin ateist propagandasının onun temel görevine: sömürülen kitlelerin sömürücülere karşı sınıf mücadelesini geliştirmeye tabi olması gerektiği sonucu çıkar.” (Age., s.17-18)
Dinin bu tanımı ve temelinin ortaya konması, zorunlu olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürülmesi ve ezilmesine son vermek için, dine karşı da mücadeleyi gündeme getirir. Marksist-leninistler açısından, dine karşı mücadele etme görevi de açık olan, tartışılmayacak bir sorundur. Marksist-leninistler açısından bu bağlamda sorun, sadece ve sadece nasıl mücadele edileceği sorunudur. Mücadele yönteminde de marksist-leninistlerin tavrı şöyledir:
“Dinle mücadele etmeliyiz. Bu, tüm materyalizmin ve dolayısıyla Marksizm’in de abc’sidir. Fakat Marksizm abc’de durup kalmış bir materyalizm değildir. Marksizm daha ileriye gider. Şöyle der: dine karşı mücadele etmeyi bilmek gerek, bunun için ise inanın ve dinin kökenini kitlelere materyalist tarzda açıklamak gerekir. Dine karşı mücadele, soyut ideolojik bir vaazla sınırlanmamalıdır, böyle bir vaazla aynı kapıya çıkmasına izin verilmemelidir; bu mücadele, dinin sosyal köklerinin ortadan kaldırılmasına yönelik sınıf hareketinin somut pratiğiyle bağıntılandırılmalıdır.” (Age. s.17)
Lenin’in de vurguladığı gibi, dine karşı mücadele etmek, Marksizm’in abc’sidir. Ancak bu mücadelede, mücadele biçiminde kitlelerden kopmayı, tecrit olmayı ortaya çıkaracak “sol” tavırlardan da kaçınmak gerekir.
Marksist-leninistler, din savunusuna en ufak bir tavizi dahi hoş görmezler ve reddederler. Lenin, Marx ve Engels’in tavırlarını şöyle aktarır.
“Marx’ın el yazması halinde okuduğu Engels’in tüm “Anti-Dühring”inin, materyalist ve ateist Dühring’i, dine ve din felsefesine açık kapı bıraktığı için, materyalizminin tutarsızlığıyla suçladığını anımsatalım. Ludwig Feuerbach ile ilgili eserinde Engels’in, onu, dini ortadan kaldırmak için değil, aksine dini yenilemek, yeni, “daha yüce” bir din icat etmek için vs. mücadele etmiş olmakla suçladığını anımsatalım.” (Age. s.14)
Dine karşı yaklaşım, Marksizm-Leninizm için böyledir. Sadece açıkça dini savunanlara karşı değil, materyalizm adına savunulan düşünceler içinde ortaya çıkan kimi dinsel savunulara karşı da mücadele edilmiştir, edilmesi de zorunludur. Lenin’in 1905 devriminin yenilgisinden sonra ortaya çıkan Tanrı arayıcılarına karşı mücadelesi de, materyalizm adına ortaya çıkan idealizme karşı olan bir mücadeledir.
Dinin hangi biçimi olursa olsun, dine karşı en küçük bir tavizin verilmesi yanlıştır. Lenin, Tanrı inancıyla uzlaşan, “kimseyi kırmamak”, “kimseyi dışlamamak” görüşünü savunan küçük burjuva yaklaşımı bağlamında şu tavrı takınır:
“Marksist tüm somut durumu kavrayabilmeli, anarşizmle oportünizm arasındaki sınırı daima bulmayı becerebilmeli (bu sınır izafi, hareketli, değişebilir bir sınırdır, fakat vardır), ne bir anarşistin soyut, anlamsız, gerçekte boş “devrimciliği”ne, ne de dine karşı mücadeleden korkan, bu görevini unutan, Tanrı inancıyla uzlaşan ve kendisine sınıf mücadelesinin çıkarlarını değil, “yaşa ve yaşat” gibi sivri akıllı bir kurala göre kimseyi kırmamak, kimseyi dışlamamak, kimseyi ürkütmemek biçimindeki dar görüşlü, küçük hesabı rehber edinen küçük-burjuvanın ya da liberal aydının dar görüşlülüğüne ve oportünizmine düşmelidir.” (Age. s.20)
Hâkim sınıfların dine yaklaşımı
Türk hâkim sınıfları içinde öteden beri, din unsurunu siyasi mücadelenin bir aracı olarak kullanma noktasında bir dalaş sürmektedir.
Kemalist faşist Türk devletinin kuruluş aşamasında ümmet temeli üzerine kurulu Osmanlı devletinden, millet temeli üzerine kurulu T.C. devletine geçişte, din esas olarak Osmanlılığın, Kemalizm’e karşı mücadelesinin bir aracı oldu. Kemalizm, T.C. devletinin kuruluş aşamasında laik devlet ilkesini savunmayı, devlet olarak var olabilmek için zorunlu gördü. Osmanlı ailesinde olan hilafetin kaldırılması, T.C. devletinin yanında ikinci bir iktidar odağına yer vermemek için kemalistler açısından mutlak zorunluluktu.
3 Mart 1924’de Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin yerine kurulan, İslam dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli yeni kurumun ismi Diyanet İşleri Başkanlığı idi. Bu kurum, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına bağlı bir teşkilat olarak kuruldu. Osmanlı’daki Şeyhül İslam’ın Cumhuriyet Türkiye’sindeki karşılığı Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.
Diyanet İşleri Başkanlığı, kurulduğundan beri doğrudan devletten beslenen ve yıllık bütçesi bir dizi bakanlığın ve devlet kurumunun bütçelerinden fazla olan bir kurumdur. Devletin kontrolünde ve mali desteğinde olan Diyanet İşler Başkanlığı’nın varlığındaki amaç din işlerindeki kontrolün devlet tekelinde olmasıdır. Yani l937’den bu yana sözde laik olduğunu ilan eden T.C. hiçbir dönem gerçek anlamda laik olmamış, laikliği devletin kontrolünde tuttuğu din olarak kavramış ve uygulamıştır. “Laik T.C.” İslam’ın Sünni mezhebidir.
Daha sonraki gelişme içinde de, Türk hâkim sınıflarının kendi aralarındaki iktidar dalaşında her dönemde hâkim sınıfların bir kanadı “dini gericilik” dedikleri şeriat düşüncesine karşı “laik devlet” düşüncesini savunurken, bir diğer kanadı yığınlar içindeki dini düşünceleri sömürerek, iktidardan daha fazla pay kapma hesapları içinde şeriatçı düşüncelere yakın göründü.
12 Eylül faşist yönetimi, komünizme karşı bir mızrak olarak değerlendirdiği İslamcı akımların devlet denetiminde gelişmesini destekledi. Ama gelişme, 12 Eylülcü kemalist faşistlerin istediği biçimde olmadı. İslamcı akımların devlet denetiminden çıkma, devlet içine yerleşme eğilimleri arttı. Fethullahçıların T.C. devleti içinde örgütlenmeleri ve daha sonra T.C. devletini tümden ele geçirmek için 15 Temmuz 2016’da yapmak istedikleri askeri darbe girişimi buna en iyi örnektir.
Bugün ülkelerimizde, 12 Eylül’cü faşist kemalistlerin de marifetleri sonucu gelişen ve T.C. kurumları içine yerleşen İslamcı akımlar var. Türkiye’de faal olan başlıca tarikatlar Nakşibendilik, Kadirilik, Rufailik, Mevlevilik ve Halvetilik olarak sıralanıyor. Bunlardan en kalabalığı olan Nakşibendiler; Menzil, İsmail Ağa, İskenderpaşa ve Erenköy Cemaati çatısı altında dört farklı kolda faaliyet yürütüyor. Diğer büyük cemaatlerden Süleymancılar, Işıkçılar ve Nur Cemaati ise Nakşibendilikten ayrılıp cemaatleşen yapılar. Nur Cemaati’nin kendi içerisinde 44 ayrı kolu bulunuyor. Gülen yapılanması ise Nurcuların kollarından biridir. T.C. devlet kurumlarından tasfiye edilen Fethullahçıların yerini diğer tarikatlar dolduruyor.
AKP’de, ümmet temeli üzerine kurulu Osmanlı devletinden öykünerek, milletten ümmete geçtiğini sanıyor. Bir peygamberin tebliğine inananlar ve onun yolundan gidenler “Onun ümmeti”dir. İslam ümmeti, Hazreti Muhammed’in ümmetidir. Ümmeti bir partiye oy verenler ya da bir kişinin iktidarına oy verenler olarak kabul edilmesi doğru değildir. Ümmeti siyasal bir kimliğe dönüştürmek Müslüman Kardeşler ideolojisidir. AKP’de “İhvancı” ideolojiyi savunan bir partidir. İhvanı Müslim’in (Müslüman Kardeşler) Mısır’da doğup, yayıldı. İhvanı Müslim’in birçok Arap ülkesinde kabul edilmedi. İhvanı Müslim,1928 yılında Hasan el-Benna adında bir ilkokul öğretmeni tarafından kuruldu.
AKP din üzerinden siyaset yapıyor. AKP, dini siyasi çıkarları temelinde tepe tepe kullanan bir partidir.
Materyalizm ve küçük burjuva devrimcileri
Komünistler, tüm dünya görüşlerini bilimsel sosyalizm, yani Marksizm-Leninizm bilimi üzerinde inşa eder. Marksizm-Leninizm’in felsefi temelini diyalektik materyalizm oluşturur. Materyalistler, ateisttir ve her türlü dine karşı mutlak düşmandır. Lenin şöyle der:
“Marksizm materyalizmdir. Ve materyalizm olarak, aynı XVIII. yüzyıl Ansiklopedistlerinin materyalizmi gibi ya da Feuerbach’ın materyalizmi gibi, dine karşı amansız bir düşmanlık içindedir. Bu kesin. Fakat Marx ile Engels’in diyalektik materyalizmi Ansiklopedistlerden ve Feuerbach’tan daha ileriye gider, çünkü o materyalist felsefeyi tarih ve toplumbilimleri alanına uygular. Dinle mücadele etmeliyiz. Bu, tüm materyalizmin ve dolayısıyla Marksizm’in de abc’sidir. Fakat Marksizm abc’de durup kalmış bir materyalizm değildir. Marksizm daha ileriye gider. Şöyle der: dine karşı mücadele etmeyi bilmek gerek, bunun için ise inanın ve dinin kökenini kitlelere materyalist tarzda açıklamak gerekir. Dine karşı mücadele, soyut ideolojik bir vaazla sınırlanmamalıdır, böyle bir vaazla aynı kapıya çıkmasına izin verilmemelidir; bu mücadele, dinin sosyal köklerinin ortadan kaldırılmasına yönelik sınıf hareketinin somut pratiğiyle bağıntılandırılmalıdır.” (Age., s. 17)
Stalin ise diyalektik materyalizmi şöyle tanımlamaktadır:
Diyalektik materyalizm, marksist-leninistlerin, komünistlerin, Marksizm-Leninizm adına konuşanların dünya görüşünün adıdır. Marksist-leninistler diyalektik materyalisttir, “çünkü doğa görüngülerine yaklaşımı, doğa görüngülerini inceleme yöntemi, bu görüngüleri bilme yöntemi” diyalektiktir. “Doğa görüngülerini yorumlayışı, onları kavrayışı, teorisi ise materyalisttir.” (“Eserler Cilt 15”, Stalin, s. 151, İnter Yayınları, Aralık 1990, İstanbul)
Bilimsel sosyalizmi savunduğunu iddia eden kimi devrimci gruplar, dine karşı mücadeleye bütünüyle karşı çıkmaktadır. Marksizm-Leninizm’in abc’si olan, dinle savaşmayı, böyle tersyüz edenlerin Marksizm-Leninizm bilimi ile hiçbir ilişkilerinin de olmayacağı açıktır. Dinle savaşmayı yanlış görenler, dinin kimi yansımalarını üzerlerinde taşımaktadırlar. Örnek: Yaşamını yitiren bir devrimcinin son durağı ya cami ya da cem evi olmaktadır.
Sosyalizm/komünizm uğruna mücadele eden, bedel ödeyen devrimciler, yaşamlarını yitirdiğinde, cenazeleri yaşamları boyunca mücadele ettikleri dinsel ritüellerle toprağa veriliyor! Cenazenin toprağa verilmesinde, dinden devşirilmiş bir edebiyat kullanılıyor! Ve devrimci örgütler, dini ritüellerin yerine getirilmesinde hiçbir sorun görmüyor!
Devrim, sosyalizm/komünizm için mücadele bilinçli bir tercihtir. Kapitalist/emperyalist sistemin alternatifinin yeni bir dünya yaratmak olduğunu düşünen devrimciler açısından, idealizme karşı diyalektik materyalizmin savunusunun açık olması gerekir. Bu düşüncenin sahiplenilmesi demek aynı zamanda Marksizm-Leninizm’in üç temel ayağından birisinin sahiplenilmesi ve savunulması demektir.
Marksizm-Leninizm, enternasyonal proletaryanın bir bilimidir. Bilimsel sosyalizmi kavradığını düşünen, onu savunduğunu söyleyen, kendisini marksist-leninist olarak görenler açısından diyalektik materyalizmle idealizm arasındaki kavgada diyalektik materyalizmden yana tarafını seçmek demektir. Bunun pratikte anlamı, dine karşı her alanda mücadeledir. Bir yandan materyalist dünya görüşünü savunup, idealizme karşı felsefi cephede mücadele ederken, diğer taraftan idealizmin gereklerine/taleplerine/hükümlerine göre yaşamak birbirini dışlayan şeylerdir.
Küçük burjuva devrimcileri, “halkımız budur”, “halkımız böyle istiyor”, “biz bu halkın içinden çıktık, bunun için onun değerlerini savunuruz” şeklinde soruna yaklaşıyor. Halkın her geleneği, göreneği doğru değildir. Halkın geleneklerinin, göreneklerinin büyük bölümü gerici yanlarla doludur! Halkın her savunduğu ilerici değildir. Gelenek, görenekler içinde birçok gerici yan da halkımızın savundukları arasındadır! Bu halkın bir parçası olmak, halk kültürünün bütün yanlarını savunmayı gerekli kılmaz.
Halk kültürü denilen şey, çok geniş bir alanı kapsar, içinde dinsel, töresel, vs. bir dizi şeyin etkisini taşır; homojen değildir; halk içindeki her sınıf ve katmanın değerleri bu kültürün içinde vardır. Halk kültüründe ilerici öğeler bulunabileceği gibi, gerici yanlar da vardır. Bu noktada kendisine marksist-leninist, sosyalist diyenler bu kültür içerisinde ilerici yanları savunur, bu öğeleri alıp kendi malı hâline getirir. Bunun ötesinde bu kültürün ayırımsız sahiplenilmesi, savunulması “popülizm”e, kitle kuyrukçuluğuna açılan köprüdür. Halk kültürünün ilerici öğelerini sahiplenmekle birlikte, sosyalistlerin savunmaları gereken bir kültürel yapıları, birikimi de vardır: Proleter kültür!
“Halkın duyarlılığı”, “gelenekleri”, “kitleyle ters düşmemek”… gibi düşünceler/kaygılarla, bir devrimcinin, bir marksist-leninistin bedeninin camide, cem evinde veya kiliseden, dinin kurallarına göre uğurlanmasına gerekçe olamaz, olmamalıdır. Devrimcilerin bu bağlamda yaratması gereken ve uygulaması gereken proleter kültür olmalıdır. Yaratılacak kültürün dinsel motiflerden arındırılmış olması zorunludur. Belirleyici olan ölenin sağlığında savunduğu, mücadele ettiği düşüncelere uygun toprağa verilmesidir.
Ölen bir devrimcinin, komünistin, marksist-leninistin… ardından kullanılan edebiyat da kökten değiştirilmelidir. Ölenlerin ardından kullanılan edebiyat de dinsel içeriklidir. “Mekânı cennet olsun…”, “Allah sabır versin…”, “Nur içinde yatsın…” gibi cümleler dinden birebir alınan, devrimcilerin sıklıkla kullandığı cümlelerdir. Bu cümlelerin yanı sıra güya dinden birebir alınan cümleleri biraz değiştirip kullananlarda var. Örneğin; “Yıldızlar yoldaşı olsun!”, “Işıklar içinde uyusun!”, “Yıldızlara uğurladık onu…”, “Işıklar üzerine yağsın!”, “Yıldızlar içinde uyusun”… gibi sözler de din kaynaklıdır.
Devrimcilerin ardından söylenen kimi cümleler de Alevilikten alınmıştır: “Hakk’a yürümek”, “Devri daim olsun!” gibi… “Devri daim olsun!” Alevi-Bektaşi geleneğinde, ölen kişinin arkasından söylenen bu söz devrimciler tarafından yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. “Devri daim olsun!”un anlamı şudur: Bir insan, kâmil insan olana kadar Hakk’a yürümez. Hakikat kapısından geçen ve dünyadaki devrini tamamlayarak kâmil insan olabilen kişi ancak Hakk’a yürür ve geldiği yere geri döner. “Hakk’a yürümek” deyimi de ölen bir kişinin ardından onun öldüğünü ifade etmek için yaygınlıkla kullanılan bir sözdür. Devrimciler, eğer kendilerine materyalist diyorlarsa idealizme karşı mücadele etme görevleri var. Ancak küçük burjuva devrimcileri dine karşı mücadeleyi değil, dinden etkilenmekte ve kimi dinsel ritüelleri uygulama konumundadır.
Devrimcilerin, kendisini marksist-leninist olarak adlandıran ve sağlığında sosyalizm ve komünizm için mücadele edenlerin öldüklerinde camilere, cem evlerine, kiliselere götürülüp dini törenlerden sonra toprağa verilmelerinin bir nedeni de ailenin ölü üzerindeki sahiplenme “hakkı”dır. Bir devrimci bunun önüne daha yaşarken geçebilir. Resmi olarak vasiyetini hazırlayabilir, cesedinin nasıl kaldırılması gerektiğini belirleyebilir.
“Şehitlik” de, dinden alınmış bir düşüncedir
Faşist Türk devletine karşı mücadelede toprağa düşenlere, faşist devlet tarafından katledilen devrimcilere “devrim şehidi, şehitleri” adı verilmektedir. “Şehitlik” de, dinden alınmış bir düşünce ve kavramdır. Aslında hayatı seven, büyük insanlık için sömürüsüz, sınıfsız bir hayat mücadelesi veren insanlar, kendilerine komünist, sosyalist, devrimci diyen insan ve gruplar/partiler için “şehitliğin” yabancı bir kavram olması gerekir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde, “şehitlik “kutsal bir ülkü veya inanç uğruna savaşırken ölmek” olarak tanımlanıyor! Böyle tanımlandığında şehitlik bir insan için varılabilecek en yüksek mertebedir! İslam’da şehitlerin yeri Tanrı katında, Muhammed’den hemen sonra gelir!
DAİŞ ve benzeri cihatçı örgütler intihar eylemcisi bulmada hiç zorluk çekmiyor! Çünkü cihat yolunda ölenler için cennet garantidir! Cihat yolunda dövüşürken ölmeyenler aslında talihsiz kişilerdir! Dincilere göre; bu dünya yalandır! Gerçek hayat ölümden sonra “öbür dünya”da başlamaktadır! Dine iman edenler için cihat da ölmek, cihatçıların çok istediği en iyi şeydir! Onlar böyle bir ölüm için can atıyor! Sadece Müslümanlıkta değil, diğer dinlerde de bu böyledir. Katolik İspanya’da iç savaşta faşistlerin temel sloganlarından biri bu yüzden “Yaşaşın Ölüm”dü. Ölümü yücelten bu tavırlar “devrim şehitleri” düşüncesi ve tavrıyla genel olarak ‘sol’da ve devrimci saflarda da yansımasını buluyor! Devrimci saflarda genelde devrim için savaşırken ölenlerin hepsine şehitlerimiz(!) deniliyor! Yani bir devrimcinin gerçek ve üstün bir devrimci olabilmesi için devrim için savaşırken ölmesi gerekiyor! Ölenlerin arkasından “şehitlik” mersiyeleri diziliyor! Bu tavır insanları direnmeye, “düşmana inat mücadelede bir gün daha fazla yaşama”ya değil, âdeta devrim uğrunda ölmeye teşviktir. Devrimci bir tavır değildir bu. Devrimcilerin din kökenli şehitlik düşüncesinden uzaklaşması gerekir.
Biz hayatı, gerektiğinde onun uğrunda ölmeyi de göze alacak kadar sevdiğimiz için devrimciyiz, sosyalistiz, komünistiz. Her devrimci düşmana inat daha fazla yaşamayı göze almalıdır. Hiçbir devrimcinin “şehit olma” amacı yoktur. Biz, devrim için mücadeleden yanayız. Bu mücadelede ölümler de olabilir, olacaktır. Fakat bu mücadelede ölenlerin, bu mücadele içinde ölmeyenlere göre daha değerli vb. oldukları anlamına gelmez. Bize mümkün olduğunca çok “şehit” değil, mümkün olduğunca çok ve bütün yaşamları boyunca mücadele eden devrimciler gereklidir. Mücadelede karşı devrime karşı savaşta ölen, karşı devrimin öldürdüğü her insanımız devrimci mücadele açısından bir kazanç değil, kayıptır.
Materyalistlerin, idealizme karşı mücadele etme görevi var. Materyalistlerin, toplumda hâkim olan idealizme karşı mücadele ve dine karşı savaşma görevi var. Devrimciler, dinden etkilenme yerine, dine karşı savaşı esas almalıdır. Dine karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği bağlamında, Lenin şöyle der:
“Marksist materyalist olmak, yani dine düşman olmak zorundadır. Fakat o diyalektik bir materyalist olmak, yani dine karşı mücadeleyi soyut olarak, soyut, tamamen teorik, her zaman aynı kalan bir propaganda temelinde değil, gerçekten cereyan eden ve kitleleri her şeyden önce ve en iyi eğiten somut bir temelde, sınıf mücadelesi temelinde yürütmek zorundadır. Marksist tüm somut durumu kavrayabilmeli, anarşizmle oportünizm arasındaki sınırı daima bulmayı becerebilmeli (bu sınır izafi, hareketli, değişebilir bir sınırdır, fakat vardır), ne bir anarşistin soyut, anlamsız, gerçekte boş “devrimciliği”ne, ne de dine karşı mücadeleden korkan, bu görevim unutan, tanrı inanıyla uzlaşan ve kendisine sınıf mücadelesinin çıkarlarını değil, “yaşa ve yaşat” gibi sivri akıllı bir kurala göre kimseyi kırmamak, kimseyi dışlamamak, kimseyi ürkütmemek biçimindeki dar görüşlü, küçük hesabı rehber edinen küçük-burjuvanın ya da liberal aydının dar görüşlülüğüne ve oportünizmine düşmelidir.” (Age., s. 20)
Marksist-leninistler mezhepsel, yani dini temeldeki örgütlenmeleri reddeder, dine verilecek en ufak bir ödüne karşı kararlı bir mücadele verirler. Biz, “halkın afyonu” olan, her zaman hâkim sınıflar tarafından halkı uyutmak ve avutmak için kullanılan dine karşıyız. Bizim dine karşı olmamız ama kişinin özel işi olarak din, inanç ve mezhep özgürlüğünü savunmamızın; dinsel ve mezhepsel baskıların karşısında olmamızın engeli değildir. Biz, dine karşı mücadeleyi öncelikle dine ihtiyaç yaratan koşulların ortadan kaldırılması, yani kapitalist sistemin ortadan kaldırılması mücadelesi olarak kavrıyor, buna uygun hareket ediyoruz. Bizler, kitlenin gittiği her odağın doğru olmadığının ve kurtuluşu getirmeyeceğinin bilincinde olarak, her türlü dinciliğin kurtuluş olmadığını söylüyoruz.
Haziran 2023
(Bu makale Yeni Dünya İçin Çağrı sayı 212’de yayınlanmıştır)