[20 Nisan 2024 tarihli Junge Welt (Genç Dünya) gazetesinde, gazete muhabiri Jamal Iqrith’in Avukat Nadija Samour’la yaptığı bir röportaj yayınlandı. Bu röportajın Ganime Gülmez tarafından yapılan Türkçe çevirisini yayınlıyoruz.
Nadija Samour, Berlin’de yaşayan bir avukattır ve Filistin Kongresi’nin organizatörlerine danışmanlık yapmaktadır.]
Geçtiğimiz hafta sonu Berlin’de düzenlenen Filistin Kongresi’nde, “Almanya’nın Gazze’deki soykırımda bir suç ortağı oluşu” kınanacaktı. İlk etapta kongrenin başlaması geciktirildi. Hemen ardından, kongre açılışından çok kısa bir süre sonra polis kongreye baskın düzenledi. Siz organizatörlere hukuki danışmanlık yapmak üzere oradaydınız. Polis onlara nasıl davrandı?
Tutarsız ve uzlaşmasız. Kongreyi organize edenler ve avukatlar grubumuzun üyeleri, kongreden birkaç gün önce gerçekleşen bir güvenlik toplantısında, kongrenin gidişatını bizzat polislerle birlikte değerlendirmiş olmasına rağmen, mekânda apaçık bir oyalama taktiği uygulandı. Örneğin kongrenin ilk günü olan Cuma günü, bazı yetkilileri toplantı yerine çağırarak önümüze bir sürü “bürokratik engel” koymaya çalıştılar.
Tabii ki itfaiye ekiplerinin yangın tehlikesine karşı bir kontrol yapması benim açımdan anlaşılabilir bir durumdu. Ancak polis zaten binayı tanıyordu ve ziyaret edip fotoğrafını çekmişti. Ancak neden mekânı kiralayan yetkiliyi, organizatörleri ve avukatları dışında tutarak, sadece itfaiye ekipleri ile ve sabah randevu yapılmak zorunda? Organizatörler olağan sınırların çok çok ötesinde bir işbirliği tutumu içerisindeydiler; geriye dönüp baktığımda bunun boyutundan dahi bir rahatsızlık duyuyorum. Ancak organizatörler açısından önemli olan, kongrenin başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi ve tüm katılımcılar için güvenli bir ortamın yaratılmasıydı. Bu nedenle polisle yakın bir temas halindeydik, programı ve konuşmacıları koordine ediyorduk.
Bu tutumunuzun sürece bir katkısı olmadı mı?
HAYIR. Mekân, resmi başlangıç saati öncesinde kuş uçurulmayacak denli bir titizlikle kuşatıldı. Kongre akışının düzenlenmesi ve katılımcıların kayıt yapması ciddi bir şekilde engellendi. Salon içerisinde onlarca polis bir kordon oluşturdu. Basın temsilcileri hiçbir ön bilgi verilmeden, istişarede dahi bulunulmadan arka girişten çember altına alınmış bir alana götürüldü.
Adlandırdıkları gibi, basın özgürlüğünü güçlendirmek üzere.
Basının salonda bulunma hakkı belirlenen kapasite dâhilindeydi. Cuma günü katılımcı sayısı en üst düzeyde sınırlandı. Gazeteci katılımı da bu sınırlama dâhilindeydi; yani ne kadar çok basın mensubu alınırsa, o kadar az katılımcı giriş yapabilecekti. Ayrıca basın, örneğin muhakeme usulü gibi tarafsız ilkelere göre belirlenen bazı yöntemlerle de sınırlandırılabilir. Organizatörlerin düzenlediği akredisyon süreci olağandışı ya da hukuk dışı bir zeminde değildi. Ancak bu durum şimdi, basına yönelik bir kısıtlama olarak sunulmakta.
Etkinlik, video yayını sırasında polis tarafından sonlandırıldı-kesildi. Polis sizinle koordine hâlinde miydi?
Bizi oyaladılar. Elimizde ne olacağına dair çok az bilgi vardı. Kongrenin gerçekleşeceği bölgede, çeşitli resmi kurum yetkilileri, hatta savcılıktan bir yetkili dahi bulunmaktaydı. Herhangi bir suç duyurusunda bulunulmadığı doğrulandı. Ancak birdenbire kongrenin feshedileceği ve yasaklanacağı açıklaması yapıldı. Tam da bu nedenle polis, tamamen orantısız ve anayasaya aykırı bir tutum sergilemiştir. Hazırlık sürecinde ortaya koyduğumuz birçok ciddi hukuki kaygı ve iddia dikkate alınmadı. Bu tedbirler aynı zamanda olay yerindeki bazı polis memurlarını dahi şaşırtmış görünüyordu. Nihayetinde, nedenini pek anlayamadığım tutuklamalar gerçekleşti. Bazı katılımcılar evlerine giderken takip edildi, tutuklandı ve ev aramaları gerçekleştirildi.
Konferansları yasaklamak hafife alınabilecek bir önlem midir?
Hiç bir suretle. Kongre kapalı bir mekânda gerçekleştirilen bir toplantı olduğundan ve açık hava toplantılarında görülebilecek tipik “tehlikeleri” içermediğinden, hukuki-yasal olarak böyle bir yasağın uygulanması hayli zordur. Bunu sorumlu makamlar da biliyor. İşte bu nedenle, tüm siyasi baskılara rağmen kongreyi öncesinde engelleyemediklerini itiraf etmek zorunda kaldılar.
Böyle bir yasağın uygulanabilmesi için, toplantının barışçıl olmayacağına dair apaçık bir tehlikenin, hayati bir tehlikenin ya da ifadeyle ilgili ciddi ihlallerin bulunması gerekir. Federal Anayasa Mahkemesi’nin sabit hukuki içtihadı, bu kapsamdaki toplantılarda, uygun koşulların genellikle daha hafif bir yöntemle sağlanabilmesinin mümkün olması nedeniyle, yetkilileri yasaklardan kaçınmaya zorluyor. Federal Anayasa Mahkemesi, 1985 yılında, gösterileri yasaklanan nükleer karşıtı hareketteki aktivistlerin lehine karar verir. Mahkeme, yetkililere “toplanma hukukundan yana olmak” görevini hatırlatır ve “işbirliği içerisinde olmanın” altını çizer.
Diğer yanıyla, son dönemde söz konusu olan Filistin dayanışmasına yönelik baskılar olduğunda, artık beni hiçbir şey şaşırtmıyor. 2022’den bu yana, gösteri yasaklarına karşı giderek daha fazla mücadele etmek zorunda kaldığımız bir dönem yaşıyoruz. Polis saldırıları ve basın provokasyonları iyi bilinmekte ve çoğalmakta. Berlin Adalet Senatörünün bu alandaki gösterilerin ‘sadece yüzde yedisinin yasaklandığını’ iddia etmesinin bu durumu düzeltmeye yönelik pek de bir faydası yok. Aksine onu rakamları manipüle etmekle suçluyorum. Çünkü kendisi, bu oranlama içerisine, hiçbir zaman yasaklanmayan ve polis şiddetinden etkilendiğini duymadığım İsrail yanlısı gösterileri de ekliyor. Adalet Senatörünün bu tavrı, Federal Cumhuriyet’teki Filistin dayanışmasına yönelik baskıları sert bir şekilde eleştiren Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi tanınmış insan hakları örgütlerinin uyarılarıyla çelişiyor.
Yetkililerin, devlete eleştiri yönelten kesimlere yaklaşımı 2022’den bu yana daha mı sertleşti?
Filistin eylemleri noktasında, Berlin İdare Mahkemesi dâhilinde bildiğimiz temel haklara aykırı içtihatlar için Korona dönemine bir teşekkür borçluyuz. O dönemde gösteri yasağı eşiğinin düşürülmesinin temelleri atılmıştı. Virüse dair haklı bir belirsizlik durumu nedeniyle, birçok kişi temel hakların kısıtlanmasının doğru olduğunu düşünmekteydi. Zaten o dönemde eylem yapanlar, özetle “inkârcı” ya da “komplo teorisyeni” olarak karalandı. Bu insanların karşısına çıkıp “Hey, onların da temel hakları var” diyen çıkmadı. Şu anda da benzer eğilimler görüyorum: Filistin dayanışması “nefret dolu Yahudi düşmanlığı” olarak etiketleniyor. Temel hakların kısıtlanması ve insanların bu haklardan yoksun bırakılması omuz silkilerek kabul ediliyor, hatta kutlanıyor. Geçenlerde bir yerde Filistin gösterisinden bir fotoğrafla birlikte “Antifa, sınır dışı etmek demektir” cümlesini okudum.
Peki, iki yıl önce gerçekleşen Filistin Kongresi süreci de böyle miydi?
Federal Meclis’in 2019’daki kararından bu yana –17 Mayıs 2019’da Federal Meclis, İsrail’e “sınırsız” desteğini ifade eden, “işgal politikasına karşı Filistin direnişiyle dayanışmayı” yasaklayan bir karar aldı. ÇN–, hatta belki de IHRA’nın –International Holocaust Remembrance Alliance; İçişleri Bakanlığı’nın eğitim kurumlarına dek “Yahudi karşıtlığı” tanımını yerleştirdiği ve buna karşı da sayısız seminerin-eylemin yaşandığı bir dönem geçirdi bu diyarlar. ÇN– “Yahudi karşıtlığı” tanımının onaylanmasından bu yana baskıların önemli ölçüde arttığını düşünüyorum. Her ikisi de yasal olarak bağlayıcı değildir ancak bu şekilde, yasalmış gibi bir muamele görür. Buna karşı yasal işlem başlatmanız pek mümkün değildir. Dolayısıyla iki yıl öncesinde de hiçbir şeyin çok daha farklı olduğunu düşünmüyorum.
Hemen ardından polis bu etkinlik yasağını, Cuma günü video mesajı gösterilen konuşmacı Salman Abu Sitta’ya yönelik “siyasi faaliyet yasağı” ile gerekçelendirdi. Ebu Sitta kimdir ve neyle suçlanıyor?
Hayır, temel mantık kesinlikle bu değil. Sebep olarak bu gösterilmiş olabilir. Ancak artık, hemen ardından diğer konuşmacıların da giriş ve etkinlik yasağı aldığını biliyoruz. Hukuki durum son derece açık: Görüntülü mesajlar İkamet Kanunu’ndaki bu ırkçı yasal dayanak kapsamına girmiyor. Bunu orada da açıkça belirtmeye çalıştık. Ancak polis yasal dayanağın o kadarda önemli olduğunu düşünmüyordu. Bu konuda elimizde bulunan yazılı bir belge dahi yok. Filistin Kongresi hazırlık belgelerinde Abu Sitta hakkında bir bildirim de mevcuttu. Bu iddialara kaynak olarak ise Springer Basını’ndan gelen, ağırlıklı olarak Abu Sitta’nın Hamas Lideri İsmail Heniye ile temas hâlinde olduğu içerikli haberler gösterildi.
Kongre öncesinde, kongreye yönelik “Nefret Toplantısı”, “Yahudi Karşıtlığı Zirvesi” adlandırmalarıyla, iftira niteliğinde yazılar yayımlandı. Bu tutumda basının sorumluluğu nedir?
Basın özgürlüğünü tesis edebilmek son derece önemli bir başarıdır. İktidardakilere gerçeği söylemek basının işidir. Burada yaşanan medyanın bir iktidar aracı olarak kullanılmasıdır. Halkın içerisinde bir nüfus grubu hedef alınıyor ve dar bir “fikir koridoru” yaratılıyor. Filistin/İsrail konusunda “koordinasyon”dan bahsetmeyeceğim, çünkü birçok şey serbestçe gerçekleştiriliyor. Pek çok davada ‘Springer and Co.’ tarafından yapılan açıklamalar yoluyla bir “gerçeği” ileri sürmek için kullanılıyor. Artık yetkililer bazen kendi başlarına soruşturma yürütme ihtiyacı dahi duymazken, bu kışkırtıcı makalelere güveniyorlar. Bu süreç içerisinde bazı gazeteciler kendilerini, gerici siyasetin bizzat uşakları haline getiriyorlar.
Devletin bu kongreye karşı aldığı tutum, ancak önceki propagandanın arka planı dikkate alındığında anlaşılabilir. Gericiler Yahudi karşıtlığı ve nefret hakkında yazılar yazdılar ve polis devletine sert müdahale çağrısında bulundular. Politikacıların ve medyanın kongreyi yasaklama çağrıları, polisin gözdağı vermesi ve nihayetinde Filistin Kongresi’nde ne olması gerektiğine dair çarpık bir temsil senfonisini deneyimledik. Bu durum, diğer şeylerin yanı sıra, kongre için bağış toplayan “Ortadoğu’da Adil Barış İçin Yahudi Sesi” banka hesabının engellenmesine dahi yol açtı.
Yetkili kurumlara dava açtınız. Peki, bu süreç nasıl devam edecek?
Hukukta ‘Devam Beyanı’ olarak ifade edilen yasal bir sürece hazırlanıyoruz. Bu süreç, bir idari işlemin ya da uygulanan başka bir tedbirin hukuka aykırı olduğunu geriye dönük olarak tespit etmeyi amaçlayan bir davadır. Bu, yıllar sürecek ve hayli yıpratıcı bir dava süreci olacak. Kazanacağız, ancak o zaman bu kazanma halkın pek umurunda olmayacak. Ve bunun gelecekteki baskıları engellemeye dair hiçbir etkisi olmayacak.
Federal İçişleri Bakanı Nancy Faeser polisin eylemlerini övdü ve “İslamcı bir senaryo”dan bahsetti. Bu ifadesinde kimleri kastetti?
İyi bir soru. Muhtemelen çeşitli solcu ve Filistinli grupları, partileri ve bireyleri kastediyor. Bu damgalama-çerçeveleme gülünç, ancak bir düşman imajına da uyuyor. Halkın kafasını karıştırmaya ve onu caydırmaya, Filistin dayanışmasını çarpıtmaya ve karalamaya hizmet ediyor. Bu yüzden buna şaşırmıyorum. Sürekli, her aktivistin Hamas’a bağlı olduğunu göstermeleri gerekiyor. Şüphesiz İslamcı bir örgüttür. Filistin dayanışmasını ve soykırıma karşı duruşu sürekli bu örgüte yakınlıkla eşleştirme çabası gösterildiği için, bakan bunu bu şekilde çerçevelemeye çalışıyor. Almanya’da, bu konuda gerçek bir fikir alışverişinde bulunabilmek imkânsız.
Olayın devlet tarafından sert bir şekilde ele alınmasının sorumluluğu kime ait? Berlin şehri mi? Şehrin İçişleri Senatörü mü? Bizzat Nancy Faeser mi?
Siyasette ve yönetimde, böyle bir yaklaşımın sorumlusu olan bireysel aktörler mutlaka vardır. Ancak buna vereceğimiz yanıt, meselenin özünü açıklamayacaktır. Sistemik soruların önemi çok daha büyük: Burada hangi siyasi gelişmeler yaşanıyor?
Peki, bunlar nelerdir?
Almanya’da insanlar seferber edilmiş-harekete geçirilmiş durumda. Bu hareketlenme sürecinde, ulusal bir Alman kimliğinin ortaya çıkışı sürmekte. Aradaki zıtlık bundan daha keskin olamazdı: Dünya nüfusunun çoğunluğu, –hatta Almanların çoğunluğu–, İsrail’in Gazze’deki eylemlerini reddederken, bu adaletsizlik ve şiddete karşı küçük bir ışık tutarken ve bu ışığın sönmesine izin vermezken; buradaki egemen sınıf, İsrail’e karşı olan insanları püskürtmekten daha iyi bir şey düşünemezdi. İlgili tüm uluslararası heyetler-meclisler ve insan hakları organları ve kuruluşları, soykırımın en azından makul kanıtlarını görmekte ve uluslararası toplumun derhal harekete geçmesi çağrısında bulunmakta. Medyanın Almanya’daki hegemonyasına rağmen, Gazze’den gelen korkunç görüntüler, sömürgeleştirilmiş birçok halka karşı işlenen suçların sürekli bir hatırlatıcısıdır ve bunun hepimizin geleceği olabileceğine dair bir uyarı olarak insanların zihinlerine kazınmaktadır.
Filistin Kongresi’nin önemi, bu ırkçılık, (ikmal-)milliyetçilik, militarizm ve neoliberal sistemin kumlarındaki ölüm sancılarının dönemeçlerinden dünyaya gelen bu trajedide bir vites işlevi görüyor. Doğruyu çekinmeden ve cesaretle söylemeye devam etmek: İsrail, Almanya’nın desteğiyle Filistinlilere karşı bir soykırım gerçekleştiriyor. Kongre aynı zamanda; tüm bu düşmanlığa, gözdağı vermeye ve baskılara rağmen dayanışma hareketini ilerletmeye devam etmenin, bir ağ oluşturmanın, uluslararası alanda güçlenmenin ve yükselmenin, Filistin’i ve kurtuluştan sonraki dünyayı hayal etmek üzere bir alan açmanın ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor.
Almanya’nın İsrail hükümetine verdiği desteğin, Berlin’de eleştirel bir şekilde tartışılmasını önlemek için mümkün olan her yola başvurulması gerektiği varsayılabilir. Federal Hükümet neden korkuyor?
Korkuyla yönetildiğini düşünüyorum, ancak arkasında ciddi çıkarlar var. Bunun Almanya’nın Holocaust suçuyla ilgili olduğu yönlü açıklamalara inanmıyorum. Uluslararası Adalet Divanı önündeki yargılamaların da bir etki yarattığı düşünülebilir. İktidardakiler, buradaki soykırımı desteklediklerini inkâr etmenin artık mümkün olmayacağından da korkuyor olabilirler.
Federal hükümetin giderek daha otoriter bir tavırla tepki verdiği nokta sadece Filistin konusu değil. Faşizmden Kurtuluş Günü olan 8 Mayıs’taki gösterilerde Sovyet sembollerinin sergilenmesi dahi artık yasak. Bir gazeteci, yasaklanmış olan “Indymedia linksunten” portalından bir haber linki verdiği için şu anda mahkemelik.
Devlet kuvvetlerinin geçen hafta sonu sergilediği bu hareketi-eylemi, Federal Almanya Cumhuriyeti’nde sivil özgürlüklerin ele alınmasında bir dönüm noktası-durak olarak görüyor musunuz?
“Devletin Filistin Kongresi’ne Türk ya da Rus devletinin tepkileri gibi tepki verdiğini” sık sık duyuyorum. Şunu vurgulamak isterim: Söz konusu olan Almanya. Söz konusu olan Avrupa. Batı’nın özgürlük ve adalet ideali olan bu “Avrupa masumiyeti” sadece bir efsanedir. Sivil özgürlüklerdeki kazanımların ne denli ciddi olduğunun turnusol kâğıdı, Filistin’dir. Milliyetçi ve militarist bir seferberlik yaşanmakta: Almanya’nın savaşma becerisi, içeride ve dışarıda yeniden silahlanma, dünyada “yeniden biri olma” ve güneşte, ideal olarak Tel Aviv sahilinde bir yere sahip olma arzusu. Tüm bu arzuların yanı sıra ise geniş kitleler açısından onurlu bir yaşam imkânsız hâle getirilmekte. Bu gelişmeler “devlet mantığı” adına kabul edilmekte ya da desteklenmekte.
Ancak ben burada bir dönüm noktası değil, aksine muhalefet ve direnişe karşı otoriter tepkilerin geri dönüşünü görüyorum. Almanya’nın sivil özgürlükleri sağlaması gerçeği, belirli bir temel mutabakatın kaymağını yeme-kâr etme yoluyla “satın alınabilen-paha biçebileceği” kapitalist bir ekonomiye dayanmaktadır. Bunun işlemezse, otoriter yönetime geçilecektir.