Türk sermayesi, ülkede kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak belli bir aşamada, ülkede fazlalık sermaye oluşmaya başladıktan sonra, yurtdışı pazarlara açılmaya başladı.
Bu “dışa açılma”da, Türk burjuvazisi tarafından özellikle son dönemde üzerinde önemle durulan yayılma alanlarından biri Afrika kıtası ve bu kıtadaki ülkeler olmuştur.
“Afrika’da forveti bulduk”… Bu, Türk burjuvazisinin önemli çatı örgütlerinden “Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM)”, “Afrika Çalışmaları Koordinatörü” olan Yalın Alpay’ın 2008 yılında “Türkiye’nin Zenginleşmesi Projesi: Afrika” adlı kitabının tanıtımı sırasında yaptığı bir benzetme. Alpay, konuşmasında, “forvet”in en etkili kârları getirecek bölüm olduğunu söylüyordu.
Burjuvazinin temsilcilerinden sıklıkla böylesi açıklamalar duyuluyor ve söylenenler somut verilerle ve yaşam içindeki pratik uygulamalarla destekleniyor.
Gelinen yerde beklentilerin boş olmadığı, bunların gerçekleşmesi doğrultusunda ciddi bir yol alındığı görülüyor. Ve tabii süreç devam ediyor.
Yıllardır dış ticaret dengesini tutturmaya çalışan ve ama bunu bir türlü gerçekleştirememiş olan Türk burjuvazisi açısından Afrika ile ticaret bambaşka bir görünüm sunuyor. Afrika’daki ülkelerle yapılan ticarette büyük bir dış ticaret fazlası söz konusudur. Günümüzde Afrika ülkelerine yapılan dışsatım, oradan yapılan dışalımın 2,5 katını bulmuş durumdadır.
Mesele doğal olarak ticaret ile sınırlı değildir. Böyle fazla verecek biçimde ve görece hızlı yükseliş yapan bir ticari ilişki için başka önkoşulların da hazırlanmış olması gerekir: Gelişmiş ve gelişmekte olan diplomatik ilişkilerden tutun, doğrudan yatırımlara; mali ve askeri ilişkilerden, bu alanda yapılan “yardımlardan” tutun, kültürel ilişkilere dek birçok alanda geliştirilmiş ilişkilere gereksinim vardır.
Tüm bu alanlarda ciddi yol alındığı salt Türk medyasında konu edilmiyor, yurtdışındaki büyük burjuva medya kuruluşlarında da bu durumun saptandığına, “Türkiye’nin Afrika politikası: Açılımdan nüfuz arayışına” gibi haber/yorumlara (BBC, Ekim 2020) sıklıkla rastlıyoruz.
Türk burjuvazisi bu alanda ağırlıklı olarak “yumuşak gücü”nü –ama tabii “sert gücü”nü kullanmaktan da çekinmeksizin– kullanarak kıtaya sirayet etti, ediyor ve nüfuzunu arttırıyor.
Teorik arka plan
Kapitalist üretimin gelişmesi sürecinde meta üretimi sürekli artar ve iç pazar, üretilen metaların sürümü için yetersiz kalır. Kapitalistler, ürettikleri metaların sürümü için yeni pazarlara –dış pazarlara– gereksinim duymaya başlar. Sermaye açısından mümkün olduğunca çok ve büyük dış pazarı garanti altına alma güdüsü olağandır. Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi için tipik olan meta ihracıdır.
Meta ihracı kapitalist ülkeler arasında da söz konusudur, ama süreç içinde bu ülkelerde benzer metaların üretimi söz konusu olmaya başlar. Bu nedenle geri ülkelerde yeni pazarlar bulma, yeni pazarlar açma gündeme gelir. Bu, geri ülkelerin, bağımlılık yaratan diğer unsurların da desteği ile yarı-sömürge durumuna getirilmesi ya da zorla ele geçirilip sömürgeleştirilmesi gibi bir sonuç vermiştir. Kapitalistler, bu yolla sadece meta sürüm pazarlarını değil, aynı zamanda hammadde kaynaklarını da garanti altına almış olurlar. Dünyanın ekonomik olarak görece geri bölgeleri, kapitalist devletler tarafından bu dönemde paylaşılmıştır.
Kapitalizmin gelişme sürecinde sürekli bir sermaye birikimi olur ve işletme boyutları büyümeye devam eder. Üretimin yoğunlaşması, sermayenin de giderek az sayıda elde yoğunlaşmasını beraberinde getirir ve süreç içinde tekeller ortaya çıkar. Banka sermayesi ile sanayi sermayesi iç içe girer ve mali sermaye oluşur. Tekellerin ve mali sermayenin ekonomide belirleyici hâle geldiği kapitalizmin bu aşaması, emperyalizm aşamasıdır. Bu aşamada artık dış pazarlar açısından sermaye ihracı tipik, belirleyici hâle gelmiştir.
Kapitalizmin bu aşamasında, günümüzden yüz yılı aşkın süre önce, sermaye birikiminin muazzam boyutlara ulaştığı kanıtlı biçimde ortaya konmuştur (bkz.: Lenin, “Kapitalizmin en yüksek aşaması, Emperyalizm”,Seçme eserler, cilt 5, s. 66-67, İnter Yayınları, Haziran 1995, İstanbul). Kapitalizm koşullarında bu sermaye birikimi hiçbir biçimde geniş yığınların refahı için kullanılmaz, böyle bir şey mümkün olsaydı, kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkardı. Böylece bir sermaye fazlası oluşur ve sermaye kendine yeni, daha kârlı alanlar arar.
Buna, kapitalizmin doğası gereği oluşan dönemsel bunalımlarla iç pazarın daralması, yine kapitalizmin karakteristik özelliği olan kâr oranının düşme eğilimi gibi unsurlar da eklenmelidir. Tüm bunlar sermayenin dış pazarlara açılmasını zorunlu hâle getirir. Bu ise sömürge döneminde daha önce paylaşılmış toprakların yeniden paylaşılmasını, günümüzde ise ağırlıkla nüfuz alanlarının rakipler aleyhine genişletilmesi uğraşını gündeme getirmiştir. Bunun sonucu olarak kapitalist-emperyalist devletler arasında süregelen savaşlar baş göstermiştir ve gösterecektir.
“Kapitalistler, dünyayı kötülüklerinden değil, yoğunlaşmanın ulaştığı seviye, kâr elde edebilmek için onları bu yola girmeye zorladığı için paylaşıyorlar ve bu paylaşım ‘sermayeye göre’, ‘güce göre’ gerçekleşmektedir – meta üretimi ve kapitalizm sisteminde başka bir paylaşım yöntemi olamaz. Ne var ki, güç, ekonomik ve siyasi gelişmeyle birlikte değişmektedir…” (Age., s.78) “…kapitalist düzen içinde nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin vs. paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vs. gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların güçler dengesi ise eşitsiz biçimde değişmektedir, çünkü kapitalist düzende tek tek girişimlerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşit şekilde gelişmeleri olanaksızdır.”(Age., s.121) Yani güç dengeleri sürekli değişmektedir. Bu değişimin sonucu olarak yeni gelişen güçler, dünya pazarından daha çok pay alma taleplerini gündeme getirip buna uygun davranmaya başlar.
Sermaye ihracının, meta ihracatını destekleyen bir yanı da vardır. Sermaye ihracının yapıldığı merkez ülkeden, yatırımın yapıldığı ülkeye meta ihracının da arttığı görülür. Bu, verilen borçlar karşılığında, ithal ürünlerin sağlanmasında borç veren ülkenin tercih edilmesinin dayatılması ya da doğrudan sermaye yatırımı yapıldığında, yatırım için ve devamında işletme için kullanılacak ürünlerin öncelikli olarak merkez ülkeden getirilmesi biçiminde olmaktadır.
Günümüzde durum:
Dengelerde köklü değişmeler var.
ABD’nin başını çektiği “Batı”nın egemenliği sarsılıyor.
Emperyalist büyük güçler arasında çelişmeler sertleşiyor.
Türkiye’nin de dâhil olduğu kimi “gelişmekte olan ülkeler” de paylaşım dalaşında bağımsız rol istiyor.
Süreç içinde sermaye birikimi devam etmiş ve günümüzde sermaye fazlasının boyutları, yüz yıl önceki ile kıyaslanamayacak derecede büyümüş ve artık o dönem için kullanılan muazzam sözcüğünün bile açıklamada yetersiz kaldığı boyutlara ulaşmıştır.
Geçmiş dönemle kıyaslandığında günümüzde dikkat çeken şöyle bir fark söz konusudur: Emperyalist dönemin başlarında, çok kaba ayrımla dünyanın görünümü; bir avuç emperyalist güç, bu güçler arasında paylaşılmış olan geniş sömürgeler, bunlar dışında siyasi olarak bağımsız görünen, yarı-sömürgeler ve bağımlı kapitalist ülkeler biçimindeydi. Bu dönemde söz konusu sermaye fazlası, gelişmiş az sayıda ülke için geçerliydi. 20. yüzyılda, yoğunluklu olarak da ikinci yarısında bir dizi savaşımlar sonrası sömürgeler siyasi bağımsızlığını kazandı. Sonrasında bir dizi ülkede kapitalistleşme süreci yaşandı ve buralarda da bir sermaye fazlası oluşmaya başladı. Şimdi bu sermaye fazlası ihracı kervanına, daha sonra kapitalistleşmiş olmakla birlikte daha hızlı gelişme göstermiş bir dizi kapitalist ülke katılmış bulunmaktadır. Türkiye de, kapitalizmin tüm karakteristik özelliklerine sahip olarak, bu ülkeler arasında yerini almıştır.
Burjuva ekonomisinde “gelişmekte olan ülkeler” olarak gruplandırılan ülkelerden (bunun içinde Çin Halk Cumhuriyeti de!) yurtdışına yapılan “doğrudan sermaye yatırımları”, günümüzden 30-40 yıl kadar önce başladı denilebilir. UNCTAD’ın (Birleşmiş Milletler Ticari ve Kalkınma Örgütü) verilerine göre bu ülkelerin yurtdışına yaptıkları doğrudan sermaye yatırımları 1990 yılında 13 milyar dolar kadardı. Sonraki 15 yılda bu tutarın, ciddi bir sıçrama yaparak, 2005 yılında 133 milyar dolara yükseldiği görülüyor; bu tutar o yıl küresel çapta yapılan yurtdışı doğrudan yatırımların yüzde 15’lik bölümünü oluşturmaktaydı. Kısaca bu “gelişmekte olan ülkeler” hızlı biçimde işin içine girmişlerdi.
Yurtdışına doğrudan yatırıma giden Türkiye kökenli sermaye tutarı ise, Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) “Gurbet Şirketleri” raporuna göre 2005 sonu itibariyle 8,5 milyar $ düzeyine erişmişti. Bu tutar, TCMB (Merkez Bankası) Uluslararası Yatırım Pozisyonu (UYP) verilerine göre 2001 yılında 4,5 milyardı ve 2006 yılında 9; 2014 yılında 40; 2021 yılında ise 58 milyar doları buldu.
Yurtdışına sermaye ihracı salt doğrudan yatırımlar biçiminde olmamaktadır. Yatırımlar, sermayeye kâr sağlayacak biçimde portföy yatırımları, borç verme vb. gibi tüm alanlarda yapılmaktadır. Bunların hesaba katıldığı TCMB-UYP verilerine göre Türk sermayesinin yurtdışı yatırımları seçili yıllar itibariyle şöyle bir görünüm sunar: 2001 yılında 36 milyar, 2006 yılında 90 milyar, 2011 yılında 107 milyar ve 2021 yılı itibariyle 182 milyar dolar.
Ticaret Bakanlığı’nın “Yurtdışı Yatırım Anketi – 2021 Sonuç Raporu”na göre, “Yatırımcılardan alınan yanıtlar doğrultusunda, yurtdışı yatırımlara 2020 yılında Türkiye’den gerçekleştirilen ihracat tutarı 6,4 milyar $, Türkiye’nin bu yatırımlardan gerçekleştirdiği ithalat tutarı ise 4,1 milyar $ olarak tespit edilmiştir”. Burada yurtdışı doğrudan yatırımların, salt dış ticaret bağlamında ele alındığında oynadığı olumlu rol görülüyor. Bunun ülke içindeki ekonomik görünüme olumlu biçimde yansımadığı düşünülemez. Öte yandan, anketten edinilen sonuca göre, Türkiye’den gerçekleştirilen yurtdışı yatırımlardan elde edilen toplam ciro büyüklüğü 35 milyar $ olarak belirlenmiştir.
Görüldüğü gibi Türk mali sermayesi de gücü oranında oyunun içine girmeye başlamıştır. Özellikle 2000’li yıllarda bu dışa da yönelme dikkat çekici bir durum almıştır. 20 yıllık süreçte tüm yatırımlar 5 kat artarken, yurtdışına yapılan doğrudan yatırımlar 13 kat artmıştır.
Afrika kıtasının bu yatırımlardan aldığı pay –ülkeler bazında farklarla birlikte– henüz düşük orandadır. Sermayenin sözcüleri daha alınacak çok yolun olduğunu sıklıkla vurguluyorlar.
Türk sermayesinin yurtdışına yatırım hevesi ne durumdadır? Buna en iyi yanıt, DEİK (Günümüzde Türk burjuva örgütlerin hemen tümünü bünyesinde toplamış bulunan “Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu”) anketinde veriliyor. Ankete yurtdışında yatırım yaptığını beyan eden 284 şirket yanıt vermiştir. Yatırım yapılan ülke grupları “Gelişmiş Ülkeler”, “Az Gelişmiş Ülkeler”, “Gelişmekte Olan Ülkeler” olarak üçe ayrılmıştır. Şirketlerden “Yatırım var, büyütmek istiyoruz” diyenlerin yüzdesi ülke grubuna göre sırasıyla 29, 42, 28 olmuştur. “Yatırım yok, fırsatları kolluyoruz” diyenler yine aynı sırayla yüzde olarak 46, 36, 44; “Yatırım var, pozisyonumuzu koruyoruz” diyenlerin oranı ise ülke gruplarına göre sırasıyla 5, 5, 12 olmuştur. Buradan, ülke gruplarına yaklaşım farklı olmakla birlikte yurtdışı yatırıma büyük (yüzde 80-85) oranda olumlu bakıldığı anlaşılıyor.
Tarihsel arka plan
Yayılmacılığın destekçileri sıklıkla Türkiye’nin Afrika’daki konumuna, tarihsel geçmiş ve bu geçmişin ona sunduğu olanaklara vurgu yapıyorlar. Alanda rakip emperyalist güçlerin sömürgeci geçmişlerine göre nasıl avantajlı durumda olunduğundan dem vuruyorlar.
Bu nedenle ilişkilerin tarihselliğine de değinelim.
Feodal bir imparatorluk olan Osmanlı, gücünün doruğuna ulaştığı 16. yüzyılda Afrika kıtasında da yayılım gösterdi. Kıtanın iç bölgelerinin henüz kıta dışındaki büyük güçler tarafından keşfedilmediği dönemde kıtanın kuzeyinden başlayarak doğu sahillerinde ve sınırlı olarak orta bölgelere doğru kendi tarzında bir tahakküm kurdu. O gün için bu bölge kıtanın görece olarak gelişmiş en önemli bölümüydü. Osmanlı’nın egemen olduğu bölgelerde günümüzde 14 devlet yer almaktadır. Bu devletlerden beşinin yer aldığı bölgede Osmanlı, (en kısa süre bugünkü Kenya toprakları üzerinde olarak) 5 ila 40 yıl arasında hüküm sürebildi. Geri kalan 9 ülke toprakları üzerinde 300 yıl ve üzeri egemen oldu. Yani 100-150 yıl öncesine kadar Osmanlı bir biçimde –giderek gerileyip alan yitirerek de olsa– buralarda varlık gösterebildi. Bu denli uzun süre hüküm sürülen bölgelerde hiçbir etki bırakılmadığı düşünülemez. Türk egemenleri, bugün, bu bölgeleri kastederek, “müşterek kültür coğrafyamız”dan söz edebiliyor. Bunun ortak geçmiş açısından geçerli bir yanı da var. Cezayir 1519’da Osmanlı egemenliğine girdi. 1711’e dek, önce Osmanlı devletinin bir eyaleti, daha sonra da vilayeti olarak, Osmanlı devleti ile işbirliğini kabullenen yerli yöneticiler tarafından yönetildi.1711’den sonra görece bağımsız olarak Osmanlı devleti ile sıkı bağları sürdü. Örneğin bu yıl Mayıs ayında Türkiye’yi ziyaret eden Cezayir Cumhurbaşkanına, Cezayir’de o dönem yönetici konumunda olan şahsın 1841 yılında Abdülmecit’in tahta çıkışını tebrik ettiği tarihi mesaj hediye edildi. Mesajda aynı zamanda Fransız işgaline karşı direniş anlatılıyordu. Hediye, misafir cumhurbaşkanına ortak geçmişi âdeta anımsatır içerikteydi.
Afrika kıtasındaki 54 ülkenin 28’i kendini Müslüman ülke olarak konumlandırmaktadır. Burjuvazimiz –özellikle AKP’li takım– bunu ortak bir zemin olarak algılamakta ve buralarda nüfuzu arttırmanın daha kolay olacağını düşünmektedir. Pek haksız da sayılmazlar, zira buradaki Müslüman ülke liderlerinden de sıklıkla bunun önemine vurgu yapılan açıklamalar geliyor. Diğer Afrika ülkeleri ile ilişkilerde ise “mazlum milletler”, “kader ortaklığı” ve “kardeşlik” edebiyatı öne çıkarılıyor.
Feodal Osmanlı ile kapitalist Batı’nın sömürgeciliği arasındaki fark ve nedenleri
Kapitalistleşmeyi topluma damga vuracak biçimde beceremeyen, sanayi devrimini gerçekleştiremeyen ve tüm dönem boyunca merkezi feodal bir imparatorluk olarak kalan, Osmanlının bu konumu, bölgede nasıl etkide bulunabileceğini ve yönetim tarzını dikte etmiştir. Osmanlı, fetih savaşlarında egemenlik alanına kattığı bölgelerde genellikle o bölgenin ileri gelenlerinden (toplumun üst kesimlerinden) kişi, aile, sülaleyi yönetim başında bırakmış, bunlara bir nebze de olsa serbestlik, bir çeşit özerklik vermiştir. Bunların, Osmanlıya bağlı kalmayı kabullenmeleri, yıllık vergi ödemeleri, seferlerde orduya asker sağlamaları ve istenilenleri yerine getirmeleri yeterli görülüyordu. Bunları yerine getirmeyen unsurlar ağır biçimde cezalandırılıyordu.
Diğerleri yanında vergi ödenmesi de, söz konusu ülke halklarının yarattığı değerlerin bir bölümünün, egemen konumdaki merkez devlete aktarılması anlamına geliyordu ve bu da açık bir sömürü mekanizmasıydı. Ayrıca gereksinim duyulan ürünler de merkeze aktarılıyordu. Ama tüm bunlar ancak, Osmanlı’da egemen olan sosyo-ekonomik yapının gereksinimine uygun ve bu yapı tarafından gerçekleştirilebilmesi mümkün olan bir sömürü mekanizması oluşturuyordu.
Böyle bir boyunduruk mekanizmasında söz konusu bölge egemenleri ile Osmanlı merkezi arasında özgün ilişkiler mevcuttu. Örneğin Osmanlı merkezi devlet yapısı içinde ve üst düzeyde, bu bölgelerden gelen çok sayıda kişi yer almıştır. Ya da örneğin Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa örneğinde olduğu gibi, Osmanlı içinde merkeze rakip olabilecek kadar ciddi güce sahip olanlar bile çıkmıştır.
Avrupa’da gelişen kapitalizm 16. yüzyıldan itibaren, Avrupalı irili ufaklı devletlerin yeni topraklar keşfetmesi ve buradaki görece “geri” halkların yaşadığı bölgeleri sömürgeleştirmesinin etkisi ile hızlandı. Sömürgeleştirilen bölgelerin bir bölümü de Afrika topraklarında, önceleri Osmanlının egemen olmadığı iç bölgelerde yer alıyordu. Avrupalı kapitalistler, bölgenin sadece yeraltı, yerüstü zenginliklerini yağmalamakla kalmadı, siyah derili insanlar köleler biçiminde ticaretin öznesi hâline getirildiler. Batı kapitalizmi, işgal ettiği bölgelerde, Osmanlı ile kıyaslandığında farklı politikalar güttü; buralarda yerli unsurlara hiçbir egemenlik hakkı bırakmadı. Sömürge valileri bile merkez ülkeden atandı.
- yüzyılda Afrika’daki sömürgeler, Avrupa’da gelişen sanayi kapitalizminin gereklerine uygun biçimde yağmalanmaya devam etti. Aynı dönemde Osmanlı, adım adım kıtada egemen olduğu topraklardan uzaklaştırılmaya başlandı. 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren Osmanlı’nın artık bu topraklarla uğraşacak mecali kalmamış, bizzat kendisi yarı-sömürgeleştirilme yoluna girdiği için kendi derdine düşmüş durumdaydı. Bu gelişmeye paralel olarak, kendi idaresi altında bulunan Afrika topraklarına değişik Avrupalı emperyalist güçler nüfuz etmeye başlamıştı. Buna karşın Osmanlı 20. yüzyılın başlarında bile burada kalmaya çalıştı, direndi, kapitalist-emperyalist güçlere yerel unsurlarla birlikte karşı koymaya ve bazı durumlarda direnen yerel unsurlara yardım etmeye çalıştı.
Günümüzde Türk burjuvazisinin yayılmacılığının yöneticileri ve destekçileri tarafından, Türkiye ile Batılı emperyalist güçlerin Afrika’ya geçmişteki yaklaşımları arasındaki farkların öne çıkarılıp, bu farkların Türkiye açısından sunduğu olanaklar üzerinde durulduğunu sıklıkla görüyoruz. Bunlara göre, Türkiye’nin önceli olan Osmanlı, hiçbir dönemde Batılı kapitalist/emperyalist güçler gibi köleci, sömürgeci vb. olmamıştır. AKP/Cumhur İttifakı yanlısı takım, işi bir adım daha öteye götürerek, bunu Türklüğün asil kanına, İslam’ın adalet, şefkat anlayışına bağlayarak propaganda yapıyor.
Burada konu ettiğimiz anlayış ve yaklaşımın safsatadan öte geçemeyeceği açıktır. Birbirleriyle uzlaşmaz sınıf karşıtlığı içinde bulunan sınıflı her tür toplumda, egemen sınıfın zor kullanmaksızın iktidarını sürdürmesi olanaksız olduğu gibi, boyunduruk altına alınan ülke ve halklar için de aynı şey geçerlidir. Herhangi bir başkaldırı durumunda, bastırma girişiminde yapılan iş, önde gelenlerin kellesini almak, ayaklanmaya katılanları ise köle durumuna getirmekti.
Buna karşın, Osmanlı ile gelişmiş kapitalist, emperyalist devletler arasında geçmişte ve günümüzde başka nedenlere bağlı farklar olduğu ve Türk burjuvazisinin bu farkların sunduğu olanaklardan yararlanmaya çalıştığı da bir olgudur.
Bu olanakların, kimileri tarafından savlanan safsatalarla ilgisi olmamasına karşın, Osmanlının sosyo-ekonomik yapısı gibi maddi bir temel üzerinde yükselen kültürel yaklaşımlarıyla ilgisi olabilir. Bir taraftan da, egemen olunan bölge halklarının ağırlıkla Müslüman nüfustan olmaları, ulusal bilincin henüz gelişmediği toplumlarda kültürel bir bağ işlevi görmüş olabilir. Bölgedeki Müslüman unsurlar, Osmanlı egemenliğinin son dönemine dek, sultanı, kendi halifeleri olarak görmüşlerdir. Osmanlının 1911 yılında kıtanın kuzeyindeki son direniş noktası olan Libya topraklarında emperyalist İtalya’ya karşı savaşı, esas olarak yerel güçlerin desteği ile yapılmıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında halifenin çağrısı ile Etiyopya, Sudan, Çad, Nijer, Mısır gibi bölgelerde yerel güçler, Osmanlı karşısında yer alan güçlerle çatışmışlardı.
Emperyalistlerle fark açısından esas belirleyici ise Osmanlı’nın feodal sistemi olmuştur. Buna bağlı olarak Osmanlı, Batılı kapitalist/emperyalist güçler gibi o nitelikte ve düzeyde köleci, sömürgeci olmamış değil, olamamıştır. Eğer kapitalist gelişmesini tamamlayabilseydi, diğerleriyle benzer durumun ortaya çıkmış olacağından emin olabiliriz.
Aslında Osmanlı’da örneğin kölecilik hiç olmamıştır da denilemez. Osmanlının başlangıç dönemlerinden itibaren, 19. yüzyıl ikinci yarısında karşıt görüşler gelişmiş ve devlet katında yasaklamalar getirilmiş olmasına karşın, tüm dönem boyunca kölecilik sürmüştür. Zaten hemen her yerde var olan bir sistemdi bu. Ama bu, Osmanlı’da egemen olan sistemin gereksinim duyduğu kadar olabilirdi tabii. Yani örneğin fabrika üretimi olmayan ya da gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadar olmayan koşullarda, buralarda gelişmiş ülkelerdekine denk düşecek kadar köle çalıştırılamazdı. Buna karşın Osmanlıda, talep olan her yerde köle pazarları bulunurdu. Milyonlarca köle bu ticaretin konusu olmuştur. Haremde bulunan kadınlar, siyahî haremağaları, kalfalar, zengin evlerinde hizmetkâr olarak çalıştırılan bacılar vb. bu bölgeden ve belli amaçlarla getirilmiştir. Günümüzde birkaç bölgedeki köy ve mahallede, Osmanlı döneminde köle pazarlarında alınıp satılan Sudan, Etiyopya gibi bölgelerden getirilen kölelerin torunlarının torunları bugün ülkemizin yerli nüfusunun bir parçasıdır.
Bunlar bilindiğinde bu defa Osmanlının kölelere yaklaşımının, Batı ile kıyaslandığında, çok farklı olduğunun savunula geldiği görülüyor. Oysa diğerleri bir yana, salt hadım etme işleminin çok sayıda kölenin yaşamına mal olan nasıl bir işkence olduğu biliniyor.
Bu gerçekler bilindiğinde, Türk egemenlerin bu açıdan savundukları, “benim atalarımın kölelik sistemi sizinkinden daha iyiydi” gibi rezil bir yaklaşımdan öte geçmiyor.
Sonuç olarak Afrika açısından Osmanlı ile Batılı kapitalist/emperyalistler arasındaki fark esas olarak dönemsel ve sistemsel olarak ortaya çıkıyor. Batılı kapitalist ve emperyalistlerin yakın geçmişte sömürgeci olarak kıtada bulunmuş olmaları ve buralardaki uygulamaları, ulusal bilincin oluşmaya başladığı Afrika’da bir travma oluşturmuştur. Kıtada emperyalizmin gereksinimine uygun da olsa gelişen kapitalizmin tetiklediği uluslaşma süreci ve bunun sonucunda gelişen ulusal kurtuluş savaşımları; bu savaşımları, emperyalist ve kapitalist sömürgecilerin zulüm altında bastırma girişimleri böyle bir travmanın nedeni olmuştur. Birçok Afrika devletinin ve Afrikalı insanın Türkiye (vb. devletlere) yaklaşımındaki farkın temelinde esas olarak bu durum yatıyor.
Sömürgecilik konusunda çarpıcı bir fark, sömürgeci egemen devlet dilinin öğretilmesi ve sonrasında resmi dil olarak kullanılmasının dayatılması konusunda olmuştur, diyebiliriz. Osmanlı egemenliği altındaki ülkelere bu konuda özel bir baskı olmadığı gözükmektedir. Buna karşın Fransızca, İngilizce kıtada çok yaygın kullanımdadır ve bu, dayatma ile gerçekleştirilmiştir.
Öte yandan Afrika’nın sömürge geçmişi hakkında bizzat Afrikalıların ne düşündüğü ve Avrupalı güçlere karşı ne denli düşmanlık beslendiği konusunda Türkiye’de yanlış bir algı olduğuna dair görüşler de söz konusudur (Bkz. Gökhan Kavak, Türkiye’de Afrika Algısı, kriterdergi.com). Burada Türkiye’de sıklıkla gündeme getirilen ve Afrikalıların, sömürge geçmişi nedeniyle Batılılara uzak durdukları yönündeki algının, ancak Fransa’nın bazı eski sömürgeleri için geçerli olduğu, bunun kıtanın tümü için söylenemeyeceği vurgulanmaktadır.
Gelişmelerin devamında emperyalizmin sömürü sisteminin 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkardığı kapitalistleşme süreci Afrika’da ulusal bilincin oluşmasını ve gelişmesini beraberinde getirdi. Buna bağlı olarak oluşan ulusal savaşımların sonucunda, burada, geçen yüzyılın ortalarından başlayarak 70’li yılların ortalarına dek bir dizi siyasi bağımsız devlet ortaya çıktı. Ancak o dönem dünyadaki güç dengelerine bağlı olarak bu bölgelerde eski sömürgeci güçler etkilerini sürdürebildiler. Türkiye vb. devletlerin Afrika’ya sirayet etmesi, bu ülkelerdeki sermaye gelişimi sürecine bağlı olarak görece geç döneme denk geldi.
Türk sermayesi ilk girişimlerine yarım yüzyıl önce başladı. İlk girişim 1970’li yılların başlarında Libya’da, Trablus Limanı inşası, Bingazi çimento fabrikasının inşası gibi müteahhitlik işleri ile başladı.
Afrika’nın önemi ya da sermaye açısından çekiciliği
Afrika, yeraltı ve yerüstü kaynakları açısından son derece zengin bir kıtadır. Yukarıda değindiğimiz “Türkiye’nin Zenginleşmesi Projesi: Afrika” kitabının 2008 yılında tanıtımı sırasında TİM başkanı Oğuz Satıcı, burjuvazinin düşüncelerini yansıtır biçimde “Afrika’nın zengin bir hammadde alanı” olduğunu söylüyordu (Milliyet gazetesi, 8.8.2008).
Bölge genel anlamda hem geçmişte hem de günümüzde, Lenin’in tanımına en uygun yerlerdendir: “Bu geri kalmış ülkelerde kâr genelde çok yüksektir, çünkü bu ülkelerde sermaye pek az, toprak nispeten ucuz, ücretler düşük, hammadde ucuzdur. Sermaye ihracı olanağı, bir dizi geri ülkenin çoktan dünya kapitalist dolaşımına girmiş, başlıca demiryolu hatlarının döşenmiş ya da bu işe başlanmış ve endüstriyel gelişiminin en temel koşullarının yaratılmış olmasından vs. doğmaktadır.” (Lenin, “Kapitalizmin en yüksek aşaması, Emperyalizm”, Seçme eserler, cilt 5, s. 66-67, İnter Yayınları, Haziran 1995, İstanbul)
TMB (Türkiye Müteahhitler Birliği) yayın organı “Gündem” dergisinin 2013 tarihli sayısında yer alan bilgiye göre, o tarihten önceki 40 yıl içinde, “Türk müteahhitlik firmaları” 101 ülkede 253 milyar dolarlık 7.182 proje yürütmüştür ve bu projelerin beşte biri Afrika kıtasında yer almıştır. Yazıya göre, kıta, bu alanda büyük bir potansiyel barındırmaktadır ve “dünyanın en büyük müteahhitlik firmaları bu önemli pazardan daha fazla pay alabilmek için kıyasıya rekabet etmektedir.”
Aynı yerde Afrika’nın çekiciliğine de değiniliyor: “Afrika önemli miktarda işlenmemiş zengin maden kaynaklarına sahiptir. Kıta, hidroelektrik gücü arzında dünya potansiyelinin %40’ını, uranyumun %30’unu, altının %50’sini, kobaltın %90’ını, fosfatın %50’sini, platinin %40’ını, kömürün %7,5’ini, bilinen petrol rezervlerinin %8’ini, doğalgazın %12’sini, demir cevherinin %3’ünü ve milyonlarca hektar işlenmemiş tarım arazisini bünyesinde bulundurmaktadır… Bugün itibariyle Afrika, sahip olduğu zenginlikler ve aynı zamanda gereksinimleri nedeniyle dünyanın en dikkat çekici bölgesidir.”
Dolayısıyla Türk egemen sınıfları açısından, yerküredeki tüm kapitalist emperyalist devletlerin pay kapma yarışına giriştikleri bölgede, bu işin dışında kalınması düşünülemez.
Afrika merkezli AfrAsia Bank tarafından yayınlanan 2018 Afrika Varlık Raporu’na göre, 2007-2020 dönemini kapsayan 13 yıllık süreçte Afrika’nın ekonomik varlığı yüzde 15 oranında artmıştır. Tahminler Afrika’nın ekonomik varlığının 2027 yılı sonunda yüzde 34 artmış olacağını öngörüyor. Bu durum, yani Afrika’nın gelişmesi, buralarda alım gücünün artması, kuşkusuz çekiciliği arttıran unsurlardan biridir. Son yıllarda alım gücü iyileşmiş olan tüketici sayısının artmasıyla, hane halkı tüketimi GSYİH’dan daha fazla yükseliş göstermiştir. Kıtada yükselen bir orta sınıfın varlığı söz konusudur ve bunların talepleri, buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi ve ev aletleri gibi dayanıklı tüketim mallarının üreticileri ve perakendecileri için sağlam temelli bir fırsat sunmaktadır. Kıtada toplam tüketim harcamaları 2010 yılından itibaren yıllık %3,9 artarak 2015 yılında 1,4 trilyon dolara erişmiştir. Bu rakamın 2025 yılında 2,1 trilyon dolara, 2030 yılında da 2,5 trilyona ulaşması beklenmektedir. Afrika Kıtasal Serbest Ticaret Bölgesi – AfCFTA’nın da yürürlüğe girmesiyle bu artışın çok daha yüksek rakamlara ulaşabileceği öngörülmektedir (Brookings Institute, 2018). Geniş yığınların gereksinim duyduğu dayanıklı tüketim malları, diğer ürünler yanında, tam da Türk sermayesinin uluslararası pazara başarılı biçimde sunduğu metalardır.
2025 yılına kadar internet alışverişinin tahmini değerinin 75 milyar dolar olması beklenmektedir. Kıtadaki 350 milyonluk orta sınıfın, 2040 yılına kadar bir milyara ulaşması beklenirken, bu demografinin birçok Afrika ülkesini tüketici merkezli pazarlara dönüştüreceği beklenmektedir.
Afrika’yı cazip kılan nedenlerden biri olarak genç nüfusu ve iş gücü gösteriliyor. BM’nin öngörülerine göre 2050 yılı itibarıyla Afrika’da 25 yaş altı genç nüfus, toplam nüfusun yarısından fazlasını oluşturacak.
Afrika, küresel çapta tarıma elverişli arazilerde Asya’dan sonra ikinci en büyük paya sahip olsa da arazilerinin %60’ı ekili değildir; bu, tarım alanında da yapılabilecek çok iş olduğunun göstergesidir.
DEİK Türkiye-Afrika İş Konseyleri Bölge Direktörü Barış Çuvalcı, Afrika’nın ticaret ve yatırım konusunda neden ilgi çektiği sorusuna şu yanıtı veriyor:
“Afrika kıtasının artan genç nüfusu, hammadde kaynaklarının varlığı ve bunların tüm ihtiyaç pazarlarına ulaştırılması için enerji, altyapı ve ulaşımın mutlak geliştirilmesi zorunluluğu ile birlikte, kıtada yer alan ülkelerin birçoğunun kaynak zenginliğine rağmen, bu kaynakların yerinde yarı-mamul veya mamul hâline getirilmesi konusunda gerekli bilgi, tecrübe ve teknolojiye gelişmiş ülkeler kadar yakın olmamaları sebebiyle ve de diğer kıtalar ve kıtalardaki ülkelerin sahip olduğu asgari yaşam koşulları ve standardına kavuşmaları gerekliliği nedeniyle, Afrika kıtası ülkeleri tüm dünya ülkeleri için büyük bir pazar olarak tanımlanmaktadır.” (“Türkiye’nin Afrika politikası: Açılımdan ‘nüfuz arayışına’”, Çağıl Kasapoğlu, BBC Türkçe, 8 Ekim 2020)
Türk burjuvazisinin temsilcileri ağzından sıklıkla bu vb. biçimde, Afrika pazarının çekiciliği konusunda görüşler duyuluyor ve pazarda genişlemenin yolları konusunda öneriler sunuluyor. Türk burjuvazisi, kuşkusuz birçok alanda, bu kıta kaynaklarını “yarı-mamul veya mamul hâline getirilmesi konusunda gerekli bilgi, tecrübe ve teknolojiye” sahiptir.
Verilen önemin göstergelerinden biri olarak araştırma kurumları / enstitüler
Afrika geçmiş dönemde de öz itibariyle yukarıda sayılan nedenlere bağlı olarak sermaye açısından çekici idi. Kapitalist-emperyalist devletler arasında bir dizi paylaşım kavgası yaşandı kıtada. Bu tip eski sömürgeci devletler, kıtada yayılmanın önünü açabilecek nitelikte bir dizi araştırma kurumu oluşturdular. Bunlar bir tür yol göstericiliği yaptılar, yapıyorlar. Üniversitelerindeki bazı bölümler aynı şeye hizmet edecek biçimde yapılandırıldı. Afrika enstitüleri vb. kurumlar bu tip ülkelerde eksik değildir. Ve bu kurumların sayısı, yaygınlığı, ülkenin gelişmişliği ve Afrika’ya verdiği önemle doğru orantılıdır. Sosyal medyaya bir göz atıldığında ilk bakışta görünen tablo şudur: Afrika ile “yakından ilgilenen” ve kıtada egemenliği ele geçirme yönünde sağlam adımlarla ilerleyen Çin Halk Cumhuriyeti dışta tutulduğunda, Afrika ile ilgili araştırma yürüten en fazla sayıda kurum ABD’de bulunmaktadır. Buradaki araştırma merkezi sayısı 19’dur. Onu 17 kurum ile Fransa, 4’er kurumla Birleşik Krallık ve Belçika izliyor. Almanya, Hollanda, İsveç, İsviçre, Kanada, Güney Afrika’da birer araştırma kurumu bulunuyor. Bunun dışında birçok araştırmanın üniversitelerde yürütüldüğü açıktır. Kıtaya yapılan ve ülkeleri, insanları, ülke yapısını yakından tanımak amacını taşıyan keşif gezileri teşvik ediliyor vb.
Türk sermayesi, sermaye birikim ve ihracı sonraki dönemlere kaldığından bu işe görece geç başladı. Ancak son 20-25 yıllık süreçte bu açıdan da artan biçimde bir ilgi olduğu görülüyor. Bir dizi üniversitede bu konuda artan sayıda araştırma, yayın vb. olduğu göze çarpıyor. Birkaç düşünce kuruluşu bünyesinde Afrika için özel bölüm ayrıldığı görülüyor. Bu konudaki gelişim kıtaya artan ilgi ile paralel gidiyor. Birçok üniversitede günümüzde Afrika enstitüleri var artık.
“Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları (YTB) burslarıyla Mali’den Kenya’ya, Senegal’den Somali’ye kadar 4 bini aşkın Afrikalı öğrenci Türkiye’de okuyor. YTB Başkanı Abdullah Eren, Türkiye’nin Afrika kıtasına gösterdiği insan odaklı yaklaşımla bölgenin kalkınmasına önemli katkılar sunduğunu ifade etti.” (https://www.yeniakit.com.tr)2
2008 yılında Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) başkanı Oğuz Satıcı, Afrika Enstitüsü kurulacağını duyuruyordu. Başkana göre, temsil ettiği sınıf için, “Mal üretimi, hizmet üretimi ve en önemlisi de akıl üretimi lazım. Akıl üreterek, akıl satarak, onun getirdiği katma değeri hanemize getirerek, yola devam etmemiz lazım”dı.
Diğer yandan kimi akıl hocaları bu konuda yapılanları yeterli bulmuyor ve “Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerini hedeflediği seviyeye taşıyabilmesi ve kıtadaki rekabet ortamında daha görünür olabilmesi için devlet kurumlarını, iş dünyasını, STK’ları, üniversiteleri ve medyayı aynı çatı altında buluşturacak ulusal bir ortaklık tesis etmesinde ve gerçekçi hedeflerle birlikte sürdürülebilir bir politika izlemesinde yarar” olduğunu söylüyor. Türkiye’de öğrenim gören ve burs alan binlerce Afrikalı öğrenciden hem devletin hem de üniversitelerin bu alanda daha çok yararlanması gerektiği de vurgulanıyor.
Sermayenin yayılması için yapılan çalışmaları, böyle, her zaman yetersiz görenler olacaktır; başka ülke pazarlarına, her açıdan nüfuz etmeyi kolaylaştırıcı, yol gösterici uğraşların teşviki talep edilecektir.
Aslında bir dizi faaliyet söz konusudur. Yukarıda söz ettiğimiz ve aşağıda örnekleriyle çeşitlendireceğimiz, farklı kurumların bir dizi çalışması söz konusudur. Talep, daha çok, bu çalışmaların koordineli yapılması ve ortak bir merkezden yönetilmesi biçimindedir.
Bir düşünce kuruluşu gibi işlev gören TASAM (Türk-Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi) kendi bünyesinde Afrika Enstitüsü oluşturmuştur ve Afrika üzerine yapılan bir dizi yayını vardır. Kuruluşun internet sitesine bakıldığında, sadece yayınlarla kalmadığını, örneğin bu yıl Eylül ayında “Geleceğin Afrika Ekonomisi ve Türkiye” konulu “Uluslararası Türkiye-Afrika Kongresi” düzenlediğini görüyoruz. Bu, bugüne dek düzenlediği 11. “Uluslararası Türkiye-Afrika Kongresi” oluyor. Aynı kuruluş Kasım ayında düzenleyeceği “5. Türkiye – Afrika Savunma Güvenlik ve Uzay Forumu” haberini duyuruyor. Etkinliklerin sayısı bize yıllardır bu alanda bir uğraş verildiğini gösteriyor.
Bunun dışında AFAM – Afrika Araştırmacıları Derneği, SETA – Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, SDE – Stratejik Düşünce Enstitüsü, AKEM – Afrika Koordinasyon ve Eğitim Merkezi vb. bir dizi kuruluş bulunuyor.
Yakın dönemde yukarıdaki taleplere paralel, devlet ve özel çeşitli kurumlar arasında koordinasyon çalışmalarının başladığını, 30 Ocak 2010 tarihli Başbakanlık Genelgesi ile “Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü” oluşturulduğunu görüyoruz. Genelgede “kamu diplomasisi alanında yürütülecek çalışmalar konusunda kamu kuruluşlarıyla sivil toplum örgütleri arasında işbirliği ve koordinasyonu sağlamak amacıyla, Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün (KDK) kurulması uygun görülmüştür” denmektedir.
Türk sermayesinin Afrika’da yayılımının yol taşları döşeniyor
Kıtada Türk sermayesinin 1970’li yılların başında Libya’da müteahhitlik işlerine başladığını belirttik. Başlangıçta bu şirketler, sermaye ve teknik bilgi-beceri eksikliği nedeniyle özellikle büyük projelerde Avrupalı şirketlerle ortak çalışmayı tercih ettiler. Süreç içinde yeteneklerini her açıdan geliştirmeye başladılar ve uzun yıllar bu pazarda kaldılar.
Kısa sürede Türkiye kökenli onlarca şirket buraya akın etti. 1978’de 13 olan şirket sayısı 1981’in ortalarında 51’i, üstlenilen ihalelerin toplam tutarı 1.182 milyon dolar iken 4.250 milyon (4,25 milyar) doları bulmuştu (TMB, “İnşaatçıların Coğrafyası” adlı yayından). Bu şirketlerde çalışan işçi ve teknik kadro da Türkiye’den getirildi.
Yapılan işlerin çapı büyüdükçe birkaç sermaye grubu bir araya gelip konsorsiyumlar oluşturmaya başladılar. 1975 yılında kurulan LİBAŞ (Libya İnşaat ve Yatırım A.Ş.), o gün olduğu gibi günümüzde de büyük sermaye grupları içinde yer alan dört büyük sermayenin bir araya gelmesi ile oluşturuldu. Türk inşaat şirketleri bu ülkede, ülkenin gereksinim duyduğu hemen her türlü inşaat işlerini gerçekleştirdi ve bu faaliyetler günümüze dek sürdü. Libya bu işler açısından büyük olanaklar sunuyordu; çünkü bir yandan artan petrol fiyatlarına bağlı birikmiş olan ve birikmeye devam eden bir sermayeye sahipti, diğer yandan ülkenin geri altyapısının inşasında yer alabilecek şirketlere talep söz konusuydu.
80’li yıllarda kıtada başka ülkelere de yayılma başladı. İnşaat sektöründe aynı şirketlere başkaları da eklendi. Bu yıllarda ilk yatırımlar bir Kuzey Afrika ülkesi olan Cezayir’de başlamış, onu Tunus ve Mısır izlemiştir. Yine 80’li yılların ilk yarısında Nijerya, Uganda ve Senegal’de hatta Komor Adalarında bile ilk faaliyetlerin başladığı görülüyor.
O yıllarda öncelikle inşaat alanında yatırımların ağırlıklı olarak Libya’da yer aldığı, bu ülkede yoğunlaştığı görülüyor. Diğer pazarlardaki (Ortadoğu-Körfez ülkeleri ve daha sonra Rusya. Sonraki yıllarda önce ABD ve sonra Avrupa ülkeleri) yatırımlar da hesaba katıldığında, tüm yatırımların yarısının bu ülkede olduğu görülüyor. Kapitalizmin işleyiş karakteri gereği doğal olarak bu açıdan ileri-geri adımlar da olduğu görülüyor. Ama dikkat çekici konu, bu ülkede inşaat sektörü alanında ciddi bir pay kapıldığı, hatta bazen bu alanda neredeyse tam bir egemen duruma dönüştüğü görülüyor. Öyle ki, ihalelerde diğer ülke –bu arada büyük emperyalist ülke– şirketlerinin rekabete dayanamadıkları çok durum söz konusu olmuştur.
Bu alanda yer alan şirket ve bunların aldıkları işlerin parasal karşılığı açısından, Türkiye’nin, küresel çapta üst sıralarda yer alabilmiş olmasının yolunun buradan, burada verilen rekabet uğraşından geçtiği bilindiğinde, bu, anlaşılır bir şeydir. Süreç içinde bu şirketler sadece teknik ve sermaye açısından yetenekler kazanmakla kalmamışlar, rakiplerle boy ölçüşebilmeyi ve onları alt edebilmeyi de öğrenmiş, bu açıdan ciddi yetenekler geliştirmişlerdir.
Bu alandaki gelişmeler düzenli bir gelişme çizgisinde sürmedi, süreç içinde kapitalizme özgü bir dizi sorun yaşandı. 1973 ve 1979 yıllarında küresel çapta etki gösteren petrol ve borsa krizleri ortaya çıktı ve bundan etkilenmeyen ülke kalmadı. İnşaat sektörü de diğer tüm sektörler gibi etkilendi ve hem ülke içinde hem de yurtdışındaki en büyük pazar Libya’da bu sektörde sıkıntılar baş gösterdi. 80’li yıllarda Libya’da alacakların tahsil edilmesi konusunda ciddi sıkıntılar oldu. Dönemin başbakanı Özal bu sorunu çözmek için olağanüstü çaba sarf etti. Özal dışa açılmanın; Türk sermayesinin dış pazarlara açılmasının önemli bir yol göstericisi, teşvikçisi oldu. Onun başbakanlığı döneminde sadece inşaat alanında değil, diğer sektörlerde de yurtdışı yatırımlar ufak da olsa başladı.
Aynı süreçte Türk burjuvazisi, sermayedarların bireysel inisiyatifleriyle yapılan girişimlerin, işi belli bir noktaya kadar getirebildiğini gördü ve arkasında güçlü bir desteğin, devletinin desteğinin yer alması gerektiğini kavramaya başladı ve yayılmanın çok yönlü bir uğraş verilerek desteklenmesi gerektiğinin ayırdına vardı.
Son dönemde emperyalist büyük güçlerin müdahalesi ile Libya karıştırıldı. Müteahhit şirketlerin büyük alacakları ve yatırımları kaldı orada. Bir bocalama sonrası Türk burjuvazisi, devletini ve bu defa sert gücünü de devreye sokarak alacaklarını, zararını tazmin etmede epey yol aldı.
Siyasi / diplomatik girişimler
Burjuva devlet yönetici bürokrat takımının ve burjuvazinin siyasi önderlerinin görevi, sermaye sınıfının düzeninin sürmesini sağlamak ve bu sınıfın daha palazlanıp, gelişmesinin yolunu açmaktan başka bir şey değildir. Bunun yollarından biri, sermayenin dış pazarlarda yayılması ve yeni sömürü alanları bulmasıdır. Kapitalist devlet, çok yönlü girişimlerle bunun yolunu açar. Aşağıda bunun T.C. somutundaki görünümünü gözler önüne sermeye çalışacağız.
- yüzyılda Afrika’daki devletlerle siyasi ve diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi yönünde Türk hâkim sınıflarının birçok girişimi olmuştur.
1935 yılında İtalya’nın Habeşistan’a saldırısı üzerine Milletler Cemiyeti’nin İtalya’ya karşı aldığı yaptırım uygulamalarına T.C. de katılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1948’de Sahel bölgesine (Burkina Faso, Çad, Eritre, Mali, Moritanya, Nijer, Nijerya, Senegal ve Sudan) yapılacak ekonomik yardımla ilgili BM kararını da desteklemiştir. 1958’de ise Cezayir’in bağımsızlığı ile ilgili BM Genel Kurulu oylamasında çekimser oy kullanması, Türkiye’nin olumsuz puan hanesine yazılmıştır. 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye; Gana, Nijerya, Sudan ve Senegal gibi Sahra Altı (SAA) ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarına destek vermiştir.
1960’ların başında “Bağlantısızlar Hareketi” olarak adlandırılan ve içinde çok sayıda Afrika ülkesinin de yer aldığı ülkeler grubu ile ilişkiye geçilmiş ve bu grubun toplantılarına gözlemci olarak katılım talebinde bulunulmuşsa da bu talep kabul görmemiş, girişim başarısız olmuştur. 1965 yılında ilk kez “Afrika’ya açılım” girişiminden söz edildiğini görüyoruz. Bu girişim aslında, Kıbrıs sorununda Türkiye’nin görüşünün üçüncü ülkelere anlatılması için yapılan siyasi bir girişimdi ve bu amaçla hazırlanan heyetlerden üçü, 1965 yılında Afrika ülkelerine gönderildi. Birinci heyet, Cezayir, Fas, Moritanya, Liberya, Gana, Nijerya, Sierra Leone ve Senegal’i; ikinci heyet, Kamerun, Gabon, Kongo, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Çad’ı; üçüncü heyet, Habeşistan, Kenya, Somali, Burundi, Ruanda, Tanzanya, Malavi, Madagaskar, Sudan, Libya ve Tunus’u ziyaret etmiştir.
Öte yandan 1969’da İslam İşbirliği Teşkilatı’nın kurulmasının Türkiye ve SAA ilişkilerine olumlu katkı yaptığı söylenebilir. 1969’da Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından Etiyopya’ya bir ziyaret gerçekleştirilmiştir.
“Bağlantısızlar Hareketi” ile ilişkileri geliştirmek amacıyla 1970’lerin başında başlatılan ve 3 yıl süren “Türk Teknik Yardımı Projesi” girişimi bağlamında Türkiye 48 ülkeyi kapsayan bir yardım programı uygulamıştır. Yardımın sürekliliğinin sağlanamaması ve bu kadar çok ülkeye dağıtılarak bölünmüş olması, etkisini azaltan bir unsur olmuş ve burjuvazi tarafından beklenen etkiyi göstermemiştir.
Burada dikkat çekici olan, bizzat kendisi yardım alan ve bu yardımlara muhtaç durumda olan Türkiye’nin böyle yardım verme girişimlerinde bulunmuş olmasıdır. Bunun ardında kuşkusuz, Osmanlı bakiyesi bir devlet olma, geçmiş tarihe sahip çıkma ve büyük devlet olabilme özlemleri gibi unsurlar yatıyordu.
Sonrasında 1970’lerin ve 90’lı yılların sonunda iki girişim daha yapıldı. Her iki girişim de Ecevit’in başbakanlığı döneminde yapıldı.
1978-1979’da Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün zamanında “Bağlantısızlar Hareketi” içinde yer alan ülkeler ile yakınlaşmak için çok çaba harcanıyor. Ökçün, sömürgeciliğe karşı savaşım veren Namibya için Birleşmiş Milletler nezdinde kurulan Namibya Konseyi’nin ilk başkanı oluyor ve Türkiye, buraya mali katkılarda bulunuyor. Yetmişli yıllarda yine, Zimbabve’de beyaz azınlık yönetimiyle mücadele eden ZANU ve ZAPU örgütlerine 300.000’er dolar bağış yapılıyor. Aynı şekilde Mozambik’in Portekiz sömürgeciliğine karşı mücadelesine ve Eritre’nin Etiyopya’dan ayrılma mücadelesine destek veriliyor ve bu sonuncusu Etiyopya ile ilişkilerin bozulmasına neden oluyor.
1978’de Zimbabve’ye tıbbi destek yardımı yapılmış, 1979’da Sierra Leone ile ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması imzalanmıştır.
Afrika’ya açılım bağlamında 1983-89 yıllarında Özal döneminde yapılan girişimler de söz konusu. Bu dönemde Afrika ülkeleriyle sağlık, güvenlik ve kültür alanlarında anlaşmalar imzalanmıştır. Nijerya, Botsvana, Çad, Cibuti, Gambiya ve Zambiya ile ekonomik ve teknik işbirliği anlaşmaları bu yıllara denk gelir. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) aracılığıyla Gambiya, Gine, Gine-Bissau, Moritanya, Senegal, Somali ve Sudan’a yapılan 10 milyon $ tutarındaki yardımla, 5 Haziran 1985 tarihinde ‘dış yardım programı’ başlatılmıştır.
Daha sonra Ecevit önderliğindeki üçlü koalisyon döneminde, Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in girişimiyle 1998 Haziran’ında hazırlanan “Afrika’ya Açılım Eylem Planı”, devlet katında yapılan ilk ciddi girişim hazırlığı olarak değerlendirilebilir. “Plan, kamu ve özel sektör yetkililerinin ve büyükelçilerin katılımı ile yapılan toplantı sonucunda kabul edilmiş ve özellikle SAA vurgusu öne çıkarılan ayrıntılı ve kapsamlı bir dış politika belgesidir” (Hakan Aydın, 2019, doktora tezinden). Türk burjuvazisi artık geçmişteki bunca deneyimden ders çıkararak ve bir anlamda işi öğrenerek hareket etmeye başlamıştır, diyebiliriz. Bunun öncesi, artık Türkiye’de de bir sermaye fazlalığının oluşmaya ve sermayenin SSCB bakiyesi bölgede yayılmaya başladığı dönemdir. Sermayenin öncelikli olarak buraları tercih etmesi, Afrika’da yayılmacılığın gecikme nedenlerinden biri olarak değerlendirilebilir.
2003 yılı başında AKP iktidarı döneminde “Afrika Ülkeleriyle Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi” adı ile hazırlanan belge, 1998’in devamıdır.
Yayılmanın önünü açacak olan “Afrika’ya Açılım Eylem Planı” ile birbirini olumlu yönde etkileyeceği düşünülen şu hususların yerine getirilmesi amaçlanmıştır:
Türkiye ile Afrika ülkeleri arasında hızla yüksek düzeyli ziyaretlerin gerçekleştirilmesi; Türkiye’nin dâhil olduğu çeşitli uluslararası örgütlerle birlikte Afrika devletleri ile temasların artırılması; Afrika’daki diplomatik temsilciliklerin sayısının artırılması; ekonomik, teknik-bilimsel ve ticari işbirliği anlaşmaları yapılması; karşılıklı ticaret alanlarının ve faaliyetlerinin geliştirilmesi; bu ülkelere yapılacak insani ve kalkınma yardımlarının örgütlenmesi vb. Tüm bunların ardında ekonomik çıkar kaygılarının yattığı açıktır. T.C., Afrika pazarında batılı emperyalist güçlerin rakibi olmayı hedeflemiş, planlarını bu hedef doğrultusunda kurmuştur.
Afrika’ya yapılan üst düzey resmi ziyaretler ve getirileri
Hazırlanan açılım planları sonrasında, Afrika ülkelerine yapılan ve günümüze dek süren resmi ziyaretlerin ne denli sık olduğu görülüyor.
Bu bağlamda Erdoğan’ın yaptığı ilk ziyaret 2004 yılında Mısır ziyareti oldu.
Sahra Altı (SAA) ülkelere 2002-2018 yılları arasında yapılan üst düzey ziyaretlerin dökümü şöyle: Cumhurbaşkanı düzeyinde olarak 2002 yılında A. Necdet Sezer bir ülke, 2008-2011 tarihleri arasında A. Gül 8 ülke, 2014-2018 (Temmuz) arasında RTE 22 ülke.
Söz konusu plan ve strateji bağlamında 2005 yılı Türkiye tarafından “Afrika Yılı” ilan edildi. Hemen devamında, o dönem başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığındaki kalabalık bir heyetle beş günlük Afrika gezisi gerçekleştirildi. Bu girişimlerle, günümüze dek süren yeni bir Afrika açılımı başlamış oldu. Etiyopya, Güney Afrika Cumhuriyeti, Tunus ve Fas ziyaret edildi. Güney Afrika’ya yapılan ziyaret, “Sahra Altı” Afrika’ya yapılan ilk üst düzey ziyaret oldu, denebilir. 2002 yılında Sezer’in Güney Afrika’ya gidişi uluslararası bir toplantı içindi. Bir sonraki yıl Sudan, Mısır ve Cezayir’e başbakanlık düzeyinde ziyaretler düzenlendi.
Türkiye 2005 yılında Afrika Birliği’ne gözlemci üye olarak kabul edildi. 2008’de ise Addis Abeba’da yapılan Afrika Birliği Zirvesi’nde “stratejik ortak” statüsünü kazandı. Bu statünün alınmış olması, Türk burjuvazisi açısından başarılı operasyonların yürütülmüş olduğunun bir göstergesidir.
Stratejik ortaklık her isteyene verilmeyen, –aralarında emperyalist büyük güçlerin de olduğu– başvuruda bulunan bir dizi ülkenin bekletildiği bir statü idi. O güne kadar sadece Çin, Güney Kore, Japonya, AB ve Latin Amerika ve bir de Türkiye kıtanın stratejik ortağı olarak tanındı. Örneğin ABD ve Kanada’nın talepleri hâlâ bekletiliyordu.
Ağustos 2008 tarihinde İstanbul’da 49 Afrika ülkesinin katılımıyla “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi” toplandı. Zirve için “Afrika Açılımı” toplantısı gibi adlandırmalar da yapıldı.
Aynı yılın ekim ayında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliği için yapılan oylamalarda Türkiye, 53 Afrika ülkesinin blok hâlinde kullandığı oylarla 2009-2010 dönemi üyeliğini kazandı. Afrika ülkelerinin verdiği bu desteği de Türk burjuvazisinin başarılı girişimler hanesine yazmak gerekir.
2010’da “Afrika Stratejisi Belgesi” açıklandı. Dışişleri Bakanlığı koordinasyonunda diğer bakanlık, kamu kurum ve kuruluşları temsilcileriyle Afrika Stratejisi Eşgüdüm Komitesi kuruldu. Hedeflenen şey, Türkiye’nin çok yönlü tanıtılması idi.
Dışişleri Bakanlığı internet sitesinin (mfa.gov.tr) Afrika ile ilişkilerin ele alınan bölümünde “Başarıyla tamamlanan Afrika’ya Açılım Politikamız yerini 2013 yılı itibariyle Afrika Ortaklık Politikasına bırakmıştır” denmektedir.
Erdoğan 2013’de Gabon, Nijer ve Senegal’e, 2014’de Ekvator Gine’si ve Cezayir’e, 2015’te Somali, Etiyopya ve Cibuti’ye ziyaret düzenledi. 2016 ise Afrika’ya yönelik en yoğun ziyaretlerin yapıldığı yıl oldu; Fildişi Sahili, Gana, Nijerya ve Gine dâhil toplam 8 Afrika ülkesine gidildi. 2017’de sırada Tanzanya, Mozambik ve Madagaskar vardı.
Günümüze dek üst düzey anlamda ziyaret edilen Afrika ülkesi sayısı 30’dur. Bu ziyaretler, gerçekleştirilen bir dizi anlaşma eşliğinde yapıldı. Anlaşmaların bir bölümü devletten devlete, bir bölümü şirketler arasında yapıldı. Gezilere çoğunlukla, ağırlıkla hükümete açık destek veren sermaye gruplarından olmak üzere kalabalık bir iş insanı topluluğu da eşlik ediyordu.
Ziyaretlerin sayısı ve sıklığı, bölgeye verilen önemin göstergelerinden biridir. Erdoğan, bölgeye ziyaret sıklığı konusunda “dünya lideri”dir. Onu, yaklaşık aynı süre içinde 19 ziyaret gerçekleştiren Almanya başbakanı Angela Merkel izlemektedir. Aynı dönemde üst düzey ziyaret gerçekleştiren ülkelerden Türkiye’ye en yakın olanı, 27 ziyaretle Fransa olmuştur. Emperyalist büyük güçlerin siyasi temsilcilerinin yaptığı üst düzey ziyaretlerin bir bölümünün, Erdoğan’ın ziyaretleri hemen öncesi ve sonrası olması dikkat çekicidir.
Gerçekleştirilen zirveler, ikili ve çok taraflı anlaşmalar
Bu süreçte belli aralıklarla Afrika-Türkiye zirveleri gerçekleştirildi. Bunlardan 2008’de yapılan ilkine yukarıda değindik. “Ortak Bir Gelecek İçin Dayanışma ve İşbirliği” sloganıyla toplanan bu zirveyle Türkiye, Afrika ülkeleriyle işbirliğine her alanda ivme kazandırmayı amaçlıyordu. Kasım 2014’te Ekvator Gine’sinin başkenti Malabo’da “İkinci Türkiye-Afrika Ortaklığı Zirvesi” düzenlendi. İkinci Türkiye-Afrika Ortaklığı Zirvesi’nin ardından kabul edilen “2015-2019 Ortak Uygulama Planı”yla bu dönemde Afrika’da gerçekleştirilecek çeşitli alanlardaki projelerin beş yıllık çizelgesi oluşturuldu. Bu bağlamda, ticaret ve yatırım, barış ve güvenlik, eğitim ve kültür, gençlerin güçlendirilmesi ve teknoloji transferi, kırsal ekonomi ve tarım, enerji ve ulaştırma gibi alanlarda Afrika ülkelerinin öncelikleri çerçevesinde belirlenen projeler hayata geçirildi. Bu gibi adımlarla nüfuz alanları genişletildi.
Kimi diplomatlara göre bu zirvelerin önemi büyüktür. Deutsche Welle’ye açıklama yapan Emekli Büyükelçi Hasan Servet Öktem şöyle diyor: “Hangi ülkeler Afrika ile yakındır diye bakıldığı zaman, aslında bunun bir kriteri var, o da zirveler düzenlemek. Afrika ile zirveler düzenleyen ülkelerin sayısı üçü, beşi geçmiyor.”
Dış Politika Enstitüsü Başkanı Prof. Bağcı ise Afrika ile geliştirilen ilişkileri “Avrupa ile ilişkilerinde sıkışan Türkiye’ye dış politikada alan açması ve yumuşak gücünü kullanması açılarından” önemli ve başarılı buluyor.
Zirvelerin beş yılda bir yapılması öngörülmüştü. Zirve toplantıları arasında bir kez “Bakan Düzeyinde Gözden Geçirme Konferansı” gerçekleştirilmesi kararlaştırılmıştı. Bu bağlamda, Aralık 2011 tarihinde İstanbul’da “Türkiye-Afrika Ortaklığı I. Bakan Düzeyinde Gözden Geçirme Konferansı” düzenlendi. Aynı konferansın ikincisi Şubat 2018’de yine İstanbul’da gerçekleştirildi.
2020 yılını Türkiye yine bir “Afrika Yılı” ilan etti; bu ilan, 2019-2023 ihracat stratejisi doğrultusunda yapıldı.
Türkiye-Afrika Ortaklık Zirvesinin üçüncüsü ise Afrika ülkelerinin ve Afrika Birliği Komisyonu’nun katılımıyla 16-18 Aralık 2021 tarihleri arasında İstanbul Kongre Merkezi’nde düzenlendi. Zirvede, “Ortak Kalkınma ve Refah için Gelişmiş Ortaklık” teması altında, Türkiye-Afrika ilişkilerinin değerlendirildiği ve gelecek döneme ilişkin işbirliği fırsatlarının ele alındığı kamuoyu ile paylaşıldı.
Aynı şekilde Afrika Birliği de, hazırladığı “Gündem 2063: İstediğimiz Afrika” belgesinde Türkiye ile stratejik ortaklığını ve ilişkilerini geliştirmeyi ve güçlendirmeyi hedeflediğini vurgulamakta idi. Zirvede savunma sanayi ürünleri satışının hızlandırılması ile ilgili ciddi beklentiler olduğu da görülüyor: “Zirvede Türkiye ile Afrika ülkeleri arasındaki iş birliklerinin merkezinde güvenlik ve savunma yer alacaktır. Batı ve Doğu Afrika ülkeleri bir yandan güvenlik sorunlarıyla karşı karşıyayken; diğer yandan Türkiye savunma sanayii ihracatını artırmak istiyor. Bu açıdan bakıldığında zirve her iki taraf için de savunma iş birliğini yoğunlaştırma adına büyük bir fırsat sunuyor” (setav.org).
Bu zirvelerde Türkiye ile Afrika ülkeleri arasında bir dizi ikili görüşme yapıldı ve onlarca anlaşma imzalandı. Aynı şey, Afrika ülkelerine yapılan ziyaretlerdeki görüşmeler için de geçerlidir.
13 Aralık 2017 ve 18 Mayıs 2018 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen her iki “İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Olağanüstü Zirvesi”nde bu teşkilata üye durumunda olan 28 Afrikalı devletle ikili görüşmeler yapıldı, zirvelerde Afrika ülkelerinin durumlarına dikkat çekildi. Bu son girişimler, “Afrika’ya Açılım Eylem Planı”nda ortaya konmuş olan “Türkiye’nin dâhil olduğu çeşitli uluslararası örgütlerle birlikte Afrika devletleri ile temasların artırılması” bağlamında değerlendirilebilir.
Aynı süreçte kıta ülkelerinin sorunlarının çözümünde büyük bir çaba sarf edildiği görülmektedir. Örnek olarak Mayıs 2012’de İstanbul’da BM işbirliği ile düzenlenen “Somali’nin Geleceğinin Hazırlanması: 2015 Hedefleri” konferansı gösterilebilir. Türkiye, konferansa 57 ülke, 11 bölgesel ve uluslararası organizasyonun katılımıyla ev sahipliği yapmıştır.
Afrika ülkeleri kendi aralarında bölgesel ekonomik birlikler oluşturmuşlardır. Türkiye bu birliklerle de ilişki içindedir. Örneğin Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’nda (ECOWAS) Mayıs 2005’ten bu yana Türkiye’nin Abuja Büyükelçiliği ve Haziran 2010’dan beri Doğu Afrika Topluluğu’nda (EAC) Darüsselam Büyükelçiliği kanalıyla temsil edilmektedir. Haziran 2008’den bu yana Türkiye, Hükümetler Arası Kalkınma Otoritesi’nin (IGAD) Uluslararası Ortaklar Forumu’nun da üyesidir ve burası da ilişkiler için kaldıraç görevini görmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı – DİB tarafından Afrika’nın Müslüman ülkelerine yönelik üç zirve düzenlenmiştir. “Afrika Kıtası Müslüman Ülke ve Toplulukları Dini Liderler Zirvesi”nin ilki, 21 ülkeden gelen temsilcilerin katılımıyla 2006 yılında, ikincisi, Kasım 2011 tarihinde yapılmıştır. Ekim 2019 tarihinde “Afrika: Çıkarsız Dayanışma, İyilikte Yardımlaşma” başlığıyla düzenlenen 3. zirveye 50 ülkeden, aralarında din işleri başkanları, akademisyen, aktivist, gazeteci ve yazarların da bulunduğu 100’ü aşkın davetli katılmıştır.
Diplomatik misyon kurumlarının yaygınlaştırılması ve bunun ilişkilere etkisi
İlişkileri sıkılaştırmanın başlıca unsurlarından biri olarak, Afrika ülkeleri ile diplomatik ilişkilerin geliştirilmesinin önemli olduğu, 2003 yılındaki stratejinin açıklanması ile birlikte vurgulanır olmuştur. Sonraki pratik de bu strateji ile uyum içinde hızla diplomatik kurumların yaygınlaştırılması biçiminde oldu. 2002 yılında Türkiye’nin Afrika’da sadece 12 büyükelçiliği bulunurken, bu sayı, 2021 yılında 43’e yükselmiştir ve 44.’nün açılması çalışmaları sürmektedir. Öte yandan, Afrika ülkeleri de karşılıklılık ilkesine bağlı olarak 2008 yılı başında 10 olan Ankara’daki büyükelçiliklerinin sayısını 37’ye çıkarmıştır. Bu açıdan kısa denilebilecek bir zamanda hızlı yol alınmış olduğu açıktır; öyle ki aynı süreçte kıtada, Türkiye dışında diplomatik kuruluşlarını bu hızla çoğaltan başka hiçbir ülke yoktur.
Ancak bu 43 büyükelçilikte tam örgütlenme tamamlanmış değildir, örneğin bunlardan 26’sında ticaret müşavirliği, 11’inde askeri ataşelik bulunmaktadır (TASAM –Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi ile DEİK’ten). Burjuvazinin akıl hocaları örgütlenmenin her açıdan tamamlanması gereğine dikkat çekerek yol göstericiliği yapmaktadır.
Bu arada askeri ataşeliklerin sayısı 19’a yükselmiştir (AA).
Diplomatik misyon kurumları açısından, Afrika’da önceden yer edinmiş bulunan Batılı emperyalist devletlerin konumu yakalanmış gibidir. Üstelik bu yapılırken, başkentlerdeki en iyi yerlerde en görkemli binaların satın alınmasına ya da inşa edilmesine önem gösterildiği gözden kaçmıyor. Sanki bu büyükelçilik binaları, yakın geçmişin sömürgecileri olan eski köklü devletlerin gözüne, ben de varım der gibi, sokuluyor.
Türkiye, Afrika ülkelerinde açtığı büyükelçilik sayısı ile Afrika’da en fazla büyükelçiliğe sahip 4. ülke konumundadır.
Türk burjuvazisinin birçok temsilcisi gibi Dışişleri Bakanlığı da meseleyi net koyuyor:
“1998 yılında başlayan, 2005 yılında Afrika Birliği’ne (AfB) gözlemci üye olmamız ve 2008 yılında ülkemizin AfB tarafından stratejik ortak olarak ilan edilmemizle ivme kazanan çok boyutlu Afrika’ya Açılım Politikamız süreci kapsamında bölge ülkeleriyle başta siyasi ilişkiler olmak üzere ticaret, yatırımlar, kültürel projeler, güvenlik ve askeri işbirliği ve kalkınma projeleri gibi birçok alanda hızlı ilerleme sağlanmıştır. Başarıyla tamamlanan Afrika’ya Açılım Politikamız yerini 2013 yılı itibariyle Afrika Ortaklık Politikasına bırakmıştır”.
Türk burjuvazisi Afrika kıtasındaki yayılmada hangi araçları, hangi yol ve yöntemleri kullanıyor?
Yine Dışişleri Bakanlığı sitesinde yazılanlara bakalım: “TİKA, AFAD, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif Vakfı, Türkiye Diyanet Vakfı, Anadolu Ajansı, Türk Hava Yolları gibi kurumlarımızla kıtadaki faaliyetlerimiz daha da yaygınlaştırılmıştır”. Bunlara Kızılay, İHH (İnsani Yardım Vakfı), Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, TRT gibi kuruluşlar da eklenmeli.
Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı TİKA – Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı -, 1992 yılında, SSCB’nin dağılması ardından “bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri” içinde faaliyet gösterme amacıyla kurulmuştur. Kurulduğu dönem Dışişleri Bakanlığına bağlı idi. “Dış politikamıza aktif politika anlayışının yerleşmesi ile TİKA ortak değerlere sahip olduğumuz ülkeler başta olmak üzere birçok bölge ve ülkede Türk dış politikasını uygulayıcı bir aracı hâline gelmiştir” (tika.gov.tr, “hakkımızda”). “Eğitim, sağlık, restorasyon, tarımsal kalkınma, maliye, turizm, sanayi alanında birçok proje ve faaliyet TİKA tarafından gerçekleşmiş”tir.
Gelinen yerde TİKA, 60 ülkede yer alan 62 Program Koordinasyon Ofisi ile 150’ye yakın ülkede çalışma yürütmektedir. Başlangıçta “Türk Cumhuriyetleri” hedeflenerek faaliyetlerine başlamış olan TİKA, sermayenin gelişmesi ve buna bağlı artan taleplerine paralel, çalışmalarını yerkürenin her yanına yaymıştır. Süreç içinde 5 kıtada gerçekleştirilen proje ve faaliyet sayısı yaklaşık 30.000’dir.
TİKA, “Afrika kıtasına özel olarak hazırlanmış ‘Afrika Kıtası Tarımsal Kalkınma Programı’ ve ‘Afrika Sağlığı Programı’ ve ‘Afrika Mesleki Eğitim Programı’ ile çalışma yürütmektedir. 2007-2010 yılları arasında yaklaşık 500 Türk doktoru ve 100’ü aşkın Türk sağlık personeli Sudan, Etiyopya, Somali, Nijer, Benin, Gana, Çad, Togo, Gine Bissau, Kenya, Mali, Uganda, Moritanya, Senegal, Tanzanya ve Kamerun’da sağlık alanında hizmet vermiştir. Bu kapsamda 280.000’den fazla Afrika vatandaşı Türk doktorlarınca sağlık taramasından geçirilmiş ve 53.000 üzerindeki hastaya başta diş ve katarakt operasyonları olmak üzere cerrahi müdahale gerçekleştirilmiştir” (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı). Bunlar sadece 4 yılda gerçekleştirilen işler; çalışmalar günümüze dek sürmektedir.
Program Koordinasyon Ofislerinin 22’si Afrika genelinde faaliyet göstermektedir. Bu koordinasyon ofisleriyle aslında tüm kıta etkilenmeye çalışılıyor; henüz ofis bulunmayan ülkelerde de diğer ofisler üzerinden edimlerde bulunuluyor. Afrika’da gerçekleştirilen proje sayısı 7.000 olarak verilmektedir.
TİKA’nın birden çok alanda edimleri bulunuyor. Son olarak örneğin ramazan ayında Afrika’nın 28 ülkesinde binlerce aileye gıda yardım paketleri dağıttı.
Sağlık alanında TİKA, Afrika’nın birçok ülkesinde sağlık ocakları, birkaç ülkede hastane açmıştır. Bu alandaki etkinlikler sadece TİKA ile sınırlı değil. AKP’ye yakın “Yeryüzü Doktorları Derneği”, Afrika’da çok sayıda ülkede çalışmalar yürütüyor. Geçen aralık ayında yapılan Türkiye-Afrika Sağlık Zirvesinde, Sağlık Bakanı F. Koca, 45 Afrika ülkesine 1 milyon doz aşı hibe edildiğini, bunu 10 milyona çıkartmak için sürecin devam ettiğini açıkladı. Pandemi sürecinde ayrıca tıbbi malzemeler, solunum cihazı/ventilatör, oksijen üniteleri gibi yardımlar da söz konusu oldu. Bu tür araç-gereci üretebilme yeteneğini kazanan burjuvazi, bu edimleri daha rahat yerine getirebilir duruma geldi.
“Çok sayıda Türk STK, kıtada insani yardım konusundaki çalışmaları ile öne çıkmaktadır” (TASAM).
Yunus Emre Enstitüsü ise 2007 yılında kurulan Yunus Emre Vakfı’na bağlı olarak 2009’da oluşturulmuştur. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlıdır. Faaliyet alanı “kültürel”dir. “Türk dilini ve kültürünü tanıtmak ve yaymak amacı”yla kurulmuştur. Yurtdışında 10’u Afrika’da olmak üzere 59 şubesi bulunmaktadır. Bu sayıyı hızla 100’e ulaştırma hedeflenmiştir. Türk dili kursiyerlerinin sayısını 100.000’e çıkartmak da hedeflerden biridir. Kültürel faaliyet adı altında yapılan kültür emperyalizmidir. Bu konuda atılan adımlar küçümsenmeyecek boyuttadır. Bu alanda rekabet, kıran kırana bir rekabettir.
AFAD (2018 sonrasında İçişleri Bakanlığına bağlı olarak çalışan “Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı”) doğal afetler sonrası yardımlar konusunda uzmanlaşan bir kurum olarak, bu gibi durumlarda yardım faaliyetlerinde bulunmaktadır. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan iç karışıklıklar sonrasında Haziran 2014’te bu ülkeye ilaç, gıda, battaniye, giyim eşyası vb. malzemelerden oluşan yaklaşık 55 tonluk insani yardım malzemesi ulaştırılmıştır. Ebola salgını ile mücadele kapsamında ise Gine, Liberya ve Sierra Leone’ye 150 ton ilaç ve tıbbi malzeme, 4 milyon TL. değerinde yardım gönderilmiştir.
AFAD tarafından 2009-2018 yılları arasında SAA bölgesinde ayni ve nakdi şekilde insani yardımlarda bulunulan ülkeler şunlar olmuştur: Çad, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Gambiya, Gine, Liberya, Kamerun, Moritanya, Mozambik, Nijer, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan ve Uganda.
Somali’de faaliyet gösteren Sağlık Bakanlığı, TİKA, Kızılay gibi kuruluşların haberleşmelerini sağlamak amacıyla AFAD ve ASELSAN işbirliği ile “Sayısal Telsiz Haberleşme Sistemi” kurulmuştur. Ayrıca AFAD’ın “Somali Temiz İçme Suyuna Ulaşım Projesi” desteği çerçevesinde ilgili ekipmanlar Somali’ye ulaştırılmıştır. AFAD ve Türkiye Diyanet Vakfı işbirliğiyle yürütülen eğitim projesi kapsamında ise Somalili öğrenciler eğitim için Türkiye’ye gönderilmektedirler.
Kızılay da SAA ülkelerinde bir dizi yardım çalışması yürütmektedir. Güneydoğu Afrika bölgesine IDAI Kasırgası sonrasında, ayrıca Güney Sudan’a, Somali’ye insani yardım kampanyaları düzenlenmiştir. Sudan’da tedavi masraflarını karşılayamayacak durumda olan insanlar için 2006’da bir Sahra Hastanesi hizmete sokulmuştur
Kızılay, 2014 yılında Orta Afrika Cumhuriyeti’ne yönelik faaliyetlerini genişletmiştir.
2017’de 34. Afrika Sağlık Kongresi’nde Kızılay Genel Başkanı yaptığı konuşmada, Afrika’da hemşire, hekim, ebe gibi sağlık insan gücü yetiştirmeyi hedeflediklerini söylemiş, ilki Somali’de açılan Sağlık Meslek Yüksekokulunu, Uganda’ya ve diğer ülkelere de yaygınlaştırmak için çalışmalar yürüttüklerini açıklamıştır.
Yine yayılmanın önünü açacak unsurlardan biri olarak, Türkiye kendi üniversitelerinde, Afrika ülkelerinden öğrencilere öğrenim olanağı tanımakta, onlara burslar vermektedir. Bunun ne anlama geldiğini, bölgede, bağlı organı olan “Afrika Genel Müdürlüğü” ile çalışmalarını yürüten Dışişleri Bakanlığı açık bir şekilde söylüyor: “Afrikalı öğrencilere ülkemizce sağlanan bursların uzun vadede ülkemizin Afrika politikasının tahkim edilmesinde çarpan etkisi yapacağı değerlendirilmektedir. Türkiye 1992 yılından günümüze, 14.000’den fazla Afrikalı öğrenciye lisans, lisansüstü ve doktora bursu vermiştir”.
“Afrika politikasında çarpan etkisi” olacaktır! Çünkü Türk sermayesi bununla, gelecekte çeşitli alanlarda gereksinim duyacağı kadroları hazırlamayı hedeflemiştir.
Bu kişilerin en azından Türkiye’ye sempati beslemeleri olasılığı yüksektir. Buna iyi bir örnek Somali’nin son Savunma Bakanı Abdülkadir Muhammed Nur’dur. Nur, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının (YTB) sağladığı Türkiye burslarıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 2012-2016 yılları arasında Somali’nin Ankara Büyükelçiliği’nde çeşitli diplomatik seviyelerde görev aldı. 2020 yılında Somali Adalet Bakanı olan Nur, göreve başladıktan sonra ilk yurtdışı seyahatini Türkiye’ye gerçekleştirmişti. Bu savunma bakanının, aynı koşullarla benzer savunma ürünleri sunan ülkeler arasında seçim yaparken T.C. kaynaklı ürünlere yaklaşımı nasıl olur dersiniz?
Aynı şey kıtada yayılmış ve yayılma eğiliminde olan Türk ilk ve orta eğitim kurumları için de geçerlidir. 2021 yılı ortalarında 26 Afrika ülkesinde Türk Maarif Vakfına bağlı 175 (başka bir kaynak 188 sayısı veriyor – setav.org) okulda 17.565 öğrenci eğitim görmektedir. 2019 yılında bu okullardan 130’u SAA ülkelerinde bulunmaktadır. Bu okullarda kalite açısından yüksek eğitim verildiği ve bunun en önemli tercih nedeni olduğu söylenmektedir ve öğrencilere iyi derecede Türkçe öğretilmektedir.
Kıtada Türkiye yine 2021 yılı ortasına dek 18 yurt inşa etmiştir.
YTB – Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı -, 2010-2019 arasında 52 Afrika ülkesinden 5.259 öğrenciye yükseköğrenim desteği vermiştir.
Dışişleri Bakanlığı Afrikalı diplomat yetiştirmektedir: “Bakanlığımıza bağlı Diplomasi Akademisi tarafından 1992 yılından bu yana düzenlenen ‘Uluslararası Genç Diplomatlar Eğitim Programı’na bugüne kadar Afrika ülkelerinden 249 diplomat katılmıştır. Ayrıca, Afrika ülkeleri Dışişleri Bakanlıklarından kapasite artırımı ve insan kaynakları gelişimi maksadıyla ulaşan talepler doğrultusunda diplomasi, arşiv ve haberleşme konuları başta olmak üzere çeşitli alanlarda eğitim programları düzenlenmektedir”.
Bu diplomatların Türkiye ile iyi ilişkiler oluşturulması konusunda yardımcı olacaklarını düşünmek hiç de yanlış olmaz. Aynı zamanda bu vb. eğitim programları, Türk devletinin ilgili devlet diplomasisi içine sızma konusunda bir basamak oluşturur.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, Temmuz 2018 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle kurulmuştur. 2010 yılında oluşturulan KDK (Kamu Diplomasisi Kurumu), Kamu Diplomasisi Başkanlığı adıyla Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na bağlanmıştır. Kararnamede, Kamu Diplomasisi Başkanlığı’nın görevi ile ilgili olarak, “Türkiye’nin ulusal ve uluslararası alanda ileri sürdüğü tezlerini ve politika tercihlerini belirlenen stratejik iletişim çerçevesinde uluslararası kamuoyu üzerinde etkili olacak şekilde aktarmak ve etkin tanıtımını gerçekleştirmek” denmektedir.
Türk Hava Yolları (THY), bölgede rekabetçi bir ağ kurmuş olup 40 ülkede 61 noktaya yolcu ve 14 noktaya kargo uçuşları yapmaktadır. THY bu girişimiyle Afrika’da üst sıralarda yer almaktadır. Havayolu ağının kurulmuş olması ile ulaşım kolay ve hızlı hâle gelmiş, girişimcilerin karşılıklı olarak birbirleriyle temasları sıklaşmış, ayrıca başka ülkelere ulaşımda Türkiye, Afrikalılar için bir kavşak ülke hâline gelmeye başlamıştır. Ekonomik ve ticari ilişkilerin gelişimi noktasında bunun yararı ortadadır. THY’nin doğrudan seferleri sayesinde kıtanın birçok noktasına ulaşımın, geçmişe nazaran büyük ölçüde kolaylaştığı ve maliyetlerin kayda değer oranda düştüğü belirtilmektedir.
THY’nin Afrika’daki yolcu sayısında 2019’un ilk 7 ayında rekor kaydedilerek 2 milyon rakamına ulaşılmıştır.
Bu arada Diyanet de boş durmamaktadır. 2018’de Türk Diyanet Vakfı – TDV – tarafından yurt dışında açılan ve desteklenen eğitim kurumları içerisinde SAA’da sadece Somali’de 4 okul bulunmaktadır.
TRT World 190 ülkede 11 uydudan izlenebilmektedir. TRT World İngilizce yayınlarıyla SAA’nın geneline ulaşmaktadır.
“TRT – Afrika” yayınının başlaması ve Afrika dillerinde yayın yapılabilmesinin önemi vurgulanmaktadır. Bu bağlamda TRT’nin SAA’daki yayıncılık faaliyetlerinin yaygınlaştırılması için merkez olarak Kenya, Güney Afrika, Nijerya, Kongo Cumhuriyeti ya da Senegal’in seçilmesine yönelik görüşler bulunmaktadır.
AA, “Türkiye’nin Afrika Açılımına” bağlı biçimde SAA’da Etiyopya merkezli haber yayıncılığına başlamıştır. Ayrıca AA’nın Etiyopya ve Nijerya’daki mevcut ofislerinin yanı sıra Güney Afrika, Kenya, Nijerya ve Somali’de temsilcilikleri bulunmaktadır.
AA, YTB ve Afrika Araştırmacıları Derneği koordinasyonunda 21 Ekim – 12 Kasım 2019 tarihleri arasında medya alanında ilişkilerin güçlendirilmesi çerçevesinde 14 Afrika ülkesinden 30 kişinin katılımıyla Afrika Medya Temsilcileri Eğitim Programı gerçekleştirilmiştir. Program için Cezayir, Fas, Tunus, Libya, Çad, Etiyopya, Güney Afrika, Kenya, Mali, Nijer, Nijerya, Senegal, Somali ve Sudan’dan başvuru alınmıştır.
Basın-yayın alanında başat ülkeler arasında bir yandan çekişme olurken, diğer yandan her ülke sorunlara kendi çıkarları doğrultusunda bakıp, gelişmeleri ona göre yorumlamakta ve propaganda çalışması yürütmektedir. Örneğin Fransa’nın Mali işgali sırasında Fransa’daki çok sayıda basın haberlerinde, Malililerin Fransızları olumlu karşıladıkları üzerinden paylaşımlar yapılırken; AA aynı nedenle yapılan haberlerini, savaşın acımasız yönüne dikkat çekerek, ülkenin yaşadığı insanlık trajedisini öne çıkartarak yansıtmıştır.
Türk burjuvazisi sermaye yayılımı amacıyla nüfuzunu arttırmak için şu temel yol ve yöntemleri kullanıyor:
İlk olarak Türkiye’nin kıta ülkeleri ile kurduğu ilişkinin sömürü amaçlı olmadığına vurgu yapılarak, hedeflenenin her iki tarafın ya da tarafların karşılıklı kazanması biçiminde olduğu söylenerek, uygulananın “kazan-kazan” stratejisi olduğu belirtiliyor. İkinci olarak Afrika ülkelerine dışarıdan herhangi bir çözüm vb. dayatılmadığına vurgu yapılıyor. Afrika’nın gereksinim duyduğu alanlarda bizzat onların taleplerine uygun çözümler geliştirilmesine özen gösteriliyor. Buna kısaca “Afrika sorunlarına Afrikalı çözümler” deniyor. Üçüncü olarak, eski/köklü/sömürgeci devletlerden farklı olunduğunu vurgular biçimde, Afrika’nın kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayacak tarzda teknoloji paylaşımına açık olunduğu belirtiliyor.
Burjuvazinin bu yaklaşımında tabii rakip güçlerin durumu ciddi rol oynuyor. Kıtaya daha önce nüfuz etmiş devletler burada hemen her açıdan köklü yer edinmiş durumdadır. Burada etkin bir güç durumuna gelmek için bu güçlerle baş edebilmek gibi bir durumla karşı karşıya kalmak kaçınılmazdır. Böyle bir pazara güçlü bir şekilde girebilmek için, pazara sunulan ürünlerin kalite/maliyet bakımından etkin ürünler olmasının yanında, bu işin sürekliliğini sağlamak için birçok açıdan etkin olmak ve rakiplere kıyasla daha cazip konumda olmak gerekmektedir. Burjuvazi, edimlerinde bu vb. olguları göz önünde bulundurmak durumunda kalıyor.
Kalkınma amaçlı “yardımlar”
Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı internet sitesinde bu konuda aydınlatıcı bilgiler yer alıyor (sbb.gov.tr).
Buna göre “Türkiye, resmi olarak ilk defa 1985 yılında kuraklık sorunu yaşayan Sahra Altı Afrika ülkelerine 10 milyon dolarlık gıda yardımı yapmıştır”. Türkiye aynı zamanda kendi de yardım alan ülke konumundadır. “Ekonomik gelişimin yanında, ortaya konulan proaktif dış politika neticesinde Türkiye’nin resmi kalkınma yardımları artmış ve diğer büyük donörlerle karşılaştırıldığında iyi bir performans gösterdiği görülmüştür. 2016 yılında Resmi Kalkınma Yardımlarının milli gelire oranı bakımından BM’nin yüzde 0,70’lik hedefini geçen az sayıda ülkeden birisi olarak Türkiye artık farklı bir konuma yerleşmiştir”. Bu süreçte Türkiye’nin aldığı yardımın –hâlâ en çok yardım alan 6. ülke olduğu görülüyor–oranı görece azalmıştır. En çok yardım alan ülkelerden Hindistan ve Türkiye aynı zamanda yardım yapan konumundadır. 0,70’lik oranı 2014 yılında Danimarka, Lüksemburg, Norveç, İsveç ve Birleşik Krallık yakalamıştır. Bununla birlikte milli geliri yüksek olan ülkenin yardım olarak ayırdığı miktar da görece yüksek olmaktadır. Dolayısıyla 0,70 oranını geçip miktar olarak en çok yardım yapan ülke Türkiye olmuştur. “Türkiye’nin resmi kalkınma yardımları 2002 yılında 72 milyon dolar iken, bu tutar 2008 yılında 780 milyon dolara ve 2016 yılında 6,4 milyar dolara ulaşmıştır”. Türkiye, 2016 yılında, DAC – Kalkınma Yardımları Komitesi – (29 ülke ve AB üyedir. Türkiye değildir.) ülkeleri içindeki ilk beş büyük donörün (ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya’nın) ardından altıncı sırada yer almıştır. Son yıllarda ABD ve İngiltere’nin ardından en çok yardım yapan üçüncü ülke olduğu basın-yayın organlarında yer aldı. Yapılan yardımların gayri safi milli hasılaya oranına bakıldığında Türkiye’nin “en cömert” ülke olduğu öne çıkarılıyor.
2014’te T.C.’nin 3,5 milyar dolarlık kalkınma yardımının %11’i Afrika’ya yapılmıştır. 2017’de Türkiye’nin iki taraflı (ülkeden ülkeye) yardımlarından en fazla yararlanan en az gelişmiş ülkeler sıralamasında ilk 6 içerisinde Somali, Nijer, Sudan ve Etiyopya yer almaktadır.
- Afrika Müslüman Dini Liderler Zirvesi’nde, Türk Diyanet Vakfı – TDV – Genel Müdürü, 1975’ten 2019 sonuna dek, kendi alanlarında 111 milyon dolarlık yardım yapıldığını açıklamıştır.
Süreç içinde AFAD’ın 2018 yılına dek Afrika’ya yaptığı yardımların tutarı 2 milyar doları bulmuştur; bu yardımların 247 milyon dolarlık bölümü SAA bölgesi ülkelerine yöneliktir ve buradan 217 milyon dolar ile aslan payını Somali almıştır.
Ticari ve ekonomi amaçlı zirveler
Yukarıda değindiğimiz tüm girişimler, sonuçta ekonomik alandaki girişimlerin önünü açmaya hizmet etmektedir. Ancak bunlar dışında, bunlara paralel ve bunları bir basamak gibi kullanarak yapılan doğrudan ekonomi zirveleri de söz konusudur.
Türkiye ve SAA ilişkilerine yönelik 2005 Afrika yılı sonrasında 2006’da “1. Türk-Afrika Dış Ticaret Zirvesi” tertip edilmiştir; zirveye Türkiye ve Afrika’dan iki bin üzerinde katılım olmuştur.
DEİK tarafından Kasım 2016’da birinci, 2018 ve 2021 yıllarının ekim aylarında ikinci ve üçüncü “Türkiye-Afrika Ekonomi ve İş Forumu” düzenlendi. 2018’de İstanbul’da gerçekleştirilen foruma yaklaşık 3000 kişi katılmıştır. Forumda ana tema “Yükselen Afrika ve Türkiye”dir.
DEİK “İşimiz, ticari diplomasi” diyerek, misyonunu, “Kamu diplomasisini destekleyici, ikili ve çok taraflı sosyal ilişkilerin gelişiminde fayda sağlayıcı faaliyetlerde bulunmak” biçiminde tanımlamaktadır.
DEİK, süreç içinde 45 Afrika ülkesi ile İş Konseyi oluşturmuştur, bunların 40’ı Sahra Altı ülkeleri iledir.
Süreç içinde Afrika ülkeleriyle ayrı ayrı anlaşmalar da imzalanmıştır. Belirlenen “açılım” politikaları temelinde yapılan stratejik girişim ve önlemler, Afrika hükümetleriyle iki taraflı pek çok ekonomik iş birliği anlaşmasının yapılmasına zemin hazırlamıştır. 2015 yılına gelindiğinde “Türkiye; Kenya, Tanzanya, Güney Afrika, Moritanya, Fildişi, Madagaskar, Burkina Faso, Malawi ve Ekvator Ginesi gibi pek çok Afrika hükümetiyle iki taraflı 39 Ticari ve Ekonomik İş birliği Anlaşması… imzalamıştır. Anlaşma; ticaret, yatırım, sağlık, teknoloji ve küçük ve orta ölçekli işletmelerin finansmanı gibi konularda düzenli gözden geçirme ve takip mekanizmaları sunmaktadır. Anlaşma aynı zamanda ekonomik ve ticari faaliyetlerin teşvik edilmesini amaçlayan hukuki ekonomik ve ticari çerçevenin tamamlanmasını da sağlamıştır”.
Ayrıca 2015 yılına dek “Türkiye; Fas, Mauritius, Mısır, Tunus ve Sudan (onay sürecinde) ile iki taraflı Serbest Ticaret Anlaşmaları imzalamış olup Mozambik, Somali, Moritanya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Cibuti, Çad, Kamerun ve Seyşeller ile de müzakereler devam etmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması kapsamında 30 Afrika ülkesiyle (Mısır, Cezayir, Güney Afrika, Tunus, Fas, Sudan ve Etiyopya dâhil) ve Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi kapsamında ise 13 ülke (Mısır, Cezayir, Tunus, Fas, Etiyopya, Sudan ve Güney Afrika dâhil) ile anlaşmaları yürürlüktedir. Bu stratejik anlaşmalar sayesinde Türk firmalarının kıtada ticaret ve yatırım yapmalarının önü açılmış ve projeler almaları kolaylaşmıştır” (DEİK).
Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) çatısı altında faaliyet gösteren ve hâlihazırda 45 ülkede 50 ortak kuruluş ile işbirliği bağlantısı olan Türkiye-Afrika İş Konseyleri, 2019 yılında 62’si yurt dışında olmak üzere toplamda 275 etkinlik gerçekleştirmiştir.
Türk mali sermayesinin kıtada etkinliği
Gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçtiği bir yapı mevcuttur. Bu durum başlıca iki yolla gerçekleşmektedir. Birincisi; büyük tekel şirketlerin holding tipi yapılanmaları içinde banka(lar) da yer almaktadır. Bu tekeller, diğerleri yanında kendi bankalarında oluşan ve biriken sermayeyi, kendi diğer sektör şirketlerinde, görece rahat biçimde kullanmaktadırlar. İkinci olarak günümüzde banka sermayesi kullanmayan sektör, şirket kalmamış gibidir. Diğer bankalar yanında Türk sermayesinin çıkarları doğrultusunda kurulan ve yapılandırılan uzman bankaların varlığı da söz konusudur. Örneğin Türk Eximbank, Türk sermayesinin, dışsatım, yatırım gibi etkinliklerle yurtdışı pazarlarda yayılmasını, verdiği uygun koşullu kredilerle desteklemek amacı ile çalışma yürütmektedir. Bu bankanın sermayesi ve kredi hacmi Hazine’nin desteği ile günden güne arttırılmaktadır.
Bunun dışında Türkiye, –doğal olarak sermayesinin çıkarları için– çok sayıda uluslararası örgüte katılım sağlamıştır ve bunlar üzerinden de dış pazarlarda etkin olmaktadır. Çin öncülüğünde ve Türkiye’nin de desteğiyle faaliyete başlayan finans kuruluşları (Yeni Kalkınma Bankası ve Asya Altyapı Yatırım Bankası), Batılı kredi kurumlarıyla kıyaslandığında çok daha ılımlı koşullarla kredi sağlamaktadır.
1964 yılında kurulan Afrika Kalkınma Bankası ise bu açıdan özel bir yere sahiptir.
Sömürgecilikten yeni kurtulmuş olan Afrika ülkeleri, başlangıçta bankaya dışarıdan üye almamaya dikkat ediyordu; 23 ülkenin katılımı ile kurulan bankaya, süreç içinde 53 Afrika devleti katılım gösterdi. Bankanın fonları; üye ülkelerin yıllık katkıları, finans piyasalarından alınan krediler ve geri ödemesi yapılan alacaklarından oluşmaktadır.
Yıllar sonra kıta dışından diğer ülkeler de sermaye yatırarak bankaya üye olmaya başladılar. Türkiye kıta dışından üye olan 26. ülkedir. 2008 yılında müracaat eden Türkiye 2013’de 20 milyon dolar katkı sağlayarak üye oldu. Bunun bankanın öz sermayesi ile kıyaslandığında sembolik bir tutar olduğu açıktır. Ve şurası da açıktır ki, bankada temsil oranı ve kararlarda vs. yapılabilecek etki, sermaye oranı ile doğru orantılıdır.
AKP hükümeti 2020 Mart ayında katkı payını arttırmak isteyince Meclis Dışişleri Komisyonu toplantısında tartışmalar çıktı. Kanun teklifi, katkının 803,3 milyon dolara çıkarılma, cumhurbaşkanına ise bu tutarı 5 katına kadar arttırma yetkisini kapsıyordu. Buna CHP’li ve HDP’li üyelerin itirazları oldu; bunun üzerinde ileride duracağız.
Bu vesile ile Mart 2020’de AKP’li Mustafa Savaş’ın Mecliste yaptığı konuşmasından şu bilgileri ediniyoruz: “Bankanın yaklaşık 91,1 milyar dolar kayıtlı sermayesi, yaklaşık 6,8 milyar dolar ödenmiş sermayesi bulunmaktadır”.
2019 itibariyle bölge ülkelerinden en büyük 5 hissedar ve yüzdeleri şöyledir: Nijerya, 9,3; Mısır, 5,6; Güney Afrika, 5; Cezayir, 4,2; Fildişi Sahili, 3,7.
Bölge dışı ülkelerden en büyük 5 hissedar ve hisse oranları ise şöyle: ABD, 6,6; Japonya, 5,5; Almanya, 4,1; Kanada, 3,8; Fransa, 3,7.
Türkiye’nin burada değindiğimiz hamlesi ile bankada ödenmiş sermaye payını arttırarak, bu 10 ülke içinde yer almayı ve hatta üst sıralarda yer almayı hedeflediği görülüyor.
Bankanın varlığı ve Türkiye’nin katılımı, kıtada faaliyet gösteren Türk şirketleri açısından önemlidir. Bankaya üyeliğin hemen ardından Türkiye’deki çeşitli patron örgütlerinin üyelerine bildiride bulunup, kıtaya yatırım çağrısı yaptığını görüyoruz. Artık banka kaynaklarından yararlanma olanağı artmıştır. Bankanın 2012 yılında bile destek verdiği proje sayısı 199’a ulaşmış, verdiği kredi ve hibelerin toplamı 2011 yılında 8,5 milyar doları aşmıştır (TASAM). Türk şirketlerin daha büyük çapta iş almasında artık Türk Eximbank vb. gibi kuruluşların yanında Afrika Kalkınma Bankası fonları da yardımcı olacaktır.
Devletten devlete yapılan anlaşmalar sonucu Türkiye, ilgili ülkeyle ticareti, ekonomik ilişkileri geliştirme amacıyla kredilendirme mekanizmasını devreye sokmuştur. Örneğin 2012 Ocak ayında basına yansıyan haberlere göre Tunus’a 500 milyon, Libya’ya ise 250 milyon dolar kredi verilecektir.
Bir karşılaştırma olması açısından, çeşitli kaynaklarda yer verilen, Çin hükümeti ve bankalarının, Afrika ülkelerine 2000 yılından bu yana 148 milyar dolardan fazla kredi verdiği bilgisini paylaşalım. Bu aslında emperyalist bir büyük güçle, emperyalistleşmek isteyen, bu yönde çaba gösteren, adımlar atan bir güç arasındaki güç farkının kavranması açısından önemli.
Askeri etkinlikler; “savunma” alanında yapılan anlaşmalar, silah satışları, askeri üsler
Türkiye’nin günümüzde kıtada askeri açıdan çok yönlü etkinlikleri bulunuyor. Son yıllarda artmış olmakla birlikte işin başlangıcı 30 yıl öncesine kadar gidiyor. Gambiya hükümetinin talebi üzerine iki ülke arasında 1990’ların başında imzalanan anlaşma ile Türk uzmanlar, Gambiya ordusu, polisi ve jandarmasına eğitim vermeye başladılar. Sonrasında bu ülke ile farklı bir dizi askeri eğitim ve teknik iş birliği anlaşmaları imzalandı.
Kıtada askeri açıdan yayılma birkaç yoldan yürütülüyor:
Bunlardan biri, barışı koruma bahanesi ile yürütülen uluslararası operasyonlara katılım biçimindedir.
İkincisi, bu alanda Türkiye ile Afrika ülkeleri arasında yapılan ikili savunma işbirliği anlaşmalarıdır. Bu anlaşmalara dayanılarak, eğitim verme vb. gerekçelerle üs kurma gibi faaliyetlerde bulunulmaktadır.
Üçüncüsü, silah sanayiini, üretilen silah ve araç-gereçleri tanıtım çalışmaları ve sonuçta silah satışıdır.
Tek tek şirketlerin, sektör çatı şirketlerinin bu yönde çalışmaları yanında, düzenlenen fuarlar da bu işlevi görmektedir. Düzenlenen Afrika Zirvelerinde savunma sanayii ile ilgili özel bir bölüm ayrılmaktadır.
Dördüncüsü; zaten var olan ticari ilişkiler bu alanda da kullanılmaktadır; ticari araç satışı gerçekleştiren örneğin Otokar, Katmerciler gibi şirketler, devamında zırhlı askeri araç satışı ile pazardaki etkinliklerini sürdürmektedirler.
90’lı yıllar ve sonrasında, Türkiye, kıtada bir dizi uluslararası operasyona katılım göstermiştir. Uluslararası operasyonlara katılımda bulunmanın, yukarıda değindiğimiz “Afrika’ya Açılım Eylem Planı” çerçevesinde ortaya konan “Türkiye’nin dâhil olduğu çeşitli uluslararası örgütlerle birlikte Afrika devletleri ile temasların artırılması” anlayışının askeri alanda bir görüntüsü olduğu söylenebilir.
Afrika’da askeri personel ile katkıda bulunulan ilk Birleşmiş Milletler – BM misyonu Somali’de gerçekleşen UNOSOM II oldu. Misyona mekanize bir bölükle katılan Türk Silahlı Kuvvetleri 1993’te bu barış gücünün komutanlığını da yaptı. Aden Körfezi ve Somali açıkları ile Hint Okyanusu’nda “deniz haydutluğu / korsanlığı” ile mücadele kapsamında 2009’da kurulan çok uluslu Birleşik Görev Kuvveti’ne (CTF-151) de katkı sağlayan Türkiye bu gücün komutanlığını altı kez üstlendi.
Aynı şekilde BM’nin SAA’daki barışı korumaya yönelik olduğu iddiasıyla yürütülen Sierra Leone’deki UNAMSIL, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Çad’daki MINURCAT, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki MONUC ve Sudan UNMIS operasyonlarına da destek verilmiştir. Bu sonuncularda kullanılan güç ufak çaplı olmasına karşın, burjuvazi acısından buralarda “bayrak gösterilmesi”, bu iş başka unsurlarla da desteklenebilirse, önemlidir.
TSK, BM bünyesinde 2016’dan bu yana Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde görev yapmaktadır.
Afrika’da “bayrak gösterme” amacıyla dört gemiden oluşturulan “Barbaros Türk Deniz Görev Grubu”; Mart 2014’ten itibaren 3 ay boyunca 24 Afrika ülkesini ziyaret etmiş, bu ülkelerin bir bölümünde tatbikatlar, eğitim faaliyetleri gerçekleştirilmiş, böylece Türkiye ve SAA ülkeleri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine katkıda bulunulması hedeflenmiştir. Bu gemiler ya Türkiye’de inşa edilmiş, ya da modernize edilmiştir; üzerinde bir dizi özgün olarak Türkiye’de üretilmiş savaş araç-gereci yer almaktadır. Görev Gücü’ndeki Korvet ve Lojistik Gemisi Türkiye’de tasarlanmış ve üretilmiştir. Firkateynlerden biri yabancı tasarımlı olmakla birlikte Türkiye’de inşa edilmiş, diğeri yine Türkiye’de yerli ürünlerle modernize edilmiş ve yine özgün geliştirilmiş olan gelişkin bir Savaş Yönetim Sistemi ile donatılmıştır. Tanıtım amaçlı bu etkinlikle Türkiye’nin güçlü bir ülke olduğu izlenimi yaratılmak istendiği açıktır. Bu Görev Gücü, Afrika ülkelerindeki TİKA faaliyetlerine de katılmıştır; yani özünde Türk sermayesinin yurtdışı pazarlarda yayılma faaliyetleri için bir araç olan bu kurumun çalışmaları desteklenmiştir. Öte yandan bu bölgelerde savunma sanayi ürünleri dışsatımının yolu açılmaya çalışılmaktadır.
Askeri ilişkilerin geliştirilmesi ülkeler arasındaki diğer alanlar üzerindeki ilişkileri de etkilemektedir. Türkiye’nin Gambiya’da 80’li yıllarda kurduğu bir dökümhane bulunmaktadır ve sonraki yıllarda bu hep konuşulur olmuştur. Ama ticari ve ekonomik ilişkilerin hız kazanması, iki ülke arasında imzalanan askeri eğitim anlaşması sonrasına denk düşmüştür.
Askeri ilişkilerde barışı koruma ve tesis etme görevleri, eğitimler gibi hususlar ön plana çıkarılmaktadır. Barış ve güvenlik ortamının sağlanmasının, kalkınma ve işbirliği açısından oldukça önemli olduğu düşünülmektedir; sermaye, yatırım söz konusu olduğunda, fazla sorun çıkarmayacak bölgeleri tercih eder. Sert güç unsuru olarak görülen askeri kapasite, siyasi ilişkileri de doğrudan etkilemektedir. Bu durum dolaylı olarak sosyo-kültürel ve ekonomik ilişkiler üzerinde de karşılık bulmaktadır.
İç karışıklık olan bölgelerde, Türkiye genellikle iktidar sahiplerini destekler konumda olmaya özen gösterir biçimde, iktidara karşı olan unsurların savaşımının bastırılması doğrultusunda pozisyon almaktadır. Böylece iktidar sahiplerine silah satışları daha kolay hâle gelmektedir. Batı basınında yer alan insan hakları ihlalleri ve bu yüzden bu ülkelere silah satışının engellenmesi gibi uyarıların, Türkiye nezdinde pek bir etkisinin olmadığı görülüyor. Aslında bu kapitalist-emperyalist dünyada olup bitenlere bakıldığında, Batı’daki bu vb. tavırların ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığı ve ancak, yükselen rakibin tekerine çomak sokmak işlevini gördüğü açıktır. Bu ülkelerde parlamentoların, kamuoyunun baskısı ile de silah satışlarını durdurdukları olmuştur ve olmaktadır. Ama işe bakın ki, bu ülke silahları yine de bölge ülkelerinde, çatışma bölgelerinde var olmaktadır.
Türkiye ve SAA ülkeleri arasında askeri eğitim işbirliği anlaşmaları mevcuttur. 25’ten fazla Afrika ülkesi ile imzalanmış Savunma Sanayii İş Birliği (SSİ) anlaşmaları üzerinden ilişkiler derinleştirilmektedir ve şu anda geri kalan ülkelerin birkaçı ile anlaşma üzerinde çalışma sürdürülmektedir.
Milli Savunma Bakanlığı tarafından teknik yardım ve eğitim destekleri sağlanmaktadır. Türkiye’deki askeri okullarda ve eğitim merkezlerinde, dost ve müttefik kabul edilen ülkelerin subaylarına eğitim verilmektedir.
Üst düzey Afrikalı yetkililer, İstanbul’da iki yılda bir yapılan ve dünyanın alanında önde gelen fuarlarından olan İDEF savunma sanayii fuarına ve Türkiye’nin katılım gösterdiği diğer fuarlara davet edilerek güç gösterisi yapılmakta ve bu alanda pazar genişletilmeye çalışılmaktadır.
Sektör firmaları başlangıçta Afrika pazarına küçük iş payları ile giriyordu. Türk sektör şirketlerinin giderek platform üreticileri konumuna gelmeleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri – TSK -’nın bunları yurtiçi ve yurtdışındaki operasyonlarda etkin biçimde kullanması ile devreye platform dışsatımı da girmiş oldu. İlk olarak taktik tekerlekli zırhlı araçların ihracı gündeme geldi. Sonrasında iş, SİHA ihracatına kadar gelişti. Özellikle “Bayraktar TB2 SİHA” maliyet/etkinlik ya da fiyat/performans oranında rakiplerine karşı üstünlüğü ile Afrika’da talep görmektedir. Tunus, TUSAŞ üretimi ANKA’yı tercih etmiştir. Ayrıca bölge ülkelerinin silahlı insansız hava araçları sistemlerine ve modern deniz platformlarına yönelik ilgisi ve talebi de mevcuttur. Türkiye’nin SİHA sistemleri, hafif taarruz ve silahlı keşif uçakları/helikopterleri, gelişmiş ülkelerin rekabet etmekte zorlandıkları, oldukça maliyet etkin çözümler sunmaktadır.
Afrika’ya yapılan silah araç-gereçleri dışsatımı konusunda gelinen yerde durum şöyle bir görünüm sunuyor:
Türkiye’nin 2020’de Afrika’ya gerçekleştirdiği savunma ihracatı, 82,9 milyon dolar idi. Sonraki yıl satışlarda bir sıçrama olduğu görülüyor; 2021’in ilk 10 ayında savunma sanayi sektörü, önceki yılın aynı dönemine kıyasla 6 kat artışla bölgeye 288,4 milyon dolar ihracat gerçekleştirdi. Son açıklanan 2021 verilerine göre Afrika’ya yapılan ihracat tutarı 460,6 milyon dolar oldu. Böylece Afrika, K. Amerika ardından en çok ihracatın yapıldığı bölge durumuna geldi. En çok ihracat yapılan ilk 10 ülke arasına Afrika’dan 2 ülke girdi; Fas yaklaşık 160 milyon dolar ile 5. sırada ve Etiyopya 126 milyon dolar ile 7. sırada yer aldı. Kenya’ya da 73 milyon dolar değerinde zırhlı araç satışı gerçekleştirildi.
Tunus, geçtiğimiz ekim ayında Türkiye ile ANKA SİHA, BMC Kirpi, Ejder Zırhlı Araçları ve Aselsan Elektro-optik sistemlerini kapsayan büyük bir güvenlik anlaşması imzalamıştır.
Aşağıya alıntıladığımız tabloda Etiyopya’ya yer verilmemiş, oysa TİM verilerinden bu ülkeye ihracat yapıldığını ve hatta Türkiye’nin kıtaya 2021’de gerçekleştirdiği ihracat tutarı açısından Fas’ın ardından ikinciliğe yükseldiği görülüyor.
2022 yılının ilk iki ayında kıtaya yapılan ihracatta Burkina Faso 83,2 milyon dolar ile öne çıktı. Libya’ya silah ihracatı konusunda ise, bu iş BM kararları ile yasaklandığı ya da belli kurallara bağlı olduğundan, belli bir rakam verilmemekle ve tabloda yer almamakla birlikte, bu ülkenin Türkiye için en önemli ve vazgeçilmez pazarlardan biri olduğu tartışmasız biçimde açıktır. Mutlak rakamlarla açıklanan sayısal bilgi olmamakla birlikte bu ülkeye yapılan ihracatın 2022 Ocak ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 4.200 arttığı bilgisine ulaşılıyor.
Görünen o ki, Türkiye’nin son birkaç yıla kadar daha çok ekonomik ve insani yardım odaklı olan Afrika politikası, savunma ve güvenlik alanında da giderek genişlemektedir. Silah sanayiinin gelişip büyümesiyle birlikte artık Afrika da savunma sanayii için potansiyel bir pazar hâline gelmiştir. İşin hızla gelişmesi için potansiyel de mevcuttur. Afrika’ya yaptığı son resmi ziyarette Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Angola, Togo ve Nijerya’daki mevkidaşlarıyla askeri konuları, güvenlik ve savunma konularını da görüşmesi, Angola ve Togo’nun da pazara dâhil edilmesi olasılığını güçlendirmektedir. Sonrasında Togo’ya yapılan satışlarla ilgili bilgiler de mevcuttur.
İstanbul’da yapılan son zirvede de bu konuya özel önem verildiği görülüyor.
Savunma Sanayii Başkanlığı da (SSB) bölge pazarına ihracatı artırma noktasında yoğun faaliyet gösteriyor ve Afrika’da iş birliklerini geliştirmeye yönelik ofis açma çalışmaları yapıyor.
Kimi araştırmacılar, kıtada Türk SİHA’larına olan talep ve bunun ilişkilerin gelişme yönünü ne biçimde etkilediğine şöyle işaret ediyorlar: “Afrika politikasının dronizasyonu”. Türkiye bu alanda yakalamış olduğu teknolojik üstünlüğü, nüfuzunu genişletme amacıyla kullanıyor.
Türkiye, sermayesinin yayılma yollarından biri olarak kullandığı, teknoloji paylaşımı ile ortak yatırıma gitme stratejisini bu alanda bölgede de uygulamak istiyor. Ancak kıta ülkelerinde teknolojik altyapı düzeyinin zayıf olmasının bir engel oluşturduğu düşünülüyor. Bu durumu aşmanın yolu olarak ihracat kapsamındaki sistemlerin montajı gibi temel kabiliyetlerin aktarılması amaçlanıyor. Burada –montaj nitelikli olsa da– sanayi tesisi kurulmuş olması ve istihdam sağlanması gibi hususların çekiciliği söz konusudur. Böyle bir uygulama da kuşkusuz Türkiye’nin kıtaya nüfuzunu kolaylaştırıcı etki yapacaktır.
Afrika ülkelerine gerçekleştirilen ihracatta öne çıkan ülkeler/çözümler
Ülke Kara Kuvvetleri Hava Kuvvetleri
Uganda Katmerciler Hızır TTZA
Fas Nurol Ejder Yalçın TTZA Baykar Bayraktar TB2 SİHA
Nijer MKE Bora 12 keskin nişancı tüfeği Baykar Bayraktar TB2 SİHA
PMT76 makineli tüfek HÜRKUŞ uçağı
Gana Otokar Cobra I-II TTZA
Aselsan Şahingözü Elektro-Optik
ACAR Gözetleme Radarı
Somali MKE PMT76 makineli tüfek
PMT76 piyade tüfeği
BMC Kirpi TTZA
BMC AKTAN Tankeri
Çad Bora-12 keskin nişancı tüfeği
PMT76 makineli tüfek
Nurol Ejder Yalçın TTZA
Kenya Katmerciler Hızır TTZA
Moritanya Bora-12 keskin nişancı tüfeği
PMT76 makineli tüfek
Senegal MKE KNT76 keskin nişancı tüfeği
Ejder Yalçın TTZA
Ejder Toma
Tunus BMC Kirpi TUSAŞ Anka-SİHA
Nurol Ejder Yalçın
Burkino Faso MKE Bora-12 keskin nişancı tüfeği
PMT76 makineli tüfek
MEMAT Mayın İmha İKA
Mali MKE Bora-12 keskin nişancı tüfeği
PMT76 piyade tüfeği
Nijerya Asisguard SONGAR silahlı drone Aselsan Aselpod hedefleme podu
Canik M2 QCB 12.7 mm ağır makineli tüfek
Cobra TTZA
Cezayir Otokar Cobra TTZA
Ruanda Otokar Cobra TTZA
(Aralık 2021, Ahmet Alemdar, Rekabetçi Afrika Pazarında Türk Savunma Sanayiinin,
Artan Varlığı, kriterdergi.com) (TTZA: Taktik Tekerlekli Zırhlı Araç)
Askeri üsler
Uluslararası görevlere bağlı olarak kıtada yerleştirilen askerler dışında Türkiye’nin kendi inisiyatifi ile doğrudan kıtada yer aldığı ülkeler var. Bu faaliyetler, imzalanmış askeri işbirliği ve yardım anlaşmalarına dayanılarak yapılıyor. Son bir-iki yıl içinde bu anlaşmaların sayısının hızla artmış olması, Türkiye’nin kıtada askeri açıdan daha fazla boy göstereceğinin işaretidir. Türk burjuvazisi bu atılımla kıtada hatırı sayılır bir güce dönüşeceğinin hesabını yapıyor.
Türkiye’nin Afrika ülkeleriyle askeri iş birliği konusuna değinildiğinde akla kaçınılmaz olarak Somali gelmektedir. Zira Türkiye’nin Afrika’daki en büyük üssü burada yer alıyor. Burada Türkiye, donanımları ile birlikte 2.000 kadar asker bulunduruyor. Burası resmi anlamda askeri eğitim üssü olarak adlandırılıyor ve kurulduğu 2017 yılından beri 10.000’in üzerinde asker, subay, astsubay burada eğitim almış bulunuyor. Türk yetkililere (Dışişleri Bakanlığı açıklaması) göre, “Askeri Eğitim Tesisi… TÜRKSOM, askeri bir üs değil, eğitim tesisidir”. Bu açıklama, 70’li yıllarda Türkiye’de yer alan ABD üsleri için, Başbakan Demirel’in “onlar üs değil, tesis” demesini anımsatıyor. Türk burjuvazisi bu tavırla kendini masum gösterme çabası içinde bulunuyor.
Libya, bilindiği gibi, Türk sermayesinin özel ilgi gösterdiği bir ülkedir ve burada askeri bir güç bulundurulduğu da açıktır. Ancak bu konuda tam bir bilgi ve sayı verilmiyor. Tahminler, Ulusal Mutabakat Hükümeti ordusuna askeri danışmanlık ve teknik destek hizmeti veren 35 ila 100 kadar uzman asker bulundurulduğu biçiminde. Ama Türkiye denetiminde bulunan ve buraya resmi olmayan yollardan yerleştirilen bir takım toplama paralı savaşçı unsurların da varlığından da söz ediliyor.
Bunlar dışında bir de Sudan’ın Sevakin adası sorunu var. Ülkenin kuzeyinde yer alan ada, 2017 yılı sonunda RTE’nin Sudan ziyareti sırasında gündeme geliyor ve dönemin yönetimi başında bulunan Ömer El Beşir ile yapılan görüşme sonucu adanın 99 yıllığına Türkiye’ye kiralandığı bildiriliyor. Osmanlı İmparatorluğu zamanından kalma eski ve harabeye dönüşmüş konaklama tesislerinin restore ve modernize edilmesi işine girişiliyor ve buna bağlı olarak yapılan ihaleyi büyük bir Türk inşaat firması kazanıyor. Burada güvenlik amaçlı küçük bir askeri birlik bulundurulacağı duyulunca, rakip devletlerden, Türkiye’nin burada üs kurmak istediği ve bununla Bab-ül Mendep Boğazı ile Kızıldeniz’in orta bölgesini, Yemen ve Aden Körfezi bölgesini kontrol etmek istediği belirtilip itirazlar yükseltilmeye başlandı. Sonrasındaki gelişmelerle, iş, sessizliği bürünmüş olsa da, yetkili kurumlardan yapılan son açıklamalarla burada faaliyetin devam ettiği bildirildi. Ayrıca Stockholm Barış ve Araştırma Enstitüsü’nün (SIPRI) raporunda, bu konuda yaşanan tüm tartışmalar özetlenirken, aynı yayında yer verilen Afrika haritası da, Sevakin’de Türkiye’nin üssü olduğunu gösteriyor.
Ekonomik ilişkilerde; ticari ilişkilerde ve yatırımlarda gelinen yer
Türkiye ile Afrika arasındaki ticaret hacminde de hatırı sayılır bir artış kaydedilmiştir. Burjuvazinin verdiği çok yönlü bunca uğraş sonucu böyle bir gelişme olmuştur. 2003 yılında 5,4 milyar dolar olan ticaret hacmi, 2021 yılında 29,5 milyar dolara ulaşmıştır. Bu tutar içinde yer alan Sahra Altı Afrika (SAA) ülkeleriyle ise aynı yıllar için ticaret hacmi 1,35 milyar dolardan, 10,7 milyar dolara yükselmiştir. SAA ülkelerindeki artış hızı daha fazladır; 19 yıl içinde tüm kıta için ticaret hacmi 5,5 kat artarken, SAA ülkeleri ile olan ticaret artışı yaklaşık 8 kattır.
Bu artış ama Türk egemenlerce yeterli görülmemektedir; Erdoğan 2012 yılından beri hedefin 50 milyar dolar olduğunu vurguluyor. Geçtiğimiz Aralık ayında yapılan 3. Türkiye – Afrika Ortaklık Zirvesinde ise hacmin kısa sürede 50 milyara çıkartılacağından söz etti ve yeni hedefin 75 milyar dolar olduğunu açıkladı.
Burada dış ticaret dengesi açısından göze çarpan şey dengenin Türkiye lehine olmasıdır. 2004 yılına dek bölge ile ticarette verilen açık sonrasında tersine dönmüştür. 2021 yılındaki 29,5 milyar dolar ticaret hacminin 21,22 milyarı Türkiye’nin dışsatımı, 8,23 milyarı ise dışalımı biçimindedir. Böylece Türkiye’nin Afrika ülkeleri ile ticareti, Türkiye lehine 13 milyar dolar kadar artı vermektedir.
Başka dikkat çeken bir nokta, Türkiye’nin Afrika ülkelerine olan ihracatında teknoloji yoğun sektörlerin görece öne çıkmış olmasıdır. Özellikle teknoloji ve imalat sanayi ürünlerinde sağlanan ihracat artışı, Türkiye’nin Afrika ülkeleriyle olan ticari ilişkilerinde, diğer bölgelere ve özellikle gelişmiş ülkelere yapılan dışsatıma kıyasla dikkat çekici bir fark oluşturmaktadır.
2003’te Afrika’ya en fazla ihracat yapan dünya ülkeleri arasında 16. sırada bulunan Türkiye, 2012 yılında 13. sıraya yükselmiştir. 2017’de 10. sıraya kadar yükselen Türkiye 2020 yılında da ilk 10’daki yerini korumuştur. Afrika’ya yapılan ihracatta “2001 yılında Fransa %12,6 pay ile ilk sırada yer alırken, onu %9 pay ile ABD, %8,7 ile Almanya, %6,8 ile İtalya ve %6,1 ile İngiltere izlemekteydi. Bu dönemde Çin ise %3,8 pay ile Afrika’nın Afrika dışı ülkelerden yaptığı ithalatta 8. sırada yer alırken, Türkiye ise %1 ile 21. sırada yer almaktaydı. 2000’lerin başından 2019 yılına kadar geçen sürede Afrika’nın ithalatında Fransa’nın payı %5,4’e gerilerken, ABD, Almanya, İtalya, İngiltere gibi önde gelen Avrupa ülkelerinin de payları %5’in altına gerilemiştir. Bu süreçte ise Çin payını %17,6’ya çıkararak Afrika ülkelerinin birbirlerinden yapmış oldukları ticaretten daha yüksek bir paya ulaşmıştır. Türkiye ise aynı dönemde payını %1’den %3’e çıkartarak Afrika’nın dünyadan ithalatındaki sırasını 21. sıradan 9. sıraya yükseltmiştir. Türkiye bu süreçte Afrika’ya ihracatta İngiltere, Japonya, Güney Kore, Belçika, Hollanda, Suudi Arabistan, Rusya, İran, Brezilya, Avustralya, İsviçre ve İsveç’i geride bırakmıştır” (DEİK).
Yine DEİK yayınında aynı yerdeki tabeladan şu ilginç sonuçları çıkarıyoruz:
2001-2020 yılları arasında Afrika’nın yaptığı ithalattan (ya da Afrika’ya dış ülkelerden yapılan ihracatta) alınan pay sıralaması ve artış oranı sıralamasındaki artış yüzdesi ilginç: Çin %2.239, Hindistan %1.182, Türkiye %1.142 ve bu artış oranıyla 3.)
2001-2019 döneminde Çin’in Afrika’nın ihracatından aldığı pay %3,3’ten %14,7’ye çıkarak Afrika’nın en fazla ihracat yaptığı ülke konumuna yükselmiştir. Afrika’nın ithalatında olduğu gibi ihracatında da Avrupa ülkelerinin payları önemli ölçüde gerileme kaydetmiştir. Türkiye’nin Afrika’nın ihracatı (Afrika’dan yapılan ithalat) içerisindeki payı ise aynı süreçte %1,9’dan %1,3’e gerilemiştir. Böylelikle Türkiye, Afrika’nın en çok ihracat yaptığı ülkeler arasında 14. sıradaki yerini korumuştur.
Afrika Kıtasal Serbest Ticaret Bölgesi – AfCFTA -’nın oluşturulması sonrası, orta ve uzun vadede Türkiye’nin Afrika’daki ticari faaliyetlerine negatif bir etki oluşacağı, Dünya Bankası’nın analiz yöntemi olan SMART yöntemiyle hesaplanınca şu sonuçlara varılmıştır. Türkiye’nin kıtaya olan ihracatının %3 azalışla 46 milyon dolar azalacağı hesaplanmaktadır; böylece en fazla kayıp yaşayacak olan 6. ülke olacaktır. Afrika dışındaki ülkelerin Afrika’ya ihracatının ise yaklaşık 1 milyar dolar gerileyeceği, buna karşın kıta içi ticaretin 5,5 milyar dolar artacağı öngörülmüştür. Türkiye’den daha fazla kayıp yaşayacak ülkeler ve kayıp tutarı şöyledir: Çin, yaklaşık 160 milyon dolar; BAE, Hindistan ve Fransa, yaklaşık 60’ar milyon dolar; Belçika, 54 milyon dolar.
2021 yılı başında AfCFTA yürürlüğe girdi. Dünya Bankası tahminine göre Türkiye’nin kıtaya ihracatı 15,84 milyardan 15,79 milyar dolara düşecek; 50,3 milyon dolar kayıp yaşanacaktı. Oysa Türkiye’nin ihracatı 2021’de 21,22 milyara yükselerek, bir anlamda hesabı altüst etti. Bunda dünyada artış gösteren navlun fiyatları nedeniyle Türkiye’nin Çin ve Hindistan karşısında avantajlı duruma gelmesinin önemi olduğu düşünülüyor. Bu bir neden olabilir ama esas belirleyici olanın, gelişmelere bakılırsa, Türk burjuvazisinin çok yönlü uğraşları olduğu söylenebilir. Kıtaya yapılan ihracat kalemleri çeşitlendiriliyor, devreye örneğin savunma sanayi ürünleri de giriyor. Bu son ihracat verileri ile Türkiye’nin Afrika ithalatında aldığı %5 civarındaki pay daha yükselmiş olabilir.
Her ne kadar Türkiye’nin kıtaya ihracatı, düşme beklentisine karşın artış göstermiş olsa da, DEİK vb. burjuva kurumlar ve sermayeye akıl hocalığı yapan düşünce kuruluşları ile araştırma kurumları, Afrika’ya ihracatta olası bir azalmanın etkisini dengelemenin yolu olarak, kıtaya yapılan doğrudan yatırımları arttırmayı görüyor ve bu yollu önerilerde bulunuyorlar. Doğrudan yatırımlar yolu ile buralarda yapılacak üretimden elde edilecek kazanç ile bir dengelenme sağlanacağı ve üstelik şimdi birleşmiş olan Afrika pazarında iş yapma konusunda daha büyük olanaklar olduğunu vurguluyorlar. Afrika’ya dünyanın en gelişmiş ülkeleri ve birliklerinden gümrük vergi muafiyeti vb. ayrıcalıklar tanınmış olması ile Türk sermayesinin buradan üçüncü ülkelere daha avantajlı ihracat olanakları olduğuna dikkat çekiliyor.
Kıtada Türk müteahhitlik firmalarının üstlendiği proje hacmi hızla büyüyerek, günümüzde, 71,1 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır. Bunun 19,5 milyar doları, yayılmanın daha geç döneme denk geldiği, SAA ülkelerinde bulunmaktadır. 2020 yılı itibariyle Türk şirketleri kıtada 1.152’den fazla altyapı projesini tamamlamıştır (m5dergi.com). Ve birçok proje de hâlen devam etmektedir. Son olarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, Angola ile yapılan siyasi/ticari görüşmelerde, Türk müteahhitlerinin kıta genelinde üstlendikleri projelerin sayısının 1.500’ü aştığını söyledi.
Kıta ülkelerine Türkiye’den yapılan toplam doğrudan yatırım 6,7 milyar doları bulmuştur. Türkiye’nin doğrudan yatırımlarının, diğer ülkelerinkinden farklı bir yanı olduğu söylenmektedir. 2015’te Financial Times’ta yayınlanan bir rapora göre, Afrika’daki doğrudan yabancı yatırımlar arasında, 78 binden fazla Afrikalıya iş imkânı sağlaması ile en fazla istihdam yaratanın Türk yatırımları olduğu belirtilmiştir. Süreç içinde istihdam sayıları da yükseliyor; 2020 Mayıs’ında Türkiye-Afrika İş Konseyleri Koordinatör Başkanı Berna Gözbaşı, konuşmasında, Türkiye’nin kıtada 100 bin kişiye istihdam sağladığını belirtti. Çalışanların ezici çoğunluğunu yerel unsurlar oluşturmaktadır ve bu durum, örneğin, Çin yatırımlarına göre ciddi bir fark oluşturmaktadır.
Türkiye’nin bir de Afrika’da toprak kiralayarak tarımsal üretim yapma girişimi bulunuyor. Sudan ve Nijer’de bu amaçla kiralanan büyük tarım alanları bulunuyor.
Türk sermaye yatırımlarından birkaç çarpıcı örnek
Yatırımların yapıldığı tarih, sermaye yapısı, sermaye tutarı, hangi sektör olduğu, yatırım biçimi vb. unsurlar göz önünde bulundurulduğunda dikkat çekici durumlar saptanabiliyor.
– Burada geçmişi geçen yüzyıla uzanan yatırımlar bulunduğu,
– Yatırımların sermaye bileşimi açısından ağırlıklı olarak yüzde yüz Türk sermayesi olduğu gibi bazen diğer ülke sermayeleri ile ortaklık hâlinde yapılabildiği,
- Yatırımların sıfırdan yeni yatırım biçiminde ya da satın alma biçiminde olabildiği gibi hususlar bulunuyor.
Müteahhitlik hizmetlerinin kıtanın kuzeyinde 40-50 yıllık geçmişi olduğundan yukarıda bahsetmiştik.
Son dönemden bir müteahhitlik örneği verelim. Türkiye’nin büyük müteahhitlik şirketlerinden biri olan Yapı Merkezi’nin, kıtada 1985’te Cezayir “Bastion 23” Rölöve ve Restorasyon Projesi ile işe başladığını, 2005-2017 yılları arasında Cezayir, Fas, Sudan, Tanzanya, Senegal ve Etiyopya’da 17 projeyi tamamladığını görüyoruz.
Sonrasında aynı şirket tarafından başlanan ve bir bölümü tamamlanıp teslim edilen projeler ise şöyle:
Tanzanya’da inşa edilen Darüsselam-Morogoro ve Darüsselam-Mwanza Demiryolu Projeleri; bu iki proje Uganda, Ruanda, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Tanzanya’yı birbirine bağlayarak, bu ülkelerin demiryolu ile Tanzanya limanlarına ulaşmasını sağlıyor. Morogoro-Makutupora Demiryolu Doğu Afrika’yı Hint Okyanusu’na bağlıyor.
Awash-Kombolcha-Hara-Gebeya Demiryolu Etiyopya’nın kuzey ve doğu bölgelerini Cibuti Limanına bağlıyor.
Cezayir’deki Setif Tramvayı ve Sidi Bel Abbes Tramvayı ile Fas’taki Casablanca Tramvayı ikinci hat projeleri devam ediyor.
Projelerde; tüm tasarım işleri, malzeme temini, altyapı inşaat işleri, tamir-bakım atölyeleri, istasyonlar, idari binalar, ray döşeme, sinyalizasyon, enerji temini, haberleşme sistemleri, yedek parça temini ve eğitim verme işleri anahtar teslim olarak yürütülüyor. Bazı projeler ödül kazanıyor vb.
Böyle bağlantı yolları inşasının tamamlanması, demiryolları ile ülke içi olduğu kadar ülkelerin birbirine bağlanmasının sermaye ihracı olanağını arttırdığı açıktır.
Sanayi yatırımları ise 30 yıl kadar öncesine dayanıyor. “Capital” dergisinin 2012 yılındaki “Türk Yatırımcılar Yurtdışında” başlıklı bir yazısında, Sabancı Holding kuruluşu olan ve o tarih itibariyle 9 farklı ülkede 10 tesisi olan Kordsa şirketinin ilk yurtdışı yatırımını 1993 yılında Mısır’da yaptığını öğreniyoruz.
Bayraktarlar Holding, 1989 yılında Tunus’ta yüzde elli ortaklık payıyla, otomotiv yan sanayi üretimi için yatırım yapıyor ve bu pazarda Fransız ve Japon şirketlerle rekabet ediyor. 1998 yılında Şişecam, Mısır’da, ürünlerinin pazarlanması ve hammadde üretimi amacıyla bir şirket kuruyor. 2010 yılında ise bu ülkede Saint Gobain şirketi ile ortak olarak bir cam fabrikası kuruyor. 2017 yılında yine aynı ülkede bir cam eşya üreticisi şirketi satın alıyor.
Arçelik 2011 yılında, Güney Afrika’nın lider beyaz eşya üreticisi, Defy Appliances (Proprietary) Limited (“Defy”) şirketini, Alman Franke Holding AG’den satın alıyor. Şirketin üç ayrı kentte, üç üretim tesisi bulunuyor ve Koç Holding yönetimi Arçelik’in bu yatırımla tüm kıtaya hitap edecek lider kuruluş olacağını söylüyor.
2014 yılında Cezayir’in Oran şehrinde demir-çelik sektöründe yatırımlarına başlayan Tosyalı Holding, 5 milyon metrekare üzerine kurulan fabrikanın ilk 3 fazı için 2,5 milyar dolarlık harcama yapmıştır. Bu Cezayir’de yapılan en büyük yabancı yatırım oluyor. Günümüzde süren 4. faza yatırılacak tutar 2 milyar doları bulacak ve daha sonra yapılacak son faz ile toplam yatırım tutarı 6 milyar doları bulacaktır. Beş yıl içinde 15 milyon ton üretim kapasitesine ulaşmayı planlayan holding, Cezayir’deki tesisinin dünyanın en büyük 25 üreticisi arasına gireceğini öngörmektedir. Şirket buradaki yatırımıyla kıtaya ve dünyanın birçok bölgesine vergi avantajlı ihracattan yararlanacaktır. Tosyalı, Cezayir’deki şirketinden bu yıl yaptığı ihracatın 1 milyar dolar olmasını bekliyor.
Böyle büyük yatırımların çarpan etkisi yaptığı, şirket yetkilisinin açıklamalarından anlaşılıyor: “Öncesinde sayısı 100’ü bulmayan Türk şirketi sayısı 250’yi aşmış durumda. Türkiye’den Oran’a geçmişte uçuş sayısı haftada 3 idi, 55’e kadar çıktı” (29.03.2022 Hürriyet. –Şirket sayısı Oran vilayeti ile ilgili olmalıdır, toplam Türk şirketi sayısının daha fazla olduğunu biliyoruz–). Bunlara, yatırım için gereken çeşitli donanımın en azından bir bölümünün Türkiye’den gittiği de eklenmeli; hammaddenin geldiği üç ülkeden birinin Türkiye olduğunu belirtiyor aynı yetkili.
Kıtaya yapılan tüm yatırımların böyle bir etki yapma olasılığı büyüktür. Örneğin Yapı Merkezi yatırımlarında, ray, yoğun olarak kullanılmaktadır. Ortadoğu ve Balkanların en büyük ray üreticisi ise Kardemir’dir ve Türk şirketlerin kıtada demiryolu yatırımları yapmasının, bu şirketin oraya da ihracat yolunu açacağını düşünmek hiç de yanlış olmaz.
Kıtada bu vb. yatırımlarla sermaye ihracının önümüzdeki dönemde de artacağı öngörülebilir. Sadece Tosyalı’nın önümüzdeki dönem kurmayı planladığı işletme, örneğin yatırım stokunu 3,5 milyar dolar yükseltecektir.
Bu vb. örnekler çoğaltılabilir. Sonuçta binlerce Türk yatırımcı kıtada üslenmiş durumdadır.
Yukarıdakiler gibi özellikle 2000’li yıllarda Afrika’ya en çok yatırım yapan Türk şirketleri arasında, özellikle Senegal, Kongo, Nijer, Ruanda’daki yatırımlarıyla dikkat çeken Summa AŞ; Mozambik, Fildişi ve Senegal dâhil birçok ülkede yatırımı bulunan Limak; Mozambik, Gana dâhil birçok ülkede elektrik hizmeti veren Karadeniz Holding (Karpower); Somali’de liman işletmelerini üstlenen Albayrak AŞ. de bulunuyor.
Ticari / ekonomik ilişkilerde öne çıkan ülkeler
Bu açıdan, yayılmanın daha önceki yıllara dayandığı Kuzey Afrika ülkeleri öne çıkmaktadır. Ayrıca bu bölge ülkelerinin görece daha gelişmiş olmaları da ilişkiler üzerinde önemli bir faktördür. SAA’daki ülkelerden Güney Afrika Cumhuriyeti, o bölgenin en gelişmişidir ve bu ülke ile Türkiye’nin ticari ve ekonomik ilişkileri de doğru orantılı biçimde gelişkindir.
Türkiye – Mısır ticaret hacmi 2019 yılında (1,5 milyar dolar Türkiye lehine olmak üzere) 5,1 milyar dolardır. Mısır, Türkiye’nin Afrika kıtasındaki en büyük ticaret ortağıdır. Doğrudan yatırımlarda da önemli bir pay burada bulunuyor.
Cezayir, ticari açıdan Türkiye’nin kıtadaki ikinci büyük iş ortağı gibi duruyor; karşılıklı dış ticaret hacmi 2019 itibariyle 4,4 milyar dolardır. 1.300’den fazla Türk şirketi burada 30 binden fazla istihdam sağlayarak iş yapmaktadır. Haziran 2022’de Türkiye’yi ziyaret eden Cumhurbaşkanı Tebbun, Cezayir’deki Türk yatırımlarının 5 milyar doları aştığını, bunu 10 milyara çıkarmak istediklerini söyledi.
Türkiye ile Libya arasındaki ticaret hacmi 2019 yılında (1,48 milyar dolar Türkiye lehine olmak üzere) 2,44 milyar dolardır.
Fas ile Türkiye arasında 2006 yılında imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması ardından ikili ticari ilişkiler büyük ivme kazanmış ve 2018 yılında ticaret hacmi 2,7 milyar doları aşmıştır.
Fas’ta çeşitli dallarda faaliyet gösteren Türk firması sayısı 160 civarındadır. Türk müteahhitlik firmalarının Fas’ta sürdürdükleri projelerin toplam değeri 4,1 milyar dolara ulaşmıştır. Bu yatırımlarla yaklaşık 8.000 Faslıya istihdam sağlanmaktadır.
Tunus’ta birçok alanda faaliyet gösteren 50’ye yakın Türk şirketi bulunmaktadır. İki ülke arasında ticaret hacmi ise 2018 yılı itibariyle 1,1 milyar dolara yükselmiş durumdadır. 2020’de de tutar aynı olmakla birlikte, ticaret açığı 777 milyon dolar Türkiye lehinedir.
SAA bölgesinde ise görece öne çıkan ülkeler ve bu ülkelerle ticari/ekonomik ilişkileri görünümü şöyle: Burada da Türkiye’nin, Güney Afrika hariç diğer ülkelerle ticari ilişkisinde fazla verdiği görülüyor. Güney Afrika Cumhuriyeti, Türkiye’nin Sahra Altı Afrika’daki en önemli ticaret ortağıdır. 2020 yılında ikili ticaret hacmi 1,5 milyar dolar olmuştur.
Bu ülke dışında SAA ülkelerinden siyasi, ticari ve ekonomik açıdan öne çıkanları birkaç veri ile kısaca özetleyeceğiz. Ülkelerden kimi Türk sermayesinin yaptığı yatırımlarla, bir başkası ticari ilişkilerin görece fazla olması ile öne çıkıyor.
2018 itibariyle 300 milyonu doğrudan yatırım, 300 milyonu müteahhitlik hizmetleri olmak üzere 600 milyon dolarlık Türk yatırımının olduğu Sudan, TİKA’nın en fazla yardım ettiği 5. az gelişmiş ülke konumunda. 2018 sonuna kadar Sudan’da Türk sermayesi tarafından toplam 2,24 milyar dolar değerinde projeye imza atıldı. Bu projeler arasında en büyük paya sahip olan, Hartum’da inşa edilecek 1,1 milyar dolar değerindeki yeni havalimanıdır. Türkiye ile karşılıklı ticaret hacmi 2020 yılında 480 milyon dolar olmuştur.
TİKA eşgüdümünde inşa edilen 150 yatak kapasiteli Nyala Sudan-Türkiye Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2014’te hizmete açılmıştır. Ziraat Bankası ise 2020 yılında Sudan’da şube açmıştır.
Reuters haber ajansı, son SİHA satışı ile Türkiye’nin Etiyopya’da, daha önce yaptığı tekstil fabrikaları, demiryolu ve çeşitli altyapı yatırımları da göz önünde bulundurulduğunda, Çin’den sonra en büyük ikinci yabancı yatırımcı hâline geldiği biçimde yorumlar yapmaktadır. Dışişleri Bakanlığına göre 2019 yılında Etiyopya’daki “yaklaşık 200 Türk firmasıyla işadamlarımız en büyük özel sektör işvereni konumuna yükselmiştir. Şirketlerimizce hâlihazırda yaklaşık 20 bin yerel personele istihdam sağlanmaktadır”. Ve “ülkemiz Etiyopya Hükümeti tarafından Çin ve Hindistan ile birlikte Etiyopya’nın üç stratejik ortağından biri olarak kabul edilmektedir”.
Etiyopya ile ticaret hacmi 2019 yılında 405,8 milyon ABD Doları olmuştur.
Erdoğan’ın 2021 sonbaharında yaptığı ziyarette, Nijerya ile ikili ticareti arttırmak amacıyla 2 milyar dolarlık protokol imzalanmıştır. 2019 yılında bu ülke ile ticaret hacmi 725,6 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.
2019 yılı itibarıyla 150 civarında Türk firmasının faaliyet gösterdiği Gana ile ticaret hacmi 471 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.
Fildişi Sahili ile ikili ticaret hacmi, 2019 yılı itibarıyla 409,7 milyon dolardır.
Türkiye-Cibuti ile ticaret hacmi 2020 yılında 319 milyon ABD dolarına ulaşmıştır.
Senegal ile ticaret hacmi 2019 yılında 292 milyon dolar, Kenya ile ticaret hacmi 2020 yılında 251,5 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.
Türkiye, Liberya’nın 3,4 milyar dolarlık dış borcunun ödenebilmesi için yardım toplanmasını örgütlemiş ve 75 milyon dolar bağışlamıştır.
Mozambik’te Türk sermayesinin 200 milyon dolarlık yatırım yapmış olan 40’a yakın şirketi bulunmaktadır.
Türk sermayesi açısından Somali’nin ayrı ve özel bir yere sahip olduğu görülüyor. 2011 yılında yaşanan kuraklık/açlık felaketi ardından Türkiye’nin bu ülkeye olağanüstü ilgi göstermesi, yardım göndermesi ve Mogadişu’nun yeniden ayağa kaldırılması için gayretle çalışması, ülkede unutulmaz ve olumlu bir iz bırakmıştır. Bu durum uluslararası çapta dikkat çekmiştir; ülkeyi 2014 yılı sonundaki ziyaretinin ardından BBC’de “Türkiye ve Somali’nin alışılmadık aşkı” başlıklı yazıyı kaleme alan Mary Harper, bu durum için iyi bir örnek oluşturuyor. Harper yazısında, gezdiği her yerde Somali bayrağından çok Türk bayrağı gördüğünden, konuştuğu insanların Batılıları küçümseyici yaklaşımlarıyla birlikte Türkiye’yi övmekle bitiremediklerinden söz ediyor. Albayrak grubunun inşa edip, işletmesini yaptığı limanla ilgili “limanın enerji dolu Türk işletmecisi limanın yönetimini Eylül ayında devraldıklarından bu yana limanın aylık gelirinin 4 milyon dolar olduğunu ve giderek de arttığını söyledi. Bunun yüzde 55’i doğrudan Somali hükümetine gidiyor” diye yazıyor.
TİKA’nın en az gelişmiş ülkeler kategorisinde en fazla yardım ettiği ülkedir Somali. TİKA, Kızılay ve sivil toplum kuruluşlarının katkılarıyla 2011 yılından 2020’ye dek insani yardım ve kalkınma alanında Somali’ye 1 milyar ABD dolarını aşan yardım yapılmıştır (Dışişleri Bakanlığı). Somali yetkililerinin ağzından, Türkiye’nin bu ülkeye katkılarından dolayı önceliğin her zaman ona verileceği gibi söylemler duyuluyor. Deniz alanlarında petrol arama çalışmaları yapması için 2020 Ocak ayında Somali hükümetinden davet alması bu anlayışın bir yansımasıdır. Temmuz 2022’de ise bu konuda anlaşmaya varıldığı haberlerini görüyoruz.
Somali ile 2020 yılında ikili ticaret hacmi 280 milyon ABD doları olarak gerçekleşmiştir. Bunun sadece 5 milyon doları Somali’den yapılan ithalattır. Türk şirketlerin Somali’deki yatırımı 100 milyon doları bulmuştur.
Somali’de Türkiye, Digfer Hastanesi adında bir hastane inşa etmiştir. Açılıştan sonra hastane ilginç biçimde “Erdoğan Hastanesi” veya “Türk Hastanesi” isimleriyle anılmaya başlanmıştır. Kasım 2020 başında basın-yayın organlarına, Somali’nin IMF’ye olan 3,5 milyon dolarlık borcunu Türkiye’nin ödediği haberleri yansıdı. Aslında olan ise, IMF bünyesinde oluşturulan “Ağır Borçlu Yoksul Ülkeler İnisiyatifi” aracılığıyla başlatılan, Somali’nin borcunun hafifletilmesi girişimine Türkiye’nin kota payı oranında yaptığı bir hibe idi.
Türkiye’den içinde Çukurova Grubu’nun patronu Karamehmet’in ve birkaç banka sermayesinin önemli oranda pay aldığı Genel Enerji’nin (Genel Energy plc.), Somaliland ile imzalanan anlaşma kapsamında 40.300 kilometrekarelik bir alanda ve ayrıca Fas’ta petrol arama faaliyetleri sürdürdüğünü belirtelim.
“Ticaret Bakanlığı bünyesinde yapılan Aralık 2019 tarihli çalıştayda,…Afrika bölgesinde Tunus Zarcis, Gana Akra ve Tema, Kamerun Doula, Güney Afrika Durban ve Kenya Mombasa liman bölgeleri taslak lojistik merkezleri olarak değerlendirilmiştir. Bu taslak lojistik merkezlerin belirlenmesinde Afrika’nın stratejik ve coğrafi öncelikleri dikkate alınmış, kıta içi ticaretin bağlantı noktaları tercih edilmiştir. Özellikle Kenya Mombasa limanının, Tanzanya, Uganda, Ruanda, Burundi ve Güney Sudan’ın oluşturduğu Doğu Afrika Topluluğu-(EAC) kapsamında gümrük vergilerinin sıfıra indirilmiş olması ve Mombasa Nairobi arasındaki demiryolu bağlantısı ile bu limanı doğrudan Uganda ve Güney Sudan’a bağlayacak yeni demiryolu inşaatı önemli bir tercih sebebi olmuştur” (Ticaret Bakanlığı, 2019). Yatırımlarda bu gibi hususlar da dikkate alınmakta ve dolayısıyla söz konusu ülkelerle ilişkiler daha da geliştirilmeye çalışılmaktadır.
“Açılım” politikasının vereceği sonuç ne olabilir?
Hemen tüm alanlarda ilişkiler hızla ilerlemiş ve Dışişleri Bakanlığından yukarıda aktardığımız gibi, gelinen yerde Türkiye’nin “Açılım Politikası” yerini “Ortaklık Politikasına” bırakmıştır. Bunlar ne anlama geliyor, buna bakmamız gerekir. Bu ortaklık politikasının ne gibi sonuçlar doğurduğuna, doğurabileceğine bakmazsak, bu, böyle masum bir ilişki gibi duruyor. Verili dünya düzeninde neyin nasıl yürüdüğünün ayırdında olunmadığında her şey çok normal, ilişkiler eşit güçler arasında işbirlikleri, ortaklıklar gibi görünebilir.
Evet, anlaşmalar iki yönlüdür; yani Afrika ülkeleri de Türkiye’de, Türkiye’nin Afrika’daki girişimlerine benzer faaliyetlerde bulunabilir.
Kâğıt üzerinde bu böyle!
Ancak kapitalist-emperyalist dünyada tüm ilişkiler güç dengeleri üzerine kuruludur. Görece güçlü olanın bu ilişkilerden avantajlı çıkacağı genel geçerli kuraldır. Ülkeler arasında ekonomik-mali-askeri vb. ilişkilerden, bu ilişkilerin gelişmesinden söz ediliyorsa, bundan kural olarak, bu açılardan güçlü olanın kârlı çıkacağı anlaşılmalıdır. Güç dengesi biri lehine ise, bu ülkenin olanakları eşitsiz biçimde farklıdır ve edimleri de ister istemez diğer ortaklardan farklı olur. İstisnai durumlar da olabilir; sonuçta siyasi açıdan bağımsız ülkeler arasındaki ilişkilerden söz ediyoruz. Her ülkenin söz hakkı, siyasi bağımsızlığın ona tanıdığı karar verme yetkisi bulunuyor. Öte yandan ülkelerin ilişkileri çokludur. Yani Afrika ülkeleri sadece Türkiye ile ilişki içinde değil ve diğer ülkelerin Türkiye ile ilişkilere şu veya bu şekilde müdahalesi söz konusu olmaktadır. Politika yürütürken tüm bu vb. hususlar göz önünde tutulmak durumunda kalınıyor. Ve Türk burjuvazisinin bu hususları göz önünde bulundurarak dikkatli davrandığı görülüyor; tabii sistemin çelişkilerinin izin verdiği kadarıyla.
Yukarıda Dışişleri Bakanlığı sitesinden aktardığımız gibi “Askeri işbirliği ve kalkınma projeleri” “hızlı ilerleme” kaydetmiştir. Türkiye’nin Afrika’ya yönelik kalkınma yardımları olduğunu biliyoruz. Tersi bir durum, yani Afrika ülkelerinin Türkiye’ye yaptığı herhangi bir kalkınma yardımı söz konusu mu? Hayır!
Aynı şekilde Türkiye’nin çeşitli Afrika ülkelerinde askeri eğitimler verdiğini biliyoruz. Bazı Afrika ülkelerinde Türkiye’nin askeri üsleri de bulunuyor. Tersini, yani herhangi bir Afrika ülkesinin Türkiye’de benzer bir girişimini duyduk mu? Hayır!
Türkiye’nin birçok alanda Afrika karşısında teknolojik üstünlüğe sahip olduğu görülüyor. Zengin kaynakların yerinde yarı-mamul veya mamul hâle getirilmesi konusunda gerekli bilgi, tecrübe ve teknolojiye sahip olması da yatırımların yönünü dikte etmektedir.
Türkiye’de etkinlikte bulunan birkaç yüz Afrikalı şirketin varlığı söz konusudur. Ancak bu açıdan da dengenin Türk sermayesi lehine olduğunu görüyoruz.
Eşit olmayanlar arasındaki ilişkinin ortaya çıkardığı sonuç, güçlü olanın diğerine nüfuz etmesi, oralarda her açıdan yayılması biçiminde oluyor. Kapitalist dünyada güçlü olanın bakış açısı ise –her ne kadar farklıyız vb. söylemler kullanılsa da– yayılmacı, emperyal bakış açısıdır. Bu bağlamda Türk burjuvazisi işin farkındadır; rakip devletler de neyin ne olduğunu gayet iyi bilmektedir. Söylemdeki farklılık bir şeylerin üstünü örtmek içindir. Emperyalist, gelişmiş kapitalist tüm rakip ülkeler de zaten benzer söylemlerle yayılma yürütüyorlar; her şey lafta aslında sömürü nesnesi olan geri ülkelerin ”kalkındırılması”. Onlara “yardım”, o ülkelerde yaşayan insanların refahı, kalkınma, demokrasinin gelişmesi vb. için yapılıyor!
Ve her bir güç kendinin farklı olduğu iddiası ile yapıyor bunu.
Kıtada güç dengeleri
Ya da Türk sermayesi işin neresinde
Türk sermayesinin kıtada ekonomik, siyasal, askeri ve kültürel yoldan yayılma gösterdiğine ve bu yolda giderek artan biçimde önemli mevziler kazanmış olduğuna kuşku yok. Bu, Türk burjuvazisinin, devleti ve şirketleri aracılığı ile bu pazardan pay kapma, pazarını genişletme amacıyla yaptığı ve kapitalizminin onu yönlendirdiği emperyalist güdülerle yapılan bir yayılmadır.
Yayılmanın karakteri – bunun emperyalist bir yayılma mı olduğu ya da Türkiye’nin nasıl bir ülke olduğu ile ilgili saptama ve ardındaki anlayış önemlidir ve tartışmalara neden olan bir konudur.
Bu konuda toplumun hemen her kesiminde, meseleye hangi açıdan bakıldığına ve neyin temel alındığına göre değişen, bir kafa karışıklığı söz konusudur. Burada üzerinde kapsamlı durmaksızın birkaç noktaya dikkat çekmek isteriz. Egemen sınıf klikleri ve bunların siyasi temsilcileri, sözcüleri vb. arasında bu konuda var olan farklı anlayış ve tartışmaya ise aşağıda değineceğiz.
Devrimci, demokrat kamuoyunda da egemen sınıf sözcülerinin görüşlerine yakın ve bundan etki taşıyan görüşler bulunmakla birlikte farklı açıdan da yaklaşımlar görülüyor.
Emperyalist güç denince akla hemen birkaç büyük güç geliyor. Bunlar geçmişin de büyük ve köklü emperyalist güçleridir ve bu bir avuç güce son dönemde Çin ve –yaşadığı gerilemeden sonra toparlanma içine giren– Rusya da eklenmekte, mesele bunlarla sınırlı imiş gibi bakılmaktadır. Bu, tümüyle yanlış denilecek bir bakış açısı değildir; bu güçlerin emperyalist güçler olduğu tartışmasız biçimde açıktır ve dünya kapitalist-emperyalist sistemini günümüzde bunlar domine etmektedir. Ancak kapitalizmin gelişme dinamikleri, sonradan bir dizi ülkenin işin içine girmeye başlamasına yol açmıştır. Afrika somutunda göstermeye çalıştığımız gibi, Türkiye de bu ülkelerden biridir. Ayrıca kıtada yer etmiş eski devletlerden bazılarının, güç dengelerine baktığımız yerde, büyük emperyalist güç olmamakla birlikte, sömürüden ciddi pay aldığını da görüyoruz.
Türkiye’nin konumunu değerlendirirken soruna nasıl yaklaşılmalıdır? Buna Lenin’in “Emperyalizm” yapıtında yanıt bulunabilir. O, örneğin, mali sermayenin oluşmasını anlattığı yerde Rusya’da da, “bankaların sanayi sermayesiyle kaynaşması”nın “büyük ilerlemeler kaydet”mesinden söz ederek, bununla Rus emperyalizmi arasında bir bağ kurar. Ancak somut verilerle beslediği bu durum, aynı zamanda bize, büyük sanayi kuruluşlarında ve bankalarda büyük ve belirleyici oranda yabancı sermayenin var olduğunu gösterir. Bu somut durum, Rusya’nın büyük emperyalist güçlere “yarı-sömürgesel bağımlılığı”ndan söz edilmesinin nedeni olmuştur. Dönemin Çarlık Rusya’sının günümüzün Türkiye’sinden çok daha bağımlı olduğu görülmektedir.
Yapıtında büyük emperyalist güçleri sıraladığı ve devamında Rusya’yı da eklediği yerde, “ekonomik açıdan en geri kalmış, modern kapitalist emperyalizmin, âdeta kapitalizm öncesi koşulların sıkı bir ağıyla kaplanmış bir ülkesini (yani Rusya’yı) görüyoruz” der.
Kısaca Lenin soruna somut olarak yaklaşmaktadır. Rusya’nın, gelişmiş kapitalist ülkelerle kıyas içinde geri kaldığını ve bunlara çeşitli alanlarda bağımlı olduğunu ortaya koyar. Ama Rusya aynı zamanda büyük sömürgelere sahip olan ve bunları genişletmeye çalışan bir güç, Avrupa’nın en büyük 4. gücüdür.
Somut olarak Türkiye’nin Afrika’daki konumuna baktığımızda, onun burada, modern anlamda bir yayılmacılık içinde olduğunu görüyoruz. Lenin’in tekelci kapitalizmin son aşaması – emperyalizm için belirlediği kıstaslar, Afrika somutunda Türkiye’nin durumunu incelediğimizde, Türkiye’de de bulunuyor. Ama daha işin çok başında ve karşısında büyük emperyalist güçler ve kendi durumuna benzer rakipler var. Bugün için ancak, onun da emperyalistlerle aynı yola girdiği, gidişatın o yönde olduğu, her alanda yayılmacı girişimlerinin emperyalist girişimler olduğu ve ama önünde çetrefilli bir yolun olduğu söylenebilir. Türkiye’nin “bölgesel bir güç” olduğu yolundaki saptamaları, artık bu işin içinde olan diğer güçler de gizlemiyor. Türk burjuvazisi de kendi konumunu gayet iyi biliyor ve ama bununla yetinmeye hiç de niyetli değil. O artık “küresel bir güç olma yolunda ilerleyen bölgesel güç” niyeti ve iddiasında.
Türk sermayesinin bu yayılması, kuşkusuz diğer irili ufaklı güçlerle –bir tür çatışmaya neden olan– rekabeti de gündeme getirmiştir. Bu sadece Afrika’da değil, başka alanlarda da görünür hâle gelmiştir.
Yayılma, pay kapma… Bu, kapitalist-emperyalist dünyada ancak sahip olunan güç oranında olabilir. Güç ise durağan bir şey değildir; dengesiz biçimde değişim gösterir. Lenin’in 20. yüzyılın başlarında proletaryaya sunduğu öğretisinde yer verdiği bu hususlar, günümüzde yerkürenin diğer bölgelerinde olduğu gibi Afrika kıtasında da bir kez daha tanıtlanmaktadır. Türkiye vb. ülkeler Afrika kıtasında pay kapma yarışındadırlar. Türk sermayesinin kıtadaki edimlerini yazı boyunca anlattık. Rakiplerle aradaki belli başlı çarpıcı farkları ortaya koymazsak, onun kıtadaki konumunu doğru tayin edemeyiz.
Karşılıklı ticaret hacmindeki gelişmeler ve Türkiye’nin rakipleri ile arasındaki bu açıdan fark ve bu farkın ne yöne evrildiğine yukarıda “Ekonomik ilişkilerde; ticari ilişkilerde ve yatırımlarda gelinen yer” bölümünde değinmiştik. Aynı şekilde kıtaya yapılan yardımlar konusunda da yukarıda ilgili bölümde karşılaştırmalar yaptık.
Türkiye ile kıyaslandığında kıtada daha fazla etkili olan aktörlerin başında Fransa ve Çin, ardından da Rusya geliyor. ABD’nin de gücü tartışmasız meydandadır. Ancak salt doğrudan sermaye yatırımları açısından bakıldığında Hollanda ile İngiltere’nin daha üst sıralarda yer aldığı ve ABD’nin de diğerlerinden pek geri kalmadığı görülüyor. Bu ülkelerin doğrudan sermaye yatırımları, Türkiye yatırımlarının 7 ila 10 katı gibidir.
2019 yılı doğrudan yatırım stok verilerine göre, Afrika’da en fazla yatırım yapan ülkeler Hollanda (67 milyar $), İngiltere (66 milyar $), Fransa (65 milyar $), Çin (44 milyar $) ve ABD’dir (43 milyar $) (ticaret.gov.tr). Türk sermayesinin doğrudan yatırımları ise ancak 7 milyara doğru yaklaşıyor.
Buna karşın Türkiye’nin kıtada yükselen bir güç olduğunu, küresel bir oyuncu hâline geldiğini, yabancı kaynaklar da kabul ediyor. İngiliz ve Fransız basınında sıklıkla bununla ilgili haberler yayınlanırken, özellikle Fransa’nın bu gelişmeden rahatsızlık duyduğu gözden kaçmıyor.
Afrika ülkeleriyle dış ticaret hacmine bakıldığında, 2019/20 yıllarında Çin-Afrika ticaret hacmi 205 milyar dolar iken, Türkiye-Afrika ticaretinin 22-23 milyar dolarlık bir hacme sahip olduğu görülüyor. Bu, diğer alanlarda olduğu gibi değişmez bir şey değil tabii. Türkiye-Afrika ticaret hacmi yukarıda değindiğimiz gibi 2021’de 30 milyar dolara dayandı. ABD-Afrika ticaret hacmi bir ara 140 milyar dolar düzeyine çıktıktan sonra 60 milyara kadar indi.
Burada, doğrudan yatırımlarda olduğu gibi, geleceğe ışık tutması açısından, diğer alanlarda da gelişme hızı, yönü vb. de göz önünde tutulmalıdır. Eski kapitalist, emperyalist devletlerin kıtada varlığı doğal olarak daha eskilere dayanıyor. Örneğin Fransa’nın kıtaya ihracatı 1970 yılında 13 milyar dolar iken, henüz ne Çin ne Hindistan ne Brezilya ne de Türkiye’nin kayda değer bir ihracatı vardı. Fransa ihracatını 2006 yılında 28 milyar dolara çıkarabildi. Aynı dönemde Afrika’nın ithalatı 4 kat artmışken, Fransa kıtaya ihracatını 2 kattan biraz fazla arttırabildi. Çünkü yeni rakipler de işin içine girmeye başlamıştı. Çin, Fransa’yı 2006’da yakaladı, Türkiye ise ancak günümüzde bu ikisinin 2006’daki düzeyine yaklaşıyor.
Aynı yıllarda Japonya’nın Afrika ile ticaret hacmi 26-27 milyar dolar düzeyinde idi. Çin ise Afrika ile ticaret hacminde 56 milyar doları yakalamıştı (Türkiye kıta ile ticaret hacminde 8 milyar civarında idi).
Türkiye’den önce işin içine girmiş olan Hindistan ve Çin’in kıtaya verdikleri önem ve buna bağlı ihracattaki ve ticaret hacmindeki artışın hızlanması işi, en az 10-15 yıl öncesine tarihlenir. Brezilya’nın ise 2000-2008 yılları arasında yoğunlaştığını görüyoruz.
Çin, Afrika ile ticaret hacmini son 30 yıl içinde, hiçbir ülkeninki ile kıyaslanamayacak oranda arttırmıştır; birkaç yüz kat artış söz konusudur. Hindistan da hızlı artış yakalayan ülkelerden biridir. Gelişmiş ve Afrika’da eski yıllardan beri yer tutmuş ülkelerin hiçbirinde, aynı dönem içinde, böyle artışlar söz konusu olmamıştır. Türkiye de 1995 sonrası 27 yıllık süreçte, kıtayla toplam ticaret hacminde 12 kat, kıtaya yaptığı ihracatta 20 kat artış sağlamıştır. SAA ülkeleri ile yapılan ticarette artış hızı daha fazla olup, bu oran, ticaret hacminde 20 kat, ihracatta ise 46 kat gibidir.
Toplam –müteahhitlik hizmetleri vb. dâhil– yatırımlar açısından bakıldığında, Çin’in 360 milyar dolar düzeyinde olan Afrika yatırımları, Türkiye açısından 71 milyar dolarlık bir hacimdedir.
2000’li yıllarda Afrika’daki yeni aktörler arasına Türkiye de girdi. Şimdilerde çok sık ifade edilen Çin’in yanında Hindistan ve Brezilya da ifade edilmektedir. Son yıllarda Rusya’nın da etkinliği dikkat çekmeye başladı. Sovyetler Birliği döneminde elde edilen etkiyi belli bir duraklamadan sonra Rusya devam ettirmeye başladı. Afrikalı yöneticiler arasında eğitimlerini Sovyetler Birliği zamanında alan çok sayıda asker ve emniyet kökenli devlet adamı ve bürokrat var. Rusya bu ilişkileri kullanarak etkisini devam ettirmeye çalışıyor. Ayrıca Afrika ülkelerinin eskiden kalma 22 milyar dolarlık borçlarını da silerek, ciddi bir jest yapmış oldu.
Diplomatik kurumlar açısından karşılaştırma yaparsak; Afrika’da Çin 52, ABD 50, Fransa 47, Türkiye 43 büyükelçiliğe sahip. Onları Almanya 42, Rusya 40, Japonya, İngiltere ve Hindistan 36’şar büyükelçilik ile takip ediyor.
Fransa, kıtanın köklü sömürgeci devletlerinden biri olarak çok yönlü egemenliğini sürdürmeye çalışmaktadır. Eski sömürgesi olan devletlerde, bağımsızlık sonrası dönemde de egemen konumunu sürdürmeyi becerebilmiştir. Bağımsızlık anlaşmalarına koydurttuğu maddeler de onun konumunu destekler içeriktedir. Ayrıca kendi çıkarına ters düşen gelişmeler olduğunda da müdahalede bulunmaktan kaçınmamakta, bu müdahale seçilmiş liderlerin katledilmesinden tutun, ülke içinde ve ülkeler arasında savaş çıkarmaya kadar gitmektedir.
Fransa İkinci Dünya Savaşı sonrası Afrika’daki sömürgelerinde Fransız Sömürge Frank’ı CFA’yı tedavüle koymuş, sonrasında para biriminin iki kez adı değişmiş, 1960 sonrası Afrika Finansal Topluluğu Frank’ı olmuştur. Yapılan anlaşmalar sonucu bu para birimini kullanan ülkeler döviz rezervlerinin yarısını Fransa hazinesinde tutmak zorundadır. Bu tutarın 500 milyar doları bulduğu belirtilmekte ve bunun Fransa tarafından kullanılmasının yüklüce bir getiri sağlaması söz konusu iken, paranın kaynağı olan Afrika ülkelerinin Fransız hazinesinde tutulan parayı ancak borç olarak kullanabildiği söylenmektedir.
2015’te bu konuda tartışmalar başlamış, bu para birimini kullanan 15 ülke kendi para birimleri Eko’yu kullanma kararı almıştır. Kimi yorumcular fazla bir şey fark etmeyeceğini söyleyerek, bunun bir ad değişikliği derekesinde olduğu biçimde değerlendirmektedirler.
Fransızca dil olarak kıtada oldukça yaygındır. Ülkelerin yarısında resmi dil olduğu ve kıtada 140 milyon kişinin anadili gibi bu dili kullandığı belirtilmektedir.
Fransız şirketleri Afrika ülkelerinde petrol, altın, gümüş ve uranyum gibi maden ocaklarını işletmektedir. Atom santrallarında kullandığı uranyumu Nijer, Mali, Gabon ve Orta Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerden sağlamaktadır.
Fransız enerji devi Total şirketinin, doğal gaz ve petrol üretiminin yüzde 28’i Afrika’ya dayanıyor. Libya’da faaliyet gösteren Total şirketi, Libya Ulusal Petrol Şirketi (NOC) ortaklığında petrol kaynaklarını çıkarıyor. Total, 2015 ve 2016 yıllarında Libya’da günlük 14.000 varil petrol çıkarırken, 2017’de günlük varil üretimi 31.000’e yükseldi. Total’in, Libya’nın açık deniz alanlarında bulunan Al Jurf’un işletilmeyen bölgesinde yüzde 75 hissesi bulunuyor.
Fransa’nın kıtanın değişik bölgelerinde çok sayıda üssü bulunmaktadır. Günümüzde sadece Sahel bölgesindeki 9 ülkede 5.000 kişilik askeri güç bulundurmaktadır. Batı Afrika ağırlıklı olmak üzere diğer bölgelerde bulundurduğu güçle birlikte toplam sayı 8.000’i aşmaktadır.
ABD’nin kıtadaki 54 ülkeden 50’sinde askeri unsurları bulunuyor. Ekim 2007’de Birleşik Devletler Afrika Komutanlığı’nı (AFRICOM) kurdu. Üslerinin bulunmadığı ülkelerle de ikili anlaşmalar yapmak suretiyle gerektiğinde bu ülkelerin havaalanları, limanları ya da askeri üslerini kullanabiliyor. En büyük üssü Kızıldeniz’i kontrol eden Cibuti’de ve ABD’nin buradaki üssünde 4.000 askeri var.
Cibuti’de Fransa ve İtalya’nın eski yıllardan beri üssü bulunuyor. Çin de burada bir üs oluşturdu, askeri gücünü 10.000’e kadar çıkaracağını söylüyor. Japonya da üs için çalışıyor. Almanya, İspanya, Türkiye de üs hazırlığında.
İsrail, Eritre açıklarındaki stratejik Dahlak Adaları’nda konuşlanmıştır. Bunun dışında bir dizi askeri faaliyet yürütmektedir.
Körfez ülkeleri de son yıllarda kıtada, değişik alanlarda olmak üzere yatırımlar yapmaktadır. Bunlar hem ekonomik açıdan olan çeşitli yatırımlardır hem de askeri üs kurma gibi girişimler söz konusudur. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri Cibuti’de üs kurma hazırlığında olan ülkelerdir.
Türkiye’nin üslerinden ve bulundurduğu askeri güçten yukarıda bahsetmiştik.
Kıtanın silah tedarikinin %35’i Rusya, %17’si Çin, %9,6’sı ABD ve %6,9’u Fransa’dan yapılıyor (İsveç Savunma Araştırma Ajansı – SIPRI – 2019-20 verileri).
Sahra Altı Afrika’da ise 2016-2020 döneminde yapılan silah ithalatının yüzde 30’unu Rusya’nın karşıladığı görülüyor. Rusya, SAA’da bu dönemde en büyük silah tedarikçisi olurken, payını her geçen yıl arttıran Çin yüzde 20 ile ikinci sırada bulunuyor. Çin’i, yüzde 9,5 ile Fransa, yüzde 5,4 ile ABD izliyor (SIPRI). Görüldüğü gibi SAA ülkelerinde de silah satışlarının yarısını iki büyük güç yapıyor. Diğer ikisi de eklenince kıtanın aldığı silahların üçte ikisi bu dört büyük güç tarafından karşılanıyor. Geri kalan %30-35’lik bölümden de içinde Türkiye’nin de yer aldığı birçok ülke pay alıyor. Türkiye’nin kıtaya silah ihracatının arttığı yıl olan 2021’de pazardan aldığı pay sadece %1,2 düzeyinde oldu. Gelişmeler Türkiye’nin pazar payını arttıracağı yönünde ama görüldüğü üzere, özellikle büyük güçler karşısında epey gerilerde. Türk burjuvazisi, diğer alanlarda olduğu gibi, burada da farklı bir strateji izleyerek payını arttırmaya çalışıyor. Bu strateji, yukarıda söz ettiğimiz, teknoloji paylaşımlı yatırım yapma biçimindedir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yatırım yapan bir Aselsan örneği var: 2011’de Aselsan South Africa (ASA) şirketi kurulmuş ve elektro-optik ve opto-mekanik sistem alanında faaliyetlerine başlamıştır. Afrika ortak pazarı sayesinde böyle yatırımlardan satışlar çok daha cazip hâle geliyor. Türk sermayesi salt ülkeden ülkeye yapılan dışsatım yoluyla değil, kıta içindeki yatırımlarından yaptığı satışlarla da bu alanda nüfuzunu arttırmaya çalışıyor. Güney Afrika ile ilişkiler, diğer Afrika ülkeleri ile karşılaştırıldığında “eşitler arası ilişkiler” olarak değerlendirile bilinir. Güney Afrika bizzat oralı devrimcilerin bir bölümü tarafından emperyalist olarak değerlendiriliyor. Diğer Afrika ülkelerinin devrimcilerinin önemli bir bölümü de de Güney Afrika’yı emperyalist ülke olarak değerlendiriyorlar.
Egemen sınıf farklı temsilcilerinin ya da AKP ile burjuva muhalefetin meseleye yaklaşımı
Yukarıda yazı boyunca Türk sermayesinin Afrika’da yayılımını çok yönlü ve nesnel olarak ortaya koymaya çalıştık. Yazıda verileriyle ortaya koyduğumuz gibi, Türk sermayesinin alanda özellikle son dönemde görece daha planlı, programlı hareket ettiği görülüyor. Sistemin yol göstericileri olarak burjuva devlet bürokrat takımı, sermayenin çatı örgütleri vb. unsurlar hareket planları hazırlıyorlar. Bunlara değişik araştırma kurumları vb. de yardımcı oluyor. Bunlar, hedef bölgeleri görece daha iyi tanıyor ve nesnele yakın bir tarzda analiz edebiliyorlar. İş başındaki hükümet(ler) bunların öneri ve taleplerine uygun davrandığı ölçüde nispeten objektif olabiliyor. Buna uygun davranmak aynı zamanda Türk sermayesinin dış pazarlarda yayılma girişimine denk düşüyor.
Ama bu nesnellik çoğu zaman ideolojik kaygı ve yaklaşımlarca zedeleniyor. AKP ya da geniş anlamıyla Cumhur İttifakı’nın bakış açısı, zaman zaman, eski ve görkemli Osmanlı geçmişinin yeniden alevlenmesi biçiminde oluyor. Bunlar, eskinin görkemli günlerine kavuşma arzusu ile yanıp tutuşuyorlar. Ve bu yaklaşım aslında sermayenin yayılma dürtülerine de hitap ediyor. Özellikle AKP iktidarı döneminde iyice palazlanan sermaye kesimi bağımsız bir emperyalist güç olma niyet ve iddiasının, “yedi düvele egemen “ Osmanlıya özenen bir nevi yeni Osmanlıcılık siyasetinin arkasında duruyor.
Türkiye’ye Afrika Birliği tarafından stratejik ortaklık statüsü verilmesinin hemen ardından, AKP destekçisi kalemler, 1998’de ortaya konulan açılım politikasına hükümetin yeni bir vizyon getirdiğini söyler oldular; “İmparatorluk geçmişinin (Osmanlı İmparatorluğu aynı zamanda bir Afrika devletiydi) yüklediği misyonun gereğini yerine getirmek” ve “ ‘Küresel aktör’ olma iddiasını dünyanın her yerinde kanıtlamak ve kabul ettirmek” (Erdal Şafak, Sabah gazetesi, 19.08.2008).
Bu takım bazen işi, tabanına yönelik propagandada öyle boyutlara vardırıyor ki, Türkiye sanki AKP iktidarı ile uçuşa geçmiş, şimdiden başat güçlerden biri durumuna gelmiştir.
Bu takımın tavrı genel olarak böyle. Bu tabii an itibarı ile isteğin gerçek yerine konduğu bir tavır öncelikle.
Burjuva muhalefetin tavrı ise genel olarak “ne işimiz var oralarda” biçiminde oluyor. Bunu böyle kelimesi kelimesine söylüyorlar ve içini, aşağı yukarı şöyle açarak tamamlıyorlar: “Sermayemizin”, “askerimizin” orada ne işi var? Neden sermaye oralarda yatırım yapıyor da “ülkemizi” tercih etmiyor? Sorunun yanıtı hükümetin yanlış politikalarının sermayeyi kaçırdığı biçiminde oluyor. Ve bunların anlayışının vardığı yer “önce Türkiye” biçiminde özetlenebilir. Afrika ülkelerine, görünürde bu ülkelerde yaşayan yoksul insanlara yardım mı yapılıyor, ilk reaksiyon, “önce kendi açlarını doyur” biçimindedir.
Afrika topraklarında tarım yapmak için girişimlerde mi bulunuluyor. Buna yanıt “Önce kendi arazilerimizi değerlendirelim, sonra ihtiyaç varsa oradaki arazilere geçelim” biçiminde oluyor.
T.C.’nin burjuva muhalefeti AKP’nin bağımsız emperyalist bir güç olma yönünde attığı adımların, Türkiye’ye, onu zayıflatmak amacıyla ve Erdoğan/AKP yönetimini kullanılarak dayatıldığı biçiminde bir yaklaşım içinde.
CHP açısından bu böyledir. Millet İttifakı ve dışında olup da özünde farkı olmayan muhalif unsurlar da benzer şeyler savunuyorlar.
AKP hükümeti 2020 Mart ayında verdiği öneri ile Afrika Kalkınma Bankası’ndaki Türkiye payını arttırmak isteyince, buna, Meclis Dışişleri Komisyonu toplantısında muhalif komisyon üyeleri CHP’li Utku Çakırözer ve HDP’li Tülay Hatimoğulları tarafından tartışmalı itirazlar geldiği basın-yayın organlarına yansıdı. Emperyalist Batıyı “demokrasi”nin beşiği olarak gören ve gösteren bu muhaliflere göre “halkımızın ihtiyaçları öncelenmeli, yatırım Türkiye’de yapılmalı” idi. Bu sanki halkın çıkarlarını savunuyormuş gibi görünen dar kafalı görüşü, CHP’li kadar HDP’li milletvekili de savunabiliyor. Bununla, neyin ne olduğunu bilmeyen, kavrayamayan insanların en temel gereksinimlerine hitap edilmeye ve bundan bir getiri sağlamaya çalışılıyor; yatırımlar, yardımlar senin aleyhine başka yerlere yapılıyor deniyor.
Görüş birkaç açıdan dar kafalıdır. Birincisi; bu kafaya göre, var olan kapitalist düzende sanki başka türlüsü olabilirmiş gibi savunuluyor bunlar. Başlangıçta dediğimiz gibi, ülke içinde var olan kaynaklar, sermaye fazlası vb. geniş halk yığınlarının çıkarına sunulabilseydi kapitalizm, kapitalizm olmaktan başka her şey olurdu. Sermaye egemenliği altındaki bir ülkede bunun olabileceğini sananlar var. Böyle bir tek kapitalist ülke gösteremezler ama böylesi reform hayalleri ile dolu görüşleri savunabilirler.
Bunu yaparken, sanki kendi siyasi iktidarlarında başka türlü olacakmış gibi bir hava yaratıyorlar. Oysa sistem bu oldukça, sermayenin gücü galebe çalar her zaman.
İşin ilginç yanı, Afrika’ya yayılımın devlet katında yol göstericiliğini, bunların siyasi, ideolojik, örgütsel öncüllerinin yapmış olmasıdır. İlk girişimler, Bülent Ecevit’in başbakanlığı altında ve İsmail Cem önderliğinde hazırlanan “açılım” planlarıyla olmuştur.
İkincisi; sanki yatırımlarla, “yardım”larla vb. ile merkez ülkenin artık hiçbir ilişkisi, ilgisi yokmuş, kalmamış gibi savunurlar görüşlerini. Onlara göre gidenler, artık ülke ve ülke insanları için birer kayıptır.
Bu anlayış dar kafalılık değilse nedir?
Bütün bu yatırımlar ve onun önünü açan tüm edimler, yerkürede hüküm süren bu düzende “kaz gelecek yerden, tavuk esirgenmez” anlayışıyla yapılır. Bu arenada dövüşe giren tüm güçler için bu, böyledir. Ve tarih, sömürüye katılan güçlerin, güçleri oranında sömürüden pay alarak, bunu merkez ülkeye aktardığına tanıklık eder. Türkiye’nin son dönemde hızla artmış olan kıtaya ihracatının nedenlerinden biri de yapılan bu yatırımlar ve diğerleridir. Afrika’da yapılacak tarım ile beklenen ise temel tarım ürünlerini daha ucuza mal edebilmek ve bununla daha fazla kâr elde etmektir. Bunun dışında tabii bir başka ülkede toprak kiralama ve satın almanın o ülkede söz sahibi olmak için büyük getirisi vardır. O kiralanan ve yer yer satın alınan topraklar yalnızca tarım için kullanılmaz, başka amaçlarla da kullanılabilirler.
Tüm yapılan bu girişimler sayesinde burjuvazinin çıkarları açısından beklenen ülkedeki sınıf ve tabakalar arasında hiçbir biçimde eşitçe olmaksızın, genel ve görece bir gelişme, bir zenginleşmedir. Toplumun zenginleşen kesimi sermaye sahibi olan burjuvazidir, geniş alt kesime ise bazı kırıntılar düşebilir. Süreç, yayılmanın tüm ülkeye, toplumun tümüne ne denli yararlı olduğu biçiminde burjuva propagandalarıyla birlikte yürütülür; dış yatırımlarla ihracat artacak, yeni işyerleri açılacak ve istihdam garanti altına alınmış olacaktır vs. Böyle bir siyaset ve alt sınıfların durumlarının görece biraz düzeltilmesi ile burjuvazi, yayılma konusunda alt sınıfların desteğini alabilir.
Yayılmaya şu ve bu nedenle karşı imiş gibi görünen burjuva sözcüleri, sıra kendi siyasi iktidarlarına geldiğinde öz olarak aynı biçimde yayılma siyasetini sürdüreceklerdir. Zaten sözüm ona karşı çıkışları da, sermayenin ve yardım vb. gerekçelerle ülke kaynaklarının yurtdışına kaçırılması ile “Türkiye’nin ve Türk halkının sömürüldüğü” biçiminde ipe sapa gelmez bir gerekçe ile yürütülmektedir. Bunlar hiçbir biçimde, Türkiye’nin, Türk sermayesinin diğer ülkeleri, ülke halklarını sömürdüğünü söylemezler. Böyle bir bakış açısıyla Türk sermayesinin nasıl emperyalist güdülerle bu işi yürüttüğünü ortaya koyup, buna karşı durmazlar. Sınıfsal konumları buna uygun değildir çünkü!
Sermayenin ülke dışında yayılmasına ve bu yolla diğer ülke halklarını sömürmesine temelden ve öz itibariyle tamamen farklı biçimde karşı çıkacak tek güç vardır: Sınıf bilinçli proletarya!
O, ideolojik mirasına sahip çıkarak, sermayenin emperyalist güdülerle yayılmasına karşı durmanın ve bunu önlemenin tek yolu olan, sermaye iktidarının alaşağı edilmesi ve kendi iktidarını kurması gerektiği bilinciyle hareket edecektir.
Not: Yazı boyunca “Türkiye” diye söz ettiğimiz yer, iktidarda Türk burjuvazisinin bulunduğu, onun egemenliğinde bulunan coğrafi bölgenin adıdır. Varlığını sürdüren uluslararası düzende bura böyle adlandırılıyor, konu ile ilgili tüm yayınlar ve araştırmalar için de aynı şey geçerlidir.
Burada Türkler dışında diğer ulus ve milliyetten insanların yer aldığı tartışma götürmez bir gerçekliktir. Türkler dışında diğer ulus ve milliyetlerden burjuvalar da bu yayılma işine katılıyorlar kuşkusuz. Ama bunlar da Türkiye devletini arkalarına alarak ve ona sahip çıkarak yürütüyorlar işlerini.
Buna bağlı olarak yazı boyunca “Türkiye” ve “Türk burjuvazisi” kavramlarını kullanmada pek bir sakınca görmedik.
Mayıs – Haziran 2022