Nükleer santraller, iddia edildiği gibi çevreci, temiz, risksiz, ucuz, sorunsuz, tehlikesiz santraller değildir. Bu makalemizde bir kez daha Akkuyu Nükleer Santrali üzerinde durmak istiyoruz.
Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarından sonra, dünya iki büyük nükleer felaketi daha yaşadı.
Çernobil ve Fukushima nükleer santral felaketinin sonuçları
Ukrayna’nın başkenti Kiev’in 140 kilometre kuzeyindeki Çernobil nükleer santralinde meydana gelen kaza, bugüne kadar dünyanın gördüğü en dehşet verici kaza olarak kayıtlara geçti. 25 ve 26 Nisan 1986’da Ukrayna’nın kuzeyindeki Pripyat kenti yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santralı’nda, 4 numaralı yüksek güçlü kanal tipi reaktörde patlama meydana geldi. Pripyat kentinde, korunmasız pek çok insan yüksek seviyede radyasyona maruz kalarak ya can verdi ya da ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kaldı. Nükleer serpinti tüm çevre ülkelere yayıldı. Rusya, Beyaz Rusya ve Ukrayna birinci derecede radyasyona maruz kaldı. Patlama sonucu çıkan sezyum 137’nin yarıdan fazlası, Türkiye’de Marmara, Karadeniz bölgelerine ve diğer Avrupa ülkelerine taşındı. Avrupa’da en az 14 ülke (Avusturya, İsveç, Finlandiya, Norveç, Slovenya, Polonya, Romanya, Macaristan, İsviçre, Çek Cumhuriyeti, İtalya, Bulgaristan, Moldavya ve Yunanistan) Çernobil felaketinden etkilendi. Çernobil felaketine bağlı olarak Avrupa kıtasının her yanında, İskandinavya’dan Akdeniz ve Asya’ya uzanan coğrafyada daha düşük ama gene de önemli miktarda radyoaktivite yayıldı. Çernobil felaketinden Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya’da 9 milyon kişi doğrudan etkilendi.
Ukrayna’da 18 bin kilometrekare tarım toprağı radyoaktif kirlenmeye maruz kaldı. Ülke ormanlarının yüzde 40’ı yani 35 bin kilometrekare alan kirlendi. 5 milyon kişi hâlâ radyoaktif kirlenmeye maruz kalan alanlarda yaşıyor. 586 bin kişinin radyasyondan direkt olarak etkilendiği tahmin ediliyor. Kansere bağlı dolaylı ölümlerin ise sayısı bilinmiyor. Çernobil’in üzeri beton ve çelik bir kalkanla örtüldü. Üzerinden 38 yıl geçmiş bir nükleer felaketle hâlâ başa çıkılamadığı için, bulunabilen tek “dâhiyane” çözüm ise üzerine beton dökmek oldu. Bilim insanları, yaklaşık 190 ton uranyum ve 1 ton plütonyumun hâlâ santralin altında bulunduğuna işaret ediyor ve tüm radyoaktif kalıntıların temizlenmesi için 48 bin yıla ihtiyaç olduğunu söylüyor.
Kazanın ardından yüksek risk bölgesi olarak belirlenen 30 kilometre çapındaki alanda 135 bin insan tahliye edildi, yaşam alanları boşaltıldı ve milyonlarca insana iyodür tabletleri dağıtılarak önlem alınmaya çalışıldı! Çernobil’de 500 binden fazla işçi nükleer faciaya müdahalede bulundu ve bu nedenle binlerce işçi radyasyona maruz kaldı.
11 Mart 2011’de Japonya’da 9 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Bu deprem, 18 bin insanın yaşamını yitirmesine neden oldu. 23 metre yüksekliğe ulaşan dalgaların yarattığı Tsunami yıkıma sebep oldu. 1 milyonun üzerinde insan evsiz kaldı. Bazı yerleşim yerleri haritadan silindi. Dev dalgalar Fukushima nükleer santralini vurdu, reaktörleri su bastı ve büyük bir felaket meydana geldi. Radyasyon sızıntısı sonucu 150 bin kişi bölgeden uzaklaştırıldı.
Bu iki felakete rağmen kapitalizmin egemen olduğu gezegenimizde günümüz koşullarında atom lobilerinin çabaları sonucu atom santralleri yeniden enerji ve silahlanma alanında gündemin ön sıralarındadır.
Rusya/Ukrayna savaşında Zaporijya nükleer santrali nükleer bir savaşın tehdidi altındadır. Rusya taktik atom silahı kullanabileceğini açıkça belirtmektedir. Rusya, Beyaz Rusya’ya taktik nükleer silah yerleştireceğini dünya kamuoyuna duyurdu. Ortadoğu’da İsrail Hamas/Hizbullah/İran ekseninde yürüyen savaşta İran’ın İsrail’i, İsrail’in tüm Ortadoğu’yu nükleer silahlarla tehdit ettiğini artık “sağır sultan” biliyor. ABD, Çin ve Rusya emperyalist haydutları arasındaki pazar paylaşımı dalaşında karşılıklı “atom silahı kullanma” tehditlerinin dozu sürekli yükselmektedir. Gezegenimiz üçüncü bir dünya paylaşım savaşı tehdidi altında, bölgesel savaşlar artmaktadır.
Biz, dünyanın kapitalist/emperyalist haydutlarca paylaşım dalaşında, kimin ne zaman nerede atom silahlarına başvuracaklarını kestirememekle birlikte, emperyalist haydutların çıkarları için “her şeyi mubah göreceklerinin” bilincindeyiz. Bunun için de diyoruz ki:
Nükleer enerjiyi tamamen reddetmedikçe nükleer savaş tehlikesi de ortadan kalkmaz! Bu bilinç ile anda Mersin/Akkuyu bölgesinde yapımı süren Nükleer Enerji Santrali derhâl durdurulmalıdır. Sinop’ta planlanan Nükleer Enerji santralinden hemen vazgeçilmelidir.
Akkuyu Nükleer Santralinin, cumhuriyetin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde 27 Nisan 2023’te teknik olarak açıldığı, Akkuyu’ya nükleer yakıtın getirildiği açıklandı. Nükleer yakıtın santral sahasına getirilmesi, nükleer santralin faaliyete geçmesinden bir önceki aşama olarak kabul edilmektedir.
Mersin Akkuyu Nükleer Santralinden elde edilecek enerji ucuz mu?
“Akkuyu Nükleer Santralinden elde edilecek enerji daha ucuz” diyorlar. Bu, doğru değil, daha pahalıdır! Nükleer santraller iddia edildiği kadar çevreci, temiz, ucuz değildir. Nükleer santral en pahalı bir enerjidir. Nükleer santralin maliyeti yüksektir. 50-60 yıllık ekonomik ömürleri boyunca sıkça karşılaşılan kazalar, devre dışı kalmalar, bakımlar ve onarımlar nedeniyle; çok pahalıya enerji üretirler. Yapımı tamamlandığında maliyet bu günkü rakamlara göre 25 milyar dolar olmuş bile! Rusya firması Rosatom şirketinin Yap-İşlet-Devret modeline göre yapılmakta olan nükleer santral her firmada olduğu gibi bu modelde de yapan şirket-yatırımcı açısından kârlılık ön plandadır. Başlangıçta yatırımın yükü hafif olarak (hatta “beş kuruş para ödemeden”) görülür, gelecek yıllarda bu durum tersine döner. Verilen garantiler ile gerçek veriler tutmadığında “Geçilmeyen Köprüler ve Tünel”lere ödenen dolar bazında paralarda olduğu gibi, yatırımın maliyeti normal yollarla gerçekleştirilen fiyatların çok üzerine çıkar. Genelde olan budur, aldatılan halklar olur. Yap-İşlet-Devret projeleri geciktiğinde maliyet daha da yükselir, halkların sırtına yüklenen yük de katlanır…
Akkuyu Nükleer Santrali böyle bir Yap-İşlet-Devret “yatırım” modelidir. Bu somutta yenilen kazığın miktarı “yan masraflar” da hesaba katılırsa tahminlerin çok çok üstündedir. İşletme döneminin uzun yılları kapsaması, nükleer atıkların bertaraf edilmesi, gerekli hammadde uranyum fiyatlarının astronomik rakamlara ulaşması, herhangi bir arıza ve kaza felaketindeki zararların karşılanması, sigorta riskleri vs. diğer giderler dikkate alındığında bu tür yap-işlet-devret modeli diğer yatırımlara hiç benzemez! Karar veren mercilerin ömürleri, siyasi kariyerleri (hâkim sınıflara hizmet süreleri) işletme döneminden daha kısa zamanları kapsadığından, sorumluluklar da ortadan kalkar ve halklarımızın karşılaştığı deyim yerinde ise “yediği kazık hep büyür.” Dünya konjonktüründeki politik değişiklikler veya uluslararası ilişkilerdeki çıkar çatışmaları da bu modele hiç de uygun değildir. İşte bu bilinç ile Akkuyu Nükleer Santralinden elde edilecek enerjinin ucuz olma ihtimali olamaz! Ucuz olması işin doğasına da aykırıdır.
“22 milyar dolara mal olması beklenen proje” (https://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/12/15)
“Rosatom GM Likhachev: Akkuyu NGS’nin inşaat maliyeti 24-25 milyar dolar oldu [FNC-NEWS] Rosatom Genel Müdürü Alexei Likhachev, Türkiye’deki Akkuyu Nükleer Santralinin (NGS) mevcut fiyatlarla inşasının 24-25 milyar dolara mal olduğunu söyledi. (https://www.patronlardunyasi.com/rosatom 14 Haz. 2024)
3 milyar dolar tutarındaki farkın daha da artacağı beklenmektedir. Denilebilir ki, Mart 2024 sonu yüzlerce işçinin ücretini alamadığı için iş bıraktığı Akkuyu NGS’de ana firma (Cengiz Holding) sorumluluk kabul etmedi, topu taşeronlara attı. Çünkü Rosatom’da Rusya Ukrayna savaşından dolayı işler iyi gitmiyor. Ödemeler sürekli aksıyor… Ödemeler aksadığı oranda işin tamamlanması süresi de gayrı ihtiyari uzamaktadır… Bunun diğer anlamı maliyet yükselmesidir.
Zaten %100 Rus sermeyesi sayesinde iplerin Rusların elinde olduğu bu Yap-İşlet-Devret modeli arıza vereli çok oldu. T.C. devleti ile Rosatom arasında 2010’da imzalanan anlaşmaya göre başlangıçta plan aşağıdaki gibiydi:
Birim | Tip/Model | Net Üretim Kapasitesi | İnşaat başlangıcı | Elektrik üretimi |
Akkuyu 1 | VVER V-509 | 1114 MW | 3.04.2018 | 2024 (faaliyete geçme planı) |
Akkuyu 2 | VVER V-509 | 1114 M W | 26.06.2020 | 2025 (faaliyete geçme planı) |
Akkuyu 3 | VVER V-513 | 1114 MW | 10.03.2021 | 2026 (faaliyete geçme planı) |
Akkuyu 4 | VVER V-513 | 1114 MW | 21.07.2022 | 2027 (faaliyete geçme planı) |
Gelinen yerde; Enerji Bakanı Bayraktar’a göre, Akkuyu için enflasyonla güncelleme olmayacakmış, “2028 yılında tüm santral devreye girdiğinde üretilen elektriği biz 15 yıl boyunca 12,35 sentten alacağız.” Yani bunların tahminlerine göre 2043 yılına (bu gidişle 2050’yi de bulabilir –BN) geldiğimizde biz hâlâ kilovatsaat başına12,35 dolar/sent ödemeye devam edeceğiz. Dikkat! Bahis ettiği “tüm santral” Akkuyu 1. Ünitenin üretime geçmesi şimdiden 2025’e sarktı bile. Sonrakilerin akıbeti belli bile değil! Yapılan ticari anlaşmaya göre; üretilen elektriğin ilk iki ünite (reaktör) için yüzde 70’ini ve diğer iki ünite için de yüzde 30’una tekabül eden sabit miktarlarını, her bir güç ünitesinin ticari işletmeye alınma tarihinden itibaren 15 yıl boyunca 12,35 ABD senti/kWh ağırlıklı ortalama fiyattan (Katma Değer Vergisi dâhil değil) satın almayı T.C. devleti garanti etmişlerdir. Bizim uyanık tacirlerimiz ne anlaşma yapmışlar değil mi! El âlemin bugünlerde 3-5 sent/dolara aldıkları elektriğe biz 2043 yılına (daha fazlasına da) 12,35 sent/dolar ödeyeceğiz. Buna da ucuz enerji diyorlar. Yalanın bu kocaman hâline ne demeli! Değerlendirmeyi okuyucuya bırakıp devam ediyoruz.
“Akkuyu ve Sinop’un yıllık yakıt maliyeti 720 milyon dolar iken aynı miktar elektriği doğal gaz santrallerinden üretmek istesek ödeyeceğimiz yakıt miktarı 7,2 milyar dolardır, yani nükleer yakıt 10 kat daha ucuzdur” (Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Nükleer Enerji Proje Uygulama Dairesi Yayın Serisi, 11 Ocak 2016)
Nedense karşılaştırma kötüler içinden seçiliyor. Bugünün rakamlarına göre U-235 yakıt maliyeti 1200 MW santral için (yılda 170-200 ton yakıt kullandığında) yakıt masrafı 900 milyon doları aşmış durumdadır.
Uranyum topraktan çıkarıldığı gibi derhâl atom santrallerinde kullanılır bir madde değildir. Santrallerde iş görür bir değere ulaşması için belli aşamalardan geçmek zorundadır. Uranyum madeni her ülke toprağında olmayan, nadir bulunabilen bir maddedir. İşte bu iki faktör, uranyumun sürekli olarak, dünyanın bir köşesinden diğer bir köşesine taşınmasını zorunlu kılar.
2022’de Kazakistan en büyük uranyum payını (dünya arzının %43’ü) üretirken, onu Kanada (%15) ve Namibya (%11) takip etmiştir. MTA’nın son yıllardaki keşifleri ile ülkemizin uranyum (U3O8) kaynağı (%0,04-0,24 tenörlü) 53.562 tona ulaşmıştır. Keşiflerin yapıldığı iller Manisa, Uşak, Yozgat, Aydın, Nevşehir ve Malatya’dır. Yani Türkiye ister istemez uranyum hammaddesini ihraç etmek zorundadır.
Nükleer santrallerde kullanılan hammadde uranyum rezervlerinin sınırlı olması yeniden işleme gibi yakıt maliyetini arttıran yöntemlerin de daha sık gündeme gelmesi olaya ayrı bir boyut-yük kazandırmış durumdadır… Üretim maliyetini artırmakta ve sonuç yine tüketiciye yansıtılmaktadır.
Fosil enerji kaynakları dışında yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilen enerji her durumda giderek düşen maliyetlerle çok daha ucuza gelmektedir. KWh birim fiyatı şimdiden 3-5 dolar/sent civarındadır. Önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi dert enerji elde etmekten öte atom gücü olma hayalleridir. Deyim yerindeyse “bize ait olmayan fener ile yol aydınlatmaya çalışıyor”lar. Halklarımızı da yalanlarına alet olarak kullanıyorlar.
Bize temiz enerji diye yutturulan nükleer santrallerdeki soğutma sistemi başlı başına ayrı bir beladır
Nükleer santrallerde açığa çıkan ısıyı soğutmak için bol miktarda suya ihtiyaç olduğundan nehir, göl veya deniz kenarlarına kurulurlar. Her atom enerji reaktöründe soğutma sistemi reaktörün türüne bağlı olarak su, gaz veya sıvı metal ile olabilir. Son zamanlarda Çin’deki helyum gazı ile yapılan soğutma sistemi dışta tutulursa, genel kural su ile soğutmadır. Akkuyu NGS projesi, basınçlı suyun yavaşlatıcı ve soğutucu olarak kullanıldığı, basınçlı su reaktör teknolojisine dayalıdır. Akkuyu Nükleer Santraldeki reaktörlerin soğutma sistemi su ile olduğundan Mersin/Akkuyu da Akdeniz kıyısına yapılmaktadır. Nükleer santrallerin su ihtiyacı, soğutma sistemini su ile yapan enerji üretim tesislerinin en önemli sorunudur. Bu yapıların işleyişi, birincil soğutma, ikincil soğutma ve buhar üretimi gibi temel süreçleri içerir ki bu da suya olan ihtiyacı ortaya çıkarmaktadır… Nükleer reaktörler, yüksek sıcaklıklarda çalışırlar ve bu sıcaklığın kontrolü için soğutma sistemine ihtiyaç duyulur. Reaktörün çevresinde dolaşan su, reaktörün sıcaklığını düşürmek için kullanılır. Bunun anlamı yüksek miktarlarda suyun sürekli olarak dolaştırılması demektir. Soğutma işlemi sırasında kullanılan suyun yüksek sıcaklıklara maruz kalması termal kirlilik yaratır. Ve kirlenen bu dolaşımdan geçen sıcak su daha sonra su kaynaklarına deşarj edilir.
Soğutma için gerekli olan suyu ister denizden ister nehirden, isterseniz sondaj kazıp yeraltındaki su kaynağından sağlayın. Kullanılan su termal kirlilik dediğimiz bir çevre felaketinin yaşanmasına sebep olur. Sonuç soğutma için kullanılan suyun deşarjının yarattığı kirliliktir. Yani kullanılan ısıtılmış ve aynı zamanda radyoaktif (üstelik nükleer santraller soğutma suyu olarak kullandıkları suyu sadece termal değil uranyum, sezyum gibi radyoaktif maddelerle de kirletir) içerikli oksijen içeriği azalmış bu su bir yerlere boşaltılmak zorunda kalındığında yaratılmış olan bir kirliliktir. Bu deşarj sırasında ve sonrasında boşatılan alanlardaki canlılar ve ekosistemine zarar görür. Mersin/Akkuyu somutunda da daha çok Akdeniz kirlenecektir. Ömrü yaklaşık 50-60 yıl olan nükleer enerji santrallerinin termal atık sularının deniz ve ırmak ekosistemine akıtılması ve küresel iklim değişikliğini de etkiler. Üstüne üstlük kaza felaketleri sırasında (Fukushima’da olduğu gibi) milyonlarca ton radyoaktif kirli su hâlâ denize deşarj edilmektedir. Milyonlarca deniz canlısının yok olması demek, ekosistemin bozulması demektir.
Gelelim gündeme alınmayan nükleer atık meselesine
Diğer bir sorun, nükleer atıkların ne olacağı kimin tarafından nasıl nerede “imha” edileceği sorunudur. Yüksek derecede radyoaktif ışın saçan atık maddeler, yer altındaki tuz yataklarında, ya da özel hazırlanmış depolama tesislerinde çelik variller içinde korunmaya çalışılmaktadır! Atom atıklarının güvenli bir şekilde bugünkü teknikle yok edilmesi mümkün değildir. Atıklar saklandığı ortamlarda bile radyasyon yaymaya devam eder.
Radyoaktif atıkların bertaraf edilmesi, büyük bir hassasiyet ve güvenlik gerektiren karmaşık bir süreçtir. 1000 MW gücündeki bir reaktörden çıkan ortalama yüksek seviyeli atık miktarı yıllık 25-30 ton civarında olup, hacmi 2,5-3 metreküp kadardır. Akkuyu somutunda 1200 MW’lik reaktör için yıllık 36 tondur. 4 reaktör olduğuna göre 36 x 4 = 144 ton yıllık radyoaktif atık miktarıdır. Bunu da 50-60 yıla vurursanız 60 yıl x 144 ton= 8640 ton radyoaktif atık miktarı demektir ve bunun hacmi 720 m³ atık demektir. En x boy x yükseklik = m³ dir. Bu ebatlarda alan hazırlamak yetmez bu alanın icabında binlerce yıl korunması da gereklidir. Bu atıklardan plütonyum 239 nötrleşme-serbestleşme süreci 24.000 yıldır. Uranyum 235 yarılanma ömrü 703 milyon yıl, toryum yarılanması süreci 163 bin yıl radyum yarılanma ömrü 1600 yıl ve radon 3823 gündür. İşte biz de onun için diyoruz ki karar alan merciler geleceğin ipotek imzasını atıyor ve atmaktadırlar.
Sözün kısası nükleer santrallerde tüketilen yakıt çubuklarının radyoaktif atık olması ve genelde yakıt çubuğu, onları tüketen reaktör ile aynı yerde depolanması yapılan anlaşmalarda yer almaktadır. T.C. devleti ile Rosatom arasında (Akkuyu Proje Şirketi) yapılan anlaşma da böyle değil midir? Nükleer santralin ömrünü çok aşan bir zaman dilimi boyunca, bu 200.000 yıl boyunca korunması ve finanse edilmesi gereken işlemdir. Gizliden depolanan radyoaktif atıklar biriktirildiği yüzlerce atık sahasının zamanla ortaya çıktığı da bilinen gerçeklerdir. Biriken nükleer atıklar her zaman, su kaynaklarına, tarım ürünlerine, hayvanlara ve insanlara zarar verebilecek radyoaktif sızıntı riski artırır.
Nükleer enerji üretimi sırasında ortaya çıkan radyoaktif atıkların uzun ömürleri ve güvenli depolanmalarının zorluğu, ciddi çevresel ve sağlık sorunlarına yol açar. Aynı zamanda yüksek maliyetlerin de sebebidir, güvenlik standartlarına uyduğunuz oranda maliyetler hep artar. Nükleer Silah Tehlikesi ise yukarda değindiğimiz gibi nükleer teknolojinin kullanımı, nükleer silahların üretimine ve yayılmasına olan potansiyel tehlike hep vardı ve var olacaktır. “Türkiye, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasına ilişkin tüm anlaşmaların tarafıdır” denmesi işin gerçek yanını gizleyemez. Bugün İsrail ile İran arasındaki savaşın bir yanı da İran’ın nükleer teknolojiyi kullanarak atom silahına sahip olmasının an meselesi olarak görülmesidir. Yarın Akkuyu Nükleer Santrali teknolojisi ile T.C.’nin atom silahına (daha bugünden bu istek şu veya bu oranda dile getirilmektedir) sahip olma isteği komşularını rahatsız edecektir.
Yaşanan nükleer felaketler olayın olduğu alanla sınırlı değildir. Sadece insanları değil tüm canlıları etkilediğini biliyoruz. Sadece günümüzü değil geleceği de ilgilendiriyor. Japonya/Fukushima’daki nükleer santralden hâlâ Pasifik Okyanusu’na radyoaktif atıklar sızıp Pasifik Okyanusu’nu kirletmeye devam ediyor. Okyanusun iki yakasından alınan örneklerden anlaşıldığı üzere şimdiye kadar 760 bin tondan fazla radyoaktif madde suya karıştı. Günde 300 ton radyoaktif maddenin 4 sene boyunca suya karışmaya devam edeceği de biliniyor. Dolayısıyla Fukushima felaketinin kontrol altına alındığını söyleyenler yalan söylemektedirler. Japonya’nın daha on yıllar boyunca bu kirlilikle uğraşması ve trilyonlarca doları harcaması gerekecek. (https://suhakki.org/2017)
Nükleer atıkların yüzbinlerce yıl boyunca depolanması maliyetini de bugüne kadar yapılan hiçbir santral için hesabın içine katılmamıştır. Yani maliyet hesabı atıkların bertaraf edilmesini kapsamaz. Mesela ABD’de, yaklaşık 100 nükleer enerji santralinden çıkan nükleer atığı muhafaza altına almak için yılda yaklaşık 500 milyon dolar harcanmaktadır. Bu miktar, atık birikmeye devam ettikçe artmaktadır. Bu tür harcamalar santrallerin kullanımına son verildikten sonra da devam edeceği bilindiği hâlde vazgeçilmemesi ilk bakışta anlaşılır gelmiyor. Ama sistemin kapitalist olduğu doğru kavranır ve bu sistemin azami kâr hırsı üzerine kurulu olduğu anlaşıldığında, kapitalist barbarlığın insanlığın ve tüm canlıların can düşmanı olduğu daha iyi kavranır.
Nükleer santraller enerjide bağımsızlığı sağlar mı?
Türkiye enerji alanında dışa bağımlı bir ülkedir. Akkuyu Nükleer Santralinin faaliyete geçmesi ile birlikte, enerjide bağımsızlığı sağlamayacaktır.
Bugün A’dan Z’ye tüm teknik donanımın %100 Rusların kontrolündeki Akkuyu Nükleer Santrali enerjide dışa bağımlılığı daha da pekiştirmiştir. Tabii dert gerçekten enerji açığını kapatmak ise, nükleer ile enerji açığı da kapatılamaz.
Türkiye, Rusya ile 2010’da yaptığı uluslararası anlaşma ile Mersin/Akkuyu bölgesini nükleer santral yapımı için 100 yıllığına ve tam kontrolü vererek Rusya’ya tahsis etmiştir. Akkuyu’ya nükleer santral yaptırma enerji ihtiyacı ile açıklanamaz. Maliyeti en yüksek, Çernobil ve Fukushima nükleer felaketlerinde de gördüğümüz gibi en tehlikeli, kuşaklar boyu radyoaktif atık kirliliğine neden olan en kirletici enerji üretim biçimi olan nükleer santraller hiçbir gerekçeyle savunulamaz. Ancak nükleer güç olma hayali, nükleer santrali olan ülkelerin büyük ve prestijli olduğu yanılgısı ve enerji politikalarına dair yanlış değerlendirmeler, hükümeti 40 yıldır gerçekleştirilemeyen ve halkın da karşı olduğu Akkuyu projesini Türkiye’nin son derece aleyhine olan koşullarda gerçekleştirmeye sürüklemiştir.
Saldırgan, yayılmacı politikaları ve jeostratejik hedefleri nedeniyle, Rus emperyalistlerinin Batılı emperyalistlerle enerji alanındaki dalaşın faturası halklarımıza ve bölge halklarına çıkarılmaktadır. Mevcut yöneticiler ise buna işbirlikçilik yapmaktadırlar. Rusya, Akkuyu’nun karşısında, Mısır’ın Akdeniz kıyısında bulunan El Dabaa’da da aynı tipte ve büyüklükte bir nükleer santralin yapımına başlamıştır. Suriye’deki askeri varlığı da düşünüldüğünde, bu projeler Rusya’nın Doğu Akdeniz’de askeri ve nükleer varlık gösterme ihtiyacı ile bağlantılı olarak görülebilir.
Akkuyu nükleer santrali ülkelerimiz için ciddi bir güvenlik riski yaratmaktadır. Rusya’ya bağımlılığı daha da artırmaktadır. Mevcut savaş koşulları da dikkate alındığında Akkuyu Nükleer Santralin durdurulması ve projelerin iptal edilmesi halklarımızın lehine olur.
Enerjide barışçıl olmak istiyorsak, imkânları yenilenebilir enerji kaynaklarına yönlendirmek zorundayız.
Sonuç olarak
Nükleer santraller, insanlık ve doğa için bir tehlikedir. Reaktör kazanındaki suyun belli bir ısıda tutulması gerekir. Bu ısının kontrolden çıkarak daha yüksek derecelere ulaşması hâlinde ve 1000°C’yi aştığında, sirkon metali borular, soğutmada kullanılan su ile kimyasal reaksiyona girerek, su içindeki hidrojen atomlarını su moleküllerinden ayırır. Hidrojen gazı, bir hacim içinde belli ölçüde yoğunlaşması hâlinde, patlayıcı bir özelliğe sahiptir. Reaktör kazanı içinde ısı yükselmesinden doğan bu gaz birikimi, toplam kaza hacminin %4’ünü aştığı anda patlamaya hazır bir bomba hâlini alır. Şimdiye kadar nükleer santrallerdeki kazalar, hidrojen gazının yükselmesi sonucu meydana gelmiştir.
Çevreye verilen zararlar, insanların ve doğal kaynakların sömürüsü temelinde inşa edilmiş üretim tarzları yüzyıllar boyunca doğaya büyük zararlar verdi, vermeye devam ediyor. Yaşadığımız gezegen alarm veriyor. Emperyalizm doğayı talan etmede sınır tanımıyor. Yaşam temellerinin yok edilmesi, felaketlere yol açıyor. Kâr hırsını temel alan emperyalizm, yaşam temellerinin yok edilmesini hızlandırıyor. Çünkü emperyalizm doğa ile uyum içerisinde yaşamak yerine, onu hoyratça talan ediyor. Küresel ısınma, dünyanın doğasını ve insanını felakete götüren tehlikelerden biri. Küresel ısınma nedeniyle yerküre geri dönüşü olmayan bir noktaya geliyor. Büyük insanlık kendisini bekleyen bu felaket karşısında sessiz kalmamalıdır. Kapitalizmde çevre sorununda insanca adil bir çözümün bulunduğu telkin ediliyorsa, bu, bir hayal ve yalandır. Kapitalizm, emperyalizm çevre sorununda da barbarlık içinde çöküştür. Her kim bunu istemiyorsa, sosyalizm için mücadele etmelidir. Sosyalizm çevre sorununda da biricik seçenektir.
Sözlerimizi Karl Marx’ın 150 yıl önce söylediği şu sözlerle bitirelim.
“Toplumun daha yüksek bir iktisadi biçimi açısından, tek tek bireylerce, yeryüzünün özel sahipliği, bir adamın ötekine özel sahipliği kadar saçma görünecektir. Bütün bir toplum, bir ulus bile, ya da hatta hepsi bir arada var olan toplumların tümü birden bile yeryüzünün sahibi değillerdir. Bunlar onun yalnızca zilyedleri, yararlanma hakkı sahipleridir ve boni patres familias (ailenin büyük babası) gibi onu gelecek kuşaklara, ilerlemiş bir durumda devretmeleri gerekir.” (“Kapital Cilt III”, Karl Marx, s. 682, Sol Yayınları, üçüncü baskı, Ekim 1997, Ankara)
11 Ekim 2024