“’Bir şey pişiyor mu, bir şey var mı?’ derseniz evet, pişen bir şey var, ama buna ‘çözüm süreci’ demek için çok erken. Türkiye’de çok sevilen deyimle ‘istikşafi görüşmeler’ döneminin ta en başındayız gibi gözüküyor.” karşılığını veriyordu kendisine sorulan bir soruya, DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar.
1 Ekim’de meclisin açıldığı gün tescilli faşist Devlet Bahçeli DEM sıralarına giderek DEM partililerle tokalaştı. Bu tokalaşmanın ardından “yeni bir çözüm süreci mi başlıyor” söylemleri dillendirilmeye başlandı. Evet, son günlerde “yeni bir çözüm süreci”, “süren pazarlıklar”, “İmralı-Kandil telefon hattı”… gibi konularda haberlerin yaygınlaşması, MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM’e yönelik söylemleri, bu söylemlerin AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “çok değerli” bulunması ve sahiplenilmesi, DEM yöneticilerinden gelen “pratikte adım atılmasının” ifade edilmesi, iktidar cenahından atılan bu adımlara olumsuz tavır takınılmaması… tüm bunlar aynı günler içinde yaşanan ve “bir şeyler pişirildiğini” gösteren şeylerdi.
Evet, bir şeyler pişiyor, pişiriliyor. Ve bu pişen aşa ilişkin ilk değerlendirmeler de yapılıyor, bu adımın hedefi olarak gelecek seçimler, Erdoğan’ın yeniden adaylığı, bunun için anayasa değişikliği… vb. üzerinde duruluyordu.
Peki, bu ilk değerlendirmelerin gerçeklik payı var mı?
Evet var! Böyle bir hesabın olması özellikle teknik açıdan kuvvetle muhtemel: Gelecek seçimlerde Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi için ya meclisten erken seçim kararının çıkması ya da bir anayasa değişikliği gerekiyor. Ana muhalefet partisi başta olmak üzere muhalefet partileri meclisten erken seçim kararının çıkmasını bugünden şarta bağlamış durumdadırlar. Erken seçimin en geç 2025 Kasım’ında veya 2026’nın İlkbaharında yapılmasını, yoksa erken seçime onay vermeyeceklerini açıklamışlardır. Bu tarihte yapılacak bir seçim, günden güne eriyen ve Kasım 2025’e kadar toparlanma şansı da fazla olmayan AKP açısından istenen bir şey değildir.
Bu durumda ikinci plan, anayasa değişikliği üzerinden bu işin çözülmesi istenmektedir.
Ancak bir anayasa değişikliğinin halk oylamasına/referanduma sunulması için en az 360 milletvekilinin oyuna ihtiyaç vardır. Bu durumda anayasayı değiştirmek için Cumhur İttifakı partilerinin meclis içinde yeni bir ittifaka gereksinimi vardır. Oysa iktidarın andaki sayısal gücü ancak 329 milletvekili (AKP 266 + MHP 50 + HÜDA PAR 4 + Bağımsızlar 8 + DSP 1) etmektedir. Eğer anlaşabilirlerse DEM’in 57 milletvekili ile sayı 386’ya ulaşıyor.
Bu durumda yeni anayasa işi (referanduma sunulması anlamında) “teknik olarak” çözülmüş olacaktır.
Planın bir ayağı budur.
Diğer taraftan, Türk büyük burjuvazisi Türkiye’deki Kürt sorununu en düşük seviyede taviz vererek “çözmek”ten yanadır. Bu istekle iktidardakilerin istekleri örtüşme durumundadır. Eğer gerçekleşirse hem Kürt sorunu burjuva anlamda “çözülmüş” ve hem de Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimlerde aday olması garantiye alınarak tartışma dışına çıkarılmış olacaktır.
Hesap, “Kürt sorununu çözen”(!!!) Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde, DEM’in de ya bir çeşit eklemlendiği –ya da eklemlenmese bile en azından muhalefet dışında tutulduğu– bir Cumhur İttifakı, seçim ekonomisinin de devreye sokulmasıyla, seçimlerde başarıyla çıkarak iktidarı sürdürme hesabıdır.
Bu hesap yanlış bir hesap değildir, ama anda karşılığı yoktur. Bunun gerçekleşmesi için önce bir “yol temizliği” yapmak gerekmektedir. Yıllarca milliyetçi-şoven politikalarla zehirlenmiş Türk milliyetçiliğinin törpülenmesi ve en azından “çözüm” yönündeki adımlara karşı çıkmayacak bir seviyeye getirilmesi gerekmektedir. Ama yetmez! Aynı zamanda on yıllardır devlet terörüyle sindirilen, en temel hakları gasp edilen, kayyumlarla iradesine ipotek konulan, daha düne kadar “halay çekmesi” bile sorun edilen Kürt halkının ikna edilmesi; atılacak adımın Kürdistan toplumunda da karşılık bulması gerekmektedir.
“Pişirilen bu aşın” ne kadar pişirildiği, atılan bu adımın nereye kadar götürüleceği… tarafların ne kadar “samimi olduğu”… yapılmak istenenin iktidarın muhalefete karşı bir blöfü mü ya da ana muhalefetle uzlaşmak için kurgulanmış bir oyun olduğu vs. vb. şimdilik bilinmiyor.
Bilinmiyor, çünkü toplumun çok önemli bir bölümünü ilgilendiren konularda bile taraflar arasındaki görüşmelerin/pazarlıkların kapalı kapılar ardında yürütülmesi burjuva politikanın özelliklerinden birisidir. Bugün yapılan da budur. Bu gizli kapaklı işler Kürt meselesinde andaki taraflardan birisi olan PKK ve Kürt siyaseti adına konuşanlar tarafından da üzerlenilmiş, bu burjuva siyasetin dışına çıkma ve yer yer şeffaflığa vurgu yapmış olsalar da şeffaf bir siyaset izleme yönünde irade gösterememişlerdir. Böyle olduğu için mevcut veriler temelinde sağlıklı değerlendirmeler yapma durumu yoktur. Ama yine de gerek yakın tarihte yaşananlara gerek Türk devletinin ulusal sorundaki korkularına, geçmişten bugüne konuyla ilgili siciline… ve gerekse mevcut siyasi ortama bakarak bir durum tespiti yapmak mümkündür. Kimi noktalar:
– Türk devleti/büyük Türk burjuvazisi Kürt sorununu Türk emperyal gelişmesinin önünde bir engel olarak görüyordu, görüyor. Bu sorunun çözülmesi büyük Türk burjuvazisine hem Batılı emperyalist güçlerle ilişkilerinde hem de bölgesel ilişkilerinde ve hem de gittikçe kutuplaşan iç siyasette yeni olanaklar yaratacaktır.
– Bu sorunun çözümünün önünde engel olan Türk milliyetçisi siyasetin ikna edilmesi elzemdir. Bu yapılmadan bu tür bir “çözüm”ün gelişme ve yaşama şansı yoktur.
– Türk devleti/büyük Türk burjuvazisi Kürt sorununu çözecekse, kendi çıkarı temelinde ve en az tavizle çözmek isteyecektir. Bu duruma göre en üst sınırı “kültürel özerklik” ya da kimi demokratik hakların tanınması biçiminde olacaktır. Bir ulusun kendi kaderini tayin hakkına saygı duymak ve bunun koşullarını yaratmak, bunu “çözümün merkezine koymak” ve buna uygun hareket etmek Türk hâkim sınıf siyasetinin yapacağı bir şey değildir, olmayacaktır.
– Bugün “Devlet’in el uzatması” olarak başlayan sürecin 2013-2015’teki çözüm sürecindeki gibi bir çözüm sürecinin yaşanmayacağını söylemek müneccimlik olmayacaktır. Çünkü o günün koşulları ve güç dengeleri ile bugünün koşulları ve hedefler farklıdır. Tarafların dünkü talep ve öncelikleri ve pazarlık güçleri ile bugünkü talep ve pazarlık güçleri farklıdır. Dün daha güçlü bir iktidar varken, bugün kişiye ve mevcut iktidarın sürdürülmesine endeksli bir anayasa değişikliği karşılığında bir “çözüm süreci”nin kapsamı ve sonuçları da –dolayısıyla pazarlıkların kapsamı da– sınırlı olacaktır. Bugünden görünen odur.
Tüm bu ve benzeri noktalara ilişkin daha başka yorumlar yapılabilir. Fakat “yeni çözüm süreci” ya da Kürtlere uzatılan “devlet elini” iç siyasete endeksleyen her yorum eksik olacaktır. Bugün Türk devletinin Kürtlere “elini uzatmasının” bölgede yaşanan Filistin-İsrail savaşı ile bu savaşın genişle(til)mesi durumu ve bunun yaratacağı “tahribatlar” ya da “imkânlarla”, emperyalistlerin ve onların bölgedeki uzantılarının bölgedeki ülkelere ilişkin bugüne dek yürüttükleri politikalar/hesaplar/hedeflerle, bölgedeki güç ilişkileriyle bağı vardır.
Ortadoğu’da yürüyen savaş genişleme ihtimali olan bir savaş. Siyonist İsrail’in savaşı Lübnan’a taşıması ve Lübnan içindeki uzantısı olan Hizbullah’ı vurması, İran’ı da savaşın içine çekebilir. İran’ın savaş içine çekilmek istenmesinin nedenlerinden birisi ülkedeki siyasi yapının İsrail düşmanlığı olduğu kadar, bu ülkenin atom silahına sahip olmak için çalışmalarını sürdürmesidir. Bölgesel bir güç olan ve atom silahına sahip olan bir İran İsrail için potansiyel tehdittir ve İsrail açısından bu tehdit “ortadan kaldırılmalıdır.”
Siyonist İsrail, Lübnan’ın akıbetinin de Gazze gibi olacağını açıkladı. Siyonistlerin hedef aldığı ülkelerden biri de Suriye’dir. Şimdiye kadar Suriye’nin birçok noktası bombalandı. Basında çıkan bilgilere göre; iki İsrail tankı Golan tepelerinde sınırı geçerek mevzi almış durumdadır. Siyonistler aynı zamanda Yemen’i de bombalamaktadır.
İran’ı kendi varlığı için tehlike gören İsrail direkt olarak İran’a saldırmak yerine onun bölgedeki temsilcisi örgütlerden Hizbullah’a yöneldi, Hizbullah’ın etkin olduğu Lübnan’a saldırılara, ardından işgale başladı. İsrail’in saldırılarına karşı direniş gösteren Hizbullah’ın lideri Nasrallah ve birçok yöneticisi İsrail tarafından katledildi. İsrail’in saldırıları ve Hizbullah’ın ağır kayıplarına rağmen direniş sürüyor. Lübnan Sağlık Bakanlığı verilerine göre, siyonist İsrail devletinin Lübnan’da 8 Ekim 2023’ten bu yana 104’ü çocuk ve 194’ü kadın olmak üzere toplam 2 bin 309 kişi öldü, 10 bin 782 kişi yaralandı. (14 Ekim 2024, aa.com.tr)
İsrail, Lübnan’da Hizbullah’a saldırmakla daha önce çeşitli kereler yaptığı bir şeyi, İran’ı kışkırtarak savaşın içine çekmeye çalışıyordu. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, İsrail ordusunun 27 Eylül’de Beyrut’a düzenlediği hava saldırılarında öldürüldü. Nasrallah’ın öldürülmesi sonrasında, İran 1 Ekim gecesi İsrail’e bir füze saldırısı düzenledi. Bu füze saldırısı siyonist devletin işine geldi. Şimdi gözler İsrail’in (ve ABD’nin) vereceği yanıtta. Anda İsrail ile ABD arasında İran’a yönelik operasyonun zamanlaması ve hangi bölgelerin (petrol alanları mı yoksa nükleer çalışmaların yapıldığı alanlara mı?!) öncelikle vurulacağı hesapları yapılıyor.
Hizbullah 14 Ekim’de, İsrail ordusunun Golani Tugayına ait bir eğitim kampını kamikaze insansız hava araçlarıyla vurdu. İsrail’in verdiği bilgiye göre, kamikaze saldırısında 4 İsrail askeri öldü, 50’yi aşkın asker de yaralandı. Kamikaze saldırısının ertesinde, İsrail hava savunma sistemlerinin nerede açık verdiği sorunları tartışılmaya başlandı. ABD emperyalistleri, hava savunma sisteminde tespit edilen boşlukları doldurmak için İsrail’e Yüksek İrtifa Hava Savunma bataryalarını (THAAD) gönderdi. Bu batarya sistemini kuracak, çalıştıracak 100 ABD askeri de görev yapacaktır.
Bir yandan Gazze’de katliamlarına devam eden, Hamas lideri Yahya Sinvar’ı öldüren diğer yandan Lübnan’da işgale soyunan İsrail, 1 Ekim’de İran’ın füze saldırısına cevap vereceğini deklere etti. İran’da nerelerin bombalanacağı konusunda ABD ile pazarlıklar yapıldı. İsrail ABD’yi de İran’a karsı savaşa doğrudan katılması yönünde, İran’ı vurması yönünde zorluyor. İran ise yaptığı açıklamada, kendilerine yönelik bir saldırı durumunda ABD üsleri ve gemilerinin hedeflerinde olacağını açıklamış durumdadır. İran’a yönelik bir askeri kalkışmada, ABD’nin bölgede eğittiği/desteklediği güçleri de harekete geçirebileceği ve savaşta bu güçlerin de katılabileceği hesaplar dâhilindedir. Yıllardır bölgede askeri olarak büyük deneyim kazanan, ABD tarafından silahlandırılan, eğitilen Kürtleri de bu savaş denklemi içine sokabilir. Ortadoğu’da savaşın İran’ı da kapsayacak bir şekilde genişlemesi bölgede büyük değişiklikleri de beraberinde getirebilecek, ucu açık bir savaş olacaktır.
Ortadoğu’da savaşın genişlemesi, Kürtlerin denklem içinde kendilerine daha fazla yer bulmaları Türk devleti açısından hiç de istenecek bir durum olmayacaktır. “Yeni “çözüm süreci” tartışmalarını “Kürt’ün kıymete bindiği” bir ortamda “kendi Kürdünü” en azından kendisine karşı tehdit unsuru olmaktan çıkarmak, dahası, uzun vadede bölgedeki hareketlilikte kendi lehine kullanmak… gibi açılardan da değerlendirmek yerinde olacaktır. Türk devleti açısından yapılmak isteneni bölgedeki olası gelişmelere karşı pozisyon almak ya da önlem almak olarak da değerlendirilmelidir.
17 Ekim 2024